| Ba’dehû,
    biz Hak Teâlâ hakkında, muhakkak onun için “ilim” ve “hayât”
    vardır deriz. Binâenaleyh, Hak Teâlâ “Hayy” ve “Âlim”dir. Ve
    biz melek hakkında dahi muhakkak onun için ilim ve hayat vardır deriz.
    Binâenaleyh o, hayy ve âlimdir. Ve insan hakkında dahi onun için ilim ve
    hayat vardır, deriz. O da hayy ve âlimdir. Ve ilmin hakîkati vâhiddir.
    Hayâtın hakîkati dahi vâhiddir. Ve onların âlim ve hayye nisbeti dahi
    nisbet-i vâhidedir. Ve biz ilm-i Hak hakkında muhakkak o kadîmdir ve
    ilm-i insan hakkında da muhakkak o hâdistir, deriz. İmdi bu hakîkat-i
    ma’kulede izâfet ihdâs eden şeye nazar et! Ve ma’kulât ile mevcûdât-ı
    ayniyye arasında olan bu irtibâta nazar et! İmdi ilim, kendisiyle kaim
    olan kimse üzerine onun hakkında, o âlimdir, denilmeği hükm eylediği
    gibi, onunla mevsûf olan kimse dahi, ilim üzerine, hâdis hakkında hâdis
    ve kadîm hakkında dahi kadîmdir, diye hükm etti. Binâenaleyh, her
    birisi mahkûmun-bih ve mahkûmun-aleyh oldu (11). Ya’nî
    vakit ile mukayyed (bağlı,
    kayıtlı) olmayan vücûd-i Hakk’ta 
    (Hak’ın vücûdunda) “ilim” ve
    “hayât” vardır, deriz. Bu nisbetle (buna
    göre) Hak Teâlâ “Hayy” ve “âlim” olmuş olur. Ve kezâ
    zamanla mukayyed (kayıtlı)
    olmayan melek hakkında da onun ilmi ve hayâtı vardır, deriz.
    İsnâd ettiğimiz (dayadığımız)
    bu nisbetle (sıfatla) o da hayy ve âlim olmuş
    olur. Kezâlik (ayrıcalık)
    vakit ile muvakkat (geçici)
    olan insanın dahi ilmi ve hayâtı vardır, deriz. O da hay ve
    âlim olmuş olur. Halbuki bu âlim ve hayylerin ilimdeki ve hayâttaki
    seviyeleri bir olmamakla beraber, ilim ve hayât sıfatları birer hakîkat-i
    vâhidedir (tek
    hakikâttir). Ve ilmin âlime ve hayyin hayâta nisbeti (ilişkisi)
    dahi, nisbet-i vâhidedir (tek
    ilişkidir).  Ancak,
    kendisine ilim ve hayât emr-i küllîleri (bütünlük
    husûsları, vasıfları) nisbet olunan
    (ilişkili olduğu) mevcûdlardan bu emr-i küllîlere (bütünlük
    husûsu, vasfı) birer hüküm râci’ (münasebeti)
    olur. O hüküm de budur ki, vücûd-i Hak kadîmdir (kıdem
    sahibi, öncesi ve evveli olmayandır) .
    Ve vücûd-i Hak’tan, ilim ve hayât emr-i küllîlerine (bütünlük husûsuna, vasfına) râci’
    (münasebeti) olan
    hüküm dahi “kadîm” hükmü
    (önceden beri mevcût olan hüküm)
    olur. Şu halde, Hakk’ın ilmi ve hayâtı kadîmdir (hep
    mevcût, sonradan olma değildir),  deriz.
    Vücûd-i insan ise hâdistir (sonradan
    olmadır).
    Binâenaleyh (nitekim)
    vücûd-i insandan bu emr-i küllîlere (bütünlük
    husûsuna) raci’ (münasebeti)
    olan hüküm de “hâdis” hükmü
    (sonradan olan hüküm) olur. Bu halde de insanın ilmi ve hayâtı
    hâdistir (sonradan
    olmadır), deriz. Demek ki, umûr-i külliyyenin
    (bütün şeylerin)
    zuhûru mahal (açığa
    çıktığı yer) hasebiyle oluyor ve mahal (yer) onlara bir hüküm veriyor. İmdi
    / ey tâlib-i hakîkat, (hakikâti
    isteyen) basîret gözüyle nazar et (bak)
    ki, birer hakîkat-i ma’kulden (akılla
    idrâk edilebilen hakikâtlerden) ibâret olan ilim ve hayât
    mevcûdâta izâfe olunduğu (mevcut
    olanlara verildiği) vakit, kıdem (sonradan
    var olmayan, hep var olan) ve hudûsü (sonradan
    var olan) nasıl ihdâs etti(var
    oldu) ve ma’dûmâttan (yokluktan)
    ibâret olan ma’kulât ile (akıl
    edilen şeylerle) mevcûdâd-ı ayniyye (benzer
    yaratıkların) arasındaki bu irtibâta (bağlantıya) nazar-ı taaccüb ile (şaşırarak)
    bak! Zîrâ ma’dûm (yok)
    ile mevcûd arasındaki irtibât (bağlantı)
    bir emr-i acîbdir (şaşılacak şeydir).
    Böyle olunca ilim, ilimle kaim (var)
    olan kimse hakkında “âlim” denilmesine hükm ettiği gibi,
    ilim ile mevsûf (vasıflanmış)
    olan kimse dahi, eğer kendisi hâdis (yaratılmış)
    ise, ilim üzerine “hâdis” (sonradan
    olmuş) ve kadîm (önceden hep var ) ise “kadîm”
    denilmesine hükm eyler (karar
    verir).
    Şu halde ilim ile âlimden her birisi hem mahkûmun-bih (hüküm
    veren) ve hem de mahkûmun aleyh (hüküm
    verilen) olmuş olur. Ve
    ma’lûmdur ki bu umûr-i küllîyye, her ne kadar ma’kul ise de, onlar
    ma’dûmetü’l-ayn ve mevcûdetü’l-hükümdür. Nitekim vücûd-i aynîye
    nisbet olundukda onlar, mahkûmun-aleyhtir. Binâenaleyh, a’yân-ı mevcûdede
    hükmü kabûl eder; ve tafsîli ve tecezzîyi kabûl etmez. Zîrâ bu onlar
    üzerine muhâldir. Çünkü umûr-i külliyye, onlar ile her bir mevsûfta,
    zâtı ile zâhirdir. İnsâniyyet gibi, bu nev’-i hâstan her bir şahısta
    taaddüd-i eşhâs ile taaddüd ve tefezzul etmedi ve ma’kul olmaktan da zâil
    olmadı. Ve vaktâki vücûd-i aynîsi olanla vücûd-i aynîsi olmayan arasında
    irtibât sâbit oldu -/ ve o niseb-i ademiyyettir- binâenaleyh mevcûdâtın
    ba’zısının ba’zısına irtibâtı fehm olunmağa akrebtir. Zîrâ alâ-külli-hâl
    onların beyninde bir câmi’ vardır ki, o da vücûd-i aynîdir. Ve
    burada câmi’ yoktur. Ve muhakkak adem-i câmi’ ile irtibât bulundu. Böyle
    olunca câmi’in vücûdu ile irtibât akvâ ve ehaktır (12) Ya’nî
    ma’lûm (bilinen)
    ve muhakkaktır ki, bu hayât ve ilim gibi olan umûr-i külliye (bütün kavramlar) , akıl
    mertebesinde sâbit (var)
    olduklarından, onların hariçte vücûd-i aynîleri (kendi
    vücûtları) yoktur; velâkin hükümleri hâriçte mevcûddur.
    Ve her bir mevcûd-i aynî (kendi
    vücûtları) üzerine hükm ederler. Nitekim bu hayât ve ilim,
    vicûd-i aynî (vücûd)
    sâhibi olan, bi’l-farz (farz
    edelim) Zeyd’e nisbet (ilgili)
    olunduğu ve “Zeyd âlimdir ve hayydır” denildiği vakit,
    onların aleyhine hudûs (sonradan
    meydana gelmek) ile hükm olunur ve Zeydin ilmi ve hayâtı hâdistir
    (sonradan oluşmuştur)
    deriz. Zîrâ bu umûr-i külliyye (bütün
    kavramlar) hâdis (sonradan)
    olan bir mahalle (yere) taalluk etti (ait
    oldu).  Binâenaleyh
    (nitekim) onlar hudûs (sonradan
    olma) hükmü ile mahkûmun-aleyh (hüküm
    verilen) olurlar. Ve bu sûrette de a’yânın muktezâları (kendilerinin
    gereklileri) hasebiyle hükmü kabûl etmiş olurlar. Böyle
    olmakla berâber, bu umûr-i külliyye (bütün
    bu kavramlar) tafsîl (genişletilme) ve tecezzî (bölünme)
    kabûl etmez. Meselâ “Zeyd ile Amr âlimdir” dediğimiz
    vakit, mertebe-i akılda sâbit (var)
    olan ilim mefhûm-i küllîsinin (bir
    kavram bütünü olan ilmin) birer parçaları o mertebeden ayrılarak
    Zeyd’e ve Amr’a taalluk etti (ait oldu) diyemeyiz, çünkü bu muhâldir
    (olmayacak bir
    şeydir).
    Zîrâ, hayât ve ilim ile mevsûf olan (sıfatlanan)
    Zeyd ile Amr’ın her birinde bu hayât ve ilim zâtıyle zâhirdir
    (görülür). Bunun için, onların
    tafsîli (genişletilmesi)
    ve tecezzîsi (bölünmesi)
    gayr-i mümkindir. Meselâ insâniyyeti alalım: İnsâniyyet
    mertebe-i akılda sâbit (var)
    olan bir mefhûm-i küllidir
    (kavram bütünüdür).
     Bu mefhûm (kavram),
    bu nev’-i hâss-ı insânîden (insan ırkında) her bir şahısta sârî
    (yayılmış) ve
    zâhirdir (meydandadır).
    Bu sereyân (yayılma)
    ve zuhûr (meydana
    çıkma) ile berâber, eşhâsın taaddüdü (fertlerin
    çoğalması) ile müteaddid (çoğalmış)
    ve mütefassıl (genişlemiş) olmadı ve bu mefhûm (kavram)
    akıl mertebesinde de zâil (yok)
    olmadı. Ya’nî Zeyd ve Amr, ayrı ayrı iki şahıs olduğu
    halde, her birine insandır diye hükm ederiz. İnsâniyyet her birisinde zâtıyle
    mütehakkık (hakkedilmiş)
    ve zâhir olmakla berâber, iki kısma ayrılmadı ve bunların
    şahıslarının taaddüdü (çoğalması)
    ile müteaddid olmadı (genişletilmedi)
    ve bunların / şahıslarında zâtıyle zâhir olmakla akıl
    mertebesinden dahi zâil (yok)
    olmadı. Ve vücûd-i aynîsi (kendi vücûdu) olan şey ile, niseb-i ademiyyeden (yokluk
    vasfından) ibâret olmasından
    dolayı, vücûd-i aynîsi (kendi
    vücûdu) olmayan umûr-i külliyye (bütün
    kavramlar) arasında irtibât (bağlantı)
    mevcûd olunca, bu irtibâttan şübhesiz mevcûdâtın ba’zısının
    ba’zısına irtibâtı (bağlantısı)
    anlaşılır. Zîrâ, alâ-küllî-hâl (her
    durumda) mevcûdâd arasında onları toplayan ve yekdîğerine (birbirlerine)
    rabt eden (birleştiren) bir şey vardır ki, o
    şey de vücûd-i aynîdir (kendi
    vücûtlarıdır).  Halbûki
    burada, ya’nî emr-i küllî (bütünlük
    vasfı) ile vücûd-i aynî (kendi
    vücûdu) arasında olan irtibâtta (bağlantıda)
    câmi’ (toplayan)
    yoktur. Ve bir câmi’ (toplayan)
    olmaksızın umûr-i külliyye (bütün
    bunlar) ile vücûdâd-ı ayniyye (kendi vücûdu) arasında irtibât vardır. İmdi umûr-i külliyye
    (bütün
    bunlar) ile vücûdâd-ı ayniyye (kendi vücûdu) arasında bir câmi’ (toplayan) olmaksızın irtibât
    bulununca, aralarında bir câmi’ (toplayan)
    bulunan mevcûdâtın yekdîğerine irtibâtı (birbirlerine
    bağlantısı) daha kavî (güçlü)
    ve daha haklı olur. Misâl:
    İnsâniyyet akıl mertebesinde sâbit olan bir emr-i küllîdir (bütünlük kavramıdır) ki, hâriçte
    onun vücûd-i aynîsi (kendi
    bedeni) yoktur. Zîrâ niseb-i ademiyyeden (yokluk
    vasfından) bir nisbettir (vasıftır).
    Fakat bu insâniyyet, Zeyd’in ve Amr’ın şahıslarında zâtıyle
    zâhirdir. Şu kadar ki, Zeyd ile Amr’ın hâriçte vücûd-i aynîleri (kendi
    bedenleri) vardır. Ve insâniyyetin hâriçte vücûd-i aynîsi kendi
    bedeni) yoktur. Halbûki vücûd-i aynî câmi’dir (beden
    toplayıcıdır). Binâeneleyh (nitekim), insâniyyet
    ile Zeyd ve Amr arasında câmi’ (toplanmışlık)
    yoktur, velâkin irtibât (bağlantı)
    vardır. Eğer irtibât (bağlantı)
    olmasa idi, Zeyd ile Amr’a insandır diye hükm edemeyecek
    idik. İmdi bunların arasında vücûd-i aynîden (kendi
    bedeninden) ibâret olan câmi’ (toplayıcılık)
    olmadığı halde irtibât (bağlantı)
    bulununca vücûd-i aynî (kendisi
    beden) sâhibi olan Zeyd ile Amr arasında da irtibât (bağlantı)
    bulunduğuna şüphe yoktur. Zîrâ bu vücûd-i aynî (kendi bedenleri) onları câmi’dir
    (tolayandır). İşte
    hayât, ilim, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin Hakk’ın şuûnât-ı
    Zâtiyye’sinden (Zât’ın fiillerinden) olan ve
    niseb-i ademiyyeden (yokluk
    vasfından) ibâret bulunan umûr-i külliyyeden (bütün
    bunlardan) olduğu ve bunların hâriçte vücûd-i aynîleri (madde
    bedenleri) olmamakla berâber, vücûd-i aynî (madde
    beden) sâhibi olan efrâd-ı insâniyyede (insan
    ırkından) zâtlariyle sârî (yayılmış)
    ve zâhir (açık
    olarak)  bulunduğu
    cihetle, (yönüyle)
    bu umûr-i külliyenin (bütün bu şeylerin) efrâd-ı insâniyye (insan ırkı) arasında irtibâtları
    (bağlantıları)
    sâbit (var)
    ve mütehakkıktır
    (doğruluğu meydana çıkmıştır).
     Diğer taraftan,
    insanın her bir ferdi dahi vücûd-i aynî (kendisi beden) sâhibidir. Ve bu vücûd-i
    aynî (madde
    beden) ise / onları câmi’dir (toplayandır).
    Binâenaleyh (nitekim),
    efrâd (fertler)
    arasında da irtibât der-kârdır
    (aşikârdır).
     Meselâ Zeyd’in vücûd-i
    aynîsi (madde
    bedeni) hâdistir (sonradan yaratılmıştır);
    Amr’ın vücûd-i aynîsi (bedenide)
    de hâdistir (sonradan
    yaratılmıştır). Ve kezâ (ayrıca) Zeyd âlimdir; Amr dahi âlimdir.
    İlim ise Hakk’ın şuûnât-ı Zâtiyye’sinden (Hakk’ın
    fiillerinden) tecezzî kabûl etmeyen (bölünmeyen)
    bir emr-i küllîdir (bütün
    olan bir emirdir).
    Şu halde biz “mertebe-i akılda sâbit olan ilim mefhûm-i küllîsi
    (bölünmez bütün
    bir kavram, manâ olan ilme) Zeyd’de ve Amr’a taksîm edildi
    de mertebe-i akıldaki bu mefhûmdan (kavramdan)
    bir mikdârı eksildi” diyemeyiz. Zîrâ vücûd-i aynî sâhibi
    değildir
    (kendi bedeni yoktur) ki, emr-i küllî (bir
    bütün olan husûs) tecezzî (bölünme)
    ve inkısâm (parçalanma) kabûl etsin. Böyle
    olunca Hakk’ın ilmi ile efrâd-ı insâniyyenin (insan ırkının) ilmi arasında bir
    irtibât (bağlantı)
    vardır. Şu kadar ki, taalluk ettiği (ait olduğu) mahal hasebiyle emr-i küllîye
    bir hüküm lâhık (bağlanmış)
    olur. O da Zeyd ve Amr hâdis (yaratılması
    sonradan) olduğu için, onların ilmi dahi hâdistir, (sonradan
    yaratılmıştır) hükmünden ibârettir. Ve vücûd-i aynî (madde
    bedenli) efrâd-ı insâniyye (insan
    ırkı) arasında bu umûr-i küllîyyeyi (bütün bu şeyleri) câmi’ (toplayan)
    olduğu için, bu câmi’iyyet (toplayıcılık)
    onları yekdîğerine (birbirlerine)
    rabteder (birleştirir).
    Ve bu sûrette de kadîm (sonradan
    olmayan) olan vücûd-i Hak (Hak’kın
    vücûdu) ile, hâdis (sonradan) olan vücûd-i Halk (yaratılmışların
    vücûdu) arasında irtibât (bağlantı)
    sâbit (var) olur. Ve
    şek yoktur ki, muhakkak muhdesin hudûsü ve kendisini ihdâs eden muhdise
    onun / iftikarı, onun kendi nefsinde imkânından nâşî sâbit oldu. İmdi
    onun vücûdu, onun gayrindendir. Böyle olunca o irtibât-ı iftikar ile
    murtabıttır. Ve müstenedün – ileyhin, li-zâtihî vâcibü’l-vücûd,
    kendi nefsiyle vücûdundan ganî, / gayr-i müftekır olması lâ büddür.
    Ve o, bu hâdise kendi zâtiyle vücûdu veren zâttır. Binâenaleyh, ona müntesib
    oldu. Ve vaktâkî li-zâtihî onu iktizâ eyledi, onunla vâcib oldu. Ve
    vaktâki onun istinâdı li-zâtihî kendisinden zâhir olan zâta oldu,
    isim ve sıfâttan her bir şeyden ona nisbet olunan şey de onun sûreti üzerine
    olmasını iktizâ eyledi, vücûb-i zâtîden mâ-adâ. Zîrâ hâdis hakkında
    bu sahîh değildir, eğerçi vâcibü’l-vücûddur; velâkin onun vücûbu,
    kendi nefsiyle değil, kendisinin gayriyledir (13) Ya’nî
    şüphe olunmaz ki, muhdesin (yaratılmış
    olanın) hâdisliği (sonradan
    oluşu) ve muhdesin (yaratılmışın)
    kendi zâtında vücûdu olmadığı cihetle (yönüyle) onu hâdis kılan (sonradan
    yaratan) bir muhdise (yaratana)
    ihtiyâcı sâbit (kesin)
    oldu. Böyle olunca muhdesin (yaratılmışın)
    vücûdu, kendisinin gayrinden (başkasından)
    husûle (meydana) gelmiştir. Binâenaleyh (nitekim),
    muhdes (yaratılmış),
     vücûdda
    kendisinin gayri (başka)
    olan muhdise (yaratana),
     irtibât-ı
    iftikar (şiddetle
    muhtaç olduğu ilişki) ile murtabıttır (bağlıdır). Misâl:
    Buharın zâtı bir derece tekâsüf edince
    (yoğunluk kazanınca) bulut olur. Buharın vücûdu bulutun vücûdundan
    mukaddemdir (öncedir).
    Bulutun vücûdu buhara nazaran hadistir (sonradan
    meydana gelmiştir).  Şüphe
    yoktur ki, bulut kendi zâtında vücûd-i müstakıl (özel bir bedene) sâhibi olmadığı
    cihetle (yönüyle),
    kendisini ihdâs eden (meydana
    getiren) bir muhdise, (yaratana)
    ya’nî buharın vücûduna muhtaçtır. Şu halde muhdes (yaratılmış)
    olan bulutun vücûdu, kendisinin gayri (başka) olan buhar-ı lâtîfin vücûdundan
    husûle gelmiştir (meydana
    gelmiştir).  Binâenaleyh
    (nitekim),
    muhdes (yaratılmış)
    olan bulut, muhdis (yaratan)
    olan buhâr-ı latîfe (şeffaf
    olan buhar) irtibât-ı iftikar (duyduğu
    şiddetli ilişki) ile murtabıttır (bağlıdır).
     İşte
    muhdes (yaratılmış) olan halk-ı kesîfin
    (madde varlıkların)
    kadim olan
    (sonradan yaratılmış olmayan) Hakk-ı latîfe (Hakk’ın nuruna) irtibâtı (ilişkisi)
    bu misâle mutâbıktır
    (uygundur). İmdi
    muhdes (sonradan yaratılmış olan) vücûdda
    muhdise (yaratana)
    müstenid olduğu (dayandığı)
    için, müstenedün-ileyhin (kendisine
    dayanılmış) li-zâtihî (zâtının
    gereği) vâcibü’l-vücûd (varlığının
    kendinden) olması, kendi nefsinde vücûdunda ganî (başkasına
    ihtiyacı) bulunması ve vücûdunun başka bir vücûda müftekır
    (ihtiyacı) bulunmaması
    lâ-büddür (kaçınılmazdır).
     Eğer
    böyle olmasa; ya'nî vücûd-i Hak (Hakk’ın
    vücûdu) kendisinin gayri (başka)
    bir vücûda müftekır (muhtaç) olsa (yumurta tavuktan ve
    tavuk yumurtadan peyd"a oldu) gibi devr (döner) ve (halkın vücûdu Hak'tan
    ve Hakk'ın vücûdu falan şeyden ve falan şeyin vücûdu da falandan
    ilh... çıktı) gibi ilâ-mâ-lâ-yetenâhî (nihayeti
    olmayan) teselsül silsile, zincirleme) lâzım gelir.
    Devr (bir şeyin
    etrafında dönme) ve teselsül zincirleme,
    silsile) ise, emr-i vücûdu (Hakk’ın
    varlığını) bir mebdee îsâl edemeyeceğinden
    (başlangıca ulaştıramayacağından) fâsid (yok)
    olur. Ve müstenedün-ileyh (kendisine
    dayanılmış) bu hâdise, kendi zâtı ile vücûd veren / zâttır:
    Böyle olunca hâdis, (sonradan
    yaratılan) vücûdda, vâcibü'l-vücûd (varlığı
    kendisinden) olan müsterıedün-ileyhe (kendisine dayanılana) müntesib (alâkası)
    oldu. Ve vâcibü'l-vücûd, (varlığı
    kendinden olan) hâdisi (sonradan
    yaratılmışı) kendi zâtı için iktizâ (lâzım) edince, o hâdis (yaratılmış) vâcibü'l-vücûdun (varlığı
    kendinden olanın) vücûdu ile vâcib (zarûri)
    oldu. Zîrâ vâcibü'l-vücûd (varlığı
    kendinden olanın),
    hâdise (yaratılmışa)
    vücûd ifâza etmese
    (vermese),
     zâhir olmaz (meydana gelmez) idi. Binâenaleyh (nitekim),
    hâriçte (dışta)
    zuhûr (meydana
    çıkmak) için, vâcibü'l-vûcûdun (varlığı
    kendinden olanın) hâdise (sonradan
    olana) vücûd ifâza etmesi (vermesi),
    kendisinin iktizâ-yı zâtîsidir. (Zât’ının
    gereğidir) Ve Hz. Şeyh-'ı Ekber (r.a.) Fütûhât-ı
    Mekkiyye'lerinde vücûd hakkında âtîdeki (aşağıdaki)
    îzâhâtı beyan buyururlar: "Ma'lûm olsun ki, emr-i vücûd
     Hak
    ve halktan ibârettir. O emr-i vücûd,
    ya lem-yezel (yok
    olmaz) ve lâ-yezâl (yok
    olmayacak) vücûd-i mahzdır; (Allah’ın
    Zât’ıdır) yâhut lem-yezel (yok
    olmaz) ve lâ-yezâl (yok
    olmayacak) vücûd-i imkân-ı mahzdır (âlem,
    evren) veyâ lem-yezel (yok
    olmaz) ve lâ-yezâl (yok olmayacak) adem-i mahzdır (imkânsız
    olandır).
    Vücûd-i mahz (Allah)
    ezelen ve ebeden adem (yok)
    kabûl etmeyen şeydir. Adem-i mahz (olması imkânsız, düşünülemez) dahi
    ezelen ve ebeden vücûd (varlık)
    kabûl etmeyen şeydir. İmkân-ı mahz (alem,
    evren) ise, ezelen ve ebeden bir sebeple vücûdu ve kezâ bir
    sebeple ademi (yokluğu)
    kabûl eden şeydir. İmdi, vücûd-i mahz ancak Allah'tır, onun
    gayri değildir. Ve adem-i mahz ancak muhâldir (olması
    imkânsız, düşünülemezdir) ve muhâlin (imkânsızın)
    gayri (başkası)
    değildir. Ve imkân-ı mahz (evren)
    ise, ancak âlemden (evrenden)
    ibârettir ve âlemin (evrenden)
    gayri (başkası)
    değildir. Ve âlemin (evrenin)
    mertebesi ise, vücûd-i mahz (Allah)
    ile adem-i mahz (imkânsız olanın) beyninde (arasında)
    vâkı'dir
    (gerçektir)." Vaktâki
    hâdisin (sonradan
    olanın) istinâdı (dayandığı),
    Vâcibü'l-Vücûdun (varlığı kendinden olanın) iktizâ-yı
    zâtîsinden nâşî (Zâtının
    gereğinden dolayı) ,
    o vâcibü'l-vücûddan (varlığı kendinden olandan) zâhir
    olmakla, (meydana
    gelmekle) O'na oldu; ya'nî hâdis, (sonradan olma) zuhûr etmiş (meydana
    çıkmış) olduğu vâcibü'l-vücûda (varlığı
    kendinden olana) istinâd etti (dayandı)
    ; bu istinâd (dayanma),  Vâcibü'l-Vücûd’a
    (varlığı
    kendinden olanın) nisbet (irtibatlı)
    olunan her bir isim ve sıfatta, hâdisin (sonradan
    olmanın) o vâcibü'l-vücûdun (Allah’ın)
    sûreti üzere olmasını iktizâ eyledi (gerektirdi).
    Ya'nî Allah Teâlâ Hazretleri vâcibü'l-vücûddur (mutlak
    varlıktır). İnsan ise hâdistir (sonradan
    yaratılmıştır).
    Vücûd-i insânî zuhûrda (insanın meydana gelmesinde) vâcibü'l-vücûda
    (Allah’a) müsteniddir
    (dayanır) ki,
    bâlâda (yukarıda)
    îzâh olundu. İşte insan bu istinâd (dayanma) sebebiyle Hakk'ın esmâ ve
    sıfâtıyla mevsûm (sıfatlanmış)
    ve muttasıf (vasıflanmış)
    oldu. Meselâ Hak hayât, ilim, sem, 
    basar, kudret, kelâm ve tekvîn sifatlariyle muttasıf; (vasıflanmış)
    ve bu sıfatlardan mütezâhir (görünür)
    olan Hayy, Alîm, Semî', Basîr, Kadîr, Mütekellim ve Mükevvin
    isimleriyle mevsûmdur (vasıflanmıştır).
     İnsan
    dahi bu sıfatlar ile tavsîf (vasıflanmış)
    ve bu isimler ile tevsîm (isimlendirilmiş)
     olunur. Yalnız Vücûb-i Zâtî (Allah’ın
    Zâtı)  müstesnâdır.
    İnsan vücûb-i Zâtî (Allah’ın
    Zâtı) ile tavsîf olunamaz (vasıflandırılamaz),
    çünkü hâdistir. (sonradan
    olmuştur) Ve hâdisin (yaratılmışın)
     vücûb-i zâtî (Allah’ın
    Zâtı) ile ittisâfı (vasıflanması) sahîh (doğru)
    değildir. Vâkıâ hâdis (yaratılmış)
    hadd-i zâtında / vâcibü'l-vücûddur (Allah’ın vücûdudur).
    Zîrâ hâdis, (yaratılmış)
    vâcibü'l-vücûdun (Allah’ın
    vücûdunun) mertebe-i letâfetten (nur
    boyutundan) mertebe-i kesâfete (madde
    boyutuna) tenezzülünden (inişinden)
    başka bir şey olmadığı cihetle (yönüyle)
    onun gayri (başkası)
    değildir. Velâkin, kesîfin (maddenin)
    vücûdu latîfin (nûrun)
    vücûduna muhtaçtır. Binâenaleyh (nitekim),
    hâdisin  vücûbu,
    (yaratılması gereken) nefsiyle (kendi
    kendine) değil, gayrin (başkasının)
    vücûduyla hâsıldır (vardır).
     Ve
    vücûb-i Zâtîde (Allah’ın
    Zât’ında) hâdisin (yaratılmışın)
    kademi (ayağı) yoktur. <Devam
    Edecek> Derleyen
    : Asliye Tavşanlıhttp://sufizmveinsan.com
 23.10.2001
   
      
 |