Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: ....................... (Nisâ, 4/145).
/
İmdi mâdemki Hak Teâlâ nefsini "Zâhir" ve "Bâtın"
olmakla vasfetti (vasıflandırdı)
ve ism-i Zâhir'in mazharı (zahir
isminin çıktığı mahal) olmak üzere âlem-i şehâdeti (içinde bulunduğumuz âlem) ve
ism-i Bâtın'ın mazharı (batın
isminin çıktığı mahal) olmak için dahi âlem-i gaybı (gizli,
görünmeyen alemleri) yarattı ve mâdemki insan şehâdeti,
ya'nî cismâniyyeti ile zâhiri; (meydanda
olanı) ve gaybı ya'nî rûhâniyyeti ile bâtını (gizli, görülmeyeni) idrâk ediyor;
şu halde cesed-i müsevvâ (ceset
hükmünde) olan âlem (evren) "şehâdet", ve bu
cesed-i müsevvânın (ceset
durumunda olanın) rûhu olan ve Âdem'den (İnsandan)
ibâret olan halîfe "gayb"dır.
(Gizli, görülmeyendir.)
Zîrâ ma'nâ sûret perdesi arkasında muhtefîdir. (gizlenmiştir.)
Nitekim, bu ma'nâya işâreten cenâb-ı Mevlânâ (r.a.)
buyurur:
Beyt:
(Îzâhan
tercüme) Âdem'in sûret-i cismânîsi (madde
bedeni) olan bu heykel, bu
kalıb bir nikâb (örtü)
ve perdeden ibârettir. Bu sûrete taalluk eden (ait
olan) ma'nâ ki, hakîkat-i insâniyyeden (insanın
hakikâtinden) ibârettir ve bu hakîkat ise, sûret-i İlâhiyye’den
(İlâhi sûretlerden,
manâlardan) ibâret ve "Allah" ism-i câmi'inin mazharıdır
(bütün
isimleri kendinde topladığı mahaldir).
Ka'be-i muazzama ( yüce, ulû kâbe) mazhar-ı ism-i
Zât (Zât’ın
görüldüğü yer, mahal) olmak i'tibâriyle, nasıl ki bi'l-cümle
(bütün) secdelerin
kıblesi olmuş ise, mazhar-ı ism-i Zât (Zât’ın
görüldüğü yer, mahal ) olan bizim hakîkatimiz dahi öylece
secdelerin kıblesidir. Ve bu ma'nâya işâreten Ebu'l-Hasan Harkânî
(r.a.): ....................... ya'nî "Eğer benim hakîkatimi ârif olaydınız, (bilseydiniz)
bana secde ederdiniz" buyurmuştur.
İşte
bu sırdan dolayı, selâtîn-i sûriyye (sultan
olan sûret) kendi teb'asiyle (kendisinde
kendine tâbî olanlarla) dâimâ ihtilât etmeyip (karışmayıp) kendi sarayında
ihticâb eder (oturur,
gizlenir). Hadd-i
zâtında Sultan, sûreti
i'tibâriyle (sûretinden
dolayı),
efrâd-ı reâyâdan (idaresi
altında bulunanlardan) mümtâz (ayrılmış)
değildir. Fakat onda îcâb-ı saltanat (saltanatının
gereği) olarak; bir izzet ve azamet ma'nâları vardır ki, bu
i'tibârla teb'asından (kendisine
tâbî olanlar gerekçesiyle) mümtâzdır (ayrılmıştır)
. Bu
ma'nâlar ise "gayb"dır (bilinmezler).
Ve gayb (bilinmeyen,
görülmeyen) ihticâbı iktizâ eder (gizli,
saklı olandır).
Sûret ma'nâdan münfekk (ayrılmış) olmadığı için, sultânın
sûreti manâsına tebean (uyarak)
ihticâb eyler (gizlenir).
Ve
Hak Teâlâ Hazretleri, kendi nefsini hucüb-i zulmâniyye (zûlüm
perdeleri) ile vasfeyledi (sıfatlandırdı)
ki, onlar, mâddiyyûnun (maddecilerin)
"madde" ta'bîr eyledikleri (dedikleri)
ecsâm-ı tâbîiyyeden (tabiata
mensûp cisimlerden) ibârettir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz
buyururlar: ................................................ ya'nî
"Muhakkak Allah Teâlâ'nın nûrdan ve zulmetten yetmiş bin hicâbı (perdesi)
vardır" / Ve kezâ Hak Teâlâ nefsini hucüb-i nûrâniyye
(nûr perdeleri) ile vasf etti (vasıflandırdı)
ki, onlar da ervâh-ı latîfedir (şeffaf
olan rûhlardır). Şu halde hakîkat-i vücûdu (vücûdun
hakikâtini) madde vâsıtasıyla arayan maddiyyûn (maddeciler), vücûd-i hakîkînin (evrenin)
perdesine (madde
yapısına) ve nikâbına (örtüsüne) yapışmış kalmışlardır.
Ve mertebe-i rûhâniyyette arayan ve ezvâk-ı rûhâniyyeye (rûhûn zevkine) dalan mü'minîn
dahi ayn-ı hâl (kendi
hali) içinde hayrete düşmüşlerdir. Böyle olunca âlem, (evren)
kesîf (yoğunlaşmış
madde) ile latîf (şeffaf, nûr) arasında vâkı' (var)
olmuştur. Ya'nî ma'nâsı i'tibâriyle latîf (şeffaf)
ve sûreti (madde yapısı) i'tibâriyle kesîftir
(maddedir)
. Gerek
latîf ve gerek kesîf (madde)
olan sûretlerde müteayyin olan (görülen)
vücûd-i mutlak-ı Hak'tır (Hakk’ın
vücûdudur) ki, akl-ı kesîfin (rûha
göre kesif olan aklın) idrâk edemeyeceği mertebede eltaftır (en
lâtif olan boyuttur, mertebedir). Ve
âlem-i sûret (evrenin
madde yapısı) ma'nâya ve âlem-i ma'nâ (evrenin ruhu) da âlem-i sûrete (evrenin
madde yapısına) hicabdır (perdedir).
Ta'bîr-i
dîğerle (bir
başka anlatımla) kesîf, latîfin (madde,
ruhun) ve latîf (manâlar) dahi kesîfin (maddenin)
hicâbıdır (perdesidir).
Binâenaleyh
(nitekim) âlemin sûret-i kesîfesi (âlemin
madde sûreti),
sûret-i latifesi (manâları) olan kendi zâtına ve
hakîkatine ayn-i hicâbdır (kendisi
perdedir) . Ve âlem (evren) mâdemki
kendi hakîkatine ayn-ı hicâb (kendisi
perde) oluyor, şu halde Hakk'ın kendi zâtını idrâk ettiği
gibi, âlemin (evrenin)
Hakk'ı idrâk edememesi pek tabii bir hâl olur. Vâkıâ âlem (evren),
vücûdda kendi mûcidine (yaratıcısına)
müftekır (muhtaç) olduğunu ve binâenaleyh (nitekim)
ondan mütemeyyiz (başka,
ayrı) bulunduğunu bilir. Fakat onun bu bilişi, kendini hicâbdan
(perdeden) kurtarmaz.
Bu hâle bizim zevkimiz şâhiddir. Bu adem-i idrâk (insan anlayışı),
vücûd-i Hak'tan (Hakk’ın
vücûdundan) ibâret olan vücûd-i Zâtî’nin vücûbunda,
(gerekli, vacip vücûd olan Zât’ta) âlemin
(evrenin)
hazzı (zevki)
olmamasındandır. Vücûd-i Zâtî’nin vücûbunda (Zât’ın
kendi vücûdunda) âlemin (evrenin)
hazzı ve zevki olmayınca, vâcibü'l-vücûdu (Allah’ın
varlığını) ebeden idrâk edemez. İşte vücûd-i Zâtînin vücûbunda
(Zât’ın
kendi vücûdunda) âlemin (evrenin)
hazzı (zevki)
olmaması haysiyyetiyle (bakımından)
; Hak
Teâlâ ilm-i zevk (ilim
yoluyla, zevkiyle) ve şuhûd (görmek)
ile gayr-i ma'lûm (bilinmez) olmaktan ebeden
zâil (yok)
olmaz. Zîrâ âlem hâdistir (evren
yaratılmıştır). Ve hâdisin (yaratılmışın) vücûb-i zâtî (Zât)
mertebesine adım atabilmesi kâbil (mümkün)
değildir. Eğer vücûb-i Zâtî (Zât)
mertebesine kadem (ayak)
bâsmış olsa, buz gibi eriyip taayyünü (varlığı)
kalmaz. Ve sıfat-ı hudûs (sonradan
yaratılmış olan sıfatları) kendisinden zâil (yok)
olur. Ve o vakit "müdrik" (idrak
eden) ve "müdrek" (idrak
edilen) ve "idrâk" nisbetleri (sıfatları)
şey-i vâhid (tek
şey) olup vücûb-i Zâtî (Zât)
mertebesinde muzmahil (yok)
olur. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret
buyurulur......................................... İşte "Rabb'ini görüyor
musun?" suâline cevâben Cibrîl (a.s.) Rabb'isi ile kendi arasında
hicâb-i zulmânî (zulûm
perdeleri) olduğunu beyân buyurup (açıklayıp)
yetmiş bin hicâb-ı nûrânî
(nûr perdeleri) olduğunu ve bu hicâbât-ı
nûrâniyye (nûr
perdeleri) kalkmış olsa, kendi taayyün-i nûrânîsinin (nur
olan oluşumunun) muzmahil (yok)
olacağını ifâde eylemiştir. Zîrâ cenâb-ı Cibrîl dahi hâdistir
(yaratılmıştır)
. Ve hâdisin (yaratılmışın) vücûb-i Zâtîye
(vacip olan Zât’a)
bir adım atabilmesi mümkin değildir. İmdi Hak Teâlâ
Hazretleri, ancak teşrîf (şereflendirme)
ve ta'zim (saygı)
için, Âdem`i, (evrensel
boyuttaki İnsan’ı) "iki
el" ile ta'bîr buyurduğu (anlattığı)
sıfât-ı mütekâbilesi (zıt
sıfatlar) arasında cem' (toplayıcı)
etti. Ve Âdem (evrensel
boyuttaki İnsan) bu sebeple mazhar-ı Celâl ve Cemâl (Celâl
ve Cemâl sıfatlarının açığa çıktığı yer) oldu. Zîrâ
Âdem'in (evrensel
boyuttaki İnsan) sûret-i İlâhiyye (Allah’ın
sureti) üzere olan hakîkati
mir'ât-ı (hakiki
aynası) Cemâl-i İlâhîdir. (Allah’ın
Cemâl sıfatıdır) Ve cismâniyyetinden ibâret olan sûret-i
kevniyyesi (madde
boyutu olan evren ise) ,
bu mir'âtın (aynanın)
perdesi ve hicâbı (örtüsü) olduğundan, mazhar-ı
Celâl'dir (celâl
sıfatını açığa çıktığı mahaldir)
Ve
işte bunun için Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle halk ettiğim şeye
ser-fürû etmekten seni men' eden şey nedir?" buyurdu. Halbuki o; sûret-i
âlem ile sûret-i Hak'tan ibâret olan iki sûret arasında ancak onun
ayn-i cem'idir: Ve onlar da Hak Teâlâ'nın yedidir. Ve İblîs âlemden
bir cüz'dür. Onun için bu cem'iyyet hâsıl olmadı. Ve bundan dolayı Âdem
halîfe oldu: İmdi eğer onu istihlâf ettiği şeyde, onu istihlâf edenin
sûretiyle zâhir olmaya idi, halîfe olmaz idi. Ve eğer onda, üzerlerine
istihlâf olunduğu reâyânın taleb ettiği şeyin kâffesi mevcûd
olmasaydı, onlar üzerine halîfe olmaz idi. Zîrâ onların
istinâdı onadır. Böyle olunca muhtâcün-ileyh olan şeyin kâffesi
ile kâim olması lâ-büddür. Ve yoksa onların üzerine halîfe değildir.
Bu takdirde hilâfet ancak İnsân-ı kârail için sahîh oldu. İmdi onun
sûret-i zâhiresini hakâyık-ı âlemden ve onun sûretinden inşâ
eyledi. Ve sûret-i bâtınesini de Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ
etti: Ve bunun için onun hakkında: "Ben onun sem'i ve basarı
olurum" dedi. Ve onun "ayn"ı ve "üzn"ü olurum
demedi Şu halde iki sûret arasını tefrîk etti (17).
Ya'nî
Âdem cem'iyyet-i ilâhiyye (bütün
ilâhileri kendinde toplaması) ile müşerref olduğu için, Hak
Teâlâ İblîs'e: "İki elimle, ya'nî sıfât ve esmâ-i Celâliyye (Celâl)
ve Cemâliyye’mle (Cemâl
sıfatlarımla) halk eylediğim (yarattığım)
Âdem'e secde ye ser-fürû (itâat)
etmekten seni men' eden şey nedir?" diye hitâb (konuştu)
ve itâb eyledi (tersledi). Halbuki o "iki el" ile Âdem'i
halk etmek (yaratmak), birisi âlemin (evrenin
madde yapısı), diğeri Hakk'ın
sûreti (evrenin
ruhu) olmak üzere iki sûret arasında, ancak Âdem'i cem'
etmenin (toplamanın) aynıdır. Zîrâ Hakk'ın
sûreti, esmâ-i İlâhiyye (İlâhi
isimler) ve sıfât-ı Rabbâniyye (Rabbani
sıfatların) hey'et-i mecmûasının (hepsinin
toplamının) sûretidir. Ve bu esmâ ve sıfât müessir (tesir
edici, etken) ve fa'âl (çalışır)
olduğu cihetle (yönüyle) Hakk'ın "veren
eli"dir; ve âlemin sûreti
(evrenin madde bedeni) ise, âlem-i kevnde (evrenin
madde boyutunda) ne kadar sûretler var ise hepsinin hey'et-i
mecmûasıdır (hepsinin
toplamıdır). Ve suver-i kevniyye (evrenin
madde yapısı) müteesir (tesiri
kabul eden, edilgen) ve münfail (pasif)
olduğu cihetle, Hakk'ın "alan eli"dir.
Nitekim âyet-i kerîmede
buyrulur:...................................... (Tevbe, 9/104) Ve İblîs
eczâ-yı âlemden (evrenin
parçalarından) bir cüz' (parça)
olduğu cihetle (yönüyle),
Âdem'deki (İnsandaki)
cem'iyyet (toplayıcılık)
onda yoktur. Zîrâ İblîs'in bâtını olan "Mudill"
ismi esmâ-i Celâliyye’den (Celâl
esmasından) olduğu gibi, zâhiri (dış
görünüşü) olan neş'et-i unsuriyyesi (meydana getiren unsurlar) dahi havâdan
ibâret olan müvellidü'l-humûza (oksijen)
ile tekevvün eden (oluşan) nârdır (ateştir). Binâenaleyh
(nitekim) onun
eczâ-yı unsuriyyesi (madde
yapısı) nâr (ateş) ile havâdır. Ve onun cüz'-i
a'zamı (büyük
bir parçası) olan nâr (ateş)
ise, mezâhir-i Celâliyye’ dendir. (Celâl’in
çıktığı mahaldir) Şu halde İblîs zâhiren (bedenen)
ve bâtınen (rûhen) mazhar-ı Celâl (Celâl’in
görüldüğü yer) olduğundan yed-i şimâl (sol
el) olan Sıfat-ı Celâliyye ile
(Celâl sıfatıyla meydana gelmiş) mahlûktur. Bu sebeple İblîs'in
hakîkati olan ism-i Mudill ıdlâl (şaşırtma),
hîle, küfür, cühûd (inkâr), hıkd (kin) ve hâsed gibi sıfâtı hâizdir
(sahiptir).
Ve neş'et-i unsuriyyesi (kendisini
meydana getiren unsûrlar) olan nâr (ateş)
dahi isti'lâ (üstün
gelme), kibir, tasallut (sataşma)
ve ceberût (kibir) gibi sıfât-ı kahriyyeyi (kahredici
sıfatları) iktizâ eder (gerektirir).
Âdem'e (İnsan’a)
gelince onun bâtını (rûhû) "Allah" ism-i şerîfi
olduğu ve bu ism-i a'zam Celâl'i ve Cemâl'i bi'l-cümle esmâyı (Celâl
ve Cemâl bütün esmayı) câmi' bulunduğu (kendinde
topladığı) gibi, onun zâhiri (bedeni)
olan neş'et-i unsuriyyesi (kendisini
meydana getiren unsurlar) dahi mezâhir-i Celâliyye’den (Celâl
sıfatının göründüğü yer) olan nâr (ateş)
ile havâdan ve mezâhir-i Cemâliyye’den (Cemâl
sıfatının göründüğü yer) olan mâ' (su)
ile türâbdan (topraktan)
mürekkebdir (birleşiktir).
Binâenaleyh
(nitekim),
onun hakîkati olan "Allah" isminde ism-i Mudill (delâlete
sevk eden) ve zâhirinde nâr (ateş)
mündemic olduğu (bulunduğu) cihetle (yönüyle),
bâlâda
(yukarda) zikr olunan sıfât-ı mezmûmeyi
(beğenilmeyen
sıfatlara) hâvî (sahip)
olduğu gibi, "Hâdî" (doğru
yolu gösteren) ism-i şerîfinin muktezâsı (gereği) olan hidâyet, istikâmet,
îmân, ikrâr (tasdik
etme),
kabûl, teveddüd (sevgi,
dostluk) ve hayır-hâhlık (hayırseverlik)
gibi sıfâtı ve neş'et-i unsuriyyesinin (meydana
getiren unsurlar) cüz'-i a'zamı (büyük
bir parçası) olan mâ' (su)
ile türâbın (toprağın)
muktezâsı (gereği)
olan tezellül (kendini hor ve hakîr gösterme),
tevâzu', adem-i tasallut (sataşmanın
olmaması) ve hilim (yumuşaklık)
gibi sıfât-ı hamîdeyi (beğenilen
sıfatları) şâmildir (kapsamına
almıştır). Eğer Âdem'de
yed-i şimâlin (sol
elin) ahkâmı (hükümleri) olan sıfât-ı İblîsiyye
(İblîs’e
ait sıfatlar) gâlib (üstün)
olursa, kendisi ashâb-ı şimâlden (sol
tarafın sahipleri) olup "el-cinsü
maa'l-cins" îcâbınca mahall-i Celâl (celâl yeri) olan cehenneme ve eğer
yed-i yemînin (sağ
elin) ahkâmı (hükümleri)
olan sıfât gâlib (üstün) olursa mahall-i Cemâl (Cemâl
yeri) olan cennete dâhil olur (girer).
Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyurulur:
............................................
(Şûrâ, 42/7), /
Beyt:
(Tercüme)
"Eğer senin evsâf (sıfatların)
ve ahlâkın iyi olursa, ey iyi huylu, sekiz cennet sensin. Ve eğer
sıfât-ı zemîmenin (beğenilmeyen sıfatlara) giriftârı
(düşkün) oldun
ise, cehennem de sensin, azâb-ı ebedî de sensin. Cihanda her kimin ahlâk-ı
hamîdesi (beğenilen
huyları) varsa, o kimsenin cânı esrâr-ı Hakk'ın mahzeni
olur. Cehennemin mayası nedir? Kötü ahlâktır. Kötü ahlâk râh-ı
Hakk'ın (Hak
yolunun) seddi (engel)
ve mâni'idir. Ey oğul, ahlâk ve evsâfın kâffesi (sıfatların hepsi) ,
her zaman birtakım sûretlerde temessül eder (şekle,
sûrete girer). Onlar, sana
ba'zan nâr (ateş)
ve ba'zen nûr; ba'zan da cehennem ve ba'zan cennetler ve hûrîler
sûretinde görünür. Eğer ayne'l-yakîn sâhibi isen benim bu söylediğim
şeylerin istidlâl (akıl
yürüterek) ve taklîd tarîkından (taklit
etme yoluyla) değil, belki keşif cihetinden (Allah’ın
bildirmesiyle) olduğunu anlarsın."
İşte
İblîs Âdem'de, (insanda)
böyle bir cem'iyyet (toplayıcılığa)
hâsıl (sahip) olduğunu ve kendisinde bu
cem'iyyetin (toplayıcılığın)
bulunmadığını bilmedi. Âdem'i (insanı)
dahi kendi hâline kıyâs edip (kendisiyle
karşılaştırıp) secde ve ser-fürû (itâat)
ile emr olundukda, bâtınının (rûhûnun)
ve zâhirinin (bedeninin)
iktizâsına tebean (gereğine
uymaya) istikbâr etti (kendini
büyük gördü). Ve
kendi taayyünü (oluşumu)
ile Âdem'in (insanın)
hakîkatinden mahcûb (perdeli) olduğu için, Hak Teâlâ
onu verâ-yı hicâba (huzurundan)
tard etti (kovdu)
. Zîrâ
/ İblîs'in muktezâsı (İblis’e
lazım olan) bu idi. Hak Teâlâ Hazretleri hakîm-i mutlaktır;
hükmünü mahalline vaz' eder (yerine getirir) ve hükmünde aslâ
kimseye zulm (eziyet)
etmez.
Şu
hakîkat ma'lûm olsun (bilinsin) ki, bâlâda (yukarıda)
birçok mahallerde (yerlerde)
dahi îzâh olunduğu (açıklandığı)
üzere, kisve-i taayyüne (oluşum
elbisesine) bürünen vücûd-i vâhid-i Hak'tan (tek
vücûd sahibi olan Hak’tan) gayrisi (başkası)
değildir. Bu taayyün (meydana
gelen beden) dediğimiz perde, müteayyîn olan (meydana çıkan) vücûd-i Hak üzere
(Hakk’ın vücûdundan) istilâ edip (kendini
üstün görerek) onu setr eder. (örter)
Maahâzâ (bununla
beraber), bu taayyün (oluşum)
perdesinin sebâtı (kalıcılığı) yoktur.
............................. (Kasas, 28/88) âyet-i kerîmesinde
işâret buyrulduğu vech (yönü) ile vücûd-i Hakk'ın nûru,
ânen-fe-ânen (git
gide) bu perdeleri yırtar. Şu halde taayyün
(meydana
gelen beden) Zât-ı Hakk'a nazaran (göre)
"mel'ûn" (lânetlenmiş)
ve "matrûd" (kovulmuş)
olur. Ey tâlib-i irfân (irfanı
isteyenler),
eğer sen bu taayyün (oluşum)
perdesinin arkâsında Hakk-ı müteayyini (meydana çıkanı Hakk’ı) müşâhede
edersen (görürsen),
hakîkati hicâbda (Hakk’ı
perde arkasından) müşâhede etmiş (görmüş)
olursun. Ve seni "ben, ben" demeğe sevk eden şey, ancâk
taayyününden (oluşumundan,
beden olmandan) ibârettir.
Gülşen-i
Râz'dan
beyt:
(Tercüme)
"O hakîkat ki, taayyün (meydana
gelmesi) ile muayyen (belli)
oldu, sen o hakîkate, esnâ-yı
tekellümünde (konuşma
esnasında) "ben" dedin."
İmdi
bu perdenin sebât üzere (kalıcı)
olmadığını
yakînen bildin ise, artık "ben, ben" diyecek mecâlin
(gücün) kalmaz. Ve eğer bu taayyün
(beden) perdesinin
arkasında vücûd-i müteayyin (oluşmuş,
beden olmuş) olan Hakk'ı müşâhede etmezsen (görmezsen),
taayyün (bedenin)
ile hicâba düşersin (perdelenirsin). Ve kendi taayyünün (oluşumun)
kendi nefsine hicâb (perde)
olur.
Gülşen-i
Râz'dan beyt:
(Tercüme)"Âlemin
taayyünleri (evrendeki
oluşumlar) senin üzerine târîdir (sende
görülür) . İşte
bundan dolayı şeytan gibi; "Benim gibi kim vardır?” dersin.
Ve
böyle olan kimse, bu taayyünle (oluşumuyla,
bedenle) Zât-ı Hak'tan mel'ûn (lânetlenmiş)
ve matrûd, (kovulmuş) olup müteayyin (açık)
ve muhtecib (örtülü)
olan ayn-ı vâhideyi (kendindeki
tekliği) ebeden (asla) müşâhede edemez (göremez).
A'mâl-i
hasenesi (yaptığı
iyilikler) sebebiyle cennete dâhil olsa bile, taayyünât-ı cinâniyye
(cennetlik oluşumu, yaratılması)
ile Hak'tan mahcûb (perdeli)
olup, bunlarla meşgûl olur:
Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
30.10.2001
|