İmdi eğer onların neş’eti
bunu vermeye idi, Âdem hakkında dedikleri şeyi demezler idi. Halbuki
onların şuûrları yoktur. Eğer onlar nüfûslarını ârif ola idiler,
bilirler idi. Ve eğer bile idiler, ismet olunurlar idi. Ondan sonra onlar
tercîh ile kalmadılar. Belki takdîs ve teşbîhten üzerinde bulundukları
şeyle da’vâda ziyâde ettiler. Halbuki Âdem indinde, melâikenin üzerinde
olmadıkları Esmâ-i İlâhiyye vardır. Binâenaleyh, onlar Rablerini o
isimler ile tesbîh etmediler ve onlardan takdîs eylemediler. Böyle olunca
bizim
onun indinde vâkıf olmamız
ve Allah
Teâlâ ile edebi öğrenmemiz
için Hak bize mâ-cerâyı vasf eyledi. Şu halde biz
onunla mütehakkık olduğumuz ve hâvî bulunduğumuz şeyi takyîd ile
da’vâ etmeyelim. İmdi biz nasıl da’vâda ıtlâk edelim? Binâenaleyh,
hâlimiz olmayan ve ondan bizim ilim üzere olmadığımız şeyi da’vâ
ile ta’mîm eyleyelim? Netîcede onun sebebiyle müftezıh olalım? İşte
bu ta’rîf-i ilâhî üdebâ, ümenâ ve hulefâ olan kullarını Hakk’ın
te’dîb eylediği şeydir (9).
Ya’nî
melâikenin bu neş’et-i cüz’iyye-i nâkısaları (cüzi
yaradılışlarındaki noksanlık) Âdem hakkında bu
i’tirâzı (karşılığı) vermeye
idi. Âdem hakkında: “Yâ Rab sen yeryüzünde fesâd (kavga)
eden ve kan döken kimseyi yaratır mısın?” demezler idi.
Halbuki melâike, (melekler)
kendi neş’etlerinin muktezâsı (yaradılışlarının
gereği) olan hâlin galebesinden (üstün
gelmesinden) dolayı, Hakk’a karşı nizâ’ (münakaşa)
ve i’tirâz ettiklerinin ve bi’n-netîce (netice
olarak) Âdem’e isnâd ettikleri (dayandırdıkları)
fesâdın kendilerinden dahi sâdır olduğunun (çıktığının)
farkına varmadılar. Eğer onlar kendi nüfûslarının (kişiliklerinin)
erbâb-ı hâssası (kendi
rab’ları) olan esmâ-i İlâhiyye’nin (Allah’ın
esmasının) hakîkat-i Âdem’in (İnsanın
hakikâtinin) taht-ı hîtasında (kuşatması
altında) olduğunu ârif olsa (bilse)
idiler, bu külliyyeti hasebiyle (bütünlüğü
yönüyle) Âdem’in hilâfete istihkakını
(halifeliği hak ettiğini) bilirler idi. / Ve eğer Âdem neş’etinin
külliyyetini (yaradılışındaki
bütünlüğünü) bile idiler, ona ta’n etmekten (ayıplamaktan) ismet
(masûm)
ve hıfz olunurlar (sakınırlar)
idi. Melâike, Âdem’e ta’n (ayıplama)
ve onu tecrîh (ret) etmekle
iktifâ etmediler (yeterli
görmediler). Belki
kendilerinin mazhar (mahal,
yer) oldukları ba’zı esmâ hasebiyle kendilerinden sâdır
olan (çıkan) tenzîh
(hiçbir şey ile
karşılaştırılamazlık) ve takdîsi (mukaddes
kılmayı, tenzihi) kâfî görüp: .....................
(Bakara, 2/30) demek sûretiyle da’vâyı (olayı)
artırdılar. Halbuki Âdem (İnsan)
melâikenin (meleklerin)
mazhar olmadığı (görülmediği
mahal olan) birtakım esmâ-i İlâhiyye’nin mazharıdır (çıktığı
yerdir). Binâenaleyh
(nitekim) melâike
(melekler),
Rabbü’l-erbâb
(âlemlerin Rabb’ı)
olan Allah Teâlâ’yı, Âdem’in (İnsanın)
mazhar (çıktığı
yer) olduğu o isimler ile teşbîh (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetmediler) ve tenzîh etmediler
(Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı tutmadılar) ve o esmâ ile
nakayıstan (noksanlıktan)
Hakk’ı takdîs (mukaddes
kılma, tenzih) eylemediler. Zîrâ esmâ-i İlâhiyye’ den (Allah’ın
isimlerinden) ba’zılarının zuhûr-i ahkâmı (görünme durumu) âlem-i
kesâfetin vücûduna (âlemin
madde vücûduyla) mütevakkıftır (ancak
olabilir). Eğer
bu âlem-i kesâfette (madde
aleminde) Âdem’in vücûdu olmasa idi, acz (zavallı)
ve iftikar (muhtaç) ve
maâsî (isyankar)
gibi birtakım nakayısın (noksanlığın)
mahall-i zuhûru (çıktığı
mahal) bulunmaz idi. Zîrâ Âdem (İnsan)
“Mürîd” isminin dahi mazharı (çıktığı
yer) olduğundan, kendi irâdesiyle emr-i İlâhîye (Allah’ın
emirlerine) muhâlefet eder (karşı
gelir) ve ondan birtakım isyân sâdır olur (çıkar).
Halbuki
bâlâda (yukarıda)
fîhi Mâ-fîh’ten
muktebes (alınmış)
fıkarâtta (paragraflar
da) dahi beyân olunduğu (açıklandığı)
üzere, melâikede (meleklerde)
ihtiyâr (istek, arzu) yoktur
ki, onlardan Hakk’a muhâlefet sâdır (karşı
gelmek çıkmış) olsun da, bilâhare Gaffûr ve Gaffâr isminin
mahall-i tecellîsi (oluştuğu
yer) olabilsinler. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret
buyrulur:.........................
ya’nî “Eger siz günah etmeseniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi
giderip (yok
edip) günah eden bir kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret (af)
taleb ederler. Hak da onları mağfiret eyler. (af eder, bağışlar)”
Beyt:
“Âyna-i
mağfiret sûret-i isyânadır
Halk günâh etmese, halk eder âhar İlâh”
Binâenaleyh
(nitekim)
Âdem (İnsan,
melâikenin (meleklerin)
mütehakkık (hakketmiş)
olduğu ve olmadığı birtakım esmâ-i İlâhiyye ile mütehakkık (hakketmiş)
olduğu cihetle (yönüyle)
bir mazhar-ı ekmeldir (en
mükemmel mahâldir, yerdir). Hakk
Teâlâ Hazetleri Kur’ân-ı Kerîm’de, biz ümmed-i Muhammed’e melâikenin
bu nizâ’ı (çekişme)
ve da’vâ-yı mâ-cerâsını (olup
biten olayı) vasf buyurdu. Tâ ki bu mâ-cerâyı (olup
bitenleri) işitip nefsimiz icrâât-ı (yapılan)
Hakk’a karşı da’vâ-yı
cerha (reddetmeye)
tasaddî etmek (başlamak)
istediği vakit, tevakkuf edelim (bekleyelim).
Ve
nasîhat-i İlâhiyye ile mütenassıh (öğüt
dinleyen) olarak, Allah Teâlâ’ya karşı, edeb dâiresinde muâmele
etmeği öğrenelim. Böyle olunca biz esmâ-i İlâhiyye’den hangileriyle
/ mütehakkık (gerçek)
olmuş ve ilimden ve kemâlâttan ve ezvâktan (lezzetlerden)
ne gibi şeyleri hâvî (içinde)
bulunmuş isek onlarla iktifâ etmeyelim (kâfi
bulmayalım). Ve
“İşte esmâ bizim mütehakkık olduğumuz (gerçekleştirdiğimiz)
kadardır. Ve kemâlât dahi bizden sâdır olan (çıkan)
mikdârdır” diyerek esmâ ve kemâlâtı takyîd (şarta
bağlamak) ile da’vâ (iddia)
etmeyelim. Hakîkat bu merkezde iken biz kâffe-i esmâ-i ilâhiyye
(Allah’ın bütün
esmaları) ile tahakkuk eylediğimizi (gerçekleştirdiğimizi)
ale’l-ıtlâk (genel
olarak, mutlak surette) nasıl da’vâ (iddia)
edebiliriz? Ve mütehakkık olmadığımız
(gerçekleştiremediğimiz) cihetle (yönüyle)
hâlimiz olmayan ve o kemâlâttan bizim ilm-i zevkî ve hâlî
üzere olmadığımız bir şeyi da’vâ (iddia) ile
ta’mîm eyleyelim (umumileştirelim)
de, bu da’vâ-yı umûmîmiz (genel
iddiamız) sebebiyle, indallâh (Allah
katında) ve inde’n-nâs (insanlar
yanında) rezîl mi olalım? İşte hilkat-i Âdem (insanın
yaradılışı) hakkında melâike cânibinden (tarafından) vâkı’
olan nizâ’ (kavga)
ve da’vâ (iddia)
bahsindeki ta’rîf-i ilâhî, Hak Teâlâ Hazretlerinin üdebâ
(edipler) ve
ümenâ (eminler)
ve hulefâ (halîfe)
olan kullarını te’dîb (terbiye)
eylediği bir şeydir. Bundan mütenebbih (uyanık) olmak
lâzım gelir.
Mesnevî:
(Tercüme)
“Yâ Rab, bu cür’eti benden afvet! Bu kavl-i i’tirâzdan (söz ile karşı
gelmekten) tevbe ettim, beni muâhaze buyurma (cezâlandırma)
! Ey
istimdâd edenlerin (yardım
isteyenlerin) feryâd-resi (feryât
edenlerin imdâdına yetişen),
bize hidâyet eyle! Bizim ulûm (ilimler)
ve gınâ (zenginlik) ile
iftihârımız yoktur. Kalbi kaydırma, kereme (cömertliğine)
mültebis (şüpheli) olduğu
halde hidâyet kıldın; kalem-i kazânın yazdığı sû’ü tahvîl et (kötülüğü çevir)!
Sû’-i kâzâyı (kötü
kazayı) bizim canımızdan geçir! Bizi ihvân-ı safâdan (kardeşlerimizin
zevkini neş’esini) münkatı’ kılma (kesme)! Senin
firâkından (ayrılığından)
daha acı hiçbir şey yoktur. Senin hıfzın (koruman)
ve himâyen olmaması, dolaşıklığın gayri (başka)
değildir.” /
Ba’dehû,
hikmete rücû’ edip deriz:
Ma’lûmun olsun ki, muhakkak umûr-i külliyye-her ne kadar onların
“ayn”ında onlar için vücûd yok ise de- onlar bilâ-şek zihinde
ma’kul ve ma’lûmdur. İmdi onlar batındır; vücûd-i aynîden zâil
olmaz. Ve kendisi için vücûd-i aynî olan her bir şeyde, onların hükmü
ve eseri vardır. Belki o emr-i küllî onların, ya’nî mevcûdât-ı
ayniyye a’yânının gayrı değil, “ayn”ıdır. Ve umûr-i külliyye
kendi nefsinde ma’kul olmaktan zâil olmadı. Binâenaleyh onlar, ma’külliyyeti
haysiyyetiyle bâtın oldukları gibi, a’yân-ı mevcûdâd haysiyyetiyle
zâhirdir. Böyle olunca her bir mevcûd-i aynînin akıldan ref’
olunamayan ve onunla ma’kul
olmaktan zâil olacak bir vücûd ile, “ayn”da vücûdu mümkin
olmayan bu umûr-i külliyyeye istinâdı sâbittir. O mevcûd, gerek
muvakkat ve gerek gayi muvakkat olsun, müsâvîdir. Muvakkat ve gayr-i
muvakkatin bu emr-i küllî-i ma’kule nisbeti nisbet-i vâhidedir. Şu
kadar ki, bu emr-i küllîyye kendisinin
verdiği şey hasebiyle, mevcûdâd-ı ayniyyeden bir hüküm râci’ olur.
İlmin âlime, hayâtın hayye nisbeti gibi. İmdi hayât bir hakîkat-i
ma’kuledir. İlim dahi hayâttan mütemeyyiz olan bir hakîkat-i
ma’kuledir. Nitekim hayât ondan mütemeyyizdir (10).
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a.), Kelime-i Âdemiyye’de (İnsanın
kelimelerinde) mündemic (bulunan)
“hikmet-i ilâhiyye”yi (ilâhi
hikmetleri) beyân ederken, (açıklarken)
istitrâd
tarîkıyle (dolaylı
yolla) neş’et-i Âdemî (insanın
varlığı) ile neş’et-i melâike (meleklerin
varlığı) arasındaki farkı ve melâikenin (meleklerin) neş’et-i
Âdem (insanın
var oluşu) hakkındaki i’tirâzlarını ve melâikenin (meleklerin)
bilmediği esmâ-i İlâhiyye’yi (Allah’a
ait esmadan) Âdem’in haber vermesi üzerine melâikenin (meleklerin) mahcûb
(bundan
perdeli) olduklarını ve Hakk Teâlâ Hazretleri bu mâ’cerâyı
(olayı)
ihbâr buyurmakla (haber vermekle),
“edîb” ve “emîn” ve “halîfe” olan kullarını
te’dîb (terbiye
etmeği) buyurduğunu (haber verdiğini) îzâh
eylemişler idi (açıklamışlardır).
Şimdi
de buyururlar ki: Biz alâ-tarîkı’l- istitrâd (dolaylı
söz yoluyla)
bu maârifi beyândan (bu
ilmi açıkladıktan) sonra yine hikmet-i İlâhiyye’ye (İlahi hikmetlere)
rücû’ edip (geri
dönüp) deriz ki: Hayat, ilim, kudret ve irâde gibi umûr -i külliyyenin
(bütün
şeylerin), her
ne kadar vücûd-i aynîleri (kendi
vücûtları) yok ise de, onlar şüphesiz zihinde ma’kul
olarak
(akılla idrak edilir) ma’lûmdurlar
(bilinirler).
Zîrâ
onların bi’l-farz (şöyle diyelim), kağıt,
kalem, hokka gibi vücûd-i aynîleri (kendi
vücutları) olmadığı için, “şu hayattır, bu ilimdir ve o
kudrettir” diye kendileri işâret-i hissiyyet ile
(duyularla hissedilip) gösterilemez. Ve hiss-i basar (görme
duyusu) onları müşâhede edemez (göremez).
Binâenaleyh
(nitekim),
onlar akıl gözüyle meşhûd olarak (görülerek)
zihinde ma’lûm olurlar
(bilinirler) .
Şu
halde bu umûr-i külliyye (bütün
bunlar) bâtın (gizli,
görülmez) olmakla berâber, vücûd-i aynîden (kendi
vücûtlarında) zâil (güçsüz) olmazlar;
ya’nî bu maânî-i latîfe-i bâtıne (görülmeyen
manâlar) suver-i kesîfe-i ecsâma (cisim
olan bedene) dâimâ taalluk eder (ilişkidedir).
Zîrâ sûret (beden)
ma’nâ ve
ma’nâ da sûret ile müttehiddir (birleşmiştir).
Ve
onların yekdîğerine (birbirlerine)
alâkat-ı şedîdesi (sıkı
alakası) vardır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) hazretlerinin murâd-ı
âlîleri (yüksek
gayeleri) , Hakk-ı
latîfe (Hakk) ile
âlem-i kesîf (madde
alemi) arasındaki irtibâtı beyândan (açıklamaktan)
ibârettir.
İşte
vücûd-i kesîf-i aynî (kendi
madde vücûduna) sahibi olan her bir şeyde, bu umûr-i külliyyenin
(bütün
bunların) hükmü ve eseri vardır. Zîrâ umûri ma’kuleden (akıl
ile bilinen şeylerden) olan vasıf (sıfat)
, taalluk
edecek (irtibatlı,
ilişkide olacağı) bir mevsûf (vasıflanan)
ister. Mevsûf (vasıflanan) olmayınca
vasfın irâesi
(görünmesi) mümkin
değildir. Meselâ tûl (uzunluk)
,
arz (genişlik)
ve umk (en)
birer vasıftır (sıfattır)
.
Cisim olmayınca bu vasıflar (sıfatlar)
görünmez. Halbuki cismi ta’rîf ederken kendisinde tûl (uzunluk)
ve arz (genişlik)
ve umk (en)
olan şeydir deriz. Bu vasıflar ise,
cisimden mücerred (ayrı) olmayıp,
belki cismin aynıdır. Binâenaleyh (nitekim),
o emr-i küll-i
(bütünlük
husûsu) mevcûdâd-ı ayniyye a’yânının / (mevcûtların
kendi görüntüsünden) gayri (başka)
değil, belki aynıdır. Velâkin bu ayniyyet (benzerlik),
külliyye-i
Mutlak’a (mutlak
bütünlüğü) cihetinden (yönünden)
değildir. Meselâ uzunluk bir vasf-ı küllî-i mutlaktır (vasıf
olarak bir bütündür). Elimize
uzun bir değnek aldığımızda bunda uzunluk vasfını görürüz. Ve bu
uzunluk o değneğin aynıdır. Fakat uzunluğun hepsi bu değnekte müctemi’
(toplanmış)
değildir. Yekdiğerinden (biri
birinden) daha uzun birçok değnekler vardır. Şu halde bu
değnekteki uzunluk vasf-ı cüz’î’-i mukayyed (değneğe
bağlı cüzi uzunluk sıfatı) olan uzunluğun aynıdır. Ve umûr-i
külliyye (bütün
şeyler),
kendi nefsinde, dâimâ mertebe-i akılda sâbittir (bulunur).
Binâenaleyh (nitekim)
o umûr-i külliyye (bütün bunlar), mertebe-i
akılda sübûtu cihetinden (varlıkları
yönünden) bâtın (gizli,
görünmez) oldukları gibi, a’yân-ı mevcûdât-ı kesîfe (mevcût
manâların yoğunlaşması) cihetinden (bakımından) dahî
zâhirdir
(görülür) .
Meselâ
tûl (boy), arz
(genişlik)
ve umk (en)
umûr-i külliyyedendir (bölünmez
bütün olan manâlardır).
Bunlar kendi nefislerinde ve zâtlarında, herhangi bir cisme
taalluk etmedikleri (ilişkide
olmadıkları) vakit, akıl mertebesinde dururlar. Ve akıl
mertebesinde sâbit (var)
oldukları hînde (esnada) bâtındırlar
(görülmezler).
Fakat
kesîf (madde) olan
bir cisme taalluk ettikleri (ait
oldukları) vakit, mertebe-i histe (hislerde) zâhir
olurlar (meydana
çıkarlar) .
İmdi mâdemki mertebe-i akılda sâbit (var)
olan umûr-i külliyyenin (bütün bunların)
bu mertebeden ref’i (kaldırmak)
mümkin değildir ve mademki onları akıl mertebesinden izâle (yok) edebilecek
bir vücûd ile, mertebe-i histe (hislerde)
bu umûr-i külliyyenin (bütün
bu şeylerin) vücûd-i aynî (kendilerinin
vücût) sâhibi olmaları mümkin değildir, şu halde gerek âlem-i
rûhânîde (rûhlar
aleminde) ve gerek âlem-i histe (hisler
aleminde) her bir mevcûd-i aynînin (mevcût
olan manânın) bu umûr-i külliyyeye (bütün
bunlara) istinâdı (dayanağı) sâbittir
(vardır).
Meselâ uzunluk vasf-ı küllîsini (bölünmez
bütün olan uzunluk sıfatını) akıl mertebesinde kaldırmak mümkin
değildir. Zîrâ bu, bir mefhûm-i küllîdir (akılda
var olan bir bütünlük kavramıdır). Birçok
uzunluklar ecsâm-ı kesîrede (madde
aleminde) zâhir (görülmüş) olmakla,
bu mefhûm-i küllî (bütünlük
kavramı) yine akıl mertebesinde durur. Bunu oradan ayırmak imkânı
yoktur. Ve bu mefhûmun (akıldaki
kavramın) akıl mertebesinden kâmilen kalkıp da âlem-i histe (hislerde)
bir vücûd-i aynî (kendine ait bir vücût)
sâhibi olması da mümkin değildir. Şu halde değnekler, ağaçlar,
kuleler, minâreler ilh. gibi âlem-i histe (hislerde)
bulunan her bir mevcûd-i aynînin (benzer
mevcûtların) bu uzunluk mefhûm-i küllîsine (bölünmez
bütün olan uzunluk vasfına) istinâdı sâbit
(dayanağı var) olur. Diğer mefhûmât-ı külliyye (düşünülen bütün
şeyler kavramlar) de buna kıyâs olunsun. /
Ve
umûr-i külliyyeye istinâd eden (bütün
bunlara dayanan her bir mevcûd, gerek zamanla mukayyed (kayıtlı,
bağlı) olan âlem-i histeki (hislerdeki)
suver-i cismâniyye (madde
suretler) gibi muvakkat
(geçici)
olsun ve gerek zamanla mukayyed (kayıtlı)
olmıyan kadîm (önceden
beri hep var) veyâ mevcûdâd-ı rûhâniyye (mevcût rûhlar) gibi
gayr-i muvakkat (geçici
olmayanlar) olsun müsâvîdir (eşittir)
.
Zîrâ
mevcûdâd-ı muvakkate (geçici
varlıklarla) ve gayr-i muvakkatenin (geçici
olmayanların) bu emr-i küllî-i ma’kule (idrakte
bir bütün olarak bilinen şeye) nisbeti (ilişkisi),
nisbet-i
vâhidedir (tek
ilişkidir). Şu
kadarki,
cismânî ve rûhânî mevcûdât-i ayniyyeden (benzer
mevcûtlardan) her bir mevcûdun, kendi hakîkâtinin
ve ayn-ı sâbitesinin (kendi
manâsının)
verdiği
muktezâ (gereklilik) neden
ibâret ise, onun bu muktezâsı (gerekliliği)
hasebiyle bu emr-i küllîye (bölünmez
bir bütün olan kavrama) bir hüküm râci’ (ait)
olur. İlmin âlime, hayâtın hayye (diri
olana) nisbeti (ilgisi) gibi.
İmdi “ilim” ile “hayât” yekdiğerinden (birbirinden)
ayrı birer hakîkat-i ma’küle (idrâk
edilebilen hakikat) ve birer mefhûm-i küllîdir (bütünlük kavramıdır).
Meselâ,
bir insân, bir de melek tasavvur edelim (düşünelim).
Bunların
her ikisine de “ilim” nisbetini (sıfatını)
izâfe ettiğimiz (verdiğimiz)
için kendilerine “âlim” diyoruz. Fakat ilim, bu iki mevcûdun
bildiği kadar değildir. Ancak bunların isti’dadât-ı zâtiyyeleri, (kendilerinde
mevcût olan istidâtları, potansiyelleri) bu hakîkat-i
ma’kule, (idrâk
edilebilen kavram,
manâ)
olan
ilimden ve bu emr-i küllîden (bölünmez
bir bütün olan ilimden) ne mikdârını bilmelerini îcâb etmiş
ise, ilim hakîkat-i ma’kulesi (bildiği
manâlar)
üzerine
o kadar hüküm râci’ olur.
Bu iki mevcûdun ilimdeki seviyeleri bir olmasa bile, emr-i küllî (bir
bütün olan husûs) ma’kul olan (bilinen)
ilme nisbetleri (ilişkileri)
nisbet-i vâhideden (tek vasıftan)
ibâret olur. Hayât, kudret, irâde gibi sâir umûr-i küllîyye
(diğer
bütünlük kavramları) dahi bu misâle kıyâs (ölçü)
olunsun. /
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
16.10.2001
|