DÎBÂCE-İ

17.Bölüm


İmdi muhakkak sen, cesed-i Âdem neş'esinin hikmetini bildin; ben onun sûret-i zâhiresini murâd ederim. Ve muhakkak rûh-i Âdem neş'esini de bildin, ben onun sûret-i bâtınesini murâd ederim. Binâenaleyh, o Hak ve halktır. Ve onun rütbesini de bildin. O da  onunla hilâfete müstehak olduğu  mecmû'dur. / Böyle olunca Âdem, kendisinden bu nev'-i insânî halk olunan nefs-i vâhidedir. O da Hak Teâlâ`nın kavlidir: "Ey nâs, sizi Nefs-i Vâhide’den halk eden ve ondan onun zevcesini yaradan ve her  ikisinden ricâl-i kesîri ve nisâyı bess eyleyen Rabb'inizden ittikâ edin!" (Nisâ, 4/1} İmdi ................... kavli, sizden zâhir olan şey'ı Rabb'inize vikâye edin. Ve sizden bâtın olan şeyi ki, o sizin Rabb'inizdir, kendinize vik'aye edin, demektir. Zîrâ emr, zemm ve hamddir. Binâenaleyh siz, zemmde vik'aye olun ve onu hamdde kendinize vikâye edin ki, âlimlerin üdebâsı olasınız . (22).

Ya'nî sen bâlâdaki (yukarıdaki) îzâhâttan (açıklamalardan), Âdem'in cesed'i (İnsanın bedeni) olan sûret-i zâhiresinin (görülen sûretlerinin, bedenlerinin) hakâyık-ı (hakikâtleri) âlemden (evrenden) ve onun sûretlerinden inşâ olunduğunu (yapıldığını) ve bunun hikmeti dahi; Âdem (İnsan) âlemde halîfe ittihâz (tasarlanmış) olunup bu halîfenin, âlemin muhtâç olduğu şeyin kâffesi (hepsi) ile kâim (var) olması lâzım gelmesinden ibâret bulunduğunu bildin. Ve kezâ Âdem'in rûhu olan sûret-i bâtınesini de Hak Teâlâ Hazretlerinin kendi sûreti üzere inşâ edip (yapıp) onun sem'i (konuşanı) ve basarı (göreni) olduğunu bildin. Ve kezâ Âdem'in (insanın) hilâfetten (halifelikten) ibâret olan rütbesini de bildin ki, o rütbe, Hak Teâlâ  hazretlerinin Zâhir ve Bâtın isimlerinin taht-ı hîtasında (idaresi altında) bulunan bi'l-cümle (bütün) esmâ cem'iyyetinden (esmayı toplamış olmasından) ibârettir; ve Âdem, bunların hey`et-i mecmûasını (bütün hepsini) câmi' olduğu (kendinde topladığı) için, hilâfete (halifeliğe) müstehak olmuştur. Âdem zâhiri ve bâtını câmi' (kendinde toplamış) olunca, kendisinden bu nev'-i insânî halk olunan (çeşitli insanı yaratan) Nefs-i Vâhide (tek nefis) olmuş olur.

Misâl: Elimize bir şeftâli alalım. Bu Nefs-i Vâhide’ den (tek nefisten) ibâret bir meyvedir. Çekirdeği, bâtını ve içi ve eti, zâhiri ve dışıdır. Demek ki bu şeftâli, zâhiri ve bâtını câmi'dir (kendinde toplamıştır): Onun çekirdeğini arza (toprağa) dikip terbiye ettiğimizde bir şeftâli ağacı çıkar. Çekirdek bâtın ve ağaç zâhir olur. Ve ağaçta binlerce şeftâli peydâ olur ki, her bir şeftâli zâhir ve bâtını câmi' (kendinde toplamış) bulunur. İşte o elimize aldığımız bir şeftâliden alâ-vechi't-teselsül (zincirleme, silsile olarak) nâmütenâhî (sonsuz sayıda) ağaçlar ve şeftâliler / zuhûra gelir. İşte bu misâle mutâbık (karşılık) olarak, Hak Teâlâ Âdem'den (İnsan’dan) bu nev'i (çeşit) insânı halk eyledi (yarattı). Bunun delîli dahi' Hak Teâlâ Hazretlerinin: .................................................................... (Nisâ, 4/1) kavl-i şerîfidir ki, metnin tercümesinde ma'nâ-yı münîfi (yüce manâsı) beyân olundu (açıklandı).

Hilkat-i Âdem (İnsanın yaratılması) hakkında ehl-i kitâb (kitap inmiş olanlar) ile maddiyyûn (maddeciler) arasında ihtilâf (anlaşmazlık) vardır. Ehl-i kitâb, Âdem'in (İnsanın) sûret-i zâhiresi (dış yapısı) olan cesedinin kırk günde tesviye buyrularak; rûh nefh olunduğunu (üflendiğini) ve ba'dehû (daha sonra) onun  dıl'-i eyserinden (sol kaburga kemiğinden) zevcesi (eşi) olan Havvâ'nın halk edildiğini (yaratıldığını) ve sonra sâdır olan (çıkan) zelleleri (günahları) hasebiyle arza ihbât olunduklarını (yeryüzüne indirildiğini) beyân ederler (açıklarlar) ki; kütüb-i münzelenin (inzâl olunan kitapların) ibârât-ı-zâhiresinden (yazılarından) böyle anlaşılır.

Maddiyyûn (maddeciler) ise, hilkat-i âlemin (evrenin yaratılmasının) kavâid-i tekâmüliyyeye (tekâmül, gelişme kaidelerine) müstenid (dayanmış) olduğunu ve küre-i arzın (dünyanın) ibtidâ sehâb-ı muzi (başlangıçta parlak bulutlar) hâlinde tekevvün edip (var olduğunu) ba'dehû (daha sonra) buhâr-ı nârî (ateşten buhar), sonra da mâyi'-i nâr (kaynar sıvı) hâline geldiğini ve ondan sonra da tasallub ederek (sertleşerek) milyonlarca seneler sonra rûy-i arzda (yeryüzünde) nebâtât (bitki çeşidinin) bittiğini ve yüz binlerce sene sonra nebâtâtın envâ'ı (çeşitli bitkilerin) tedrîcen (yavaş yavaş) tekemmül ede ede hayvânât-ı ibtidâiyye (ilk hayvanlar) olan zevâhıf (sürüngenler) zuhûr eylediğini (meydana geldiğini) ve zevâhıf tekemmül-i (sürüngenlerin gelişmesi) tedrîcî (aşaması) ile memeli hayvanlar şekline inkılâb ettiğini (dönüştüğünü) ve sinîn-i vefireden (uzun seneler) sonra bu hayvânâtın dahi tekemmül ederek (gelişerek) nesnâsa (maymuna) tebeddül eylediğini (dönüştüğünü) ve nesnâsın (maymunun) tekemmülünden (gelişmesinden) dahi ibtidâî insanlar (ilk insanlar) zuhûra geldiğini ve bu ­ibtidâî insanların (ilk insanların) ale't-tedrîc (yavaş, yavaş) tekemmül ederek bugünkü mertebeyi ihrâz eylediklerini (elde ettiklerini) tedkîkât-ı müstehâsâttan (fosilleri incelemelerine) istidlâlen (dayanarak) beyân edip (açıklayıp) Hâlık'ı Peygamber’i (Peygamber’i yaratanı), dîni inkâr eylerler. Ve derler ki: "İnsanın kendisinde ebedî bir rûh tasavvur etmesi (düşünmesi) hubb-i enâniyyetten (benliklerini sevmelerinden) mütevellid (ileri gelen) bir keyfiyyettir. Bu enâniyyete (benliğe) o kadar merbûttur (bağlıdır) ki, kendi ecdâdı (ataları) olan hayvânâtta böyle bir rûh tasavvurunu (düşüncesini) zihnine sığdıramaz. Ve kendisini hayvânât ve nebâtât ve ma'deniyyâttan (madenlerden) bu husûsta mümtâz (ayrılmış) görür." Halbuki bâlâda (yukarıda) görüldüğü üzere, hayat, ilim, sem' ilh... hakâyık-ı ma'küleden (akılla bilinen hakikâtlerden) olup onların hâriçte vücûdu (madde bedeni) yoktur. Onların hükmü zâhir olmak (meydana çıkmak) için mevcûdât-ı ayniyyeye lüzûm vardır. Binâenaleyh (nitekim), hayât bir emr-i küllî-i ma'k'uledir (bölünmez parçalanmaz bütün olan bir kavramdır) ki, hükmü cemî'-i mevcûdâtta (bütün varlıklara) sârîdir (yayılmıştır) .  Şu kadar ki, her bir mevcûdun taayyünü (oluşması) bu hayâtın zuhûruna (meydana çıkmasına) müsâid değildir. Hayât, cemâdâtta (madenlerde) gayr-i mahsüs (hissedilmez) nebâtâtta mahsüs (beş duyu ile hissedilebilir), hayvânâtta zâhir (görülür) ve ahsen-i takvîm üzere (en güzel sûrette bir) mahlûk olan / insanda ise azhardır (en açık şekilde görülür).  Şu halde inde'l-muhakkıkîn (hakikâte erenlerin yanında), efrâd-ı- mevcûdâttan (var olanlardan) her bir ferd (kişi)  zî-rûhdur (rûh sahibidir). Zîrâ her birisi bir ismin mazharıdır (görüldüğü yerdir) ve o isim onun Rabb-i hâssı (kendisine hükmeden isimdir) ve rûhudur ve onun müdebbiri (idâre edicisi) olan bu isim, zâta delâleti (işareti) hasebiyle kâffe-i esmâyı câmi'dir (esmanın hepsini toplamıştır).  O mevcûdun (varlığın) "Hayy" isminden dahi nasîbi vardır. Velâkin, bu ismin hükmü ba'zısında bâtın (gizli) ve ba'zısında zâhirdir. (görülür) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkate işâreten buyrulur:............................................ ........................... (İsrâ, 17/44) İmdi her bir şey Hakk`ı tesbîh etmek için zî-rûh (rûh sahibi) olmak lâzımdır. Ehl-i hicâb (perdeli olanlar) onların tesbîhlerini işitmez ve bilmezler. Velâkin hicâb-ı taayyünden halâs (oluşmalardan kaynaklanan perdelenmelerden kurtulmuş) olan ehl-i keşf (keşif sahipleri) sem'-i (konuşan)  rûh ile onların nutuklarını (konuşmalarını) işitirler. Bu husûstaki tafsîlât (açıklama) Fass-ı Hûdî'de ve diğer faslarda (bölümlerde) gelecektir. Mâdemki her bir mevcûdun hakîkati, mazhar (mahal, yer) olduğu isimdir ve isim ise müsemmânın (isimlendirilenin) aynıdır; şu halde o mevcûdun sûreti (bedeni) fenâ-pezîr (yok kabûl edilmiş) olsa da, hakîkati bâkîdir (kalıcıdır) . Bu husûstaki tafsîlât dahi Fass-ı Yûnusî'dedir. Binâenaleyh (nitekim) hilkat-i Âdem (insanın yaratılması) keyfiyyeti maddiyyûnun (maddecilerin) tedkîkâtırıa mutâbık (incelemelerine karşılık) olsa dahi, Hakk'ı, Peygamber’i, dîni inkâr etmek için hiçbir sebep yoktur. Bu inkâr, onların vehm ile meşûb (karışık) olan nazar-ı aklîlerinin (akıllarıyla değerlendirmelerinin) hükmü iktizâsındandır (gereğindendir). Yazık ki hicâb-ı enâniyyetleri (kendi benliklerinin kendilerine perde oluşu) sâikasıyla (sebebiyle) Peygamber'e tebaiyyetten (uymaktan) istikbâr edip (kibirlenip) şikeste (kırık dökük olan) ve beste (donmuş) olan ukûl-i cüz'iyyelerine (cüzi akıllarına) mağrûren (güvenip aldanan) , sûret-i insâniyyede (insan sûretinde) mevcûd olmak gibi bir ni'metin kadrini bilmezler. Ey tâlib-i ma'rifet (marifet isteyen),  bu fırsat eline bir def’a geçer. Kibir ve gurûr ve isti'lâ (üstün gelme) gibi huzûzât-ı  nefsâniyyeye (nefsinin hoşlandığı şeylere) tâbi' olup (uyarak) sti'dâdını zâyi' etme (boşuna harcama)!

İmdi, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) ........................................... (Nisâ, 4/1) âyet-i kerîmesinin lisân-ı hakîkatle tefsîrine (açıklamasına) şurû' edip (başlayıp) buyururlar ki: ...... kavli (konuşan) "Vücûd-i zâhiriniz (bedeniniz) olan bu taayyün-i kesîfinizi (madde bedeniniz) Hakk'a vikâye (koruma), ya'nî siper ittihâz ediniz" (kabul ediniz) demektir. Zîrâ bu vücûd-i kesîf-i beşerînin (insanın madde bedenin) bir çok evsâf-ı mezmûmesi (beğenilmeyen vasıfları) vardır. Her ne kadar hakîkatte bunların senden zuhûru (meydana gelmesi) esmâ-i İlâhiyye âsârından (eserlerinden) ibâret ise de, mâdemki senin ortada bir vücûd-i hâdis-i kesîfin (yaratılmış bir madde bedenin) vardır ve bunların cümlesinin o vücûda taalluku (ait olduğu) der-kârdır (âşikârdır) ve Hak, min-haysü'z-zât, (Zât’ı bakımından) bunların kâffesinden (hepsinden) münezzehtir; (beri, temizdir) şu halde, senden evsâf (sıfatları) ve efâl-i zemîme (kötü fiiller) sâdır olursa, (çıkarsa) "Bunlar Hakk'ındır”; deme; “benimdir” de! Ve eğer kerem ve âtâ (bağış) ve rahmet gibi evsâf (sıfat) ve efâl-i hamîde (iyi fiiller) sâdır olursa (çıkarsa) / bâtının (rûhun) olan Rabb'ini nefsine siper edip "Bunlar Hakk'ındır, de!" Zîrâ bunlar ahlâk-ı İlâhiyye’dendir. (Allah’ın ahlâkıdır) Ve biz bu ahlâk ile tahalluka (olmaya) me'mûruz. Nitekim buyrulur: ......................... Ve Hak Teâlâ bize şu: .......... (Nisâ, 4/79) ya'nî "Sana iyilikten bir şey isâbet ettikde, Allâh'dandır; ve fenâlıktan bir şey isâbet eyledikde nefsindendir" âyet-i kerîmesinde bu edebi (terbiyeyi) ta'lîm buyurdu. Eğer böyle yapacak olursan, ya'nî vücûd-i kevnîde (madde bedende) sâbit (var) olan zemm (kötülük) ve hamdden, zemde (kötülükte) nefsini Hakk'a siper ve hamdde Hakk'ı nefsine siper edecek olursan, âlim olan kimselerin edîblerinden olursun. Nitekim Âdem (a.s.) kendisinden sâdır (çıkmış) olan zelleyi (küçük günahı) hakîkat-i hâli ârif iken (hakikâti bilirken), kendi nefsine  isnâd edip (dayandırıp)  ............................ (A'râf, 7/23) buyurdu. Ve zellede (günah işlemekte) nefsini Rabb'ine siper ittihâz ettiği (düşündüğü) için, mahzâ (sadece) bu edebi sebebiyle makbûl oldu. Ve İblîs ise Hak'la münâzaa (ağız kavgası) edip terk-i edeb (edepsizlik) ettiği için matrûd (kovulmuş) ve mel'ûn (lânetlenmiş) oldu.

Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

26.11.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail