DÎBÂCE-İ

14.Bölüm


Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinin üç yüz altmış yedinci bâbında (bölümünde) semâvâtta (göklerde) İdrîs (a.s.)a mülâkî olduğu (buluştuğu) hînde (esnada)  sorduğu suâllerden birisi olmak üzere buyururlar ki:

Ya'nî: "Ben İdrîs (a.s.)’a dedim ki, vâkıamda (rüyâmda) tavâfta bir şahıs  gördüm. Bana ecdâdımdan (atalarımdan) olduğunu haber verdi ve ismini söyledi.   Zamân-ı mevtinden (öldüğü zamanı) suâl ettim (sordum). Bana “kırk bin senedir” dedi. Bizim indimizde târîhte takarrur (tarihimize isabet) eden Âdem'in müddetinden (tarihini) sordum. “Hangi Âdem'den suâl ediyorsun? Yakın olan Âdem mi?” dedi. İdrîs (a.s.)   buyurdu ki: “Doğrudur. Ben Allah'ın nebîsiyim ve âlemin müddetini   bilmem. Ve onun cümlesi indinde  tevakkuf ederiz (bekleriz) . Şu kadar var ki, bi'l-cümle hâlikan (bütün yaratılanlar) lem-yezeldir (yok olacaktır), dünyâ ve âhiretçe lâ-yezâldir (bitmeyecektir) . Ve eceller (ölümler) halk (yaratma) hakkında değil, mahlûk hakkında müddetlerin intihâsı (bitmesi) iledir. İmdi halk (yaratma) enfâs (nefesler) ile teceddüd eder (yenilenir). Binâenaleyh (nitekim), biz, bize bildirilmiş şeyi bildik: .............. (Bakara, 2/255)

İdrîs (a.s.)'a dedim ki: “Kıyâmetin zuhûruna (meydana gelmesine) ne kaldı?” Buyurdu ki: ......................... (Enbiyâ, 21/1) “Onun kurbu alâmetlerinden (yakın işaretlerinden) bir alâmeti (işareti) bana ta'rîf buyur” dedim. “Vücûd-i Âdem (insanın bedeni) kıyâmet alâmetlerindendir işaretidir) buyurdu.

Velhâsıl, Zât-ı Mutlak’ın (Allah’ın Zât’ı) cemî'-i merâtibde (bütün mertebelerde) tecellî etmediği (oluşmadığı) bir ân yoktur. Ve onun bu tecelliyâtı (oluşumları) ezelî ve ebedî ve kadîmdir. Ve bir âlemin kıyâmeti kopmakla, hazret-i şehâdiyye (içinde bulunduğumuz âlem) sûretinde olan tecelliyât-ı İlâhiyye (İlâhi oluşumlar) ebeden münkatı' (arkası kesilmiş) olmaz. Kıdem (bâkilik) ve hudûs (yaratılmışlık) arasındaki tekaddüm (öncelik) zamânî değil, belki akılda sâbit (var) olan bir ma'nâ-yı rütebîdir (manâ  ile ilgilidir).  Ey tâlib-i hakîkat (bu hakikati isteyen), bu beyânâtın (açıklamaların) zevkına vâsıl oldun ise (erdi isen) ,  sana bir sırr-ı azîm (büyük bir sır) münkeşif oldu; (açıldı) ve anladın ki, kıyâmet-i kübrâ (büyük kıyamet) haktır / ve vâkı' (gerçek) olacaktır. Ve vücûd-i mümkinât (evren) gayr-i mütenâhîdir (sonsuzdur) ve âhiri (sonu) yoktur.

İmdi, Hakk'ın evveliyyeti (önceliği) , nasıl ki evveliyyet-i mukayyede (önceliği belli bir zamana bağlı) değilse, âhiriyyeti (sonu) dahi öylece âhiriyyet-i mukayyede (sonu da belli bir zamana bağlı) değildir. Belki bize nisbet (göre) olunan emrin küllîsi (bütün husûslar) Hakk'a rücû' ettiği (geri döndüğü) için, Hak "Âhir"dir. Zât-ı Mutlak’ın (Allah’ın), bi'l-cümle taayyünâtın (bütün meydana gelenlerin) mebdei (kaynağı, başlangıç yeri) olduğu için, sâbit olan evyeliyyeti (önceliği) ve bi'l-cümle taayyünâta (bütün oluşumlara) nisbet olunan (kıyaslanan) emrin (husûsun) Zât-ı Mutlak’a (Allah’a) rücû' etmesinden (geri dönmesinden) dolayı onun sâbit olan âhiriyyeti (sonrası),  ıtlâk-ı Zâtîsi (Zât’ının  kayıtsızlığı) üzerine emr-i zâid (Zât’ına ilave) olmayıp emr-i nisbî (kıyaslama husûsu ile) olduğundan, Hak, ayn-ı evveliyyetinde (kendi evvelinde) "Âhir" (sonra) ve ayn-ı âhiriyyetinde  (kendi sonrasında) "Evvel"dir (öncedir).

Ba'dehû, bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini "Zâhir" ve "Bâtın" olmakla vasf eyledi. Binâenaleyh, âlemi, gaybımız ile bâtını, ve şehâdetimiz ile zâhiri idrâk etmemiz için, âlem-i gaybi ve şehâdeti îcâd eyledi. Ve kendi nefsini rızâ ve gazab ile vasf etti: Binâenaleyh âlemi havf ve recâ sâhibi olarak îcâd eyledi. Böyle olunca biz onun gazabından korkarız ve rızâsını recâ ederiz: Ve nefsini "Gemîl" ve "ZÜl-celâl" olmakla vasf etti. Ve bizi' heybet ve üns üzere îcâd eyledi. Ve ona mensûb olan ve onlar ile tesmiye olunan şeylerin kâffesi böyledir. İmdi Hak Teâlâ, âlemin hakâyık ve  müfredâtını câmi' olmasından nâşi, İnsân-ı Kâmil’in halkına teveccüh eylediği bu iki sıfatı  “iki el" ile tâ'bîr buyurdu. Böyle olunca âlem "şehâdet" ve halîfe "gayb"dir. Ve bundan dolayı sultân ihticâb eder. Ve Hak Teâlâ kendi nefsini hucüb-i zulmâniyye ile vasf eyledi ve onlar ecsâm-ı tabîiyyedir. Ve hucüb-i nûrâniyye  ile vasf etti; onlar da ervâh-ı latîfedir. Böyle ölunca âlem, kesîf ile latîf arasındadır. Ve o kendi nefsine ayn-ı hicâbdır. İmdi  âlem, Hakk'ın kendi nefsini idrâk ettiği vech ile Hakk`ı idrâk etmez. Ve ona iftikârı sebebiyle kendi  mûcidinden mütemeyyiz olduğunu bilmekle berâber, hicâb içinde zâil olmaz. Velâkin vücûd-i Hak olan vücûd-i Zâtî’nin vücûbunda âlem için haz yoktur. Binâenaleyh, onu ebeden idrâk edemez. Şu halde Hak Teâlâ bu haysiyyetten, ilm-i zevk ve şuhûd ile gayr-i ma'lûm olmaktan / ebeden zâil olmaz. Zîrâ bunda hâdis için kadem yoktur. İmdi  Allah Teâlâ  Âdem'i ancak teşrîften dolayı "iki el"i arasında cem' etti (16).

Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri ................. (Hadîd, 57/3) -âyet-i kerîmesinde kendi nefsini "Zâhir" (meydanda çıkmakla) ve Bâtın" (gizli, saklı) olmakla vasf etti (vasıflandırdı) .  Çünkü her mertebe Vücûd-i Mutlak’ının (varlığın) tenezzülâtından (inişinden, yoğunlaşmasından) zâhir olmuştur (meydana gelmiştir). Ve her mertebe kendisinden evvelki mertebeye nisbeten (göre) "zâhir" (görülür) ve evvelki mertebe de ona nisbeten (göre) "bâtın" (saklı, gizli) olur. Binâenaleyh (nitekim), Hak Teâlâ eksef (kesif, madde) olan âlemi (evreni) yarattı. Ve âlem (evren) sûret-i İlâhiyye (İlâhi sûret) üzerine mahlûk olmakla, bilcümle merâtibi (bütün mertebeleri) câmi' olduğu (kendinde topladığı) gibi, Âdem (İnsan) dahi sûret-i İlâhiyye (İlâhi sûret) üzerine mahlûk olduğundan bizim gaybimiz, (bilinmeyenimiz) ya'nî havâss-i bâtınemiz (gizli husûsiyetlerimiz) ile bâtını (gizli olanları) ve şehâdetimiz, (gördüklerimizle) ya'nî havâss-i zâhiremizle (beş duyu ile) zâhiri (meydanda olanları) idrâk etmemiz için, âlem-i gaybi (gizli âlemi) ve şehâdeti (madde âlemini) îcâd eyledi (yarattı). Şu halde biz havâss-i zâhiremizle (beş duyu ile) sûver-i kesîfe (madde) olan eşyâyı ve havâss-i bâtınemizle (gizli husûsiyetlerimizle) de suver-i latîfe (şeffaf suretler) olan ma'nâyı idrâk ederiz. Ve bu idrâk dahi isti'dâdât-ı zâtiyyemizin (kendimizde bulunan istidadın) bize verdiği kadar olur. Ve kezâ Hak Teâlâ nefsini rızâ (hoşnutluk, memnunluk)  ve gazab (hiddet, öfke) ile vasf etti; (vasıflandırdı) âlemi de havf (korku) ve recâ (temenni, niyaz) sâhibi olarak îcâd eyledi (yarattı) . Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyurur  ....................... (Haşr, 59/21) ve kezâ: ................................................................ (Ahzâb; 33/72) Binâenaleyh (nitekim) âlemin (evrenin) cüz'ü (bir parçası) olan biz insanlar onun gazabından (hiddetinden) korkarız ve rızâsını (hoşnutluğunu) recâ (temenni) ederiz. Ve kezâ Hak Teâlâ nefsini "Cemîl" ve "Zû-Celâl" olarak vasf eyledi. (sıfatlandırdı) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: .................... .............. (Rahmân, 55/78) ve hadîs-i şerifte ....................... buyrulur. Binâenaleyh (nitekim) biz onun celâliyle heybet (korku ve saygı duygusu içinde) ve cemâliyle üns (ünsiyet, yakınlık) üzerine oluruz.
Ma'lûm olsun ki, "gazab" (hiddet) ve "rızâ" (hoşnutluk) Allah Teâlâ Hazretlerinin iki sıfatıdır ki, ehl-i bidâyet (başlangıç sahipleri) için zâhir olurlar (meydana gelirler). Onların zuhûruyla (meydana çıkmasıyla) ehl-i bidâyette (başlangıç sahipleri) havf (korku) ve recâ (hoşnutluk) zuhûr eder (meydana çıkar). Bu sıfatlara mukâbil (karşılık) olarak,
Celâl ve Cemâl dahi kezâlik (öylece) iki sıfat-ı ilâhiyyedir ki, ehl-i sülûkün (bir mürşidin yardımıyla manevi olgunluğu elde etmek için Allah yolunda yürüyenler) mutavassıtları (aracı olanlar) için zâhir olurlar (görülürler) . Bunların zuhûruyla (meydana çıkmasıyla) ehl-i tavassutta (vasıta olanlar) heybet (korku ve saygı hali) ve üns (yakınlık kurma) ve kabz (elinden tutma) ve bast (sohbet etme) halleri / zâhir olur (meydana gelir) . Kezâlik (öylece) tecellî (oluşumlar) ve istitâr (örtünme) dahi iki sıfat-ı İlâhiyye’dir ki, ehl-i nihâyet (sona erişenler) için zâhir olurlar. Bunların zuhûruyla (meydana gelmesiyle) ehl-i nihâyette (sona varanda) fenâ (yok olma) ve bakâ (bakilik, devamlılık) halleri zâhir olur (görülür) .  İşte i'zâz (aziz olma) ve izlâl (rezil olma) ,  darr (ev, yurt) ve nef’ (fayda) , âtâ (verme, bağışlama) ve men' (men etme) ve ihyâ (hayat verme) ve imâte (öldürme) gibi Hakk'a nisbet (ilgili) olunan ne kadar sıfatlar; ve Muizz ve Müzill, Mâni' ve Mu'tî, ve Muhyî ve Mümît gibi  kendisinin tesmiye olunduğu (adlandırıldığı) ne kadar isimler varsa hepsi böyledir. Her bir sıfatı bizde, bir sıfat-ı infiâliyyeyi (bir fiile maruz kalmakla) ve her bir ismi bir eseri îcâd eder (yaratır) .  İmdi Hak Teâlâ, âlemin (evrenin) rûhânî ve cismânî hakâyıkını (hakikâtlerini) ve eşhâs-ı cüz'iyye (birer parça olan fertler) gibi müfredâtını (ayrıntıları) câmi' (toplayıcı) olan İnsân-ı Kâmil’in halkına, (meydana gelmesine) gazab (hiddet) ve rızâ (hoşnut olma) ve celâl ve cemâl gibi yekdîğerine (birbirlerine) mütekâbil  (karşıt olan) sıfatlar; ve Mâni' ve Mu'tî ve Celîl ve Cemîl gibi kezâ yekdîğerine (bir birlerine) mütekâbil  (karşıt olan) isimler ile teveccüh buyurdu.  Ve tekâbül i'tibâriyle (zıtlıkları yüzünden) ikiye inkısâm eden (bölünen) bu sıfatlara da "iki el" ta'bîr buyurdu (dedi) .  Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: ................................  (Sâd, 38/75) ya'nî "Ey İblîs, iki elimle yarattığım şeye secde ve ser-fürû (itâat) etmekten seni' men' eden şey nedir?" İmdi izlâl ve Müzill ve darr ve Dârr ve men' ve Mâni' gibi sıfât ve esmâ-i celâliyyeye Hakk'ın "sol el"i; ve i'zâz ve Mu'izz, ve nef ve Nâfi', ve atâ ve Mu'tî gibi sıfât ve esmâ-i cemâliyyeye de "sağ el" ta'bîr olunur. Küffâr (küfür) üzerine esmâ-i celâliyye gâlib (üstün) olduğu cihetle (yönüyle) onlara "ashâb-ı şimâl" (sol taraftaki kişiler) ve mü'minîn üzerine esmâ-i cemâliyye gâlib (üstün) olduğundan onlara da "ashâb-ı yemîn (sağ taraftaki kişiler) denir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bayrulur: ............................. (Vâkıa, 56/41) ve ........................ (Vâkıa, 56/28). Münâfikîn ise, celâl ve cemâl arasında hâl-i tezebzübde (karışık durumda) bulundukları ve bu tereddüdden (kararsızlıktan) ayrılamadıkları cihetle (yönüyle) onların makarları (durdukları yerleri, makamları) ehl-i îmân ile ehl-i küfrün makarrları (durdukları yer, makam) tahtında (altında) vâkı (gerçek) olur; ve bu makarr (makam) ise, nârın (ateşin) derk-i esfelidir (en aşağılarıdır).

Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

30.10.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail