İmdi
muhakkak sen, cesed-i Âdem neş'esinin hikmetini bildin; ben onun sûret-i
zâhiresini murâd ederim. Ve muhakkak rûh-i Âdem neş'esini de bildin,
ben onun sûret-i bâtınesini murâd ederim. Binâenaleyh, o Hak ve halktır.
Ve onun rütbesini de bildin. O da onunla
hilâfete müstehak olduğu mecmû'dur.
/ Böyle olunca Âdem, kendisinden bu nev'-i insânî halk olunan nefs-i vâhidedir.
O da Hak Teâlâ`nın kavlidir: "Ey nâs, sizi Nefs-i Vâhide’den
halk eden ve ondan onun zevcesini yaradan ve her ikisinden ricâl-i kesîri ve nisâyı bess eyleyen
Rabb'inizden ittikâ edin!" (Nisâ, 4/1} İmdi ...................
kavli, sizden zâhir olan şey'ı Rabb'inize vikâye edin. Ve sizden bâtın
olan şeyi ki, o sizin Rabb'inizdir, kendinize vik'aye edin, demektir. Zîrâ
emr, zemm ve hamddir. Binâenaleyh siz, zemmde vik'aye olun ve onu hamdde
kendinize vikâye edin ki, âlimlerin üdebâsı olasınız . (22).
Ya'nî
sen bâlâdaki (yukarıdaki)
îzâhâttan (açıklamalardan),
Âdem'in cesed'i (İnsanın
bedeni) olan sûret-i zâhiresinin (görülen
sûretlerinin, bedenlerinin) hakâyık-ı (hakikâtleri)
âlemden (evrenden)
ve onun sûretlerinden inşâ olunduğunu (yapıldığını)
ve bunun hikmeti dahi; Âdem (İnsan)
âlemde halîfe ittihâz (tasarlanmış)
olunup bu halîfenin, âlemin muhtâç olduğu şeyin kâffesi (hepsi)
ile kâim (var)
olması lâzım gelmesinden ibâret bulunduğunu bildin. Ve kezâ
Âdem'in rûhu olan sûret-i bâtınesini de Hak Teâlâ Hazretlerinin kendi
sûreti üzere inşâ edip (yapıp)
onun sem'i (konuşanı)
ve basarı (göreni)
olduğunu bildin. Ve kezâ Âdem'in (insanın)
hilâfetten (halifelikten) ibâret olan rütbesini
de bildin ki, o rütbe, Hak Teâlâ hazretlerinin
Zâhir ve Bâtın isimlerinin taht-ı hîtasında (idaresi
altında) bulunan bi'l-cümle (bütün)
esmâ cem'iyyetinden (esmayı
toplamış olmasından) ibârettir; ve Âdem, bunların hey`et-i
mecmûasını (bütün
hepsini) câmi' olduğu (kendinde topladığı) için, hilâfete
(halifeliğe) müstehak
olmuştur. Âdem zâhiri ve bâtını câmi' (kendinde
toplamış) olunca, kendisinden bu nev'-i insânî halk olunan (çeşitli
insanı yaratan) Nefs-i Vâhide (tek
nefis) olmuş olur.
Misâl:
Elimize bir şeftâli alalım. Bu Nefs-i Vâhide’ den (tek
nefisten) ibâret bir meyvedir. Çekirdeği, bâtını ve içi ve
eti, zâhiri ve dışıdır. Demek ki bu şeftâli, zâhiri ve bâtını câmi'dir
(kendinde
toplamıştır):
Onun çekirdeğini arza (toprağa) dikip terbiye ettiğimizde
bir şeftâli ağacı çıkar. Çekirdek bâtın ve ağaç zâhir olur. Ve ağaçta
binlerce şeftâli peydâ olur ki, her bir şeftâli zâhir ve bâtını câmi'
(kendinde
toplamış) bulunur. İşte o elimize aldığımız bir şeftâliden
alâ-vechi't-teselsül (zincirleme,
silsile olarak) nâmütenâhî (sonsuz
sayıda) ağaçlar ve şeftâliler / zuhûra gelir. İşte bu misâle
mutâbık (karşılık)
olarak, Hak Teâlâ Âdem'den (İnsan’dan)
bu nev'i (çeşit)
insânı halk eyledi (yarattı).
Bunun delîli dahi' Hak Teâlâ Hazretlerinin:
.................................................................... (Nisâ,
4/1) kavl-i şerîfidir ki, metnin tercümesinde ma'nâ-yı münîfi (yüce
manâsı) beyân olundu
(açıklandı).
Hilkat-i
Âdem (İnsanın
yaratılması) hakkında ehl-i kitâb (kitap inmiş olanlar) ile maddiyyûn
(maddeciler) arasında
ihtilâf (anlaşmazlık)
vardır. Ehl-i kitâb, Âdem'in (İnsanın)
sûret-i zâhiresi (dış yapısı) olan cesedinin kırk
günde tesviye buyrularak; rûh nefh olunduğunu (üflendiğini) ve ba'dehû (daha
sonra) onun dıl'-i
eyserinden (sol kaburga kemiğinden) zevcesi (eşi)
olan Havvâ'nın halk edildiğini (yaratıldığını)
ve sonra sâdır olan (çıkan)
zelleleri (günahları)
hasebiyle arza ihbât olunduklarını
(yeryüzüne indirildiğini) beyân ederler (açıklarlar)
ki; kütüb-i münzelenin (inzâl
olunan kitapların) ibârât-ı-zâhiresinden (yazılarından)
böyle anlaşılır.
Maddiyyûn
(maddeciler) ise,
hilkat-i âlemin (evrenin
yaratılmasının) kavâid-i tekâmüliyyeye (tekâmül, gelişme kaidelerine) müstenid
(dayanmış) olduğunu
ve küre-i arzın (dünyanın)
ibtidâ sehâb-ı muzi (başlangıçta
parlak bulutlar) hâlinde tekevvün edip (var
olduğunu) ba'dehû (daha
sonra) buhâr-ı nârî (ateşten buhar), sonra da mâyi'-i nâr (kaynar
sıvı) hâline geldiğini ve ondan sonra da tasallub ederek (sertleşerek)
milyonlarca seneler sonra rûy-i arzda (yeryüzünde)
nebâtât (bitki
çeşidinin) bittiğini ve yüz binlerce sene sonra nebâtâtın
envâ'ı (çeşitli
bitkilerin) tedrîcen (yavaş yavaş) tekemmül ede ede
hayvânât-ı ibtidâiyye (ilk
hayvanlar) olan zevâhıf (sürüngenler) zuhûr eylediğini (meydana
geldiğini) ve zevâhıf tekemmül-i (sürüngenlerin
gelişmesi) tedrîcî (aşaması)
ile memeli hayvanlar şekline inkılâb ettiğini (dönüştüğünü)
ve sinîn-i vefireden (uzun
seneler) sonra bu hayvânâtın dahi tekemmül ederek (gelişerek)
nesnâsa (maymuna) tebeddül eylediğini (dönüştüğünü)
ve nesnâsın (maymunun)
tekemmülünden (gelişmesinden)
dahi ibtidâî insanlar (ilk
insanlar) zuhûra geldiğini ve bu ibtidâî insanların (ilk
insanların) ale't-tedrîc (yavaş, yavaş) tekemmül ederek bugünkü
mertebeyi ihrâz eylediklerini (elde
ettiklerini) tedkîkât-ı müstehâsâttan (fosilleri
incelemelerine) istidlâlen (dayanarak)
beyân edip (açıklayıp) Hâlık'ı
Peygamber’i (Peygamber’i
yaratanı), dîni inkâr eylerler.
Ve derler ki: "İnsanın kendisinde ebedî bir rûh tasavvur etmesi (düşünmesi)
hubb-i enâniyyetten (benliklerini
sevmelerinden) mütevellid (ileri
gelen) bir keyfiyyettir. Bu enâniyyete (benliğe)
o kadar merbûttur (bağlıdır)
ki, kendi ecdâdı (ataları)
olan hayvânâtta böyle bir rûh tasavvurunu (düşüncesini)
zihnine sığdıramaz. Ve kendisini hayvânât ve nebâtât ve
ma'deniyyâttan (madenlerden)
bu husûsta mümtâz (ayrılmış)
görür." Halbuki bâlâda (yukarıda)
görüldüğü üzere, hayat, ilim, sem' ilh... hakâyık-ı ma'küleden
(akılla bilinen hakikâtlerden) olup
onların hâriçte vücûdu
(madde bedeni) yoktur. Onların hükmü zâhir olmak (meydana
çıkmak) için mevcûdât-ı ayniyyeye lüzûm
vardır. Binâenaleyh (nitekim),
hayât bir emr-i küllî-i ma'k'uledir (bölünmez
parçalanmaz bütün olan bir kavramdır) ki,
hükmü cemî'-i mevcûdâtta (bütün
varlıklara) sârîdir (yayılmıştır) . Şu kadar ki, her bir mevcûdun taayyünü (oluşması) bu hayâtın zuhûruna (meydana
çıkmasına) müsâid değildir. Hayât, cemâdâtta (madenlerde)
gayr-i mahsüs (hissedilmez) nebâtâtta mahsüs (beş
duyu ile hissedilebilir),
hayvânâtta zâhir (görülür) ve ahsen-i takvîm üzere
(en güzel sûrette bir) mahlûk olan / insanda ise azhardır (en açık şekilde görülür). Şu
halde inde'l-muhakkıkîn (hakikâte
erenlerin yanında),
efrâd-ı- mevcûdâttan (var olanlardan) her bir ferd (kişi)
zî-rûhdur (rûh sahibidir). Zîrâ her birisi bir ismin mazharıdır
(görüldüğü
yerdir) ve o isim onun Rabb-i hâssı (kendisine hükmeden isimdir) ve rûhudur
ve onun müdebbiri (idâre
edicisi) olan bu isim, zâta delâleti (işareti)
hasebiyle kâffe-i esmâyı câmi'dir (esmanın
hepsini toplamıştır). O
mevcûdun (varlığın) "Hayy"
isminden dahi nasîbi vardır. Velâkin, bu ismin hükmü ba'zısında bâtın
(gizli) ve
ba'zısında zâhirdir. (görülür)
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkate işâreten
buyrulur:............................................
........................... (İsrâ, 17/44) İmdi her bir şey Hakk`ı tesbîh
etmek için zî-rûh (rûh
sahibi) olmak lâzımdır. Ehl-i hicâb (perdeli olanlar) onların tesbîhlerini
işitmez ve bilmezler. Velâkin hicâb-ı taayyünden halâs (oluşmalardan
kaynaklanan perdelenmelerden kurtulmuş) olan ehl-i keşf (keşif
sahipleri) sem'-i (konuşan)
rûh ile onların nutuklarını (konuşmalarını)
işitirler. Bu husûstaki tafsîlât (açıklama)
Fass-ı Hûdî'de ve
diğer faslarda (bölümlerde)
gelecektir. Mâdemki her bir mevcûdun hakîkati, mazhar (mahal,
yer) olduğu isimdir ve isim ise müsemmânın (isimlendirilenin) aynıdır; şu
halde o mevcûdun sûreti (bedeni) fenâ-pezîr (yok
kabûl edilmiş) olsa da, hakîkati bâkîdir (kalıcıdır)
. Bu
husûstaki tafsîlât dahi Fass-ı Yûnusî'dedir.
Binâenaleyh (nitekim)
hilkat-i Âdem (insanın
yaratılması) keyfiyyeti maddiyyûnun (maddecilerin)
tedkîkâtırıa mutâbık (incelemelerine
karşılık) olsa dahi, Hakk'ı, Peygamber’i, dîni inkâr
etmek için hiçbir sebep yoktur. Bu inkâr, onların vehm ile meşûb (karışık) olan nazar-ı aklîlerinin
(akıllarıyla
değerlendirmelerinin) hükmü iktizâsındandır (gereğindendir). Yazık ki hicâb-ı enâniyyetleri (kendi
benliklerinin kendilerine perde oluşu) sâikasıyla (sebebiyle) Peygamber'e tebaiyyetten (uymaktan)
istikbâr edip (kibirlenip)
şikeste (kırık
dökük olan) ve beste (donmuş) olan ukûl-i cüz'iyyelerine
(cüzi akıllarına)
mağrûren (güvenip
aldanan) ,
sûret-i insâniyyede (insan
sûretinde) mevcûd olmak gibi bir ni'metin kadrini bilmezler. Ey
tâlib-i ma'rifet (marifet
isteyen), bu
fırsat eline bir def’a geçer. Kibir ve gurûr ve isti'lâ (üstün gelme) gibi huzûzât-ı
nefsâniyyeye (nefsinin hoşlandığı şeylere) tâbi'
olup (uyarak) sti'dâdını
zâyi' etme (boşuna
harcama)!
İmdi,
Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) ........................................... (Nisâ,
4/1) âyet-i kerîmesinin lisân-ı hakîkatle tefsîrine (açıklamasına) şurû' edip (başlayıp)
buyururlar ki: ...... kavli (konuşan)
"Vücûd-i zâhiriniz (bedeniniz)
olan bu taayyün-i kesîfinizi (madde
bedeniniz) Hakk'a vikâye (koruma),
ya'nî siper ittihâz ediniz" (kabul
ediniz) demektir. Zîrâ bu vücûd-i kesîf-i beşerînin (insanın
madde bedenin) bir çok evsâf-ı mezmûmesi (beğenilmeyen vasıfları) vardır.
Her ne kadar hakîkatte bunların senden zuhûru (meydana
gelmesi) esmâ-i İlâhiyye âsârından (eserlerinden)
ibâret ise de, mâdemki senin ortada bir vücûd-i hâdis-i kesîfin
(yaratılmış bir madde bedenin) vardır
ve bunların cümlesinin o vücûda taalluku (ait
olduğu) der-kârdır (âşikârdır) ve Hak, min-haysü'z-zât,
(Zât’ı bakımından)
bunların kâffesinden (hepsinden)
münezzehtir; (beri, temizdir) şu halde, senden
evsâf (sıfatları)
ve efâl-i zemîme (kötü
fiiller) sâdır olursa, (çıkarsa) "Bunlar Hakk'ındır”;
deme; “benimdir” de! Ve eğer kerem ve âtâ (bağış)
ve rahmet gibi evsâf (sıfat) ve efâl-i hamîde (iyi
fiiller) sâdır olursa (çıkarsa)
/ bâtının (rûhun)
olan Rabb'ini nefsine siper edip "Bunlar Hakk'ındır,
de!" Zîrâ bunlar ahlâk-ı İlâhiyye’dendir. (Allah’ın
ahlâkıdır) Ve biz bu ahlâk ile tahalluka (olmaya)
me'mûruz. Nitekim buyrulur: ......................... Ve Hak Teâlâ
bize şu: .......... (Nisâ, 4/79) ya'nî "Sana iyilikten bir şey isâbet
ettikde, Allâh'dandır; ve fenâlıktan bir şey isâbet eyledikde
nefsindendir" âyet-i kerîmesinde bu edebi (terbiyeyi)
ta'lîm buyurdu. Eğer böyle yapacak olursan, ya'nî vücûd-i
kevnîde (madde
bedende) sâbit (var)
olan zemm (kötülük)
ve hamdden, zemde (kötülükte)
nefsini Hakk'a siper ve hamdde Hakk'ı nefsine siper edecek
olursan, âlim olan kimselerin edîblerinden olursun. Nitekim Âdem (a.s.)
kendisinden sâdır (çıkmış)
olan zelleyi (küçük
günahı) hakîkat-i hâli ârif iken (hakikâti
bilirken), kendi nefsine
isnâd edip (dayandırıp)
............................ (A'râf, 7/23) buyurdu. Ve
zellede (günah
işlemekte) nefsini Rabb'ine siper ittihâz ettiği (düşündüğü)
için, mahzâ (sadece)
bu edebi sebebiyle makbûl oldu. Ve İblîs ise Hak'la münâzaa (ağız
kavgası) edip terk-i edeb (edepsizlik)
ettiği için matrûd (kovulmuş)
ve mel'ûn (lânetlenmiş) oldu.
Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
26.11.2001
|