Ondan
sonra Allah Teâlâ, onda îdâ' eylediği şeye onu muttali' eyledi. Ve
bunu kendisinin iki kabzasında kıldı: Abza-i vâhidede âlem ve kabza-i
uhrâda Âdem ve evlâdı ve onda onların merâtibi var idi. Vaktâ ki
Allah Teâlâ, bu imâm-ı vâlid-i ekberde îdâ' eylediği şeye, sırrımda
beni muttali' kıldı; bu kitapta, ondan bana tahdîd olunan şeyi îrâd
ettim, yoksa ona vâkıf olduğum şeyi değil. Zîrâ buna, ne kitap ne de
el'ân mevcûd olan âlem vâsi' olmaz. İmdi bu kitapta îdâ' ettiğimiz
şey, müşâhede ettiğim şeydendir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Kelime-i
Âdemiyye'de mündemic hikmet-i ilâhiyyeyi bana tahdîd eyledi. 0 da, bu
babdır. Ba'dehû Kelime-i Şîsiyye'de mündemic hikmet-i nefesiyye, ba'dehû
Kelime-i Nûhiyye'de mündemiç hikmet-i subbûhiyye, ba'dehû Kelime-i İdrîsiyye'de
mündemic hikmet-i kuddûsiyye, ba'dehû Kelime-i İbrâhimiyye'de mündemic
hikmet-i müheyyemiyye, ba'dehû Kelime-i İshâkıyye'de mündemic hikmet-i
hakkıyye, ba'dehû Kelime-i İsmâîliyye'de mündemic hikmet-i aliyye,
ba'dehû Kelime-i Ya'kûbiyye'de mündemic hikmet-i rûhiyye, ba'dehû
Kelime-i Yûsufiyye'de mündemic hikmet-i nûriyye, ba'dehû Kelime-i
Hûdiyye'de mündemic hikmet-i ahadiyye, ba'dehû Kelime-i Sâlihiyye'de
mündemic hikmet-i fütûhiyye, ba'dehû Kelime-i Şuaybiyye'de mündemic
hikmet-i kalbiyye, ba'dehû Kelime-i , Lûtiyye'de mündemic hikmet-i
melkiyye, ba'dehû Kelime-i Uzeyriyye'de mündemic hikmet-i kaderiyye,
ba'dehû Kelime-i Îseviyye'de mündemiç hikmet-i Nebeviyye, ba'dehû
Kelime-i Süleymâniyye'de mündemic
hikmet-i Rahmâniyye, ba'dehû ` Kelime-i Dâvûdiyye'de mündemic hikmet-i
vücûdiyye, ba'dehû Kelime-i Yûnusiyye'de mündemic hikmet-i nefsiyye,
ba'dehû Kelime-i Eyyûbiyye'de mündemic hikmet-i gaybiyye, ba'dehû
Kelime-i: Yahyâviyye'de mündemic hikmet-i celâliyye ba'dehû, Kelime-i
Zekeriyyâviyye'de mündemic hikmet-i mâlikiyye, ba'dehû Kelime-i İlyâsiyye'de
mündemic hikmet-i înâsiyye, ba'dehû Kelime-i. Lokmâniyye'de mündemic
hikmet-i ihsâniyye, ba'dehû / Kelime-i Hârûniyye'de mündemic hikmet-i
imâmiyye, ba'dehû Kelimie-i Mûseviyye'de mündemic hikmet-i ulviyye,
ba'dehû Kelime-i . Hâlidiyye'de mündemic hikmet-i samediyye, ba'dehû
Kelime-i Muhammediyye'de mündemic hikmet-i ferdiyyedir (23).
Ya'nî
Hak Teâlâ Hazretleri, Âdem'e tevdî' (emanet)
eylediği şeyi göstermek sûretiyle, o şeye muttali' kıldı (bildirdi)
ve göstererek muttali' (haberdar)
kıldığı bu şeyi, iki kabzasında (avuç
da) ona irâe etti (gösterdi).
O iki kabzadan (avuçtan)
birisi, sıfât-ı kâbiliyyet sâhibi olan sol kabzadır (avuç)
ki, onda âlem var idi. Ve diğer kabza (avuç)
dahi sıfât-ı fiiliyye, sâhibi alan sağ kabzâdır (avuçtur)
ki, onda Âdem ve evlâdı ve evlâdının merâtibi (mertebeleri)
meşhûd (görülür) idi. Vaktâ ki (ne
vakit ki) Allah Teâlâ, bu imâm-ı vâlid-i ekber olan Âdem'de
îdâ' eylediği (emanet
verdiği) şeye beni sırrımda muttali' kıldı (sırları
bana bildirdi) ve onun kâmil olan evlâdının suver-i
cem'iyye-i İlâhiyye’sini (sûretinde
toplamış olduğu İlâhi hikmeti) tafsîlen (açarak) müşâhede ettirdi (gösterdi);
bu kitapta sırrımda vâki' olan müşâhedâtımdan (gözlemlerimden)
bana tahdîd olunan (verilen
kadarını) şeyi îrâd ettim. Zîrâ sırrımda cemî'-i Enbiyânın
hakâyıkını (bütün Peygamberlerin hakikâtlerini) müşâhede
ettiğimde (gördüğümde),
ezvâk-ı Enbiyâyı (Peygamberlerin
tat aldığı) zevk-ı Muhammedî dâiresinde ızhâr (açığa
çıkarmak) ve bu kitapta beyân etmek (açıklamak) için, (S.a.v.)
Efendimiz tarafından bana bir hadd ta'yîn buyruldu (belli
bir sınır atandı). Binâenaleyh (nitekim) ben bu kitapta bana ta'yîn
olunan haddi (sınıra)
tecâvüz etmedim. Ve sırrımda vâkı' olan (özümde gerçekleşen) müşâhedâtımın
(görüşlerimin)
hepsini yazmadım. Zâten müşâhede ettiğim (gördüğüm)
esrâr (gizli sırlar) ve ezvâk (zevkler,
tatlar) ,
ne bu kitaba ve ne de el'ân (şu
anda) mevcûd olan âleme sığmaz. Zîrâ bir bahr-i bî-pâyân
(sonsuz bir
derya) olan ezvâk (zevkler)
ve maânî (manâlar) libâs-ı
sûrete (elbise
durumunda olan vücûda) sığmaz.Nitekim
Hakîm-i Senâî hazretleri buyurur:
Beyt:
(Tercüme)
"Söylediğimden rücû' ettim (geri
döndüm) .
Zîrâ sözde ma'nâ ve ma'nâda söz yoktur."
İşte
bu kitapta îdâ' ettiğim (bıraktığım, emanet ettiğim) şey
dahi, sırrımda müşâhede ederek (görerek)
muttali' olduğum (bildiğim) ezvâk (zevk)
ve maârifdendir (bilgilerdendir).Nitekim
(S.a.v.) Efendimiz, Kelime-i Âdemiyye'de mündemic olan (İnsanın kelimesinde bulunan) "hikmet-i
İlâhiyye"yi (İlâhi
hikmetleri) bana tahdîd etti (sınır
koydu),
o da bu babdır (bölümdür). Binâenaleyh (nitekim) hikmet-i İlâhiyye’den (İlâhi
hikmetlerden) sırrımda muttali' (bildiğim,
vakıf) olduğum şeyi ber-vech-i tahdîd (sınırlı
bir şekilde) yazdım. / Ondan sonra sırasıyla her birinin ezvâkı
(zevki),
bu
kitâb-ı münîfin (yüksek,
ulu kitabın) birer bâbından (bölümünden)
kinâye olan (dolaylı olarak) her bir fasta beyân
olunmuştur (açıklanmıştır).
Her
bir kelimenin bir hikmete sebeb-i ihtisâsı (hususu)
, her fassın (bölümün) ibtidâsında (başlangıcında)
mukeddeme (başlık)
olarak gösterilmiş olduğundan burada ayrıca beyânına (açıklamasına) hâcet (lüzûm)
görülmemiştir.
Ve
her bir hikmetin fassı, kendisine nisbet olunan kelimedir. Binâenaleyh bu
kitapta, Ümmü'l-Kitap’ta sâbit olduğu şey üzere, bu hikmetlerden
zikrettiğim şey üzerine iktisâr ettim. İmdi ben, bana resm olunan şeye
imtisâl ettim. Ve bana tahdîd olunan şey' indinde durdum. Ve eğer bunun
üzerine ziyâde etmeğe meyl etsem, kâdir olmaz idim. Zirâ hazret bundan
men' eder. Muvaffık ancak Ahah'tır. Onun gayri Rab yoktur (24):
Ya'nî
her bir hikmet, bir Nebî’nin kalbinde müntekıştır (nakşolunmuştur). Ve
o Nebî’nin vücûdu bir kelimedir ki, onun kalbinde müntekış (nakş)
olan hikmet o kelimeye nisbet olunur. "Kelime" ve
"fass" haklarındaki îzâhât "Dîbâce"nin şerhinde (açıklamasında)
mürûr etti (geçti). Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki: Ben bu
kitapta, ümmü'l-kitapta (kâinat
kitabında) sâbit (var) olan hadd (sınır) dâiresinde, bu
hikmetlerden zikrettiğim (tekrarladığım)
ezvâk (zevkler)
ve maârif (bilgiler)
üzerine iktisâr ettim (kısa
kestim). Bu
Ümmü'l-Kitap’ta (evren
kitabında) sâbit (var)
olan haddi (sınıra)
tecâvüz etmedim. Bu Ümm-i Kitap (kâinat
kitabı), hakîkat-i
Muhammediyye’den ibâret
olan taayyün-i evveldir. Ve cemî'-i Enbiyâ (bütün
Peygamberler) ve Evliyâ, kâffe-i ezvâk (zevklerin hepsini) ve ulûmu (ilimleri),
velâyet-i
hâssa-i Mûhammediyye (Muhammed’e
ait özel Velâyet) ve makâm-ı Mahmûd’dan ibâret bulunan,
bu mertebeden alırlar. Ve bu Ümm-i Kitap (kâinat
kitabı) hâtem-i Evliyâ mişkâtıdır (kandil
yeri olan en son Evliyadır). Bu babdaki (bölümdeki)
tafsîlât (açıklama), Fass-ı
Şîsî'de gelecektir. Hz. Şeyh-i Ekber / (r.a.) vâris-i kâmil-i
Nebevî olduğundan buyururlar ki; Ben hâtem-i Enbiyâ mişkâtında, bu Fusûsu'l-Hikem
kitabında beyân ettiğim (açıkladığım)
ulûm (ilimler) ve ezvâk-ı Enbiyâyı (Peygamberlerin
zevklerini) tahrîrde, (yazmakta)
bana resm olunan hadde (sınıra)
imtisâl ettim (uydum)
ve bu tahdîd (sınır)
olunan mikdâr dâiresinde durdum. Bu dâireyi aslâ tecâvüz
etmedim. Eğer bunun ziyâdesine (fazlasına)
meyl ede idim (yönelseydim), kâdir
olamaz idim. Zîrâ ben ubûdiyyet (kulluk)
mertebesinde sâbitim (varım). Ve hazret-i ubûdiyyet (kulluk)
ise, seyyidin resm ettiği şeye muhâlefetten (karşı
gelmekten) men' eder. Binâenaleyh (nitekim)
hakikat-i Muhammediyye’den me'hûz (çıkarılmış)
olan bu Fusûsu'l-Hikem'de ızhârına (zuhûra
çıkarmaya) me'mûr (vazifeli) olduğum maârifte (bilgilerde)
ne ziyâde (fazla) ve ne de noksan vâkı' olmamıştır.
Doğru yolda tevfik (İlâhi
yardım) ihsân eden ancak Rabbü'l-Erbâb (âlemlerin
Rabbi) olan Allâhü zü'l-celâl hazretleridir. O Rabbü'l-Erbâbın
(âlemlerin
Rabbi’nden) gayri (başka) olan bir Rab yoktur.
.........................
İmdi
kitap müellifleri (kitabı yazanlar) kendi hal ve şanlarına kıyâsen, bu Fusûsu'l-Hikem'de
Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimizin himmet (gösterdiği
gayret) ve tasarrufu sebk
ettiğine (önüne, ilerisine geçtiğini) zâhib
olurlar (benimserler)
ise, hatâ-yı azîmde bulunurlar (en
büyük hatayı yapmış olurlar).
Vâris-i ekmelin ulûmu, (ilimlerin
en mükemmel mirasçısı) ehl-i
hicâbın (perdeli
olanların) âlem-i tabîattan (tabiattan)
müstenbat (çıkarılmış) olan ulûm-i istidlâliyyesi
(bir şeye göre
çıkartılmış ilim) gibi değildir. İşte bu kıyâs-ı
nefsten (mukayese,
kendi nefislerinden) dolayıdır ki, ulemâ-i zâhireden (zahir ilimlerle uğraşanlardan) birçoğu
bu kitâb-ı münîfe (yüksek, ulu kitaba) i'tirâz edip ihrâka (yakmaya) teşebbüs etmişler ve
ba'zıları Hz. Şeyh'in kadr-i âlîsini mu'terif olmakla (îtiraf etmekle) berâber, mahzâ (ancak)
isti'dâdât-ı zâtiyyelerinin (kendi
istidâtlarının) adem-i müşâadesinden (yok olan görüşünden) ) dolayı mündericât-ı
kitaptan (kitabın
içinde bulunanlardan) ürkerek, bu kitâbın bir İspanyol
generali tarafından bi't-te'lîf (yazılarak) Hz. Şeyh'e isnâd
olunduğunu (dayandırdıklarını)
beyân etmişlerdir (açıklamışlardır).
Halbuki bu
isnâd (yakıştırma)
o kadar câhilânedir ki, külfet-i redde (reddetme zahmetine) bile değmez. Şu
kâdar diyelim ki, bu kitâb-ı münîfin te'lîfi; (ulu kitabı yazarı) 627 sene-i
hicriyyesindedir. Fütûhât-ı
Mekkiyye ise 590 senesinde Mekke'-i Mükerreme'de te'lîf buyrulmuştur (yazılmıştır).
Tecelliyât-ı Mevsıliyye
ise Musul'da te'lîf olunmuştur (yazılmıştır) . Halbuki
o vakit usûl-i tıbâat (kitap
yazma usûlü) mevcûd olmadığı cihetle (yönüyle)
Fütûhât-ı Mekkiyye
gibi bir eser-i cesîmin (büyük
eserin) İspanya'ya kadar intişârı (neşrolunması) nasıl mümkin oldu
da bu general bu kitâb-ı münîfte (ulu
kitapta) Fütûhât-ı
Mekkiyye ve Tecelliyyâta Mevsıliyye
ve Kitâbü İnşâi'd Devâir
gibi Hz. Şeyh'in birtakım âsâr-ı celîlesi (apaçık
meydanda olan eserleri) mündericâtına (içindeki)
/ atf-ı hakâyık etti (hakikâtlere
dokundu) ? O ne büyük general imiş ki, lübb-i
Kur'ân'a (Kuran’ın
özüne) ve Hz. Şeyh-i Ekber'in âsâr-ı aliyyesinde (yüksek
eserlerine) inbâ' buyurduğu (haber
verdiği) ezvâka (zevklere)
vâsıl olmuş da; Fusûsu'l-Hikem gibi bir eser-i azîm (büyük eseri) vücûda getirmiştir
ve mertebe-i kemâlde Hz. Şeyh'e müsâvî (aynı
ayara) gelmiştir? Bunun mümkin olmadığı meydanda olduğundân
bu isnâd (yakıştırma)
bir ürcûfe-i câhilânedir (cahilce
bir uydurmadır) .
Ey mü'min-i mütefekkir (düşünen mümin) , eğer
bu ve emsâli âsâr-ı ekâbiri (benzeri
büyük eserleri) okuyup anlamıyor isen, ta'n etme (ayıplama) !
“Benim için değildir” de, bırak! Bu, tarîk-ı insâftır (insaflı
yoldur) . Ve
insâf, dînin yarısıdır. Zîrâ âsâr-ı ekâbirden (büyük
eserlerden) her ferdin (şahsın) nasîbi yoktur.
...................................................... (el-Bakara, 2/105).
İntihâ:
Leyle-i perşenbe 2 Kânfın-i Sânî 335 ve 29 Rebîu'1-Âhir 337; Saat
1,5.
Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
04.12.2001
|