DÎBÂCE-İ

18.Bölüm


Ondan sonra Allah Teâlâ, onda îdâ' eylediği şeye onu muttali' eyledi. Ve bunu kendisinin iki kabzasında kıldı: Abza-i vâhidede âlem ve kabza-i uhrâda Âdem ve evlâdı ve onda onların merâtibi var idi. Vaktâ ki Allah Teâlâ, bu imâm-ı vâlid-i ekberde îdâ' eylediği şeye, sırrımda beni muttali' kıldı; bu kitapta, ondan bana tahdîd olunan şeyi îrâd ettim, yoksa ona vâkıf olduğum şeyi değil. Zîrâ buna, ne kitap ne de el'ân mevcûd olan âlem vâsi' olmaz. İmdi bu kitapta îdâ' ettiğimiz şey, müşâhede ettiğim şeydendir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Kelime-i Âdemiyye'de mündemic hikmet-i ilâhiyyeyi bana tahdîd eyledi. 0 da, bu babdır. Ba'dehû Kelime-i Şîsiyye'de mündemic hikmet-i nefesiyye, ba'dehû Kelime-i Nûhiyye'de mündemiç hikmet-i subbûhiyye, ba'dehû Kelime-i İdrîsiyye'de mündemic hikmet-i kuddûsiyye, ba'dehû Kelime-i İbrâhimiyye'de mündemic hikmet-i müheyyemiyye, ba'dehû Kelime-i İshâkıyye'de mündemic hikmet-i hakkıyye, ba'dehû Kelime-i İsmâîliyye'de mündemic hikmet-i aliyye, ba'dehû Kelime-i Ya'kûbiyye'de mündemic hikmet-i rûhiyye, ba'dehû Kelime-i Yûsufiyye'de mündemic hikmet-i nûriyye, ba'dehû Kelime-i  Hûdiyye'de mündemic hikmet-i ahadiyye, ba'dehû Kelime-i Sâlihiyye'de mündemic hikmet-i fütûhiyye, ba'dehû Kelime-i Şuaybiyye'de mündemic hikmet-i kalbiyye, ba'dehû Kelime-i , Lûtiyye'de mündemic hikmet-i melkiyye, ba'dehû Kelime-i Uzeyriyye'de mündemic hikmet-i kaderiyye, ba'dehû Kelime-i Îseviyye'de mündemiç hikmet-i Nebeviyye, ba'dehû Kelime-i  Süleymâniyye'de mündemic hikmet-i Rahmâniyye, ba'dehû ` Kelime-i Dâvûdiyye'de mündemic hikmet-i vücûdiyye, ba'dehû Kelime-i Yûnusiyye'de mündemic hikmet-i nefsiyye, ba'dehû Kelime-i Eyyûbiyye'de mündemic hikmet-i gaybiyye, ba'dehû Kelime-i: Yahyâviyye'de mündemic hikmet-i celâliyye ba'dehû, Kelime-i Zekeriyyâviyye'de mündemic hikmet-i mâlikiyye, ba'dehû Kelime-i İlyâsiyye'de mündemic hikmet-i înâsiyye, ba'dehû Kelime-i. Lokmâniyye'de mündemic hikmet-i ihsâniyye, ba'dehû / Kelime-i Hârûniyye'de mündemic hikmet-i imâmiyye, ba'dehû Kelimie-i Mûseviyye'de mündemic hikmet-i ulviyye, ba'dehû Kelime-i . Hâlidiyye'de mündemic hikmet-i samediyye, ba'dehû Kelime-i Muhammediyye'de mündemic hikmet-i ferdiyyedir (23).

Ya'nî Hak Teâlâ Hazretleri, Âdem'e tevdî' (emanet) eylediği şeyi göstermek sûretiyle, o şeye muttali' kıldı (bildirdi) ve göstererek muttali' (haberdar) kıldığı bu şeyi, iki kabzasında (avuç da) ona irâe etti (gösterdi). O iki kabzadan (avuçtan) birisi, sıfât-ı kâbiliyyet sâhibi olan  sol kabzadır (avuç) ki, onda âlem var idi. Ve diğer kabza (avuç) dahi sıfât-ı fiiliyye, sâhibi alan sağ kabzâdır (avuçtur) ki, onda Âdem ve evlâdı ve evlâdının merâtibi (mertebeleri) meşhûd (görülür) idi. Vaktâ ki (ne vakit ki) Allah Teâlâ, bu imâm-ı vâlid-i ekber olan Âdem'de îdâ' eylediği (emanet verdiği) şeye beni sırrımda muttali' kıldı (sırları bana bildirdi) ve onun kâmil olan evlâdının suver-i cem'iyye-i İlâhiyye’sini (sûretinde toplamış olduğu İlâhi hikmeti) tafsîlen (açarak) müşâhede ettirdi (gösterdi); bu kitapta sırrımda vâki' olan müşâhedâtımdan (gözlemlerimden) bana tahdîd olunan (verilen kadarını) şeyi îrâd ettim. Zîrâ sırrımda cemî'-i Enbiyânın hakâyıkını (bütün Peygamberlerin hakikâtlerini) müşâhede ettiğimde (gördüğümde),   ezvâk-ı Enbiyâyı (Peygamberlerin tat aldığı) zevk-ı Muhammedî dâiresinde ızhâr (açığa çıkarmak) ve bu kitapta beyân etmek (açıklamak) için, (S.a.v.) Efendimiz tarafından bana bir hadd ta'yîn buyruldu (belli bir sınır atandı). Binâenaleyh (nitekim) ben bu kitapta bana ta'yîn olunan haddi (sınıra) tecâvüz etmedim. Ve sırrımda vâkı' olan (özümde gerçekleşen) müşâhedâtımın (görüşlerimin) hepsini yazmadım. Zâten müşâhede ettiğim (gördüğüm) esrâr (gizli sırlar) ve ezvâk (zevkler, tatlar) , ne bu kitaba ve ne de el'ân (şu anda) mevcûd olan âleme sığmaz. Zîrâ bir bahr-i bî-pâyân (sonsuz bir derya) olan ezvâk (zevkler) ve maânî (manâlar) libâs-ı sûrete (elbise durumunda olan vücûda) sığmaz.Nitekim Hakîm-i Senâî hazretleri buyurur:

Beyt:

(Tercüme) "Söylediğimden rücû' ettim (geri döndüm) . Zîrâ sözde ma'nâ ve ma'nâda söz yoktur."

İşte bu kitapta îdâ' ettiğim (bıraktığım, emanet ettiğim) şey dahi, sırrımda müşâhede ederek (görerek) muttali' olduğum (bildiğim) ezvâk (zevk) ve maârifdendir (bilgilerdendir).Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, Kelime-i Âdemiyye'de mündemic olan (İnsanın kelimesinde bulunan) "hikmet-i İlâhiyye"yi (İlâhi hikmetleri) bana tahdîd etti (sınır koydu), o da bu babdır (bölümdür). Binâenaleyh (nitekim) hikmet-i İlâhiyye’den (İlâhi hikmetlerden) sırrımda muttali' (bildiğim, vakıf) olduğum şeyi ber-vech-i tahdîd (sınırlı bir şekilde) yazdım. / Ondan sonra sırasıyla her birinin ezvâkı (zevki),  bu kitâb-ı münîfin (yüksek, ulu kitabın) birer bâbından (bölümünden) kinâye olan (dolaylı olarak) her bir fasta beyân olunmuştur (açıklanmıştır).  Her bir kelimenin bir hikmete sebeb-i ihtisâsı (hususu) , her fassın  (bölümün) ibtidâsında (başlangıcında) mukeddeme (başlık) olarak gösterilmiş olduğundan burada ayrıca beyânına (açıklamasına) hâcet (lüzûm) görülmemiştir.

Ve her bir hikmetin fassı, kendisine nisbet olunan kelimedir. Binâenaleyh bu kitapta, Ümmü'l-Kitap’ta sâbit olduğu şey üzere, bu hikmetlerden zikrettiğim şey üzerine iktisâr ettim. İmdi ben, bana resm olunan şeye imtisâl ettim. Ve bana tahdîd olunan şey' indinde durdum. Ve eğer bunun üzerine ziyâde etmeğe meyl etsem, kâdir olmaz idim. Zirâ hazret bundan men' eder. Muvaffık ancak Ahah'tır. Onun gayri Rab yoktur (24):

Ya'nî her bir hikmet, bir Nebî’nin kalbinde müntekıştır (nakşolunmuştur).  Ve o Nebî’nin vücûdu bir kelimedir ki, onun kalbinde müntekış (nakş) olan hikmet o kelimeye nisbet olunur. "Kelime" ve "fass" haklarındaki îzâhât "Dîbâce"nin şerhinde (açıklamasında) mürûr etti (geçti). Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki: Ben bu kitapta, ümmü'l-kitapta (kâinat kitabında) sâbit (var) olan hadd (sınır) dâiresinde, bu hikmetlerden zikrettiğim (tekrarladığım) ezvâk (zevkler) ve maârif (bilgiler) üzerine iktisâr ettim (kısa kestim).  Bu Ümmü'l-Kitap’ta (evren kitabında) sâbit (var) olan haddi (sınıra) tecâvüz etmedim. Bu Ümm-i Kitap (kâinat kitabı),  hakîkat-i Muhammediyye’den  ibâret olan taayyün-i evveldir. Ve cemî'-i Enbiyâ (bütün Peygamberler) ve Evliyâ, kâffe-i ezvâk (zevklerin hepsini) ve ulûmu (ilimleri),  velâyet-i hâssa-i Mûhammediyye (Muhammed’e ait özel Velâyet) ve makâm-ı Mahmûd’dan ibâret bulunan, bu mertebeden alırlar. Ve bu Ümm-i Kitap (kâinat kitabı) hâtem-i Evliyâ mişkâtıdır (kandil yeri olan en son Evliyadır). Bu babdaki (bölümdeki) tafsîlât (açıklama), Fass-ı Şîsî'de gelecektir. Hz. Şeyh-i Ekber / (r.a.) vâris-i kâmil-i Nebevî olduğundan buyururlar ki; Ben hâtem-i Enbiyâ mişkâtında, bu Fusûsu'l-Hikem kitabında beyân ettiğim (açıkladığım) ulûm (ilimler) ve ezvâk-ı Enbiyâyı (Peygamberlerin zevklerini) tahrîrde, (yazmakta) bana resm olunan hadde (sınıra) imtisâl ettim (uydum) ve bu tahdîd (sınır) olunan mikdâr dâiresinde durdum. Bu dâireyi aslâ tecâvüz etmedim. Eğer bunun ziyâdesine (fazlasına) meyl ede idim (yönelseydim),  kâdir olamaz idim. Zîrâ ben ubûdiyyet (kulluk) mertebesinde sâbitim (varım). Ve hazret-i ubûdiyyet (kulluk) ise, seyyidin resm ettiği şeye muhâlefetten (karşı gelmekten) men' eder. Binâenaleyh (nitekim) hakikat-i Muhammediyye’den me'hûz (çıkarılmış) olan bu Fusûsu'l-Hikem'de ızhârına (zuhûra çıkarmaya) me'mûr (vazifeli) olduğum maârifte (bilgilerde) ne ziyâde  (fazla) ve ne de noksan vâkı' olmamıştır. Doğru yolda tevfik (İlâhi yardım)  ihsân eden ancak Rabbü'l-Erbâb (âlemlerin Rabbi) olan Allâhü zü'l-celâl hazretleridir. O Rabbü'l-Erbâbın (âlemlerin Rabbi’nden) gayri (başka) olan bir Rab yoktur. .........................

İmdi kitap müellifleri (kitabı yazanlar) kendi hal ve şanlarına kıyâsen, bu Fusûsu'l-Hikem'de Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimizin himmet (gösterdiği gayret) ve tasarrufu  sebk ettiğine (önüne, ilerisine geçtiğini) zâhib olurlar (benimserler) ise, hatâ-yı azîmde bulunurlar (en büyük hatayı yapmış olurlar). Vâris-i ekmelin ulûmu, (ilimlerin en mükemmel mirasçısı)  ehl-i hicâbın (perdeli olanların) âlem-i tabîattan (tabiattan) müstenbat (çıkarılmış) olan ulûm-i istidlâliyyesi (bir şeye göre çıkartılmış ilim) gibi değildir. İşte bu kıyâs-ı nefsten (mukayese, kendi nefislerinden) dolayıdır ki, ulemâ-i zâhireden (zahir ilimlerle uğraşanlardan) birçoğu bu kitâb-ı münîfe (yüksek, ulu kitaba) i'tirâz edip ihrâka (yakmaya) teşebbüs etmişler ve ba'zıları Hz. Şeyh'in kadr-i âlîsini mu'terif olmakla (îtiraf etmekle) berâber, mahzâ (ancak) isti'dâdât-ı zâtiyyelerinin (kendi istidâtlarının) adem-i müşâadesinden (yok olan görüşünden) ) dolayı mündericât-ı kitaptan (kitabın içinde bulunanlardan) ürkerek, bu kitâbın bir İspanyol generali tarafından bi't-te'lîf (yazılarak) Hz. Şeyh'e isnâd olunduğunu (dayandırdıklarını) beyân etmişlerdir (açıklamışlardır).  Halbuki bu isnâd (yakıştırma) o kadar câhilânedir ki, külfet-i redde (reddetme zahmetine) bile değmez. Şu kâdar diyelim ki, bu kitâb-ı münîfin te'lîfi; (ulu kitabı yazarı) 627 sene-i hicriyyesindedir. Fütûhât-ı Mekkiyye ise 590 senesinde Mekke'-i Mükerreme'de te'lîf buyrulmuştur (yazılmıştır). Tecelliyât-ı Mev­sıliyye ise Musul'da te'lîf olunmuştur (yazılmıştır) .  Halbuki o vakit usûl-i tıbâat (kitap yazma usûlü) mev­cûd olmadığı cihetle (yönüyle) Fütûhât-ı Mekkiyye gibi bir eser-i cesîmin (büyük eserin) İspan­ya'ya kadar intişârı (neşrolunması) nasıl mümkin oldu da bu general bu kitâb-ı münîfte (ulu kitapta) Fütûhât-ı Mekkiyye ve Tecelliyyâta Mevsıliyye ve Kitâbü İnşâi'd­ Devâir gibi Hz. Şeyh'in birtakım âsâr-ı celîlesi (apaçık meydanda olan eserleri) mündericâtına (içindeki) / atf-ı hakâyık etti (hakikâtlere dokundu) ? O ne büyük general imiş ki, lübb-i Kur'ân'a (Kuran’ın özüne) ve Hz. Şeyh-i Ekber'in âsâr-ı aliyyesinde (yüksek eserlerine) inbâ' buyurduğu (haber verdiği) ezvâka (zevklere) vâsıl olmuş da; Fusûsu'l-Hikem gibi bir eser-i azîm (büyük eseri) vücûda getirmiştir ve mertebe-i kemâlde Hz. Şeyh'e müsâvî (aynı ayara) gelmiştir? Bunun mümkin olmadığı meydanda olduğundân bu isnâd (yakıştırma) bir ürcûfe-i câhilânedir (cahilce bir uydurmadır) . Ey mü'min-i mütefekkir (düşünen mümin) ,  eğer bu ve emsâli âsâr-ı ekâbiri (benzeri büyük eserleri) okuyup anlamıyor isen, ta'n etme (ayıplama) !  “Benim için değildir” de, bırak! Bu, tarîk-ı insâftır (insaflı yoldur) .  Ve insâf, dînin yarısıdır. Zîrâ âsâr-ı ekâbirden (büyük eserlerden) her ferdin (şahsın) nasîbi yoktur. ...................................................... (el-Bakara, 2/105).

İntihâ: Leyle-i perşenbe 2 Kânfın-i Sânî 335 ve 29 Rebîu'1-Âhir 337; Saat 1,5.

Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

04.12.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail