Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın ismi ile başlarım. Her ne kadar ihtilâf-ı ümemden
nâşî edyân ve mezâhib muhtelif ise de, hikmetleri, müstakîm olan tarîkın
ahadiyyeti ile makam-ı akdemden kelimelerin kalbleri üzerine inzâl eden
Allâh’a hamd olsun
(1).
Ya’nî
rahmet-i imtinân (rahmet
ihsân etme) ile bi’l-cümle eşyâya vücûd veren ve rahmet-i
vücûb (rahmetinin
gereği) ile ba’zı ibâdına (kullarına)
mütecellî (tecelli)
olan cemî’-i kemâlâtın (cümle
kemâllerin) sâhibi bulunan Allahü zü’l- Celâl
Hazretlerinin ism-i şerîfiyle bu Fusûsu’l-Hikem’i
tahrîre (yazmaya)
başlarım demek olur.
“Rahmet-i imtinân” ile
(rahmet ihsân etmekle) “rahmet-i vücûb”un (rahmet
gereği) tafsîli
(açıklama)
Fass-ı Süleymânî’de gelecektir.
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a), .... hadîs-i şerîfine ittibâan (uyarak)
kitâba Besmele-i Şerîfe ile başladıktan sonra, hamd ü senâ
(takdir etme, övme)
kemâlâta müterretteb (ait)
olduğu
ve halbuki bi’l-cümle kemâlât / Allahü zü’l-Celâl
Hazretlerine mahsûs (özel)
bulunduğu için Besmele-i Şerîfe’den sonra hamdi zikretti
ki, kâffe-i hamd (bütün
hamd’lar) Allâh’a mahsûstur demek olur. Ve hamdde üç
vecih vardır (hamd üç türlüdür):
Birincisi,
Hak’tan halka (yaratılmışlara)
olan hamddır (övmedir)
ki, bunun delîli ...................................... (Ahzâb,
33/56) ve ................................ (Ahzâb, 33/43) âyet-i kerîmeleridir.
Bu sûrette Hak hâmid (öven)
ve halk (yaratılmış)
mahmûddur (övülendir).
İkincisi,
halktan (yaratılmıştan)
Hakk’a
hamddir (övmedir)
ki, bunun
delîli de ......................... (İsrâ, 39/75) ve
.....................................................................
(Zümmer, 39/75) ve emsâl-i âyât-i Kur’âniyye’dir. Bu sûrette
Hak mahmûd (övülen)
ve halk (yaratılmış)
hâmid (öven)
olur. Ve
bu vecihte üç sûret vardır (bu
da üç şekildedir):
Kavlî,
fiilî, hâlî (söz
ile, fiil ile, hal ile).
1)
Hamd-i kavlî (söz ile hamd
etme) : Enbiyâ
(aleyhimü’s-selâm)’ın lisânı üzere Hakk’ın kendi nefsine senâ
ettiği
(övdüğü)
şeyle abdin (kulun)
lisânen
hamdidir.
2)
Hamd-i fiilî (fiil
ile hamd)
: Vech-i
İlâhî’yi taleben (Allah’ı
görmeği istemek) ve
onun cenâb-ı kerîmine teveccühen (yönelerek)
abdin (kulun)
hayrât (hayırlar)
ve ibâdâttan
(ibadetlerden)
birtakım
a’mâl-i bedeniyye (birtakım bedeni işler)
îfâ
etmesidir (yapmasıdır)
. Bu
sûrette abd (kul)
, her
bir uzvunu, ne için yaratılmış ise, Hakk’a ibâdet kasdıyla (amacıyla) vech-i
meşrû’
üzere (uygun bir şekilde)
isti’mâl
eder (kullanır)
.
Ve bu husûsta
nefsinin huzûzunu (zevklerini) düşünmez.
3)
Hamd-i hâlî (hâl
ile hamd)
: Rûh
ve kalb hasebiyle (yönüyle)
vâkı’
olur (gerçekleşir)
. O
da abdin (kulun)
kemâlât-ı
ilmiyye (ilminin
kemâli) ve
ameliyye (yaptığı
işler) ile
ittisâfı (vasıflanması
ve hâl haline gelmesi) ve
ahlâk-ı İlâhiyye (Allah’ın
ahlâkı ile ahlâklanması)
ile tahallukudur (alâkalıdır).
Üçüncüsü,
halktan (yaratılmıştan)
halka (yaratılmışa)
olan
hamddir (övmedir).
Bu sûrette
hâmid (öven)
ve mahmud (övülen)
halk (yaratılmış
olan) olur.
Fass-ı İbrâhîmî’de tafsîl
olunduğu (açıklandığı)
üzere, bu
nevi’ (çeşit)
hamdin (övmenin)
Allah için
olmasının vechi (şekli)
budur ki,
Hak taayyün cihetiyle (meydana
çıkması, esmâları yönünden) hâmidin
sûretinde zâhirdir (medheden,
öven biçimde meydana çıkar) ve
hamd (övme)
ile kendi
kemâlâtını ızhâr eder (gösterir)
. Ve
her mahmûd olan
(övülen) halkın
(yaratılmışın)
sıfatı
bulunan senâ (övüş)
dahi, mahmûd
sûretinde (övgüye
değer bir şekilde) kemâl
ile mütecellî olan
(beliren) Hakk’ın
“ayn”ıdır
ki, mahmûd (övülen) o
kemâl sebebiyle hamde müstehakk (hamd’i hak etmiş)
olur. Binâenâleyh
(nitekim)
hamd, (medh
etme, övme) Hakk’ın
kemâlâtından (kemâllerinden)
bir kemâlin
sıfatıdır ki, Hakk’ın hakîkatında sudûr eder (çıkar)
.
Şu
halde mahmûdun (övülenin)
mazharında
(görüldüğü
mahalde) zâhir
olan (meydana
çıkan) kemâle
karşı, hâmidin (övenin)
mazharından
(görüldüğü
mahalden) sâdır
olan (çıkan)
hamd (övme) dahi
Hakk’ka râci’ (rica
eden, yalvaran) olur.
Ve hamd sâdır olduğu (çıktığı)
mahal
i’tibâriyle kâmil ve nâkıs (noksan)
olur. Binâenaleyh
(nitekim),
kâmilden
sudûr edince (çıkınca)
kâmil ve
nâkıstan (noksandan)
sudûr
ettikde (çıkınca)
nâkıs (noksan)
olur. Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) hâtem-i velâyet (en
son velâyet) makamında
müteayyin (zahir)
olduğundan
onun hamdi (senâsı,
övmesi) ,
kendisi
gibi cemî’-i mehâmidin
ecma’ıdır
(övülen her
şeyi birleştiricidir). Hatem-i
Evliyâ hakkındaki îzâhât Fass-ı
Şîşî’ de gelecektir.
“Münzil”
(gökten
indiren),
“inzâl”
(gökten
indirilen) masdarından
veyâhut “tenzîl”
(indirme,
aşağı düşürme) masdarından
ism-i fâildir (işi,
o fiili yapandır).
Her iki
ma’nâ dahi variddir (doğrudur).
Zîrâ, “inzâl”
bir şeyi def’a-i vâhidde (bir
defada) indirmek
ma’nâsınadır. Ve enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)’ın a’yân-ı sâbiteleri
(esma terkipleri),
rahme-i rahîmiyye ile merhûm (rahim’in
rahmeti isabet etmiş) olup,
mazhar (görünen
mahâll) oldukları
ism-i hâs iktizâsınca (tasarrufunda olduğu
kendisindeki isim gereğince), mertebe-i
Ahadiyyet’in mâ-dûnu (aşağısında)
olan
mertebe-i Vâhidiyyette, a’tıyyât-ı İlâhiyye (İlâhi ihsanlar) kendilerine
def’aten nâzil olur (bir defada iner).
Çünkü
isti’dâdât-ı gayr-i mec’ûllerinin iktizâsı
(kendisindeki potansiyelin, istidâdının gereği) budur.
Ve mertebe-i şehâdette (madde
âlemde) zuhûr
ettikleri hînde (meydana
çıktıklarında)
,
ism-i hâsları
hazînesinde meknûz (kendisinde
tasarruf eden isimlerde mevcût, gizli hazineler) olan
hikem (hikmetler)
isti’dâd-ı
mec’ûlleri (gizli
kalmış istidâtları) inkişâf
ettikçe, (geliştikçe)
peyderpey (birbirinin
ardı sıra) ve
tedrîcen (aşama,
aşama) nâzil
olur (iner)
.
Nitekim
Hak Teâlâ buyurur: .............. (Hicr, 15/21) İşte bu âyet-i kerîmede
/ tedrîcen nüzûl (aşama
aşama inme) ma’nâsına
“tenzîl”
masdarı isti’mâl buyrulmuş (kullanılmış)
ve
hazret-i şehâdette her bir şeyin tedrîcen nüzûlüne (yavaş
yavaş, aşamalı olarak inmesine) işâret
olunmuştur.
“Hikem”
“hikmet”in
cem’idir (çoğuludur)
.
Ve hikmet,
hakayık-ı eşyâya (varlıkların
hakikâtine) gereği
gibi ilim ve o ilim muktezâsınca (gereğince)
amelden (fiillerden)
ibârettir.
Bunun için hikmet, ikiye inkısâm etti
(ayrıldı)
.
Birisine
“hikmet-i ilmiyye” (ilmin
hikmeti) ,
diğerine
“hikmet-i ameliyye”
(yapılan işlerin
hikmeti) tesmiye
olundu (olarak
adlandırıldı).
Halbuki
“ma’rifet”
hikmet gibi değildir. O,
yalnız
hakayıkı (hakikâtleri)
gereği
gibi idrâktir (anlamaktır)
.
Ve
“ilim”
ise hakayıkı (hakikâtleri) ve
onların levâzımını (gerektirdiklerini)
idrâkten
ibârettir. Bu sebeple tasdîka (doğrulanmış,
onaylanmış olana)
“ilim”
ve tasavvura (zihinde
şekillendirmeye, hâyal etmeye)
“ma’rifet”
tesmiye olundu (adı
verildi) .
İşte
bundan dolayı cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)
“münzilü’l-maârif”
(indirilen
marifetler) veyâ
“münzilü’l-ulûm”
(indirilen
ilimler) demeyip
“münzilü’l-hikem”
(indirilen
hikmetler) buyurdu.
“Kulûb”
“kalb”in
cem’idir (çoğuludur)
. Ve
“kalb”,
sıfât-ı ilâhiyye (ilâhi sıfatlar) ile
hassâis-ı kevniyye (varlıkla
ilgili, kozmik özelliklerin) beynini
câmi’ (toplamı
arasında) olan
bir hakikâtten ibârettir. Ve bu hakikâtin kalb-i sanevberîye (çam fıstığı
kozalağı şeklindeki kalbe) taalluku
(ilgisi)
ve
taaşşuku (sevmesi,
âşık olması, muhabbeti) vardır.
Ve ona “kalb”
tesmiyesi (denilmesi),
mevcûdâtın
“lübb”ü (özü)
olduğundan
nâşîdir (dolayıdır)
. Zîrâ
bir şeyin
“lübb’ü,
(özü)
onun
kalbidir. Veyahut esmâ ve sıfâtın deverânı (dönüşümü)
hasebiyle,
kesîrü’l-inkılâb (çok değişme) olmasından
dolayıdır. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, ..................................
ya’nî “Kalb,
Rahmân’ın parmaklarından iki parmak arasındadır; onu dilediği vech
ile (tarafa,
yöne) döndürür”
hadîs-i şerîfiyle buna işâret buyurmuş; ve iki parmakla Hak Teâlâ
Hazretlerinin
“Celâl”
ve
“Cemâl”
sıfatlarını murâd etmiştir.
“Kelim”
“kelime”nin
cem’idir (çoğuludur)
. Ve
“kelime”den
murâd
“her bir mevcûdun ayn”ıdır (kendisidir).
Zirâ
onlar, nefes-i Rahmânî (Rahman’ın
nefes vermesi, nefsi) ile
zuhur etmiştir (meydana
çıkmıştır).
Nitekim,
insanın hîn-i tekellümünde, (konuşmasındaki)
kelimât,
nefes-i insânî (insanın
nefesi) ile
zâhir olur (meydana
gelir) .
Ve cenâb-ı
Şeyh (r.a.), Fütûhât-ı
Mekkiyye’nin yüz doksan sekizinci bâbında (bölümünde)
buyururlar
ki: “Mevcûdâd bitmek tükenmek bilmeyen kelimâttır. Allah Teâlâ vücûd-i
İsâ (a.s.) hakkında ......................... (Nisâ, 4/171) buyurdu. Ve
o İsâ (a.s.)’dır. Ve mevcûdâtın kelimât olduğuna Hak Teâlâ
Hazretlerinin ........................... (Kehf, 18/ 109) kavl-i şerîfi
delîldir. Ve Şeyh-i Ekber (R.a.) Efendimizin burada
“kelim”den
murâd-ı âlîsi, (anlatmak
istedikleri) atyeb-i
kelimât-ı ilâhiyye (en
güzel ilâhi kelimeler) olan
Enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)’ın zevât-ı şerîfeleridir. (Peygamberlerin
temiz, şerefli zatlarıdır) Ve
“hikem”
(hikmetler)
onların
kulûb-i şerîflerine (kalblerine)
,
ya’nî
hakîkâtlerine mertebe-i ilimde def’aten (bir
defada) ve
mertebe-i şehâdette tedrîcen (aşamalı) nâzil
olur.
“Emem”
hemzenin fethiyle
“akreb
ve müstakîm”
(kısa
ve doğru) ma’nâsınadır.
Ve tarîkın akreb (yolun kısası)
ve müstakîmi (doğru
olanı) dîn-i
İslâm’dır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: .......................(âl-i
İmrân, 3/ 19) ya’nî
“Muhakkak Allah’ın indinde dîn İslâm’dır. Ve kitâp
verilen kimseler ihtilâf etmediler. (karşı
çıkmadılar)
” Ve
âyet-i kerîmeden dahi anlaşıldığı vech (yönü)
ile dîn-i
İslâm, yalnız dîn-i Muhammedî değildir. Kendilerine kitâp verilen
Enbiyâ (a.s.)’ın
getirdikleri edyânın kâffesi (dinlerin
hepsi) dîn-i
İslâm’dır. Zirâ İslâm
“inkıyâd”
(teslim
olma) ma’nâsınadır.
Bu bahsin tafsîli Fass-ı Ya’kübî’de
gelecektir. Binâenaleyh (nitekim)
hadd-i zâtında
dinde ihtilâf (anlaşmazlık,
aykırılık) yoktur.
Tarîk-ı müstakîm (doğru
yol) Ahadiyyet
(teklik)
üzeredir.
Rûy-i zemînde (yeryüzünde)
dîn
sebebiyle vâkı’ olan ihtılâf, (anlaşmazlık)
her dîn
ulemâsının (din
bilgininin) ağrâz-ı
şahsiyyelerinden (şahsi maksadından)
tevellüd
etmiştir. (doğmuştur)
Nitekim âyet-i
kerîmenin mâ-ba’di (sonrası)
olan
................................................ ya’nî
“Onlar ancak kendilerine
ilim geldikten sonra beynlerinde hased (aralarında
çekemezlik) ve hubb-i riyâset
(baş
olma sevgisi) ve menâfi’-i dünyeviyye
(dünya
menfaâtleri) gibi ağrâz-ı
nefsâniyyeden (nefislerinin
isteklerinden) dolayı ihtilâf
ettiler (anlaşmazlığa
düştüler) ”
kavli
(sözü)
şahiddir.
Çünkü Enbiyâ (a.s.)’ın getirdikleri edyânın
kâffesi (dinlerin hepsi) tevhîde
(bir’lemeye)
da’vetten
ibârettir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
............................................ (âl-i İmrân,3/ 64)
Ya’nî
“Ey Habîbim de ki: Ey ehli
kitâb bizimle sizin aranızda müsâvî (eşit)
olan
kelimeye geliniz ki, o da Allah’ın gayrisine tapmamaktır.”
Şu halde hangi Nebî’nin ümmeti olursa olsun, onun zamânında nâzil
olan (inen) kitâbın
ahkâmına (hükümlerine)
inkıyâd (teslim
olup) ve
itâat ile amel ederse Hakk’a vâsıl olur (Allah’a
erer) . Zirâ,
bu dîn tarîkın akrebi (yolun kısası) ve
müstakîmidir (doğru
olanıdır)
. Fakat
ondan sonra gelen Resûl’ün getirdiği kitâba îmân ve onun dîni ile
amel etmeyen kimselerin tevessül ettikleri
(inandıkları) dîn-i
atîk (eski
din) tarîk-ı
baîd (uzun
yol) olacağından,
Hakk’a îsâl (Allah’a ulaşma)
husûsunda
fâidesi kalmaz. Zîrâ o kimse, Enbiyâ beynini tefrîk etti (Peygamber’den
ayrıldı) ve
tarîkın ahadiyyetini (yolun
tekliğini) idrâk
edemedi. Halbuki dîn-i Muhammedî’ye tevessül edenler (inananlar):
..................................
(Bakara, 2/285) dediler.
“Makam-ı
akdem”den
(ilk
makamdan) murâd
“makâm-ı akdes”tir (en
kudsi, en mukaddes makamdır)
ki, Ahadiyyet-i Zâtiyye (Ahad
ve Zât) mertebesidir.
Ve hazret-i ilmiyyede (ilim mertebesinde)
sâbit
olan a’yân (ilmi
sûretler) ve
onların isti’dâdâtı (istidâtları),
evvelen
(ilk
önce) bu
Ahadiyyet-i Zâtiyye menba’ından (Ahad olan Zât
kaynağından) feyezân
eder (taşar).
Ondan sonra ruhâniyyet (rûhlar
mertebesine) ve
cismâniyyet mertebelerine nâzil olurlar (inerler)
. Onun
için Ahadiyyet-i Zâtiyye mertebesine
“makam-ı akdem” (ilk
makam) ta’bîr
buyuruldu (denildi).
Gerçi
hadd-i zâtında cemî’-i merâtib (bütün
mertebeler) vücûd-i
mutlak-ı Hakk’ın (mutlak vücût
sahibi olan Hakk’ın) esmâ
ve sıfâtı hasebiyle vâkı’ olan (gerçekleşen) tenezzülâtından
(inmelerinden)
ibâret
olduğu cihetle (yönüyle)
o vücûd,
kıdem (evveli
olmamak) ve
hudûsten (sonradan
meydana gelmekten) münezzehtir
(temiz,
arıdır).
Ve
merâtibin kâffesi (mertebelerin
hepsi) müsâvîdir
(eşittir).
Velâkin,
i’tibârât-ı akliyye (akıl zan
etmesiyle) kıdem
(evveli
olmama, evveli olmayacak kadar eskilik, kadim olma) ve
hudûs (sonradan
meydana gelmek) ile
muttasıftır
(sıfatlanmıştır).
Nitekim aklın indinde (akla
göre) “Mürîd”
olmak için evvelen
“Âlim”
olmak lâzımdır. / Ve âlim olmak ise, ancak
“Hayy”
olduktan sonra mümkün olur. Ve bi’l-cümle (bütün)
Esmâ ve Sıfât,
Zât’ın sübût-i vücûdundan (vücûdunun
meydana gelmesinden) sonra
sâbit (var) olur.
Akıl indinde (akla
göre) hüküm
böyledir. Binâenaleyh (nitekim)
nâzil
olan (inen)
“hikem”
(hikmetler)
dahi bu
“makam-ı akdem”den
(Ahadiyyet
mertebesinden) zuhûr
eder.
“Milel”
“millet”in
cem’idir, (çoğuludur)
ve
“millet”
“dîn”
ma’nâsınadır.
“Nihal”
“nihle”nin
cem’i (çoğulu) olup
“mezheb”
ve “akîde”
(iman)
ma’nâsına gelir.
İmdi
turuk-ı Enbiyâ (a.s.) (Peygamberlerin
yolları) aslında
vâhiddir (Tektir)
.
Edyânın (dinlerin) ve
şerîatlerin ihtilâfı (anlaşmazlıkları)
kendi ümmetlerinin
(cemaatlerinin)
ihtilâf-ı
isti’dâdından (istidâdlarının
uyuşmamasından) neş’et
eder (çıkar).
Zîrâ
her bir asırda yaşayan akvâmın (kavimlerin) idrâk
ve isti’dâdları mütefâvittir (birbirinden farklıdır).
Ve her bir Nebî’ye
verilen ilm-i Risâlet (Risalet
ilmi) ümmetinin
isti’dâdına (toplulukların
kapasitesine) göredir;
ondan ne ziyâde (fazla) ve
ne de noksandır. Çünkü o ilm-i Risâlet (Risalet
ilmi) onların
isti’dâdından ziyâde (fazla) olsa,
hîn-i teblîğde (ilmi
açıklama esnasında) teklif-i
mâ-lâ-yutak olur.
(güç olur,anlayamazlar) Ve
noksan olsa, herkese kendi hakkı verilmemiş olur; bu ise zulümdür.
Halbuki Hak Teâlâ Hazretleri hakîmdir; her şeyi güzel tertîb buyurur
ve herkese kendi hakkını verir. İşte edyân (dinler)
ve mezâhibin
(mezheplerin)
ihtilâfındaki
hikmet (anlaşamamanın
sırrı) budur.
Ve bu ihtilâf (uyumsuzluk)
tarîkın
ahadiyyetine (yolun
tekliğine) halel
(eksiklik) vermez.
Zîrâ Enbiyâ (a.s.) şerîatlerini menba’-i vâhidden (tek
kaynaktan) ahz
ederler (alırlar).
Ve cümlesi (hepsi),
câmi’-i
cemî’-i esmâ ve sıfât (bütün esmâ ve sıfatları
kendinde toplamış) olan
“Allah”a
da’vet ederler. Binâenaleyh (nitekim),
kâffesinin
(hepsinin)
getirdiği
dîn, dîn-i haktır (gerçek
dindir) . Şu
kadar var ki, bu şerîat onların isti’dâdâtına ve kabiliyyetlerine göredir.
Ve bunun sırrı budur ki, Hak Teâlâ Hazretleri, her anda bir şe’n (iş, fiil) ile
tecellî buyurur (meydana
getirir)
ve tecellîde (oluşumlarda)
aslâ tekrâr
yoktur. Çünkü esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye (Allah’ın
isimleri ve sıfatları) nâ-mütenâhîdir
(sonsuzdur).
Bi’t-tabî’
(tabii
olarak) onların
mezâhiri (görüldüğü
mahaller) dahi
o nisbette (ölçüde)
olmak lâzım
gelir.
Ve
Allâh’ın rahmeti ve selâmı, hazâin-i
cûd ve keremden kıyl-ı akvem ile himmetlere imdâd eden Hz.
Muhammed ve onun Âl’i üzerine olsun (2).
Ma’lûm
olsun ki, “salât”
Allah tarafından rahmet ve melâike tarafından istiğfâr (tövbe)
ve abd (kul)
tarafından
duâ (Allah’a
yalvarma) ve
huzû’dur (alçak
gönüllülüktür)
.
Ve
rahmet-i İlâhiyye (Allah’ın
rahmeti) her
şeyin isti’dâdı ve talebi (isteği)
hasebiyle
o şeye taalluk eder
(alâkalıdır).
Binâenaleyh
(nitekim)
rahmet (koruma),
âsîler
ve müznibler (günahkârlar)
üzerine cânib-i
Hak’tan (Hak
tarafından) afv
ve mağfiret (af
edilme ve günahları bağışlanma) ile
tecellîdir (oluşur).
Ve afv ve
mağfiretten (bağışlanmadan)
sonra, abd
(kul)
cennetle mütena’im
(hoşnut,
rahat) olur.
Mutî’ (müminler)
ve sâlihler
üzerine cennet ve rızâ ve lika (kavuşmak)
haktır
ki, bunlar da gözler görmedik ve kulaklar işitmedik ve kalb-i beşere hutûr
etmedik
(hatıra gelmedik) niam-ı
İlâhiyyedir. (İlâhi
nimetlerdir)
Ve
ârifîn üzerine olan rahmet ise, bu niam (nimetler)
ile berâber
ulûm-i yakîniyye
(Hakk’a
olan yakınlık, ilmel yakîn) ve
maârif-i hakîkıyye ifâzasıdır (hakikât
bilgisidir).
Ve
enbiyâ (a.s.) ile Evliyâdan muhakkıkîn ve kâmilîn ve mükemmilîn (kemâle
erenler, erdirenler) üzerine
olan rahmet ve tecelliyyât-ı Zâtiyye (Zât’ın
oluşumlarında) ve
esmâiyye (esmâ) ve
sıfâtiyye (sıfat)
ve cennât-ı
a’mâl (amel
cennetleri) ve
sıfât ve Zât’tan merâtib-i cinânın (sıfat ve Zât
cennetleri mertebelerin) a’lâsıdır.
Ve
rahmet (S.a.v.) Efendimiz’in kalb ve rûhuna müteallıktır (ilgilidir).
Onun kemâl-i
isti’dâdından (istidâdının kemâlinden)
ve
kuvvet-i talebinden nâşî (şiddetli
arzusundan dolayı)
, Hakîkat-i
Muhammediyye tecelliyât-ı Zâtiyye ve esmâiyye mertebelerinin
en a’lâsıdır.
Ve onun feyzi bi’l- cümle envârın (bütün
rûhların) menba’ı
(kaynağı)
olan ism-î
câmi’-i (isimleri
kendinde toplamış olan) ilâhîden
vâkı’ olur (gerçekleşir).
Ve işte
bunun için Hak Teâlâ: .................................
(Ahzâb, 33/56) / buyurur. Ve Hakîkat-ı Muhammediyye bi’l- cümle
hakayıkı (bütün
hakikatleri) câmi’
olduğundan
(topladığından)
,
rahmet-i
İlâhiyye (Allah’ın
rahmeti) kâffe-i
hakayıka (bütün
hakikâtlere) bu
makamdan tevzî’ olunur (paylaştırılır)
. Binâenaleyh
(nitekim) (S.a.v.)
Efendimiz’e getirilen salât, herkesin kendi nefsi için taleb-i rahmeti (rahmeti
istemeyi) mütezammın
olur (kapsar)
. Zîrâ
rahmet-i İlâhiyye (Allah’ın
rahmeti) hakîkat-i
Muhammediyye’ye nâzil olmadıkça (inmedikçe)
,
onun cüz’iyyâtı
(kısımları)
olan hakayıka
(hakikâtlere)
vâsıl
olmaz (ulaşmaz).
Ve
melâike “Allah”
ism-i a’zamının hâdimleri (hizmetkârları)
olan esmânın
mezâhiridirler (görüldükleri
mahaldir).
Ve
hâdimin (hizmetçinin)
kendi
seyyidine (efendisine)
mütâbeati
(uyması)
tabîîdir.
Ve (S.a.v.) efendimiz, ise
“Allah”
ism-i câmi’inin mazharı (isimleri
kendinde toplamış olan Allah isminin açığa çıktığı yer, mahal) olup,
kendi hakîkatinin câmi’ (toplamı)
olduğu
bi’l-cümle mezâhir (hepsinin görüldüğü
mahaller) için
istiğfâr (tövbe)
buyurduğundan
melâike-i kirâm (Allah’a
yakın melekler) dahi,
o hazrete ittibâan (uyarak)
istiğfâr
(tövbe)
ederler.
Şu halde (S.a.v.) Efendimiz her bir
“ayn”ın
(manânın,
hakikatin) himmetine
(gösterdiği
gayrete) imdâd
(yardım) eder.
Ve a’yânın himemi,
(manâların gayretleri) o
a’yânın (ilmi
sûretlerin) kendi
kemâllerine vusûlü (ulaşması) için
masrûftur (sarf
edilmiştir)
. Bu
kemâl tarîk-ı îmanda (iman
yolunda) olduğu
gibi, tarîk-ı küfürde (küfür
yolunda) dahi
olabilir. Zîrâ her bir mazhar (tecellinin
göründüğü yer)
,
kendi
Rabb-i hâssı (tasarrufu
altında olduğu isim) olan
ismin
tarîk-ı
müstakîminde (doğrultusunda)
yürür.
Ve o ismin nihâyet-i tarîkı (son bulduğu yol),
kendi
mazharının (göründüğü
mahallin) kemâlidir.
Bu bahsin tafsîli Fass-ı İsmâîlî
ile Fass-ı Hûdî’ de
gelecektir. Ve
“himmet”e
müteallık (alakalı)
izâhât
da fass-ı Lûtî’ dedir.
“Hazâin”,
“hazine”nin
cem’idir (çoğuludur).
Ve
“hazîneler”den
murâd, hakayık-ı ilâhiyyedir (İlahi
hakikatlerdir) ki,
onlara “esmâ”
ve ”sıfât”
ta’bîr olunur (denir).
“Cûd”
(karşılıksız
ihsan, bağış) istihkaka
(hak kazanmaya) ve
talebe (istemeğe)
hâcet (lüzûm)
kalmaksızın
vâki’ olan (gerçekleşen)
ihsan (bağış)
mânâsınadır
ki, Hakk’ın sıfât-ı Zâtiyyesidir (Hakk’ın
Zâtına ait sıfatıdır).
Zîrâ, atâyâ-yı
Zâtiyye (istidât)
için
istihkak (kazanmak)
ve taleb (istemek)
şart değildir.
Bu atâyâ iktizâ-yı Zâtîdir (İstidâdının
gereğidir).
“Kerem”
bunun aksinedir. Zîrâ kerem (hak
kazanmak için yapılan ihsân, bağış) için
kabilin (isteklinin)
istihkakı
(kazanması)
ve
talebi (istemesi)
lâzımdır.
Ve kerem (ihsân)
atâyâ-yı
esmâiyye
(istidâdı meydana getiren esmâların)
netîcesidir.
Atâyâ-yı Zâtiyye (istidâd)
ve
esmâiyye (esmâlar)
hakkında
tafsîlât (açıklama)
/
Fass-ı Şîşî’de gelecektir.
......................
de “kıyl”,
“kavl”
(söz,
deyiş) manâsınadır.
“Akvem,”
(en
doğru) “asdak”
(en
sadık) ve
“a’del”
(en
adil) ve
“müstakîm” (doğru,
düz) ma’nâsına
gelir. Ve .................... kelâmı,
“mümidd”e müteallıktır (ilgilidir).
Ya’ni (S.a.v), asdak (en
sadık) ve
a’del (en
adil) olan
kavl (söz)
ile,
her bir “ayn”ın
himmetine imdâd eder
(her bir manâya gösterdiği gayretin karşılığını vererek yardım
eder) ki,
o kavlde vücûhdan (sözler
bakımından) bir
vech (yön)
ile
inhirâf (sapma)
ve
i’vicâc (eğrilik)
yoktur.
Zîrâ Hakîkat-i Muhammediyye cemî’-i esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye’yi
câmi’ (bütün
ilâhi esmâ ve sıfâtları kendinde toplamış) olan
ve kâffe-i hakayık-ı vücûbiyye (hakikâtlerin
hepsine lâzım olan) ve
imkâniyyenin
(imkânların)
me’haz-i
feyzi (fışkırdığı
kaynak) bulunan
mertebe-i
İlâhiyye’dir. Binâenaleyh (nitekim)
(S.a.v.)
Efendimiz, kendi hakîkatinden kendi cüz’iyyâtına (kısımlarına)
,
her
bir mertebede imdâd (yadım)
eder.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
24.07.2001
|