DÎBÂCE-İ

16.Bölüm


İşte Âdem'in halîfe olmasının sebebi, "iki el" ta'bîr olunan (denilen) sıfât mütekâbile-i İlâhiyye (biribirlerine karşıt iki İlâhi sıfat) ile mahlûk olmasındandır. İmdi Âdem, eğer Hakk'ın istihlâf (halife) ettiği âlemde ve eczâ-yı âlemde (evrenin kısımlarında), kendisini istihlâf  (halife) eden Hakk'ın sûreti ile zâhir olmasa (görülmese) idi, onda hilâfete (halifeliğe) istihkâk tezâhür edip (hak kazanıp) ;  halîfe olmaz idi. Ve eğer Âdem'de (İnsanda), üzerlerine istihlâf (halife) olunan reâyânın (halkın), ya'nî âlemin (evrenin) ve eczâ-yı âlemin (evrenin kısımlarının, parçalarının) taleb ettiği (istediği) şeyin kâffesi (hepsi)  mevcûd olmasaydı, âlem üzerine halîfe olmaz idi. Zîrâ âlemin istinâdı (dayanağı) halîfeyedir (halifeliktir) .  Binâenaleyh âlem (evren) ve eczâ-yı âlem (evrenin kısımları) neye muhtâç ise, halîfe olan Âdem (İnsan) onların kâffesiyle kâim olmak hepsiyle var olmayı) iktizâ eder (gerektirir) . Ve eğer âlemin (evrenin) muhtâç olduğu şeyler bulunmasa, Âdem'de (İnsanda) hilâfet (halifelik) sâbit (var) olmaz. Zîrâ âciz olan bir kimse, kendi gibi âciz olan diğer bir kimsenin ihtiyâcını te'mîn edemez. Bu takdirce hilâfet, sûret-i İlâhiyye (Allah’ın sûreti) üzere mahlûk olmak i'tibâriyle, bi'l-cümle cüz'iyyât-ı âlemi (evrenin bütün parçalarını) câmi' (kendinde toplamış) olan İnsân-ı Kâmil için sahîh (doğru) oldu. Böyle olunca Hak Teâlâ, İnsân-ı Kâmil’in sûret-i zâhiresini (dış, madde bedenini) hakâyık-ı âlemden (evrenin hakikâtlerinden) ve hakâyık-ı âlemin (evrenin hakikât) sûretlerinden inşâ etti (yaptı). Ve sûret-i bâtınesini de (rûh sûretini de) .............................. muktezâsınca (lazım oldğu gibi),  Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ eyledi (yaptı) . Ve İnsân-ı Kâmil’in bu vech (yönü) ile inşâsından (yapısından) dolayı, onun hakkında hadîs-i kudsîsinde: "Ben onun sem'i (işiteni) ve basarı (göreni) olurum" dedi. Ve onun sûret-i cismâniyyesinden (madde bedeninden) olan "gözü ve kulağı olurum" demedi. Ve böyle buyurmakla sûret-i bâtıne (rûhunu) ve zâhiresi (beden) arasını tefrik etti (ayırdı) . Zîrâ sem' (işitmek) ve basar (görmek) sûret-i bâtınedendir (rûhun sûretidir) . Ve sem'iyyet (işitmek) ve basariyyet (görmek) Hakk'â isnâd  olunur (dayandırılır).  Velâkin, göz ve kulak Hakk'a / muzâf kılınmaz (ait olmaz). Cisim ve cismâniyyet hâdisin (sonradan yaratılanın) ve müteayyinin (oluşanın, yaradılanın) şânıdır. Zât-ı Hak ise hudûs (sonradan yaratılmaktan) ve taayyünden (oluşmaktan) münezzehdir (arı, beri, temizdir).

Ve bunun gibi, o, âlemden her bir mevcûd da,  bu mevcûdun hakîkatinin taleb ettiği kadardır. Velâkin, halîfe için mecmû' olan şey, bir ahad için yoktur. Böyle olunca, ancak mecmû' ile fâiz oldu. İmdi eğer Hakk'ın mevcûdâtta sûretle sereyânı olmaya idi, âlem için  vücûd olmaz idi. Nitekim, o hakâyık-ı ma`kule-î külliyye olmasa idi, mevcûdât-ı ayniyyede bir hüküm zâhir olmaz idi. Ve  bu hakîkatten, âlemin kendi vücûdunda Hakk'a iftikârı sâbit oldu (18).

Ya'nî Allah Teâlâ'nın sûreti Âdem'de (İnsan sûretinde) külliyyet (bütünlük) ve cem'iyyet (kendisinde toplayıcılık vasfı) üzere zuhûr ettiği (meydana çıktığı) gibi, âlemin cüz'ünden (parçasından) her bir mevcûdda, bu mevcûdun hakîkatinin isti'dâdı (kendindeki potansiyel), Hakk'ın kendisinde ne kadar zuhûrunu (meydana getirmesini) taleb etmiş (istemiş) ise, Hakk'ın zuhûru (çıkışı) o mevcûdda o kadardır. Eczâ-yı âlemden (âlemin kısımlarından) hiçbir mevcûdda halîfe için olan cem'iyyet (toplayıcılık vasfı) yoktur. Zîrâ halîfenin isti'dâd ve kâbiliyyeti, kendisinde kâffe-i esmâ'-i İlâhiyye’nin (İlâhi esmanın hepsini) fiilen zuhûruna (çıkmasına) müsâid olacak kadar geniştir. Mevcûdât-ı sâirenin (diğer varlıkların) isti'dâdında bu vüs'at (genişlik) ve kâbiliyyet yoktur. Binâenaleyh (nitekim) Âdem (İnsan),  sûret-i Hak'la (Hak’ın sûretiyle) sûret-i âlem (âlem sûretinin) / cem'iyyetini hâiz olduğu (toplamını taşıdığı) için, hilâfete (halifeliğe) nâil oldu. İmdi eğer Zât-ı Mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın varlığı) sûret-i İlâhiyyesiyle (İlâhi sûretlerle) mevcûdâtta (varlıklarda) sereyânı (yayılması) olmaya idi, âlemin vücûdu (evren) olmaz idi. Zîrâ Zât-ı Hak vâcibü'l-vücûd (var olması gereken tek vücût) ve âlem (evren) mümki­nü'l-vücûddur (olabilir vücûttur). Ve mümkinin vücûdu ise, bâlâda (yukarda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûd (varlık) ile adem (yokluk) arasında vâki'dir (gerçektir, vardır). Binâenaleyh (nitekim) eğer Hakk-ı latîf, mertebe-i kesâfete (koyu olan mertebeye) bi't-tenezzül (inmesi), mevcûdât-ı mümkinede (olması mümkün olabilir varlıklarda) esmâsı sûretiyle (yoluyla) müteayyin (görünür) olmasaydı, bu mevcûdât-ı mümkine (evrende var olanlar) ademde (yoklukta) kalır idi. Nitekim eğer hayât, ilim, sem', basar ve irâde ve kudret gibi mertebe-i akılda sâbit (akıl mertebesinde var) olan hakâyık-ı külliyye (bütün hakikâtler) olmaya idi, bu hakâyık-ı külliyyenin (bütün bu hakikâtlerin) mevcûdât-ı ayniyyede (var olan hakikâtte) birer hükmü zâhir olmaz (meydana çıkmaz) idi. Umûr-i külliyyenin (bütünle ilgili husûsların) vücûdât-ı ayniyyeye (tek hakikâte) irtibâtı (bağlantısı) bâlâda (yukarda) tafsîl olunmuş (açıklanmış) idi. İşte Hakk'ın mevcûdâtta (var olanlarda) sûretle sereyânı (bu  şekilde yayılması) hakîkatinden dolayı, âlemin vücûd iktisâ etmesinde, (vücûda bürünmesi) Hakk'a iftikâr (muhtaç) ve ihtiyâcı sâbit oldu. Demek ki, vücûd-i mümkin (evrenin yapısında) hakâyık-ı ma'kûle-i (akılla anlaşılır olan hakikâtler) külliyyeye (bütüne) merbût (bağlanmış) olduğu gibi vücûdda dahi Hakk'a merbûttur. (bağlıdır) Zîrâ bir şeyin mertebe-i kesâfeti (madde mertebesi) mertebe-i letâfetine merbûttur; (bağlıdır) ve vücûdda ona muhtâçtır.

Şiir:.......................

İmdi hepsi müftekırdir; küllîsi müstağnî değildir. İşte bu haktır ki biz dedik; ve kinâye etmedik (19).

Ya'nî gerek Hak ve gerek âlem yekdîğerine (bir birlerine) müftekırdır (muhtaçtır); her birisi yekdîğerinden (bir diğerinden) müstağnî (lüzûmsuz) değildir. Âlemin Hakk'a iftikârı (muhtaç oluşu), bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûddadır. Ve Hakk'ın âleme iftikârı (muhtaç oluşu) ise, vücûdda olmayıp esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyesinin âlemin mazharında (evrenin çıkış mahallinde) fiilen zuhûrundadır (meydana çıkmasındadır).  Hâce Hâfız Şîrâzî (k.a.s.) bu iftikârı (muhtaç olmayı) bir beytinde "iştiyâk" (şiddetle arzu etmek) ile ta'bîr buyurmuştur. (açıklamıştır) Beyt-i şerîf şudur:..............................

Tercüme: "Ma'şûkun sâyesi, (sevgilinin gölgesi) âşık üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûdda ona muhtaç ve müftekır (fakir) idik. O da zuhûrda bize müştâk (şiddetle isteyen) idi."

İmdi Hakk'ın bize iftikârı (muhtaç oluşu), gayre iftikâr (kendinden başkasına muhtaç olduğu) zannolunmasın. Bu iftikâr (muhtaç oluş) O’nun esmâsı arasındaki nisebden (sıfatlardan) bir nisbettir (sıfattır). Onun ism-i Bâtın'ı, (batın esması) zuhûrda (meydana çıkmasında) ism-i Zâhir'ine (Zâhir esmasına) müftekırdır (muhtaçtır). Bizler ise Hakk'ın ism-i Zâhir'inin mazharıyız (Zâhir esmasının göründüğü yerleriz),  İşte bizim açık söylediğimiz ve kinâye etmediğimiz (dolaylı söylemediğimiz) bu kavl (deyiş) haktır.

İmdî eğer sen Ganî'yi zikredersen; ki onun iftikârı yoktur; binâenaleyh bizim kavlimiz ile murâd ettiğimiz şeyi muhakkak bilirsin (20).

Ya'nî eğer sen, Hak Teâlâ Hazretlerinin Zâtı i'tibâriyle (Zât’ından dolayı) ganî (zengin) olup; hiçbir şeye muhtaç olmadığını zikredersen, (söylersen) bu takdîrce sen bizim bâlâdaki (yukarıdaki) beyt-i şerîfte ............... ya'nî "Gerek Hak ve gerek âlem yekdîğerine (birbirlerine) müftekırdir" (muhtaçtır) kavlimizden (sözümüzden) ne ma'nâyı murâd ettiğimizi bilirsin; ve anlarsın ki, bizim Hak hakkında beyân ettiğimiz (açıkladığımız) iftikar (muhtaçlık), onun aslâ Zât’ına taalluk etmez (ait değildir).  Belki bu taalluk-ı iftikâr (muhtaçlıkla ilgili ilişki) ancak esmâ ve sıfât i'tibâriyledir: Beyt-i Şerîfteki ............ sîğasında (düşüncesinde) şurrâh-ı kirâm (şerh eden, açıklamasını yapan zatlar) : İki i'tibâr vardır; birisi "muhâtab" (kendisine hitap edilen) diğeri "nefs-i mütekellim"dir, (nefsinden konuşanlardır) diyorlar” Muhâtab (hitap edilen) i'tibâr olunursa (kabul edilirse), suâl-i mukadderin (sorulmuş sorunun) cevâbı olur. Ya'nî gûyâ bir sâil (soru soran) çıkıp der ki: Ey hazret, sen Hakk'ı da müftekır (muhtaç) mevkı'ine vaz' ettin (koydun) ; bu nasıl olur? Halbuki, Allah Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'inde: .................................... (Ankebût, 29/6) buyurur. İşte bu beyt-i şerîf buna cevap olur. Eğer nefs-i mütekellim (nefisten konuşmuş) olursa, beyt-i şerîf  evvelki beyt-i şerîfin îzâhı (açıklaması) olur./

Binâenaleyh hepsi, hepsine merbûttur. Şu halde ondan onların infisâli yoktur. Benim dediğim şeyi benden alın! (21).

Ya'nî gerek küll (bir bütün) olan Hak ve gerek o küllün (bütünün) bi'l-cümle suver-i esmâiyyesinden (bütün esma sûretlerinden) ibâret olmakla küll (bir bütün) olan âlem (evren)  yekdîğerine (birbirlerine)  merbûttur (bağlanmıştır). Onların o irtibâttan aslâ infisâli (ayrılması) yoktur. Benim: "Hak, Rubûbiyyetini (esmalarını) ızhâr etmek (çıkarmak, göstermek) için âleme (evrene) merbûttur (bağlıdır) ) ve âlem (evren) dahi vücûdda Hakk'a müftekırdır (Hak’ın vücûduna muhtaçtır).  Binâenaleyh (nitekim) bu husûsta tarafeynin (iki tarafta) yekdîğerine (birbirlerine) iftikârı sâbittir"(ihtiyacı vardır)  dediğim sözü benden ahz (alın) ve zabt edin (tutun)!  Zîrâ bu söz, ehl-i felsefenin (felsefe yapanların) hükümleri gibi mahsûl-i istidlâl (bir şeye dayanarak elde edilmiş mahsul) değil, belki keşf tarîkıyla (keşf yoluyla) söylenmiştir.

Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

19
.11.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail