İşte
Âdem'in halîfe olmasının sebebi, "iki el" ta'bîr olunan (denilen) sıfât mütekâbile-i İlâhiyye
(biribirlerine
karşıt iki İlâhi sıfat) ile mahlûk olmasındandır. İmdi
Âdem, eğer Hakk'ın istihlâf (halife)
ettiği âlemde ve eczâ-yı âlemde (evrenin
kısımlarında), kendisini istihlâf
(halife)
eden Hakk'ın sûreti ile zâhir olmasa (görülmese)
idi, onda hilâfete (halifeliğe)
istihkâk tezâhür edip
(hak kazanıp) ; halîfe olmaz idi. Ve eğer Âdem'de (İnsanda), üzerlerine istihlâf (halife)
olunan reâyânın (halkın),
ya'nî âlemin (evrenin)
ve eczâ-yı âlemin (evrenin
kısımlarının, parçalarının) taleb ettiği (istediği) şeyin kâffesi (hepsi)
mevcûd olmasaydı, âlem üzerine halîfe olmaz idi. Zîrâ
âlemin istinâdı (dayanağı)
halîfeyedir (halifeliktir) . Binâenaleyh
âlem (evren) ve
eczâ-yı âlem (evrenin
kısımları) neye muhtâç ise, halîfe olan Âdem (İnsan) onların kâffesiyle kâim
olmak hepsiyle
var olmayı) iktizâ eder (gerektirir)
. Ve
eğer âlemin (evrenin) muhtâç olduğu şeyler
bulunmasa, Âdem'de (İnsanda)
hilâfet (halifelik) sâbit (var)
olmaz. Zîrâ âciz olan bir kimse, kendi gibi âciz olan diğer
bir kimsenin ihtiyâcını te'mîn edemez. Bu takdirce hilâfet, sûret-i İlâhiyye
(Allah’ın sûreti) üzere mahlûk
olmak i'tibâriyle, bi'l-cümle cüz'iyyât-ı âlemi (evrenin
bütün parçalarını) câmi' (kendinde
toplamış) olan İnsân-ı Kâmil için sahîh (doğru)
oldu. Böyle olunca Hak Teâlâ, İnsân-ı Kâmil’in sûret-i
zâhiresini (dış,
madde bedenini) hakâyık-ı âlemden (evrenin
hakikâtlerinden) ve hakâyık-ı âlemin (evrenin
hakikât) sûretlerinden inşâ etti (yaptı).
Ve sûret-i bâtınesini de (rûh
sûretini de) .............................. muktezâsınca (lazım
oldğu gibi), Allah
Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ eyledi (yaptı)
. Ve
İnsân-ı Kâmil’in bu vech (yönü) ile inşâsından (yapısından)
dolayı, onun hakkında hadîs-i kudsîsinde: "Ben onun
sem'i (işiteni) ve basarı (göreni)
olurum" dedi. Ve onun sûret-i cismâniyyesinden (madde
bedeninden) olan "gözü ve kulağı olurum" demedi. Ve
böyle buyurmakla sûret-i bâtıne (rûhunu) ve zâhiresi (beden)
arasını tefrik etti (ayırdı)
. Zîrâ
sem' (işitmek)
ve basar (görmek)
sûret-i bâtınedendir (rûhun
sûretidir) .
Ve sem'iyyet (işitmek)
ve basariyyet (görmek) Hakk'â isnâd olunur
(dayandırılır). Velâkin, göz ve kulak Hakk'a / muzâf kılınmaz (ait olmaz). Cisim ve cismâniyyet hâdisin (sonradan
yaratılanın) ve müteayyinin (oluşanın,
yaradılanın) şânıdır. Zât-ı Hak ise hudûs (sonradan
yaratılmaktan) ve taayyünden (oluşmaktan)
münezzehdir (arı, beri, temizdir).
Ve
bunun gibi, o, âlemden her bir mevcûd da,
bu mevcûdun hakîkatinin taleb ettiği kadardır. Velâkin, halîfe
için mecmû' olan şey, bir ahad için yoktur. Böyle olunca, ancak mecmû'
ile fâiz oldu. İmdi eğer Hakk'ın mevcûdâtta sûretle sereyânı olmaya
idi, âlem için vücûd olmaz
idi. Nitekim, o hakâyık-ı ma`kule-î külliyye olmasa idi, mevcûdât-ı
ayniyyede bir hüküm zâhir olmaz idi. Ve
bu hakîkatten, âlemin kendi vücûdunda Hakk'a iftikârı sâbit
oldu (18).
Ya'nî
Allah Teâlâ'nın sûreti Âdem'de (İnsan
sûretinde) külliyyet (bütünlük) ve cem'iyyet (kendisinde
toplayıcılık vasfı) üzere zuhûr ettiği (meydana çıktığı) gibi, âlemin
cüz'ünden (parçasından)
her bir mevcûdda, bu mevcûdun hakîkatinin isti'dâdı (kendindeki
potansiyel), Hakk'ın kendisinde ne kadar zuhûrunu (meydana
getirmesini) taleb etmiş (istemiş)
ise, Hakk'ın zuhûru (çıkışı) o mevcûdda o kadardır.
Eczâ-yı âlemden (âlemin
kısımlarından) hiçbir mevcûdda halîfe için olan cem'iyyet (toplayıcılık
vasfı) yoktur. Zîrâ halîfenin isti'dâd ve kâbiliyyeti,
kendisinde kâffe-i esmâ'-i İlâhiyye’nin (İlâhi
esmanın hepsini) fiilen zuhûruna (çıkmasına)
müsâid olacak kadar geniştir. Mevcûdât-ı sâirenin (diğer
varlıkların) isti'dâdında bu vüs'at (genişlik)
ve kâbiliyyet yoktur. Binâenaleyh (nitekim)
Âdem (İnsan),
sûret-i
Hak'la (Hak’ın
sûretiyle) sûret-i âlem (âlem
sûretinin) / cem'iyyetini hâiz olduğu (toplamını
taşıdığı) için,
hilâfete (halifeliğe)
nâil oldu. İmdi eğer Zât-ı Mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın
varlığı) sûret-i İlâhiyyesiyle (İlâhi
sûretlerle) mevcûdâtta (varlıklarda)
sereyânı (yayılması)
olmaya idi, âlemin vücûdu (evren)
olmaz idi. Zîrâ Zât-ı Hak vâcibü'l-vücûd (var
olması gereken tek vücût) ve âlem (evren)
mümkinü'l-vücûddur (olabilir vücûttur).
Ve mümkinin vücûdu ise, bâlâda (yukarda)
îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûd (varlık)
ile adem (yokluk)
arasında vâki'dir (gerçektir,
vardır). Binâenaleyh (nitekim)
eğer Hakk-ı latîf, mertebe-i kesâfete (koyu
olan mertebeye) bi't-tenezzül (inmesi),
mevcûdât-ı mümkinede (olması
mümkün olabilir varlıklarda) esmâsı sûretiyle (yoluyla) müteayyin (görünür)
olmasaydı, bu mevcûdât-ı mümkine (evrende
var olanlar) ademde (yoklukta) kalır idi. Nitekim eğer
hayât, ilim, sem', basar ve irâde ve kudret gibi mertebe-i akılda sâbit (akıl
mertebesinde var) olan hakâyık-ı külliyye (bütün
hakikâtler) olmaya idi, bu hakâyık-ı külliyyenin (bütün
bu hakikâtlerin) mevcûdât-ı ayniyyede (var olan hakikâtte) birer hükmü zâhir
olmaz (meydana
çıkmaz) idi. Umûr-i külliyyenin (bütünle
ilgili husûsların) vücûdât-ı ayniyyeye (tek
hakikâte) irtibâtı (bağlantısı)
bâlâda (yukarda)
tafsîl olunmuş (açıklanmış)
idi. İşte Hakk'ın mevcûdâtta (var
olanlarda) sûretle sereyânı (bu
şekilde yayılması) hakîkatinden dolayı, âlemin vücûd
iktisâ etmesinde, (vücûda
bürünmesi) Hakk'a iftikâr (muhtaç)
ve ihtiyâcı sâbit oldu. Demek ki, vücûd-i mümkin (evrenin yapısında) hakâyık-ı
ma'kûle-i (akılla
anlaşılır olan hakikâtler) külliyyeye (bütüne) merbût (bağlanmış) olduğu gibi vücûdda
dahi Hakk'a merbûttur. (bağlıdır) Zîrâ bir şeyin mertebe-i kesâfeti (madde
mertebesi) mertebe-i letâfetine merbûttur; (bağlıdır)
ve vücûdda ona muhtâçtır.
Şiir:.......................
İmdi
hepsi müftekırdir; küllîsi müstağnî değildir. İşte bu haktır ki
biz dedik; ve kinâye etmedik (19).
Ya'nî
gerek Hak ve gerek âlem yekdîğerine (bir
birlerine) müftekırdır (muhtaçtır);
her birisi yekdîğerinden (bir diğerinden) müstağnî (lüzûmsuz)
değildir. Âlemin Hakk'a iftikârı (muhtaç
oluşu),
bâlâda (yukarıda)
îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûddadır.
Ve Hakk'ın âleme iftikârı (muhtaç
oluşu) ise, vücûdda olmayıp esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyesinin
âlemin mazharında (evrenin
çıkış mahallinde) fiilen zuhûrundadır
(meydana çıkmasındadır).
Hâce Hâfız Şîrâzî
(k.a.s.) bu iftikârı (muhtaç
olmayı) bir beytinde "iştiyâk" (şiddetle
arzu etmek) ile ta'bîr buyurmuştur. (açıklamıştır)
Beyt-i şerîf şudur:..............................
Tercüme:
"Ma'şûkun sâyesi, (sevgilinin
gölgesi) âşık üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûdda
ona muhtaç ve müftekır (fakir)
idik. O da zuhûrda bize müştâk (şiddetle
isteyen) idi."
İmdi
Hakk'ın bize iftikârı (muhtaç
oluşu),
gayre iftikâr (kendinden
başkasına muhtaç olduğu) zannolunmasın. Bu iftikâr (muhtaç
oluş) O’nun esmâsı arasındaki nisebden (sıfatlardan) bir nisbettir (sıfattır).
Onun ism-i Bâtın'ı, (batın
esması) zuhûrda (meydana
çıkmasında) ism-i Zâhir'ine (Zâhir
esmasına) müftekırdır (muhtaçtır).
Bizler ise Hakk'ın ism-i Zâhir'inin mazharıyız (Zâhir esmasının göründüğü yerleriz),
İşte
bizim açık söylediğimiz ve kinâye etmediğimiz (dolaylı
söylemediğimiz) bu kavl (deyiş)
haktır.
İmdî
eğer sen Ganî'yi zikredersen; ki onun iftikârı yoktur; binâenaleyh
bizim kavlimiz ile murâd ettiğimiz şeyi muhakkak bilirsin (20).
Ya'nî
eğer sen, Hak Teâlâ Hazretlerinin Zâtı i'tibâriyle (Zât’ından dolayı) ganî (zengin)
olup; hiçbir şeye muhtaç olmadığını zikredersen, (söylersen)
bu takdîrce sen bizim bâlâdaki (yukarıdaki)
beyt-i şerîfte ............... ya'nî "Gerek Hak ve gerek
âlem yekdîğerine (birbirlerine)
müftekırdir" (muhtaçtır)
kavlimizden (sözümüzden)
ne ma'nâyı murâd ettiğimizi bilirsin; ve anlarsın ki, bizim
Hak hakkında beyân ettiğimiz (açıkladığımız)
iftikar (muhtaçlık),
onun aslâ Zât’ına taalluk etmez (ait
değildir). Belki
bu taalluk-ı iftikâr (muhtaçlıkla
ilgili ilişki) ancak esmâ ve sıfât i'tibâriyledir: Beyt-i Şerîfteki
............ sîğasında (düşüncesinde)
şurrâh-ı kirâm (şerh eden, açıklamasını yapan zatlar)
: “İki
i'tibâr vardır; birisi "muhâtab" (kendisine
hitap edilen) diğeri "nefs-i mütekellim"dir, (nefsinden
konuşanlardır) diyorlar” Muhâtab (hitap
edilen) i'tibâr olunursa (kabul
edilirse),
suâl-i mukadderin (sorulmuş sorunun) cevâbı olur.
Ya'nî gûyâ bir sâil (soru
soran) çıkıp der ki: Ey hazret, sen Hakk'ı da müftekır (muhtaç)
mevkı'ine vaz' ettin (koydun)
; bu
nasıl olur? Halbuki, Allah Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'inde:
.................................... (Ankebût, 29/6) buyurur. İşte bu
beyt-i şerîf buna cevap olur. Eğer nefs-i mütekellim (nefisten
konuşmuş) olursa, beyt-i şerîf
evvelki beyt-i şerîfin îzâhı (açıklaması)
olur./
Binâenaleyh
hepsi, hepsine merbûttur. Şu halde ondan onların infisâli yoktur. Benim
dediğim şeyi benden alın! (21).
Ya'nî
gerek küll (bir
bütün) olan Hak ve gerek o küllün (bütünün) bi'l-cümle suver-i esmâiyyesinden
(bütün esma
sûretlerinden) ibâret olmakla küll (bir bütün) olan âlem (evren)
yekdîğerine (birbirlerine)
merbûttur (bağlanmıştır).
Onların o irtibâttan aslâ infisâli (ayrılması)
yoktur. Benim: "Hak, Rubûbiyyetini (esmalarını)
ızhâr etmek (çıkarmak, göstermek) için âleme
(evrene) merbûttur
(bağlıdır)
) ve âlem (evren)
dahi vücûdda Hakk'a müftekırdır (Hak’ın
vücûduna muhtaçtır). Binâenaleyh
(nitekim) bu
husûsta tarafeynin (iki
tarafta) yekdîğerine (birbirlerine) iftikârı sâbittir"(ihtiyacı
vardır) dediğim sözü
benden ahz (alın)
ve zabt edin (tutun)!
Zîrâ
bu söz, ehl-i felsefenin (felsefe
yapanların) hükümleri gibi mahsûl-i istidlâl (bir
şeye dayanarak elde edilmiş mahsul) değil, belki keşf tarîkıyla
(keşf
yoluyla) söylenmiştir.
Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
19.11.2001
|