DÎBÂCE-İ

11.Bölüm


İmdi eğer onların neş’eti bunu vermeye idi, Âdem hakkında dedikleri şeyi demezler idi. Halbuki onların şuûrları yoktur. Eğer onlar nüfûslarını ârif ola idiler, bilirler idi. Ve eğer bile idiler, ismet olunurlar idi. Ondan sonra onlar tercîh ile kalmadılar. Belki takdîs ve teşbîhten üzerinde bulundukları şeyle da’vâda ziyâde ettiler. Halbuki Âdem indinde, melâikenin üzerinde olmadıkları Esmâ-i İlâhiyye vardır. Binâenaleyh, onlar Rablerini o isimler ile tesbîh etmediler ve onlardan takdîs eylemediler. Böyle olunca bizim  onun indinde vâkıf olmamız ve Allah  Teâlâ ile edebi öğrenmemiz için Hak bize mâ-cerâyı vasf eyledi. Şu halde biz onunla mütehakkık olduğumuz ve hâvî bulunduğumuz şeyi takyîd ile da’vâ etmeyelim. İmdi biz nasıl da’vâda ıtlâk edelim? Binâenaleyh, hâlimiz olmayan ve ondan bizim ilim üzere olmadığımız şeyi da’vâ ile ta’mîm eyleyelim? Netîcede onun sebebiyle müftezıh olalım? İşte bu ta’rîf-i ilâhî üdebâ, ümenâ ve hulefâ olan kullarını Hakk’ın te’dîb eylediği şeydir (9).

Ya’nî melâikenin bu neş’et-i cüz’iyye-i nâkısaları (cüzi yaradılışlarındaki noksanlık) Âdem hakkında bu  i’tirâzı (karşılığı) vermeye idi. Âdem hakkında: “Yâ Rab sen yeryüzünde fesâd (kavga) eden ve kan döken kimseyi yaratır mısın?” demezler idi. Halbuki melâike, (melekler) kendi neş’etlerinin muktezâsı (yaradılışlarının gereği) olan hâlin galebesinden (üstün gelmesinden) dolayı, Hakk’a karşı nizâ’ (münakaşa) ve i’tirâz ettiklerinin ve bi’n-netîce (netice olarak) Âdem’e isnâd ettikleri (dayandırdıkları) fesâdın kendilerinden dahi sâdır olduğunun (çıktığının) farkına varmadılar. Eğer onlar kendi nüfûslarının (kişiliklerinin) erbâb-ı hâssası (kendi rab’ları) olan esmâ-i İlâhiyye’nin (Allah’ın esmasının) hakîkat-i Âdem’in (İnsanın hakikâtinin) taht-ı hîtasında (kuşatması altında) olduğunu ârif olsa (bilse) idiler, bu külliyyeti hasebiyle (bütünlüğü yönüyle) Âdem’in hilâfete istihkakını (halifeliği hak ettiğini) bilirler idi. / Ve eğer Âdem neş’etinin külliyyetini (yaradılışındaki bütünlüğünü) bile idiler, ona ta’n etmekten (ayıplamaktan) ismet (masûm) ve hıfz olunurlar (sakınırlar) idi. Melâike, Âdem’e ta’n (ayıplama) ve onu tecrîh (ret) etmekle iktifâ etmediler (yeterli görmediler).  Belki kendilerinin mazhar (mahal, yer) oldukları ba’zı esmâ hasebiyle kendilerinden sâdır olan (çıkan) tenzîh (hiçbir şey ile karşılaştırılamazlık) ve takdîsi (mukaddes kılmayı, tenzihi) kâfî görüp: ..................... (Bakara, 2/30) demek sûretiyle da’vâyı (olayı) artırdılar. Halbuki Âdem (İnsan) melâikenin (meleklerin) mazhar olmadığı (görülmediği mahal olan) birtakım esmâ-i İlâhiyye’nin mazharıdır (çıktığı yerdir).  Binâenaleyh (nitekim) melâike (melekler),  Rabbü’l-erbâb (âlemlerin Rabb’ı) olan Allah Teâlâ’yı, Âdem’in (İnsanın) mazhar (çıktığı yer) olduğu o isimler ile teşbîh (Hakk’ı yaratılmışlara benzetmediler) ve tenzîh etmediler (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı tutmadılar) ve o esmâ ile nakayıstan (noksanlıktan) Hakk’ı takdîs (mukaddes kılma, tenzih) eylemediler. Zîrâ esmâ-i İlâhiyye’ den (Allah’ın isimlerinden) ba’zılarının zuhûr-i ahkâmı (görünme durumu) âlem-i kesâfetin vücûduna (âlemin madde vücûduyla) mütevakkıftır (ancak olabilir). Eğer bu âlem-i kesâfette (madde aleminde) Âdem’in vücûdu olmasa idi, acz (zavallı) ve iftikar (muhtaç) ve maâsî (isyankar) gibi birtakım nakayısın (noksanlığın) mahall-i zuhûru (çıktığı mahal) bulunmaz idi. Zîrâ Âdem (İnsan) “Mürîd” isminin dahi mazharı (çıktığı yer) olduğundan, kendi irâdesiyle emr-i İlâhîye (Allah’ın emirlerine) muhâlefet eder (karşı gelir) ve ondan birtakım isyân sâdır olur (çıkar).  Halbuki bâlâda (yukarıda) fîhi Mâ-fîh’ten muktebes (alınmış) fıkarâtta (paragraflar da) dahi beyân olunduğu (açıklandığı) üzere, melâikede (meleklerde) ihtiyâr (istek, arzu) yoktur ki, onlardan Hakk’a muhâlefet sâdır (karşı gelmek çıkmış) olsun da, bilâhare Gaffûr ve Gaffâr isminin mahall-i tecellîsi (oluştuğu yer) olabilsinler. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyrulur:.........................  ya’nî “Eger siz günah etmeseniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi giderip (yok edip) günah eden bir kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret (af) taleb ederler. Hak da onları mağfiret eyler. (af eder, bağışlar)

Beyt:

“Âyna-i mağfiret sûret-i isyânadır
Halk günâh etmese, halk eder âhar İlâh”

Binâenaleyh (nitekim) Âdem (İnsan, melâikenin (meleklerin) mütehakkık (hakketmiş) olduğu ve olmadığı birtakım esmâ-i İlâhiyye ile mütehakkık (hakketmiş) olduğu cihetle (yönüyle) bir mazhar-ı ekmeldir (en mükemmel mahâldir, yerdir).  Hakk Teâlâ Hazetleri Kur’ân-ı Kerîm’de, biz ümmed-i Muhammed’e melâikenin bu nizâ’ı (çekişme) ve da’vâ-yı mâ-cerâsını (olup biten olayı) vasf buyurdu. Tâ ki bu mâ-cerâyı (olup bitenleri) işitip nefsimiz icrâât-ı (yapılan) Hakk’a karşı  da’vâ-yı cerha (reddetmeye) tasaddî etmek (başlamak) istediği vakit, tevakkuf edelim (bekleyelim).  Ve nasîhat-i İlâhiyye ile mütenassıh (öğüt dinleyen) olarak, Allah Teâlâ’ya karşı, edeb dâiresinde muâmele etmeği öğrenelim. Böyle olunca biz esmâ-i İlâhiyye’den hangileriyle / mütehakkık  (gerçek) olmuş ve ilimden ve kemâlâttan ve ezvâktan (lezzetlerden) ne gibi şeyleri hâvî (içinde) bulunmuş isek onlarla iktifâ etmeyelim (kâfi bulmayalım). Ve  “İşte esmâ bizim mütehakkık olduğumuz (gerçekleştirdiğimiz) kadardır. Ve kemâlât dahi bizden sâdır olan (çıkan) mikdârdır” diyerek esmâ ve kemâlâtı takyîd (şarta bağlamak) ile da’vâ (iddia) etmeyelim. Hakîkat bu merkezde iken biz kâffe-i esmâ-i ilâhiyye (Allah’ın bütün esmaları) ile tahakkuk eylediğimizi (gerçekleştirdiğimizi) ale’l-ıtlâk (genel olarak, mutlak surette) nasıl da’vâ (iddia) edebiliriz? Ve mütehakkık olmadığımız (gerçekleştiremediğimiz) cihetle (yönüyle) hâlimiz olmayan ve o kemâlâttan bizim ilm-i zevkî ve hâlî üzere olmadığımız bir şeyi da’vâ (iddia) ile ta’mîm eyleyelim (umumileştirelim) de, bu da’vâ-yı umûmîmiz (genel  iddiamız) sebebiyle, indallâh (Allah katında) ve inde’n-nâs (insanlar yanında) rezîl mi olalım? İşte hilkat-i Âdem (insanın yaradılışı) hakkında melâike cânibinden (tarafından) vâkı’ olan nizâ’ (kavga) ve da’vâ (iddia) bahsindeki ta’rîf-i ilâhî, Hak Teâlâ Hazretlerinin üdebâ (edipler) ve ümenâ (eminler) ve hulefâ (halîfe) olan kullarını te’dîb (terbiye) eylediği bir şeydir. Bundan mütenebbih (uyanık) olmak lâzım gelir.

Mesnevî:

(Tercüme) “Yâ Rab, bu cür’eti benden afvet! Bu kavl-i i’tirâzdan (söz ile karşı gelmekten) tevbe ettim, beni muâhaze buyurma (cezâlandırma) ! Ey istimdâd edenlerin (yardım isteyenlerin) feryâd-resi (feryât edenlerin imdâdına yetişen), bize hidâyet eyle! Bizim ulûm (ilimler) ve gınâ (zenginlik) ile iftihârımız yoktur. Kalbi kaydırma, kereme (cömertliğine) mültebis (şüpheli) olduğu halde hidâyet kıldın; kalem-i kazânın yazdığı sû’ü tahvîl et (kötülüğü çevir)! Sû’-i kâzâyı (kötü kazayı) bizim canımızdan geçir! Bizi ihvân-ı safâdan (kardeşlerimizin zevkini neş’esini) münkatı’ kılma (kesme)! Senin firâkından (ayrılığından) daha acı hiçbir şey yoktur. Senin hıfzın (koruman) ve himâyen olmaması, dolaşıklığın gayri (başka) değildir.” /

Ba’dehû, hikmete rücû’ edip deriz:  Ma’lûmun olsun ki, muhakkak umûr-i külliyye-her ne kadar onların “ayn”ında onlar için vücûd yok ise de- onlar bilâ-şek zihinde ma’kul ve ma’lûmdur. İmdi onlar batındır; vücûd-i aynîden zâil olmaz. Ve kendisi için vücûd-i aynî olan her bir şeyde, onların hükmü ve eseri vardır. Belki o emr-i küllî onların, ya’nî mevcûdât-ı ayniyye a’yânının gayrı değil, “ayn”ıdır. Ve umûr-i külliyye kendi nefsinde ma’kul olmaktan zâil olmadı. Binâenaleyh onlar, ma’külliyyeti haysiyyetiyle bâtın oldukları gibi, a’yân-ı mevcûdâd haysiyyetiyle zâhirdir. Böyle olunca her bir mevcûd-i aynînin akıldan ref’ olunamayan ve onunla ma’kul  olmaktan zâil olacak bir vücûd ile, “ayn”da vücûdu mümkin olmayan bu umûr-i külliyyeye istinâdı sâbittir. O mevcûd, gerek muvakkat ve gerek gayi muvakkat olsun, müsâvîdir. Muvakkat ve gayr-i muvakkatin bu emr-i küllî-i ma’kule nisbeti nisbet-i vâhidedir. Şu kadar ki, bu emr-i küllîyye kendisinin verdiği şey hasebiyle, mevcûdâd-ı ayniyyeden bir hüküm râci’ olur. İlmin âlime, hayâtın hayye nisbeti gibi. İmdi hayât bir hakîkat-i ma’kuledir. İlim dahi hayâttan mütemeyyiz olan bir hakîkat-i ma’kuledir. Nitekim hayât ondan mütemeyyizdir (10).

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), Kelime-i Âdemiyye’de (İnsanın kelimelerinde) mündemic (bulunan) “hikmet-i ilâhiyye”yi (ilâhi hikmetleri) beyân ederken, (açıklarken) istitrâd tarîkıyle (dolaylı yolla) neş’et-i Âdemî (insanın varlığı) ile neş’et-i melâike (meleklerin varlığı) arasındaki farkı ve melâikenin (meleklerin) neş’et-i Âdem (insanın var oluşu) hakkındaki i’tirâzlarını ve melâikenin (meleklerin) bilmediği esmâ-i İlâhiyye’yi (Allah’a ait esmadan) Âdem’in haber vermesi üzerine melâikenin (meleklerin) mahcûb (bundan perdeli) olduklarını ve Hakk Teâlâ Hazretleri bu mâ’cerâyı (olayı) ihbâr buyurmakla (haber vermekle), “edîb” ve “emîn” ve “halîfe” olan kullarını te’dîb (terbiye etmeği) buyurduğunu (haber verdiğini) îzâh eylemişler idi (açıklamışlardır).  Şimdi de buyururlar ki: Biz alâ-tarîkı’l- istitrâd (dolaylı söz  yoluyla)  bu maârifi beyândan (bu ilmi açıkladıktan) sonra yine hikmet-i İlâhiyye’ye (İlahi hikmetlere) rücû’ edip (geri dönüp) deriz ki: Hayat, ilim, kudret ve irâde gibi umûr -i külliyyenin (bütün  şeylerin),   her ne kadar vücûd-i aynîleri (kendi vücûtları) yok ise de, onlar şüphesiz zihinde ma’kul olarak (akılla idrak edilir) ma’lûmdurlar (bilinirler).  Zîrâ onların bi’l-farz (şöyle diyelim), kağıt, kalem, hokka gibi vücûd-i aynîleri (kendi vücutları) olmadığı için, “şu hayattır, bu ilimdir ve o kudrettir” diye kendileri işâret-i hissiyyet ile (duyularla hissedilip) gösterilemez. Ve hiss-i basar (görme duyusu) onları müşâhede edemez (göremez).  Binâenaleyh (nitekim), onlar akıl gözüyle meşhûd olarak (görülerek) zihinde ma’lûm olurlar (bilinirler) .  Şu halde bu umûr-i külliyye (bütün bunlar) bâtın (gizli, görülmez) olmakla berâber, vücûd-i aynîden (kendi vücûtlarında) zâil (güçsüz) olmazlar; ya’nî bu maânî-i latîfe-i bâtıne (görülmeyen manâlar) suver-i kesîfe-i ecsâma (cisim olan bedene) dâimâ taalluk eder (ilişkidedir). Zîrâ sûret (beden) ma’nâ ve  ma’nâ da sûret ile müttehiddir (birleşmiştir).  Ve onların yekdîğerine (birbirlerine) alâkat-ı şedîdesi (sıkı alakası) vardır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) hazretlerinin murâd-ı âlîleri (yüksek gayeleri) ,  Hakk-ı latîfe (Hakk) ile âlem-i kesîf (madde alemi) arasındaki irtibâtı beyândan (açıklamaktan) ibârettir.

İşte vücûd-i kesîf-i aynî (kendi madde vücûduna) sahibi olan her bir şeyde, bu umûr-i külliyyenin (bütün bunların) hükmü ve eseri vardır. Zîrâ umûri ma’kuleden (akıl ile bilinen şeylerden) olan vasıf (sıfat) ,  taalluk edecek (irtibatlı, ilişkide olacağı) bir mevsûf (vasıflanan) ister. Mevsûf (vasıflanan) olmayınca vasfın  irâesi (görünmesi) mümkin değildir. Meselâ tûl (uzunluk) , arz (genişlik) ve umk (en) birer vasıftır (sıfattır) . Cisim olmayınca bu vasıflar (sıfatlar) görünmez. Halbuki cismi ta’rîf ederken kendisinde tûl (uzunluk) ve arz (genişlik) ve umk (en) olan şeydir deriz. Bu vasıflar ise,   cisimden mücerred (ayrı) olmayıp, belki cismin aynıdır. Binâenaleyh (nitekim), o emr-i küll-i (bütünlük husûsu) mevcûdâd-ı ayniyye a’yânının / (mevcûtların kendi görüntüsünden) gayri (başka) değil, belki aynıdır. Velâkin bu ayniyyet (benzerlik),  külliyye-i Mutlak’a (mutlak bütünlüğü) cihetinden (yönünden) değildir. Meselâ uzunluk bir vasf-ı küllî-i mutlaktır (vasıf olarak bir bütündür).   Elimize uzun bir değnek aldığımızda bunda uzunluk vasfını görürüz. Ve bu uzunluk o değneğin aynıdır. Fakat uzunluğun hepsi bu değnekte müctemi’ (toplanmış) değildir. Yekdiğerinden (biri birinden) daha uzun birçok değnekler vardır. Şu halde bu  değnekteki uzunluk vasf-ı cüz’î’-i mukayyed (değneğe bağlı cüzi uzunluk sıfatı) olan uzunluğun aynıdır. Ve umûr-i külliyye (bütün şeyler), kendi nefsinde, dâimâ mertebe-i akılda sâbittir (bulunur). Binâenaleyh (nitekim) o umûr-i külliyye (bütün bunlar), mertebe-i akılda sübûtu cihetinden (varlıkları yönünden) bâtın (gizli, görünmez) oldukları gibi, a’yân-ı mevcûdât-ı kesîfe (mevcût manâların yoğunlaşması) cihetinden (bakımından) dahî zâhirdir (görülür) .  Meselâ tûl (boy),  arz (genişlik) ve umk (en) umûr-i külliyyedendir (bölünmez bütün olan manâlardır). Bunlar kendi nefislerinde ve zâtlarında, herhangi bir cisme taalluk etmedikleri (ilişkide olmadıkları) vakit, akıl mertebesinde dururlar. Ve akıl mertebesinde sâbit (var) oldukları hînde (esnada) bâtındırlar (görülmezler).  Fakat kesîf (madde) olan bir cisme taalluk ettikleri (ait oldukları) vakit, mertebe-i histe (hislerde) zâhir olurlar (meydana çıkarlar) . İmdi mâdemki mertebe-i akılda sâbit (var) olan umûr-i külliyyenin (bütün bunların) bu mertebeden ref’i (kaldırmak) mümkin değildir ve mademki onları akıl mertebesinden izâle (yok) edebilecek bir vücûd ile, mertebe-i histe (hislerde) bu umûr-i külliyyenin (bütün bu şeylerin) vücûd-i aynî (kendilerinin vücût) sâhibi olmaları mümkin değildir, şu halde gerek âlem-i rûhânîde (rûhlar aleminde) ve gerek âlem-i histe (hisler aleminde) her bir mevcûd-i aynînin (mevcût olan manânın) bu umûr-i külliyyeye (bütün bunlara) istinâdı (dayanağı) sâbittir (vardır). Meselâ uzunluk vasf-ı küllîsini (bölünmez bütün olan uzunluk sıfatını) akıl mertebesinde kaldırmak mümkin değildir. Zîrâ bu, bir mefhûm-i küllîdir (akılda var olan bir bütünlük kavramıdır).  Birçok uzunluklar ecsâm-ı kesîrede (madde aleminde) zâhir (görülmüş) olmakla, bu mefhûm-i küllî (bütünlük kavramı) yine akıl mertebesinde durur. Bunu oradan ayırmak imkânı yoktur. Ve bu mefhûmun (akıldaki kavramın) akıl mertebesinden kâmilen kalkıp da âlem-i histe (hislerde) bir vücûd-i aynî (kendine ait bir vücût) sâhibi olması da mümkin değildir. Şu halde değnekler, ağaçlar, kuleler, minâreler ilh. gibi âlem-i histe (hislerde) bulunan her bir mevcûd-i aynînin (benzer mevcûtların) bu uzunluk mefhûm-i küllîsine (bölünmez bütün olan uzunluk vasfına) istinâdı sâbit (dayanağı var) olur. Diğer mefhûmât-ı külliyye (düşünülen bütün şeyler kavramlar) de buna kıyâs olunsun. /

Ve umûr-i külliyyeye istinâd eden (bütün bunlara dayanan her bir mevcûd, gerek zamanla mukayyed (kayıtlı, bağlı) olan âlem-i histeki (hislerdeki) suver-i cismâniyye (madde suretler) gibi muvakkat (geçici) olsun ve gerek zamanla mukayyed (kayıtlı) olmıyan kadîm (önceden beri hep var) veyâ mevcûdâd-ı rûhâniyye (mevcût rûhlar) gibi gayr-i muvakkat (geçici olmayanlar) olsun müsâvîdir (eşittir) .  Zîrâ mevcûdâd-ı muvakkate (geçici varlıklarla) ve gayr-i muvakkatenin (geçici olmayanların) bu emr-i küllî-i ma’kule (idrakte bir bütün olarak bilinen şeye) nisbeti (ilişkisi),  nisbet-i vâhidedir (tek ilişkidir).  Şu kadarki, cismânî ve rûhânî mevcûdât-i ayniyyeden (benzer mevcûtlardan) her bir mevcûdun, kendi hakîkâtinin ve ayn-ı sâbitesinin (kendi manâsının) verdiği muktezâ (gereklilik) neden ibâret ise, onun bu muktezâsı (gerekliliği) hasebiyle bu emr-i küllîye (bölünmez bir bütün olan kavrama) bir hüküm râci’ (ait) olur. İlmin âlime, hayâtın hayye (diri olana) nisbeti (ilgisi) gibi. İmdi “ilim” ile “hayât” yekdiğerinden (birbirinden) ayrı birer hakîkat-i ma’küle (idrâk edilebilen hakikat) ve birer mefhûm-i küllîdir (bütünlük kavramıdır). Meselâ, bir insân, bir de melek tasavvur edelim (düşünelim).  Bunların her ikisine de “ilim” nisbetini (sıfatını) izâfe ettiğimiz (verdiğimiz) için kendilerine “âlim” diyoruz. Fakat ilim, bu iki mevcûdun bildiği kadar değildir. Ancak bunların isti’dadât-ı zâtiyyeleri, (kendilerinde mevcût olan istidâtları, potansiyelleri) bu hakîkat-i ma’kule, (idrâk edilebilen kavram, manâ) olan ilimden ve bu emr-i küllîden (bölünmez bir bütün olan ilimden) ne mikdârını bilmelerini îcâb etmiş ise, ilim hakîkat-i ma’kulesi (bildiği manâlar) üzerine o kadar hüküm râci’ olur. Bu iki mevcûdun ilimdeki seviyeleri bir olmasa bile, emr-i küllî (bir bütün olan husûs) ma’kul olan (bilinen) ilme nisbetleri (ilişkileri) nisbet-i vâhideden (tek vasıftan)  ibâret olur. Hayât, kudret, irâde gibi sâir umûr-i küllîyye (diğer bütünlük kavramları) dahi bu misâle kıyâs (ölçü) olunsun. /

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

16
.10.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail