Ve
bu ecilden ona “halîfe” tesmiye eyledi. Zîrâ mühür hazâini hıfz
eylediği gibi, halkını onunla hâfızdır. İmdi pâdişâhın mührü
onların üzerinde bulundukça, onların fethine bir kimse cesâret etmez.
Ancak onun izniyle açar. Böyle olunca, âlemin hıfzında onu istihlâf
etti. Binâenaleyh kendisinde İnsân-ı Kâmil mevcûd oldukça, âlem mahfûz
olmaktan zâil olmaz. Onu görmez misin ki, hizâne-i dünyâdan zâil olup
fekk olunsa Hak Teâlâ’nın onda ihtizân edeceği bir şey kalmaz. Ve
onda olan şey çıkar ve ba’zısına iltihâk eder. Ve emr âhirette
intikal eyler. Şu halde hizâne-i âhiret üzerine hatm-i ebedî ile hatm
oldu (6).
Ya’nî
İnsan-ı Kâmil kâffe-i esmâyı câmî’ (bütün
isimleri kendinde toplamış) olan “Allah” isminin mazharı (görüldüğü
yer) olduğu ecilden (sebepten
dolayı) Hak Teâlâ Hazretleri ona “halife” tesmiye eyledi (olarak
isimlendirdi) . Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de melâikeye (meleklere)
hitâben .......................... (Bakara, 2/30) buyrulmuştur.
Zîrâ kilitlerin üzerine mevzû’ mühür mumu üstüne basılan mühür
ile hazîneler hıfz edildiği (korunulduğu) gibi,
Hak Teâlâ dahi, kendisinin mezâhir-i esmâiyyesi
(esmalarının göründüğü mahal) bulunan halkını İnsân-ı
Kâmil’in vücûdu ile hıfz eder
(korur).
Zîrâ envâ’-ı mevcûdâd (mevcûd olan çeşitli)
sûretlerinin bakası (devamlılığı),
hazanin-i Ulûhiyyet’ten
(Uluhiyet’in hazinelerinden) ,
ânen-fe-ânen (sürekli
olarak) onlara vâsıl olan (erişen)
atâyâ-yı (bağışlar)
esmâiyye (esmalar)
ile vâkı’ olur (gerçekleşir). Eğer
bu tecelliyât (oluşumlar)
kesilse, suver-i âlem bir anda buz gibi eriyip mahv u nâ-bûd (bozulur yok olur) olur.
Nitekim Hak Teâlâ Kurân-ı Kerîm’de
....................................... (Hicr, 15/21) buyurur. Ve bu sûverin
baka-yı (suretlerin
devamlılığı) kemâlât ve âsârına (eserlerine)
sebep olan atâyâ-yı
İlâhiyye (Allah’
ın bağışı) evvelen vâhidü’z-zamân (devrin
tek insanı) olan İnsân-ı Kâmil’in mirât-ı (aynası
olan) kalbine nâzil olup (inip)
ba’dehû (daha
sonra) onun kalbinden âleme in’ikâs (yansıma) sûretiyle
tevzi’ olunur
(dağılır, yayılır).
Ve
padişâh-ı hakîkinin izni olmadıkça, İnsân-ı Kâmil’in hıfz ettiği
(koruduğu)
hazâinin serâirine (gizli
hazinelerine) kimse
muttali’ (bilmiş) olamaz;
/ ve hazâin-i İlâhiyye’nin (Allah’ın
hazinelerin) tasarrufuna (idaresine)
kimse ictisâr (cesaret) edemez.
Ve
............... deki zamîr İnsân-ı Kâmil’e râci olmak (rica
etmek, yalvarmak) dahi câizdir. Bu sûrette ma’nâ: “Allah
ism-i câmi’inin mazharı (isimleri
kendinde toplamış olan Allah ismi ile adlandırdığımızın
göründüğü mahal) olan İnsân-ı Kâmil’in izni
olmadıkça menba’-ı atâyâ-yı İlâhiyye (Allah’ın
ihsanının, bağışlarının kaynağı) olan hazâinde (hazinelerde)
hiçbir kimse tasarrufa (idareye)
mücâseret (cesaret) edemez,
demek olur. Ve İnsân-ı Kâmil’in hazâin-i İlâhiyye’de (Allah’ın
hazinelerinde) tasarrufu bi’l-asâle (asaletten,
asıl olarak) değil, bi’l-hilâfedir (halife
olarak). Çünkü
Hak Teâlâ âlemin hıfzı (muhafaza
etme) hususunda İnsân-ı Kâmil’i istihlâf (halife)
etti. Binâenaleyh (nitekim)
âlemde İnsân-ı Kâmil mevcûd oldukça, o âlem dâimâ mahfûz
(korunmuş,
gözetilmiş) kalır.
Sen
görmez misin ki, ism-i zâhir’in mazharı (zahir
isminin görüldüğü yer) olan bu âlemi kesîf-i
(madde
alemi olan) dünyâda Hakk’ın
zuhûr (meydana
çıkması) ve ızhârı (meydana çıkarması)
ve celâ (meydana
çıktığı yer) ve isticlâsı (oluşumlarında
meydana çıkması) ,
son derece kemâle geldikten sonra, İnsân-ı Kâmil’in vücûdu
zâil (yok olup, gider) ve
onun mühr-i vücûdu hizâne-i dünyâdan (dünyadaki
hazineler) fekk (bozulup,
yok) olunduğu vakit, artık hizâne-i dünyâda (dünya
hazinelerini) hıfz edecek (koruyacak)
bir şey kalmaz. Zîrâ suver-i zâhire (madde
suretler) bozulup harâp olur. Ve ism-i zâhirin ahkâmı (zahir
isminin hükümleri) ism-i Bâtın’ın (batın
isminin) kabzasına (pençesine)
intikal eyler
(girer).
Ve
âlem-i kesîf-i dünyada (madde
alemi olan dünyada) mevcûd olan cemâd (madenler,
maddeler) ve hayvân ve insân ve cinn ve semâvâtta (göklerde)
olan melâike (melekler)
âlem-i âhirete hurûc eder (çıkar,
yükselir) ve âlemde cem’ olur (toplanır).
Nitekim Hak Teâlâ .................... (Tekvîr, 81/5) buyurur.
Ve haşr (bir
yere toplanma, bir olma) ise her bir şey hakkında umûmîdir (geneldir). Binâenaleyh
(nitekim) âlemden
hurûc eden (çıkan,
yükselen) şeylerin ba’zısı ba’zısına iltihâk eder
(karışır).
Ya’nî
fürûât (neticede)
kendi asıllarına mülhak (katılmış)
olur. Şu halde cemâd ve nebât ve hayvân, toprağa; ve insân
ve cinn ise, kendilerinde vâkı’ olan (gerçekleşen) galebeye
(üstünlüğe)
göre cüz’-i nârîleri (ateş
yapıları) şeytandan ibâret olan nâra (ateşe),
ve
cüz’-i nûrîleri (nur yapıları) dahi
melekten ibâret olan nûra iltihâk eder
(katılır, karışır). Ba’dehû
(daha
sonra) nûr İnsân-ı Kâmil’e iltihâk edip (karışıp)
âlem-i
nûrânîde (nûr âlemde) onun
hakîkat-i hatmiyyesi (mühürlenmesi,
sonu, son bulması) zâhir olur (meydana
gelir). Ve
İnsân-ı Kâmil mazharıyle (göründüğü
mahalle) emr-i zuhûr (ölümüyle)
âhirete intikal etmekle (girmekle,
göçmekle), İnsân-ı Kâmil nûruyla âlem-i nûrî (nûrdan olan
alemlerin) hizânesinin; (hazinelerini)
ve nârıyla da (ateşiyle
de) âlem-i nârı (ateşten
olan âlemlerin) hizânesinin (hazinelerini),
âlem-i âhirete üzerine hatm-i ebedî (ebedi
son oluş) ile mührü olur. / Zîrâ İnsân-ı Kâmil melek ve
şeytanı câmi’dir (kendinde
toplamıştır). Şu
kadar ki, şeytan onda tasarruf edemez;
belki o şeytanda tasarruf eder. Velâkin insân-ı nâkısta (kâmil
olmayan insanda) şeytan mutasarrıftır (idare
edicidir, tasarruf edendir). Onun
için insân-ı nâkısta (noksan
insanda) şeytâniyyet gâlib (üstün)
olunca âhirete intikalinde (girdiğinde)
asl-ı şeytan olan nâra (ateşe)
mülhak olur (katılır).
Ve
şeytan, mazhar-ı Celâl’dir. (Celâl
isminin çıktığı yerdir) Âhirette tecelliyât-ı Celâliyyenin
(celâlli
oluşumun) mahalli (yeri) ise
cehennemdir. Ve tecelliyât-ı Celâliyye (Celal’in
oluşumu) elemi (ıstırabı) iktizâ
eder
(gerektirir). Ve eğer
nûriyyet gâlib (nur
üstün) olursa âhirete intikalinde (girdiğinde)
asl-ı melek nûra mülhak olur. (katılır)
Nitekim Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde buyururlar: Mesnevî:
(Tercüme)
“Diğer bir hamlede beşer (insan) mertebesinden
ölürüm, melâike mertebesinden kanat ve baş çıkartmak için.”
Ve
nûr, mazhar-ı Cemâl’dir. (Cemâl
isminin çıktığı yerdir) Âhirette tecelliyyât-ı Cemâliyye’nin
(Cemâl
oluşumunun) mahalli (yeri) ise
cennettir. Ve tecelliyât-ı Cemâliyye (Cemâl
oluşumu) lezzeti iktizâ eder (gerektirir).
Ve
neş’et-i uhreviyyede (ölüm
ötesi yaşamda) bunların mahalli (yerleri)
ayrı olduğu halde, neş’et-i (meydana
gelmesi) dünyeviyyede (dünya
hayatında) müttehiddir (birleşmişlerdir).
Binâenaleyh (nitekim) gerek
mü’min ve gerek kâfir bu âlemde tecelliyyât-ı Cemâliyye (Cemâl
isminden) ve Celâliyyeden
(Celâl isminden) nasîbe-dârdır (nasiplenmiştir).
İşte
İnsân-ı Kâmil, hizâne-i dünyâ (dünya
hazineleri) üzerine hatm-i muvakkat (belirlenmiş
bir zamanda sona ermek, mühürlenmek) ile ve hizâne-i âhiret (ahîretin
hazineleri) üzerinde de hatm-i ebedî (sonsuzluk mührü)
ile hatmolur (mühürlenir).
Zîrâ onun hatmiyyeti, (mühürlenmesi)
neş’etin muvakkatiyyeti
(ömrü
belli bir zamana bağlı) ve ebediyyetine tâbi’dir. (sonsuzluğuna
bağlıdır)
İmdi
sûret-i İlâhiyye’de olan esmânın kâffesi bu neş’et-i insâniyyede
zâhir oldu. / Böyle olunca onun rütbesi bu vücûd ile ihâtayı ve
cem’i hâiz oldu. Ve Allah Teâlâ’nın
hücceti
melâike üzerine,
onunla kaim oldu. İmdi tehaffuz et! Muhakkak Allah Teâlâ sana, senin
gayrin ile va’z etti. Ve nazar! Üzerine itâb vârid olan kimseye nereden
itâb vârid oldu? (7).
Ya’nî
İnsân-ı Kâmil, melik-i hakîkînin
(hakiki
sahibin) hazâin-i esmâiyyesi (esmâ
hazineleri) üzerine mevzû’ mührü (bahsi
geçen mühür) mesâbesinde (derecesinde)
ve ism-i câmi’in (bütün
isimleri kendinde toplamışın) mahall-i nakşı (işleme sanatının
yapıldığı yer) olduğundan, sûret-i İlâhiyye’de mevcûd
olan esmânın küllîsi (bütünü) bu
neş’et-i insâniyyede (meydana
gelmiş insanda) zâhir oldu (meydana
çıktı). Zîrâ
padişâhın hâteminde menkuş (mühründe
işlenmiş) olan isim görülünce, bu hâtemden (mühürden)
o pâdişâhın bi’l-cümle sıfât ve esmâsına intikal
olunur (geçilir).
Binâenaleyh (nitekim)
o hâtemde (mühürde) pâdişâhın
sûretinde mevcûd olan esmânın kâffesi (esmaların
hepsi) zâhir olur (meydana çıkar).
Ve
hâtem (mühür) sûret-i
cismâniyyesi (madde
bedeni) i’tibârıyle (yönüyle)
her ne kadar bir cirm-i sağîr (küçük
cisim) ise de, onun ma’nâsı pâdişâhın kuvve-i kahiresini (kahreden,üstün
gelen kuvvetini) ve saltanatını ihtâr ettiğinden
(hatırlattığından) kimse onu fekke (bozmaya) cür’et
edemez. İşte dünyâda hatm-i muvakkat (geçici
mühür) ve âhirette hatm-i ebedi
(kalıcı
mühür) ile hatm olan (mühürlenen) İnsân-ı
Kâmil’in neş’eti (yaratılması)
dahi böyledir. Binâenaleyh (nitekim)
İnsân-ı Kâmil’in rütbesi bu vücûd-i aynî (kendisi)
ve unsurîsi (madde
yapısı) ile, bi’l-cümle esmânın (bütün
esmaların) ihâtasını (kuşatmasını) ve
Zât-ı Mutlak’ın cemî’-i merâtib-i (bütün
mertebelere) tenezzülâtını hâiz (inişlerine sahip)
oldu. Ve bu ihâta (kuşatma)
ve cem’iyyet (toplamak)
hasebiyle Allah Teâlâ’nın hüccet-i melâike (delili olan
melekler) üzerine onunla kaim (var)
oldu. Zîrâ .......................................... ( Bakara,
2/30) âyet-i kerîmesinde beyan buyurulduğu (bildirildiği)
üzere, Hakk Teâlâ yeryüzünde halîfe ittihâz buyuracağını
(yaratmayı
düşündüğünü) melâikeye haber verdi. Melâike dahi: “Ya
Rabbî yeryüzünde fesâd eden ve kan döken kimseyi nasıl halîfe ittihâz
buyuracaksın (yaratmayı
düşüneceksin)? Halbuki
biz sana tesbîh ve tahmîd (hamd)
ederiz ve seni takdîs (tenzîh) eyleriz”
dediler. Halbuki melâikede bu cem’iyyet (toplama)
ve ihâta (kuşatma) bulunmayıp
onlar Hakk’ı, mazhar (göründüğü
mahal, yer) oldukları esmâ-i hâssa (has isim) dâiresinde
tenzîh
(hakkı yaratılmışlardan ayrı tuttukları) ve takdîs (tenzih) ettikleri
/ ve ona bu esmâ dairesinde tahmîd (hamd)
eyledikleri cihetle (yönüyle),
esmâ-i sâire (diğer
isimler, esmalar) ile Hakk’ı n tenzîh ve takdîs (tenzih)
ve tahmîdinden (hamd
etmekten) bî-haber (habersiz)
idiler. Vaktâki (gerçi) Hak
Teâlâ’nın: .............. (Bakara, 2/33) hitâbı üzerine Âdem onların
bilmedikleri esmâdan haber verince, melâike bu hüccet (delil)
üzerine ............................. (Bakara, 2/32) deyip,
aczlerine i’tîrâf (acizliklerini
kabul edip) ve suâllerinden rücû’ ettiler (geri
döndüler).
İmdi Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) zuhûr (meydana
gelmede) ve ızhâr emrinde (açığa
çıkartma, ol emrinde) kendi hilkâtlerini (yaradılışlarını)
kâfi görüp halîfenin zâid (lüzûmsuz)
olduğunu zanneden melâikenin (meleklerin)
hâlinden ibret alınması için buyururlar ki: “Sen halîfetullah
(Allah’ın
halifesi) fi’l-arz (yeryüzünde) olan
İnsân-ı Kâmil’in rütbesi muvâcehesinde (derecesi
durumunda) hıfz-ı (korumayı,
saklamayı) edep eyle! Muhakkak Allah Teâlâ, senin gayrin (başka)
olan melâikenin hâliyle sana va’z (öğüt)
ve nasîhat buyurdu. Ve nazar et (bak)
ki, üzerine itâb vârid olan (azarlanılan)
melâikeye bu itâb (azarlama)
nereden ve hangi sebepten vârid oldu (geldi)?” Zîrâ
Hak Teâlâ onları suâli üzerine: “Benim bildiğimi siz bilmezsiniz”
deyip onları techîl eyledi (cahilliğini
meydana çıkardı). Ve techîl
(cahilliğini söylemesi)
ise şübhesiz itâbdır (azarlama,
paylamadır).
Ve Hz. Mevlâna (r.a) Mesnevî Şerîf’lerinin üçüncü cildinde İnsân-ı Kâmil’e
karşı îfâsı (yerine
getirilmesi) muktezî (gereken)
edeb hakkında böyle buyururlar. Mesnevî:
(Tercüme)
“Bu sır söyleyici olan Resûller İsrâfîl huylu müstemi’ (dinleyici)
isterler. Onların, pâdişâhlar gibi, bir nahveti (gururu)
ve bir kibri vardır. Ehl’i cihandan (dünya sahibinden)
çâkerlik (kulluk)
isterler. Sen onların lâyık oldukları vazîfe-i edebi yerine
getirmedikçe onların Risâletlerinden (elçilik
görevlerinden) nasıl müntefi’ olursun (faydalanırsın)?
Sen onların önünde iki kat olarak râki’ (eğilen)
olmadıkça / o emânet sana ne vakit vâsıl olur? Her bir edep (terbiye)
onlara nasıl makbûl gelir? Zîrâ onlar eyvân-ı âlîden
(saraylardan) geldiler.”
Zîrâ
melâike, bu halîfe neş’esinin verdiği şeye vâkıf olmadı. Onlar
Hazreti Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’ den iktizâ ettiği şeye de vâkıf
olmadılar. Çünkü hiçbir kimse Hak’tan kendi zâtının i’tâ ettiği
şeyin gayrisini bilmez. Halbuki melâike için cem’iyyet-i Âdem yoktur.
Ve onlar, kendilerine mahsûs olan esmâ-i İlâhiyye’nin gayrisine vâkıf
olmadılar. Ve Hakk’ı onlar ile tesbîh ve takdîs ettiler. Halbuki
onlar, Allah Teâlâ için, kendilerinin ilmi vâsıl olmayan esmâ olduğunu
bilmediler. Binâenaleyh, onlar ile Hakk’ı tesbîh ve takdîs etmediler.
İmdi onların üzerine bizim zikr ettiğimiz şey galebe etti. Ve onların
üzerine bu hâl hükm eyledi. Böyle olunca onlar, neş’et haysiyyetinden
......................... (Bakara,2/30)
ya’nî
“Ya Yab, sen yeryüzünde ifsâd eden kimseyi mi halk edeceksin?”
dediler. Halbuki nizâ’ın gayri değildir. Ve o nizâ’, onlardan vâkı’
olan şeyin aynıdır. Şu halde Âdem hakkında dedikleri şey Hak hakkında
olan şeyin aynıdır.(8)
Ya’nî
melâike (melekler)
bu halîfenin neş’et-i insâniyyesinin (insan olarak var
olmasını) zâhiren (dışta,
bedende) ve bâtınen (içte,
rûhta) hâiz (sahip)
olduğu ihâta (kuşatmayı) ve
cem’iyyete muttali’ (toplama
özelliğinden haberleri) / olmadı. Ve kezâlik (ayrıcalık) onlar
Hakk’ın ibâded-i Zâtiyye’den (Hakk’ın
kendi Zât’ına olan ibâdetine) iktizâ ettiği (lâzım
olan) şeye de muttali’ olmadılar (bilemediler).
Ve
ibâdet-i Zâtiyye’den murâd (Zât’ına
ibâdetten maksat),
Zât-ı Hakk’a, (Hakk’ın
Zât’ına) O’nun cemî’-i esmâsiyle (bütün
isimleriyle) ibâdet etmektir.
Ma’lûm
olsun ki, abd (kul) “bir
mutasarrıfın (idâre
edenin) taht-ı tasarrufunda (idâresi
altında) bulunan kimse”ye derler. Ve mezâhiren (görünen
yerlerin) her bir mazhar (görünen
mahâl) esmâ-i
İlâhiyye’den (Allah’ın
isimlerinden) bir ismin taht-ı tasarrufunda (idâresi
altında) olup, o ismin iktizââtı (gereği
olan şeyler) kendilerinden sâdır olmak (çıkarmak)
sûretiyle Zât-ı Hakk’a ibâdet ederler. Ve netîcede dahi,
her bir mazhardan (çıkış
mahâllinden) ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan (tasarrufu
altında olduğu) ismin kemâlâtı zâhir olur (meydana çıkar) ki,
Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’sinden (Hakk’ın
kendi Zât’ına olan ibâdetinden) iktizâ eden (lâzım olan) şey,
o mazhar (yer)
hakkında, ancak bu ismin ahkâmından (şartlarından)
ibâret bulunur. O mazhar (mahal,
yer) kendi Rabb-i hâssı olan (idaresi
altında olduğu) o ismin abdidir (kuludur). Ve
mazharın (mahallin) ibâdeti
de Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’sinden (Hakk’ın
kendi Zât’ına olan ibadetinden) ba’zdır (bir
parçadır). Zîrâ, Zât-ı Hakk’ın vücûh-i kesîresinden (parçalar
bakımından) bir veche (tarafa)
müteveccihtir (yöneliktir).
Velâkin, kâfe-i esmâyı câmi’ (bütün
esmâları kendinde toplamış) olan “Allah” isminin mazharı
bulunan (göründüğü
mahal olan) İnsân-ı
Kâmil, bu
ism-i a’zamın abdi (kulu)
olduğundan onun ibâdeti, ibâdet-i Zâtiyye’den (Allah’ın
ibadetinden) ba’z (bir
parça) değildir. Zîrâ Zât-ı Hakk’ın (Hakk’ın
Zâtının)) kâffe-i vücûhuna (hepsine,
bütünlük yönüyle) müteveccihtir (yöneliktir).
İşte
melâike (melekler)
bu hakîkate muttali’ olmadılar (bilemediler).
Çünkü kendisinde cem’iyyet-i esmâiyye (bütün
isimleri toplamış) olmayan bir kimsenin Hak’tan bildiği ve
anladığı şey, ancak kendi zâtının verdiği ilim kadardır. Ya’nî
kendisinin Rabb-ı hâssı olan (kendisinde
tasarruf eden isim) ism-i İlâhî ne ise (Allah’ın
isimlerinden hangisiyse),
o kimse Hakk’ı o isim ile kendinde zuhûru (çıktığı)
kadar bilir. Halbuki melâikede (meleklerde)
Âdem’in cem’iyyeti (İnsandaki
toplayıcılık) yoktur. Onlar “Subbûh, Kuddûs, Tayyib, Tâhir,
Nur, Vâhid, Ahad ve Aliyy” gibi kendilerine mahsûs (özel) olan
tenzîh (karşılaştırılamama)
ve takdîse (mukaddes
kılmaya) müteallık (bağlı) esmâ-i
İlâhiyye’den (Allah’ın
isimlerinden) başka esmâ-i İlâhiyye (daha da İlahi
isimlerin)
bulunduğuna vâkıf olmadılar (bilemediler)
ve Hakk’ı bu isimler ile tesbîh (benzetme)
ve takdîs (karşılaştırılamazlık)
ettiler. Ve bunu kâfi zannedip Âdem’in halkını (İnsanın
yaratılmasını), hâsılı
tahsîl olacağı (öğrenmekle
husûle geleceğini)
zu’müne (zannına)
düştüler. Halbuki onlar, Allah Teâlâ’nın başka isimleri
de olup, bu esmâya muttali’ olmadıklarını (bilmediklerini)
ve bu isimlerle Hakk’ı tenzîh (hiçbir
şey ile karşılaştırılamayacağını) ve takdîs (mukaddes
kılma, tenzih) etmediklerini bilmediler. Binâenaleyh (nitekim),
melâike (melekler)
üzerine bizim zikreylediğimiz (tekrarladığımız)
âdem-i vukuf (insanın
ilmi bilmesi)
galebe etti (üstün
geldi). Ve
onlar üzerine diğer esmâ-i İlâhiyye’ ye ilimsizlik hâli hükm
eyledi. Hadd-i i’tidâlden (ölçü
sınırından) hurûc edip (çıkıp) dâire-i
edebi tecâvüzle (terbiye
sınırlarını aşarak) Hakk’a i’tirâz ettiler (karşı
geldiler). Ve kendi nefislerini tezkiye / ederek (temize
çıkararak) Âdem’e ta’n ettiler (ayıpladılar).
Binâenaleyh
(nitekim)
melâike (melekler)
neş’et-i cüz’-iyye-i nâkısaları (cüzi
varlıklarının noksan oluşu) cihetinden (yönünden)
“yâ Rab, sen yeryüzünde ifsâd (kavga)
eden ve kan döken kimseyi mi halk edeceksin?” (yaratacaksın)
dediler. Halbuki melâikenin (meleklerin)
bu sözleri ancak nizâ’dan (münakaşadan)
ibârettir. Ve nizâ’ (münakaşa)
ise mûcib-i fesâddır (fesat
etmek, kavga çıkarmaktır). Ve
onlardan vâkı’ olan (meydana
gelen) i’tirâz nizâ’ın (karşı
gelmenin) aynıdır. Şu halde melâike (melekler), bu
kavilleriyle, (sözleriyle)
Âdem hakkında dedikleri şeyin aynını yapmış oldular. Zîrâ
onlar, Âdem yeryüzünde ifsâd (kavga)
eder ve kan döker demişler idi. Halbuki ifsâd (kavga)
ve sefk-i dimâ’ (kan dökme),
fiilen
Hakk’a muhâlefettir (karşı
gelmektir). Ve muhâlefet
ise i’tirâzdır (karşı
gelmektir). Ve
i’tirâzın (karşı gelmenin) bulunduğu
mahalde fesâd hâsıldır (kavga
vardır).
Melâike
(melekler)
böyle demekle Hakk’a kavlen (sözle)
muhâlefet ettiler (karşı geldiler) ve
Hakk’ın husûl-i murâdının (isteğinin)
hilâfına sa’y eylediler (zıddına
çalıştılar). Bu ise i’tirâzdır (karşı
gelmedir).
Binâenaleyh
(nitekim),
Âdem’e isnâd eyledikleri (dayandırdıkları)
fesâdın aynını kendileri de yapmış oldular.
Suâl:
Âdem henüz yaratılmamış bulunduğu halde, melâike (melekler) Âdem’in
fesâd (kavga)
edeceğine ve kan dökeceğine nasıl hükmettiler
(karar verdiler) ?
Cevâp:
Bu suâlin cevâbını Hz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (r.a) Fîhi Mâ-fîh nâmındaki eser-i âlîlerinde ber-vech-i âtî beyân
(aşağıdaki
gibi) buyururlar:
“Buna
iki vech (iki
yönü) ile cevâp verdiler. Biri menkul, (nakledilmiş),
diğeri ma’kuldür (akılla
idrak edilendir). Menkul
(nakledilmiş)
olan odur ki, melâike (melekler)
bir kavmin geleceğini ve sıfatları böyle olacağını levh-i
mahfûzdan mütâlaa ettiler (okudular).
Binâenaleyh
(nitekim) ondan
haber verdiler. İkinci vech (yön)
odur ki, melâike (melekler)
tarîk-ı akıl (akıl yolu) ile
o kavmin yeryüzünde zuhûra geleceklerini ve lâ-büd (şüphesiz,
muhakkak) hayvan olacaklarını ve hayvandan bu zâhir olacağını
ve her ne kadar onlarda ma’nâ bulunur ve nâtık olurlar (konuşurlar)
ise de, kendilerinde hayvâniyyet olduğundan nâ-çâr fısk
edeceklerini
(çaresiz günah işleyeceklerini) ve kan dökeceklerini ve kan dökücülüğün
levâzım-ı (gereğinin)
âdemîden (insanlıktan)
olduğunu istidlâl ettiler
(akıl yürüttüler).
Bir
tâife (gurup) başka
bir ma’nâ beyân buyururlar: Şöyle ki, melâike akl-ı mahz (tam,
katıksız akıldır) ve hayr-ı sırftırlar (sırf
hayır işlerler).
Ve onların bir işte aslâ ihtiyârları (kendi
arzuları) yoktur. Nitekim rü’yâda bir fiil icrâ eylersen (yaparsan),
onda muhtar (kendi
isteğinle yapmış) olmazsın. / Eğer hâlet-i nevmde (uyku
halinde) küfr etsen veyâ tevhîd eylesen (birlesen) veyâhut
zinâ irtikâb (kötü
bir iş) etsen lâ-cerem (hiç
şüphesiz) sana i’tirâz (karşı
gelemez) veyâ senâ olunmaz (övünülmez).
Melâike, hâl-i yakazada (uykulu
halinde) bu mesâbededirler (ölçüdedirler).
Ve âdemîler (insanlar)
ise bunun aksinedirler. Onlarda ihtiyâr (istek,
arzu) ve heves vardır. Her şeyi kendi nefisleri için isterler.
Ve her şey kendilerinin olmak için kan ederler (kan
dökerler).
Bu hal ise sıfat-ı hayvâniyyettir. Binâenaleyh (nitekim)
melâike (melekler),
âdemîler
hâlinin (insanların)
zıddı olarak zâhir oldu (meydana
geldiler).
İmdi her ne kadar orada bir söz ve zebân (lisân)
mevcûd değil ise de böyle dediler deyu (diye),
bu
tarîk (yol)
ile onlardan haber vermek câizdir. Onun takdîri böyle olur ki,
eğer bu iki hâl-i mütezâdd (birbirine
zıt) söze
gelseler ve kendi hâlinden haber verseler, böyle olur. Nitekim şâir der
ki, eğer havuzun dili olsa idi, bu hâl içinde böyle der idi. Her bir
meleğin bâtınında (içinde
gizli) bir levh (levha)
vardır ki, o levhden (levhadan)
kendisinin kuvveti kadar ahvâl-i âlemi (âlemin hâllerini)
ve vuku bulacak (olabilecek)
şeyleri evvelce okur. Ve okuyup bildiği şeyler, vücûda geldiği
(meydana çıktığı)
vakit, o meleğin Bârî Teâlâ (yaratan
Allah) hakkındaki i’tikadı (inancı)
ve aşkı ve mestliği (sarhoşluğu) artar.
Ve Hakk’ın azametine (ululuğuna,
büyüklüğüne) ve gayb-dânlığına (gaybı
bilişine) taaccüb eyler (şaşırır).
Ve onun aşk ve i’tikadının ziyâdeliği (inancının
fazlalığı) ve taaccübü bî-lafz (şaşırtıcı
sözleri) ve ibâre (cümleleri)
onun tesbîhi olur. Nitekim m’imâr, “bu evi binâ ederken bu
kadar kereste ve bu kadar kerpiç ve bu kadar çivi gidecektir” deyu (diye)
şâkirdine (çırağına)
haber verir. Hânenin hitâmında, (evin
bitiminde) bilâ-ziyâde (fazlasız) ve
lâ-noksan (noksansız),
ancak o kadar levâzım (malzeme)
sarf edilmiş olur. Şâkirdin i’tikadı (çırağın inancı)
tezâyüd eder. (artar)
Melâike (melekler)
dahi bu mesâbededirler
(derecededirler).”
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
09.10.2001
|