Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinin üç yüz altmış
yedinci bâbında (bölümünde) semâvâtta (göklerde)
İdrîs (a.s.)a mülâkî olduğu (buluştuğu)
hînde (esnada) sorduğu suâllerden birisi olmak üzere buyururlar ki:
Ya'nî:
"Ben İdrîs (a.s.)’a dedim ki, vâkıamda (rüyâmda)
tavâfta bir şahıs gördüm.
Bana ecdâdımdan (atalarımdan) olduğunu haber verdi
ve ismini söyledi. Zamân-ı
mevtinden (öldüğü
zamanı) suâl ettim (sordum).
Bana “kırk bin senedir” dedi. Bizim indimizde târîhte
takarrur (tarihimize
isabet) eden Âdem'in müddetinden (tarihini)
sordum. “Hangi Âdem'den suâl ediyorsun? Yakın olan Âdem
mi?” dedi. İdrîs (a.s.) buyurdu
ki: “Doğrudur. Ben Allah'ın nebîsiyim ve âlemin müddetini
bilmem. Ve onun cümlesi indinde tevakkuf
ederiz (bekleriz)
.” Şu
kadar var ki, bi'l-cümle hâlikan (bütün
yaratılanlar) lem-yezeldir (yok
olacaktır),
dünyâ ve âhiretçe lâ-yezâldir (bitmeyecektir)
. Ve eceller (ölümler) halk (yaratma) hakkında değil, mahlûk
hakkında müddetlerin intihâsı (bitmesi)
iledir. İmdi halk (yaratma) enfâs (nefesler) ile teceddüd eder (yenilenir).
Binâenaleyh (nitekim),
biz, bize bildirilmiş şeyi bildik: .............. (Bakara,
2/255)
İdrîs
(a.s.)'a dedim ki: “Kıyâmetin zuhûruna (meydana
gelmesine) ne kaldı?” Buyurdu ki: .........................
(Enbiyâ, 21/1) “Onun kurbu alâmetlerinden (yakın
işaretlerinden) bir alâmeti (işareti)
bana ta'rîf buyur” dedim. “Vücûd-i Âdem (insanın
bedeni) kıyâmet alâmetlerindendir işaretidir)” buyurdu.
Velhâsıl,
Zât-ı Mutlak’ın (Allah’ın
Zât’ı) cemî'-i merâtibde (bütün
mertebelerde) tecellî etmediği (oluşmadığı)
bir ân yoktur. Ve onun bu tecelliyâtı (oluşumları)
ezelî ve ebedî ve kadîmdir. Ve bir âlemin kıyâmeti
kopmakla, hazret-i şehâdiyye (içinde
bulunduğumuz âlem) sûretinde
olan tecelliyât-ı İlâhiyye (İlâhi
oluşumlar) ebeden münkatı' (arkası
kesilmiş) olmaz. Kıdem (bâkilik)
ve hudûs (yaratılmışlık)
arasındaki tekaddüm (öncelik)
zamânî değil, belki akılda sâbit (var)
olan bir ma'nâ-yı rütebîdir (manâ
ile ilgilidir). Ey
tâlib-i hakîkat
(bu hakikati isteyen),
bu beyânâtın (açıklamaların)
zevkına vâsıl oldun ise (erdi
isen) , sana
bir sırr-ı azîm (büyük
bir sır) münkeşif oldu; (açıldı)
ve anladın ki, kıyâmet-i kübrâ (büyük
kıyamet) haktır / ve vâkı' (gerçek)
olacaktır. Ve vücûd-i mümkinât (evren)
gayr-i mütenâhîdir (sonsuzdur) ve âhiri (sonu)
yoktur.
İmdi,
Hakk'ın evveliyyeti (önceliği)
, nasıl
ki evveliyyet-i mukayyede (önceliği
belli bir zamana bağlı) değilse, âhiriyyeti (sonu) dahi öylece âhiriyyet-i
mukayyede (sonu
da belli bir zamana bağlı) değildir. Belki bize nisbet (göre)
olunan emrin küllîsi (bütün
husûslar) Hakk'a rücû' ettiği (geri
döndüğü) için, Hak "Âhir"dir. Zât-ı Mutlak’ın
(Allah’ın),
bi'l-cümle taayyünâtın (bütün
meydana gelenlerin) mebdei (kaynağı,
başlangıç yeri) olduğu için, sâbit olan evyeliyyeti (önceliği)
ve bi'l-cümle taayyünâta (bütün oluşumlara) nisbet olunan (kıyaslanan)
emrin (husûsun)
Zât-ı Mutlak’a (Allah’a)
rücû' etmesinden (geri
dönmesinden) dolayı onun sâbit olan âhiriyyeti (sonrası),
ıtlâk-ı
Zâtîsi (Zât’ının
kayıtsızlığı) üzerine emr-i zâid (Zât’ına
ilave) olmayıp emr-i nisbî (kıyaslama
husûsu ile) olduğundan, Hak, ayn-ı evveliyyetinde (kendi
evvelinde) "Âhir" (sonra)
ve ayn-ı âhiriyyetinde (kendi
sonrasında) "Evvel"dir
(öncedir).
Ba'dehû,
bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini "Zâhir" ve "Bâtın"
olmakla vasf eyledi. Binâenaleyh, âlemi, gaybımız ile bâtını, ve şehâdetimiz
ile zâhiri idrâk etmemiz için, âlem-i gaybi ve şehâdeti îcâd eyledi.
Ve kendi nefsini rızâ ve gazab ile vasf etti: Binâenaleyh âlemi havf ve
recâ sâhibi olarak îcâd eyledi. Böyle olunca biz onun gazabından
korkarız ve rızâsını recâ ederiz: Ve nefsini "Gemîl" ve
"ZÜl-celâl" olmakla vasf etti. Ve bizi' heybet ve üns üzere îcâd
eyledi. Ve ona mensûb olan ve onlar ile tesmiye olunan şeylerin kâffesi böyledir.
İmdi Hak Teâlâ, âlemin hakâyık ve
müfredâtını câmi' olmasından nâşi, İnsân-ı Kâmil’in
halkına teveccüh eylediği bu iki sıfatı
“iki el" ile tâ'bîr buyurdu. Böyle olunca âlem "şehâdet"
ve halîfe "gayb"dir. Ve bundan dolayı sultân ihticâb eder. Ve
Hak Teâlâ kendi nefsini hucüb-i zulmâniyye ile vasf eyledi ve onlar ecsâm-ı
tabîiyyedir. Ve hucüb-i nûrâniyye ile
vasf etti; onlar da ervâh-ı latîfedir. Böyle ölunca âlem, kesîf ile
latîf arasındadır. Ve o kendi nefsine ayn-ı hicâbdır. İmdi
âlem, Hakk'ın kendi nefsini idrâk ettiği vech ile Hakk`ı idrâk
etmez. Ve ona iftikârı sebebiyle kendi
mûcidinden mütemeyyiz olduğunu bilmekle berâber, hicâb içinde zâil
olmaz. Velâkin vücûd-i Hak olan vücûd-i Zâtî’nin vücûbunda âlem
için haz yoktur. Binâenaleyh, onu ebeden idrâk edemez. Şu halde Hak Teâlâ
bu haysiyyetten, ilm-i zevk ve şuhûd ile gayr-i ma'lûm olmaktan / ebeden
zâil olmaz. Zîrâ bunda hâdis için kadem yoktur. İmdi
Allah Teâlâ Âdem'i
ancak teşrîften dolayı "iki el"i arasında cem' etti (16).
Ya'nî
Hak Teâlâ hazretleri ................. (Hadîd, 57/3) -âyet-i kerîmesinde
kendi nefsini "Zâhir" (meydanda
çıkmakla) ve Bâtın" (gizli,
saklı) olmakla vasf etti (vasıflandırdı)
. Çünkü
her mertebe Vücûd-i Mutlak’ının (varlığın)
tenezzülâtından (inişinden, yoğunlaşmasından) zâhir
olmuştur (meydana
gelmiştir).
Ve her mertebe kendisinden evvelki mertebeye nisbeten (göre)
"zâhir" (görülür)
ve evvelki mertebe de ona nisbeten (göre)
"bâtın" (saklı, gizli) olur. Binâenaleyh (nitekim),
Hak Teâlâ eksef (kesif, madde) olan âlemi (evreni)
yarattı. Ve âlem (evren)
sûret-i İlâhiyye (İlâhi
sûret) üzerine mahlûk olmakla, bilcümle merâtibi (bütün
mertebeleri) câmi' olduğu (kendinde
topladığı) gibi, Âdem (İnsan)
dahi sûret-i İlâhiyye (İlâhi sûret) üzerine mahlûk
olduğundan bizim gaybimiz, (bilinmeyenimiz)
ya'nî havâss-i bâtınemiz (gizli
husûsiyetlerimiz) ile bâtını (gizli
olanları) ve şehâdetimiz, (gördüklerimizle)
ya'nî havâss-i zâhiremizle (beş
duyu ile) zâhiri (meydanda olanları) idrâk etmemiz için,
âlem-i gaybi (gizli
âlemi) ve şehâdeti (madde âlemini) îcâd eyledi (yarattı).
Şu halde biz havâss-i zâhiremizle (beş
duyu ile) sûver-i kesîfe (madde) olan eşyâyı ve havâss-i bâtınemizle
(gizli husûsiyetlerimizle)
de suver-i latîfe (şeffaf suretler) olan ma'nâyı idrâk
ederiz. Ve bu idrâk dahi isti'dâdât-ı zâtiyyemizin (kendimizde bulunan istidadın) bize
verdiği kadar olur. Ve kezâ Hak Teâlâ nefsini rızâ (hoşnutluk, memnunluk) ve
gazab (hiddet,
öfke) ile vasf etti; (vasıflandırdı) âlemi de havf (korku)
ve recâ (temenni,
niyaz) sâhibi olarak îcâd eyledi (yarattı)
. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de buyurur .......................
(Haşr, 59/21) ve kezâ:
................................................................ (Ahzâb;
33/72) Binâenaleyh (nitekim)
âlemin (evrenin) cüz'ü (bir parçası) olan biz insanlar
onun gazabından (hiddetinden)
korkarız ve rızâsını (hoşnutluğunu)
recâ (temenni) ederiz. Ve kezâ Hak Teâlâ
nefsini "Cemîl" ve "Zû-Celâl" olarak vasf eyledi. (sıfatlandırdı)
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: .................... ..............
(Rahmân, 55/78) ve hadîs-i şerifte ....................... buyrulur. Binâenaleyh
(nitekim) biz
onun celâliyle heybet (korku
ve saygı duygusu içinde) ve cemâliyle üns (ünsiyet,
yakınlık) üzerine oluruz.
Ma'lûm olsun ki, "gazab" (hiddet)
ve "rızâ" (hoşnutluk) Allah Teâlâ
Hazretlerinin iki sıfatıdır ki, ehl-i bidâyet (başlangıç
sahipleri) için zâhir olurlar (meydana
gelirler).
Onların zuhûruyla (meydana
çıkmasıyla) ehl-i bidâyette (başlangıç
sahipleri) havf (korku) ve recâ (hoşnutluk) zuhûr eder (meydana
çıkar). Bu sıfatlara mukâbil (karşılık)
olarak,
Celâl
ve Cemâl dahi kezâlik (öylece)
iki sıfat-ı ilâhiyyedir ki, ehl-i sülûkün (bir
mürşidin yardımıyla manevi olgunluğu elde etmek için Allah yolunda yürüyenler)
mutavassıtları (aracı olanlar) için zâhir olurlar
(görülürler)
. Bunların
zuhûruyla (meydana
çıkmasıyla) ehl-i tavassutta (vasıta
olanlar) heybet (korku ve saygı hali) ve üns (yakınlık
kurma) ve kabz (elinden
tutma) ve bast (sohbet
etme) halleri / zâhir olur (meydana
gelir) .
Kezâlik (öylece)
tecellî (oluşumlar)
ve istitâr (örtünme)
dahi iki sıfat-ı İlâhiyye’dir ki, ehl-i nihâyet (sona erişenler) için zâhir
olurlar. Bunların zuhûruyla (meydana
gelmesiyle) ehl-i nihâyette (sona
varanda) fenâ (yok
olma) ve bakâ (bakilik,
devamlılık) halleri zâhir olur (görülür)
. İşte
i'zâz (aziz
olma) ve izlâl (rezil
olma) , darr
(ev, yurt) ve
nef’ (fayda)
, âtâ
(verme, bağışlama)
ve men' (men
etme) ve ihyâ (hayat
verme) ve imâte (öldürme)
gibi Hakk'a nisbet (ilgili) olunan ne kadar sıfatlar;
ve Muizz ve Müzill, Mâni' ve Mu'tî, ve Muhyî ve Mümît gibi
kendisinin tesmiye olunduğu (adlandırıldığı)
ne kadar isimler varsa hepsi böyledir. Her bir sıfatı bizde,
bir sıfat-ı infiâliyyeyi (bir
fiile maruz kalmakla) ve her bir ismi bir eseri îcâd eder (yaratır)
. İmdi
Hak Teâlâ, âlemin (evrenin)
rûhânî ve cismânî hakâyıkını (hakikâtlerini)
ve eşhâs-ı cüz'iyye (birer
parça olan fertler) gibi müfredâtını (ayrıntıları)
câmi' (toplayıcı) olan İnsân-ı Kâmil’in
halkına, (meydana
gelmesine) gazab (hiddet)
ve rızâ (hoşnut olma) ve celâl ve cemâl
gibi yekdîğerine (birbirlerine)
mütekâbil (karşıt
olan) sıfatlar; ve Mâni' ve Mu'tî ve Celîl ve Cemîl gibi kezâ
yekdîğerine (bir birlerine) mütekâbil (karşıt
olan) isimler ile teveccüh buyurdu.
Ve tekâbül i'tibâriyle (zıtlıkları
yüzünden) ikiye inkısâm eden (bölünen)
bu sıfatlara da "iki el" ta'bîr buyurdu (dedi)
. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: ................................
(Sâd, 38/75) ya'nî "Ey İblîs, iki elimle yarattığım şeye
secde ve ser-fürû (itâat)
etmekten seni' men' eden şey nedir?" İmdi izlâl ve Müzill
ve darr ve Dârr ve men' ve Mâni' gibi sıfât ve esmâ-i celâliyyeye
Hakk'ın "sol el"i; ve i'zâz ve Mu'izz, ve nef ve Nâfi', ve atâ
ve Mu'tî gibi sıfât ve esmâ-i cemâliyyeye de "sağ el" ta'bîr
olunur. Küffâr (küfür)
üzerine esmâ-i celâliyye gâlib (üstün)
olduğu cihetle (yönüyle)
onlara "ashâb-ı şimâl" (sol
taraftaki kişiler) ve mü'minîn üzerine esmâ-i cemâliyye gâlib
(üstün) olduğundan
onlara da "ashâb-ı yemîn (sağ taraftaki kişiler) denir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bayrulur: ............................. (Vâkıa,
56/41) ve ........................ (Vâkıa, 56/28). Münâfikîn ise, celâl
ve cemâl arasında hâl-i tezebzübde (karışık
durumda) bulundukları ve bu tereddüdden (kararsızlıktan)
ayrılamadıkları cihetle (yönüyle)
onların makarları (durdukları
yerleri, makamları) ehl-i îmân ile ehl-i küfrün makarrları (durdukları
yer, makam) tahtında (altında)
vâkı (gerçek)
olur; ve bu makarr (makam)
ise, nârın (ateşin)
derk-i esfelidir (en aşağılarıdır).
Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
30.10.2001
|