1.Bölüm


KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR

"Nefs"       "tuh tuh diyerek üflemek" ma'nâsına gelir. Nitekim ehl-i azâim (üfürükçüler), ya'nî hastalar üzerine okuyucular yapar. Zamânımızda onlara alâ-tarîki't-tezyîf "üfürükçü" de derler; ve Arablar o gibi kimselere "neffas” (üfürükçü) ta'bîr ederler (derler) ve Kur'ân-ı Kerîm'de: ....................... (Felak, 113/4) buyurulur ki, "neffâse (üfürükçü) olan kadınların şerrinden" demektir.

Ve "Şît" "tâ" ile İbrânî (Yahudi) lügatinde "Atâullah" (Allah’ın bağışı, ihsanı) ma'nâsınadır. Arablar "sâ" harfiye "Şîs" telâffuz eder. Âdem (a.s.), Hâbil'in vak'a-yı şehâdetinden (oğlu Habil’in şehit olma hadisesinden) sonra teskîn-i teessürü (üzüntüsünün yatışması) için Hak'tan bir mevhibe (bağış, hibe) taleb etti (istedi). Ona Şîs (a.s.) atâ olundu (bağışlandı).

Burada "nefs"ten murâd; Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahad olan Zât mertebesinde) mahbûs (hapis) kalıp sıkılan esmâ-i İlâhiyye’yi nefes-i Rahmânîsini (Rahman olan nefesini) irsâl ile (göndererek) Hakk'ın tenfis etmesinden (nefes vermesinden) ibârettir. Ve "hikmet-i nefsiyye"nin (nefisteki hikmetin) Kelime-i Şîsiyye'ye (Şisiyye kelimesine) sebebi-i tahsîsi (ayrılma sebebi) budur ki, cenâb-ı Âdem (İnsanı Kâmil) taayyün-i evvel-i icmâlî (taayyünü evvel mertebesinin özeti, özü) olup onun mertebesi kâffe-i merâtib-i âlemi (âlemlerin bütün mertebelerin hepsini) müştemil (içine alan, kuşatan) idi. Hak Teâlâ Hazretleri o icmâli (özü, hülasayı), Vücûd-ı Mutlak’ının (Mutlak Zât’ın vücudunun) a'yân-ı sâbite (manâlar, ilmi suretler) üzerine inbisâtından (genişlemesinden, yayılmasından) ibâret olan nefes-i Rahmânîsi (Rahman olan nefesi) ile tafsîl etmek (tafsilatlı olarak bildirmeyi) murâd etti. Feyz-i cûdî  ve menh-i vehbîden (feyzlerin ulaşması ve bu feyzlerden mahrum kalmaktan)  ibâret bulunan Hz. Şîs'in taayyünüyle (meydana gelmesiyle) zâhir oldu (açığa çıktı). Ve bu zuhûr (meydana çıkış) "nefes-i Rahmânî" hasebiyle olduğu için, irsâl-i nefes (nefes vermek, göndermek) ma'nâsına olan "nefs"e müteallık hikmet, (nefisle ilgili, ona bağlı hikmet) "atâullah" (Allah bağışı) ve "hibetullah" (Allah hibesi) ma'nâsına olan Kelime-i Şîsiyye'ye (Şisiyye kelimesine) tahsîs buyruldu (ayrıldı).  Ve Hz. Şeyh (r.a.), bu sebebden dolayı, “hikmet-i nefsiyye"yi (nefis ile ilgili hikmeti) "hikmet-i İlâhiyye"den (İlahi hikmetlerden) sonra zikrederek (anarak) bunda, Şîs (a.s.)'ın kalb-i şerîfine vârid olan (kalbine doğan) ulûm-ı vehbiyye-i İlâhiyye’yi (İlâhi bağış olan ilmi) ve atâyâ-yı Zâtiyyeyi (Zât’ın bağışlarını) ve onun birtakım ahkâm (hükümlerini) ve maârifini (bilgilerini) ve ezvâk (zevklerini, lezzetlerini) ve kemâlâtını beyân buyurdu: (açıkladı)

Ma'lûm olsun ki, kevnde kulların elleri üzere ve onların ellerinin gayrı üzere olan atâyâ ve minah-i zâhire iki kısım üzerinedir: Onlardan biri atâyâ-yı Zâtiyye, diğeri atâyâ-yı Esmâiyye’dir; ve ehl-i ezvâk indinde mütemeyyiz olur (1).

Ya'nî muallim (öğretici) vâsıtasıyla müteallime (öğrenciye) hâsıl olan (gelen) herhangi bir ilim ve şeyh ve melâike (melekler) ve ervâh-ı Enbiyâ (Peygamberlerin ruhları) ve evliyâ vâsıtalarıyla mürîde (Hak yoluna girmiş kişiye) hâsıl olan maârif-i Rabbâniyye (Rabbani bilgiler) gibi, kulların elleri vâsıtasıyla ve bir muallimin (öğreticinin) ta'lîmine (öğretisine) ve şeyhin irşâdına (doğru yolu göstermesine) muhtâç olmaksızın tâlib-i Hakk'a (Hakk’ı isteme) cihet-i bâtından (hakikâti yönünden) hâsıl olan ilim gibi, kulların elleri tavassut (aracılık) etmeksizin vücûd-ı hâricîde (dünyada, evrende) vâki' (mevcut) olan Allah'ın atâları (bağışları) ve ihsanları iki kısımdır: Biri "atâyâ-yı Zâtiyye" (Zât’ın bağışları) ,  diğeri "atâyâ-yı Esmâiyye"dir (Esmanın ihsanıdır).

Ma'lûm olsun ki, vücûd-ı mutlak-ı Hak (Mutlak vücût sahibi olan Hakk’ın) Zât-ı Ahadiyyesi (Zât’ının Ahadlığı) hasebiyle, atâ (bağış) ve ihsân etmez. Zîrâ atâ (bağış) sıfât ve esmâ îcabıdır (gereğidir). Bu mertebede ise Hak kâffe-i sıfât ve esmâ (sıfat ve esmaların hepsi) ile zuhûrdan ganîdir (meydana çıkmağa ihtiyacı yoktur) . Ve O'nun bi'l-cümle (bütünüyle) sıfât ve esmâsı Zât-ı Ahadiyyetinde (Zât’ının Ahad’lığında) mündemic (iç içe yerleşmiş) ve müstehlektir (yok olmuştur).  Bunlar zuhûr etmese de (meydana çıkmasa da),  Zât-ı Mutlak’ı, yine Zât-ı Mutlak’tır. Vaktâ ki (ne zaman ki) zâtında mahv (tükenmiş) ve müstehlek (yok olmuş) olan bu sıfât ve esmâ, zuhûr (meydana çıkmak) isterler, Hak kendi zâtına, yine kendi zâtında tecellî etmekle (oluşmakla, belirmekle,) onların suver-i ilmiyyeleri (ilmi suretleri) Hakk'ın Zât’ında peydâ olur. Buna "feyz-i akdes" ta'bîr ederler (derler). Ve Hakk'ın bu tecellîsi (oluşumu) ile "mertebe-i ilm"e tenezzülü (ilim mertebesine inişi) mertebe-i esmâ ve sıfât, vahdet (teklik) ve Ulûhiyyet mertebesidir. Ondan sonra Zât-ı Hakk'ın her bir mertebeye tenezzülü (inişi) , bu mertebe-i ilimde hâsıl olan (ilim mertebesinde bulunan)  esmâsının sûreti üzerine olur. Binâenaleyh (nitekim), vücûd-ı hâricîde (madde âleminde), ya'nî şimdi bizim içinde bulunduğumuz hazret-i şehâdette ve âlem-i dünyâda (dünya aleminde) bu vücûdlarımızda hâsıl olan (meydana gelen) atâyâ (bağışlar), atâyâ-yı esmâiyyedir (esmanın bağışıdır). Ve bu atâyâ-yı esmâiyye, (esmanın ihsanı, bağışı) atâyâ-yı Zâtiyye’ de (Zât’ın bağışları) mündericdir. (içinde bulunur, içine yerleşmiştir) Zîrâ zât-ı Hak, ilminde peydâ olan suver-i esmâiyyeye, (esma suretlerine) nefes-i Rahmânîsiyle münbasit olmak (genişletmek, yaymak), ya'nî mertebe-i letâfetten (latif, nûr olan boyuttan) mertebe-i kesâfe­te (madde mertebesine) tenezzül etmek (inmek) sûretiyle vücûd verdi. Ve onların isti'dâdları ve kâbiliyetleri neden ibâret  ise, ona göre atâ (bağış) ve ihsan etti. / Binâenaleyh (nitekim) bu atâlar (bağışlar),  Zât-ı Vahdet (tek Zât’tan) ve Ulûhiyyet’ten inbiâs eyledi (doğdu). Bu sûrette atâyâ-yı Zâtiyye (Zât’ın bağışı) ve tecelliyât-ı Zâtiyye (Zât’ın tecellileri, oluşumları) dedikleri Zât-ı Ulûhiyyet’in tecellîsi olur.

İmdi İnsân-ı Kâmil, "Allah" ism-i câmi'inin mazharı (bütün isimlerin çıktığı mahal) olmak i'tibârıyle (olması bakımından), âlem-i kevnde (evrende) Hakk'ın tecellî-i zâtîsi hâssaten (Zât’ın tecellileri husûsi olarak, sadece) ona olur. Ve o Zât-ı saâdet-simât (saadet sofrası Zât) kâffe-i mevcudâtın (varlıkların hepsinin) a'yân-ı sâbiteleri (ilmi suretleri) iktizâsınca (gereğince), kendilerine vârid olması (erişmesi) îcâb eden atâyâyı (bağışları) ve minah-ı İlâhiyye’yi (İlâhi bağışları) , hilâfeti (halifeliği) ve niyâbeti (vekilliği) hasebiyle, onlara tevzî' eder (dağıtır, paylaştırır). Âlem-i kevnde (evrende) vâki'  olan (olagelen) bu tecelliyât-ı esmâiyyeye (esmanın oluşumlarına) "feyz-i mukaddes" ta'bîr ederler (derler).  İşte bu iki kısım atâyâ (bağış), zevk sâhipleri indinde yekdîğerinden (birbirinden) fark olunur (ayrılır).

Nitekim ondan ba'zısı, muayyende suâlden ve gayr-ı muayyende suâlden vâki' olur ve ondan ba'zısı da suâlden vâki' olmaz. Gerek atıyye-i zâtiyye olsun, ve gerek esmâiyye olsun müsâvîdir. İmdi "Yâ Rab bana bunu ver!" diyen gibi muayyin, ona onun gayri bir şey hutûr etmeyen bir emri ta'yîn eder ve gayr-ı muayyin dahi "Yâ Rab benim latîf ve kesîften olan zâtımın her bir cüz'üne min-gayr-ı ta'yîn, benim onda maslahatım olduğunu bildiğin şeyi ver! " diyen kimse gibidir (2).

Hz. Şeyh (r.a.) atâ-yı İlâhiyye’yi (ilâhi bağışları),  "atâyâ-yı Zâtiyye" (Zât’ın bağışları) ve "atâyâ-yı esmâiyye" (esmanın bağışları) nâmıyla iki kısma taksîm edip (bölüp) temyîzini (ayırmasını) de zevke havâle buyurdu. O atâyâyı (ihsanları, bağışları) burada da, hiss ile idrâk olunan kısımlara taksîm edip, beynlerindeki (aralarındaki) farkı misâl ile tavzîh buyurdu (açıkladı).  Zîrâ ma'kül (akılla idrak edilen) misâl ile mahsüs (hissedilebilir) olur. Ve evvelki taksîm fâil cihetinden (fiili işleyen yönünden)  ve bu taksîm ise kâbil cihetindendir (fiili kabul eden yönündendir). Ya'nî Hak'tan lafz (söz) ile bir şey taleb eden (isteyen) kul, ilim ve yakîn (kesin, doğru bilgi) gibi ya muayyen (belli) bir şey ister; veyâhut / "Yâ Rab! Sen benim hâlimi ve benim salâhım (iyiliğim) hangi şeyde olduğunu bilirsin. Benim zâtımın latîf olan cüz'üne, ya'nî rûhuma ve kuvâ-yı rûhâniyyeme (rûhi güçlerime, melikeme) ve kesîf olan' cüz'üne (madde bedenime), ya'nî âlem-i kesâfette (madde aleminde) müteayyin (belirlilik kazanan) ve mukayyed (kayıtlı) olan vücûduma ve nefsime ve kuvâ-yı nefsâniyyeme (nefsi güçlerime) muvâfık (uygun) ve sâlih (yararlı) olan ne ise ez-gayr-ı ta'yîn (tayin etmeksizin, belirtmeksizin) onu ihsân et!" kavlinde (sözünde) olduğu gibi gayr-ı muayyen (belirsiz) bir şey'i taleb eder. Ve taleb lafzı ile (sözlü, konuşarak istemek) vâki' olmayan (gerçekleşmeyen) atâ (bağış) dahi, taleb lafzıyla olan (sözle konuşarak yapılan istek) ile müsâvîdir (eşittir).   Bu atâyâ (ihsan) ister Zâtî (Zât’tan) , ister esmâî (esma yoluyla) olsun. Zîrâ suâl (istek) ya lisân-ı kâl (konuşarak) veyâ hâl (davranış) veyâhut isti'dâd ile olur. Suâl olmak (istemek dilemek) husûsunda cümlesi (hepsi) birbirine müsâvîdir (eşittir).  Meselâ bir dilenci gelip "On para ver!" der. Bu lisân-ı kâl ile (konuşarak) suâldir (istemektir). Bir diğer dilenci gelip boynunu bükerek el açıp durur, bu da lisân-ı hâl (davranış) ile sadaka taleb ediyor (istiyor).  Fakat âile sâhibi olup akşama yiyeceği ve bir kesbi (kazancı) olmadığını bildiğiniz bir fakîr ne lisân-ı kâl (söz) ile ve ne de lisân-ı hâl (davranışı) ile sizden sadaka istemediği halde, siz onun mahall-i sadaka (sadaka verilecek mahal) olmak isti'dâdını hâiz (istidadına sahip) olduğunu bildiğiniz için ona muâvenette bulunursunuz (yardım edersiniz). Binâenaleyh (nitekim) onun sizden sadaka taleb etmesi (yardım istemesi) lisân-ı isti'dâd (istidât dili) ile olmuş olur.

Ve sâiller iki sınıftır: Bir sınıfı suâle isti'câl-i tabîî ba's etti. Zîrâ insan acûlen mahlûktur. Ve diğer sınıfı da suâle ilmi ba's etti. Zîrâ bildi ki Allah indinde,  ilim sebk ettiği umûr vâki'dir. Ona ancak talebden sonra nâil olunur. İmdi der ki, me'mûldür ki, Hak'tan taleb ettiğimiz şey bu kabîlden ola. Böyle olunca onun suâli, imkândan / üzerinde bulunduğu şey için ihtiyattır. Ve halbuki Allah'ın ilminde olan şey ve onun isti'dâdının kabûlde i'tâ ettiği şey bilinmez. Zîrâ her zaman ferdde, bu zamanda şahsın isti'dâdına vukûf, ma'lûmâtın en gâmız olanındandır. Ve eğer isti'dâd, suâli i'tâ etmiye idi, suâl etmezdi (3).

Ya'nî Allâh'ın atâlarını (bağışlarını), ihsanlarını lisân-ı kâl (konuşarak, söz) ile taleb edenler (isteyenler) iki sınıftır. Bir sınıfını bu atâyâyı (bağışları) Hak'tan talebe (istemeye) sevk eden (götüren) şey isti'câl-i tabîîdir (tabiatındaki aceleciliktir). Zîrâ acele etmek insanın şânındandır; o acûl (aceleci) olarak halk olunmuştur (yaratılmıştır).  Vaktinin hulûlünden mukaddem (vaktin girmesinden önce) kemâle vusûlü (ulaşmayı) taleb eder (ister). Sâillerden (dilekte bulunanlardan) bu sınıf, bilmezler ki, taleb ettikleri atâyi (ihsanı, bağışı) , ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) ayn-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) lisân-ı isti'dâd (istidâtlarının dili) ile vâki' olan (gerçekleşen) talebleri üzerine Hak hükmetmiş midir (emretmiş midir) ve kendileri hangi zamanda, hangi şeye müstaiddir (kabiliyetlidir) ? İşte bir sınıfın talebi (istekleri) böyle cehl (bilgisizlik) üzerine vâki' olur (gerçekleşir).

Diğer sınıfı suâle (istekte bulunmaya) sevk eden (götüren) şey ise, onun ilmidir. Zîrâ bu sınıf icmâlen (öz, özet olarak) bilirler ki, Allah'ın indinde (Allah katında) ilm-i İlâhî (İlahi ilmin) sebk etmiş (önüne geçmiş) olan birtakım umûr (işler, hususlar) vardır ve o umûra (hususlara) ancak talebden (istekte bulunmaktan) sonra nâil olunur (erişilir). Ya'nî birtakım atâyâ-yı İlâhiyye (İlâhi bağışlar) vardır ki, onların zuhûru (meydana çıkması), ilm-i İlâhî’de (Allah’ın  ilminde) talebe (istekte bulunulmaya) meşrût (şart) kılınmıştır.  Binâenaleyh (nitekim) taleb (istek) olmadıkça zuhûr etmez (meydana çıkmaz). Bunun için bu sınıf, Hak Teâlâ Hazretlerinden bizim taleb ettiğimiz (istediğimiz) şey belki bu kabîldendir (kabuldendir),  deyip imkân-ı husûlü (imkânın oluşması), ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) talebe (istekte bulunmaya) mütevakkıf (bağlı) olduğu mütâlaasıyla (düşüncesiyle) o şeyi ihtiyâten (tedbir olarak) Hak'tan ister. Maahâza (bununla beraber) bu taleble berâber, o şeyin ilm-i İlâhî’de sübûtu vâki' midir; (İlahî ilimde mevcut mudur) ve onun ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) isti'dâdı bu taleb ettiği (istediği) şeyi ezelde (geçmişte) , Hak aleyhine (üzerine) hükmetmiş (kararlaştırmış, emretmiş) midir; ve binâenaleyh (nitekim) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan şey, zâhirde (dış görünüşte) umduğuna muvâfık mıdır (uygun mudur) ,  bunları bilmez. Zîrâ a'yan-ı sâbite (ilmi suretler) Hakk'a ne sûretle ilm vermişler ise, o sûretle Hakk'ın ma'lûmu olurlar (Hakk’ta bilinirler) ve Hakk'a, bizim hakkımızda böyle hükmet (karar ver) diye, Hak aleyhinde (üstünde) ne vech (hakikât) ile hükm etmişler (emretmişler, karar vermişler) ise, Hakk'ın onlar hakkındaki hükmü (emri, komutası) dahi ona göredir. Zîrâ hâkim hükmettiği (karar verdiği, emrettiği) şeyde mahkûmun-aleyhdir (kendi hakkında hüküm verilendir, hükme muhatap olandır). Bu bahsin (konunun) tafsîli (açıklaması) Fass-ı Üzeyrî'de zikrolunmuştur. İşte sâil (dilekte bulunan) ayn-ı sâbitesi (ilmi sûreti) ilm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) ne sûretle ma'lûm (bilinmiş) olduğunu bilmediği için, / taleb ettiğim (istediğim) şey belki ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit olmuş (mevcut) bir şeydir, deyip ihtiyâten (tedbir olarak) suâl eder (ister).  Fakat bunun sâbit (mevcut) olup olmadığını bilmez. Zîrâ her bir zamanda, her bir şahsın isti'dâdına vâkıf olmak (istidadını bilme) keyfiyyeti (hususu) pek gâmız (anlaşılması güç) ve en derin ve gizli ma'lûmât (bilinmeyen bilgiler) cinsindendir. Binâenaleyh (nitekim) her bir fert (kişi), her ânda olan isti'dâdını bilmez ki, o dakîkada müstaid (müsâit) olduğu şeyi hemen Hak'tan taleb etsin (istesin) de, o şey dahi derhal vâki' oluversin. İşte bunu bilmediği için, belki eser-i icâbet zâhir olur (isteği kabul edilir) diye, müstaid (istidâdında) olduğunu zannettiği şeyi Hak'tan taleb eder. Bu sebeble onun istediği şeylerin ba'zısı vâki' olur (gerçekleşir), ba'zısı vâki' olmaz (gerçekleşmez).  Fakat şurası şâyân-ı dikkâttir ki, insan sûret-i umûmiyyede (genel) olarak kabûlüne müstaid (istidatlı) olduğu şeyi idrâk edebilir (anlayabilir). Meselâ bir kimse tıp veyâ riyâziye (matematik) tahsîline mübâşeret eder (başlar). Az mesâî (çalışmak) ile çok ma'lûmât (bilgi) elde ettiğini ve o ilmin mesâilini (meselelerini) anlamakta aslâ güçlük çekmediğini görür. Bundan anlar ki, o ilmin husûlüne (meydana gelmesine) kendisinde isti'dâd vardır. İşte bu icmâlen (özet olarak) isti'dâdına vukûfdur (istidadını biliştir) ki, buna "kazâ" derler: Fâkat onun vakten-mine'l-evkât (ne zaman) ne miktar hâsıl olacağını, ya'nî kazânın tafsîli (genişletilmişi) olan "kader"i bilmez. Meğer, ki Hak bunların ba'zısına kendini muttali' kılsın (bilenlerden etmiş olsun). Ve bunların cümlesine ıttılâ' (bütün hepsini bilme) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) olan şeye ıttılâ'dır (biliştir) ki, bu da Hakk'a mahsûstur (aittir).  Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: .................................. (Lokman; 31/34).Ya'nî: "Bir nefis; yarın ne kesb (elde) edeceğini bilmez".

İmdi abd (kul) her ne kadar isti'dâdını bilmez ise de, eğer isti'dâd, sâile (istekte bulunana) suâli (istemeyi) i'tâ etmese (vermese) idi, ondan taleb (istek) sâdır olmaz (çıkmaz) idi. Zîrâ abd (kul) üzerinde her anda cârî olan (devam eden) ahvâl, (haller) onun isti'dâdından münbaisdir. (ileri gelir) Ve abdin (kulun) talebi dahi, üzerinde cârî olan (devam eden) ahvâlden (hallerden) bir haldir. Binâenaleyh (nitekim), abdin (kulun) suâli (isteği) dahi, onun isti'dâdından münbais (doğan) bir keyfiyet (husus) olur. Şu halde sâil (istekte bulunan) Hak'tan bir şey taleb ettikde (istediğinde), onun o suâli (isteği), taleb ettiği (istediği) şeydeki isti'dâdına delâlet (işaret) eder ve işte o isti'dâd, talebe (istemeye, dilemeye) sebeb olmuştur. Fakat abd (kul) , / her zaman ferdde (kişide) ,  ya'ni eczâ-yı zamandan (zaman bölümlerinden) her bir cüz'de, (bölümünde) isti'dâdının ne şeyi iktizâ ettiğini (lazım geldiğini) bilmez. Eğer bilse idi talebini müteâkib (dileğinin arkasından) o şey zuhûr ediverir (meydana çıkıverir) idi.

İmdi bunun mislini bilmeyen ehl-i hûzurun gâyesi, onu içinde bulundukları zamanda bilmeleridir. Zîrâ onlar huzurları sebebiyle bu zamanda Hakk'ın onlara verdiği şeyi ve onu ancak isti'dâd sebebiyle kabûl ettiklerini bilirler. Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabûllerinden isti'dâdlarını bilirler ve bir sınıfı dahi ne şeyi kabûl ettiklerini isti'dâdlarından bilirler. Bu da, bu sınıfta ma'rifet-i isti'dâdda vâki' olan şeyin etemmidir. Ve bu sınıftan, isti'câl ve imkân için değil, ancak, Allah Teâlâ'nın .......................  (Mü'min, 40 / 60) kavlindeki emrine imtisâlen suâl eden kimse vardır. Böyle olunca o, abd-i mahzdır. Ve bu dâî için, suâl ettiği şeyde muayyenden ve gayr-ı muayyenden, himmet-i müteallıka yoktur. Onun himmeti ancak efendisinin evâmirine imtisâldedir. Binâenaleyh hal, suâli iktizâ ettikde, ubûdiyyeten suâl eder; ve tefvîz ve sükûtu iktizâ ettikde dahi, sâkit olur. İmdi Eyyûb'u ve sâireyi mübtelâ kıldı. Halbuki Allah'ın onları onunla mübtelâ ettiği şeyin ref'ini suâl etmediler. Ba'dehû diğer zamanda onlara bunun ref'ini taleb etmek iktizâ etti. Binâenaleyh suâl ettiler. O halde Allah, onlardan onu ref' eyledi (4). / 

Ya'nî sâillerden (istekte bulunanlardan) bunun mislini (benzerini) , ya'nî ilm-i İlâhîyi (Allah’ın ilmini) ve isti'dâdlarını (kendilerinde var olan potansiyeli) bilmeyen ehl-i huzûrun gâyesi (huzurda bulunanların amacı), içinde bulundukları zamanda isti'dâdlarını bilmemeleridir.Onlar a'yân-ı sâbitelerini (kendi hakikâtlerini, terkiplerini) ilm-i Hak'ta (Allah’ın ilminde) ne sûretle sübût bulduğunû (mevcut olduğunu) ve lisân-ı isti'dâdlarıyla (isdidatlarından gelen bir şekilde) Hak'tan, ne şeyi taleb etmiş (istemiş) olduklarını bilmemekle berâber, gerek bi'l-vâsıta (vasıtalı) ve gerek bilâ-vâsıta (vasıtasız) vâridâttan (içe doğan) tecelliyâttan (oluşumlardan, feyzlerden), ulûm (ilimlerden, bilgilerden) ve ahlâktan, bulundukları zaman içinde Hakk'ın ne şeyi ihsân buyurduğunu (bağışladığını, verdiğini) ve hâzır oldukları zaman içinde kabûl ettikleri atâyâ-yı İlâhiyye’yi (İlahi bağışları, ihsanları) ancak o zamanda olan isti'dâd-ı cüz'îleriyle (cüzi istidâtlarıyla) kabûl ettiklerini bilirler. Zîrâ Hak'la huzûr (rahat) ve şuhûdları (görüşleri) sebebiyle, vücûdda ve te'sirde (alâmette, değerlendirmede) Hak'tan başka hiçbir şey görmezler. Ve Zeyd ve Amr yediyle (eliyle) kendilerine vâsıl olan (ulaşan) atâyâyı (bağışları) gördükde: "İşte bu bizim ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan a'yânımızın (manâlarımızın) lisân-ı isti'dâd (istidâdının dili) ile Hak'tan taleb ettiği (istediği) şeydir ki, şu zamandaki isti'dâd-ı cüz'îmiz (cüzi istidâdımız) sebebiyle şimdi bize Hak'tan ihsân olundu" (bağışlandı, verildi) derler.

Bu ehl-i huzûr dahi iki sınıftır: Bir sınıfı atâyı (bağışları) kabûllerinden dolayı isti'dâdlarını bilirler; zîrâ bunlara a'yân-i sâbiteleri (istidâtları) mekşûf (açılmış) değildir. Binâenaleyh (nitekim) isti'dâdlarını tafsîlen (geniş olarak) bilmezler. Ancak kendilerine vârid olan (içlerine doğan) atâyâyı (bağışları) kabûl edip hazm etmeleri hasebiyle isti'dâdlarını icmâlen (öz, özet olarak) bilirler ve "Eğer isti'dâdımız olmasa idi, bu atâyı (bağışları) kabûl etmez idik" derler. Nitekim Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a), bu Fusûsu'l-Hikem'de binlerce hakâyık (hakikâtler) ve maârif (bilgiler) beyân buyururlar (açıklarlar).  Nice kimseler vardır ki, bu maârifi (bilgileri) havsalalarına sığdırıp kabûl edemez. Bu kabûl edememek keyfiyyeti (hususu) şübhe yoktur ki adem-i isti'dâddandır (istidadının yokluğundandır).  Ve yine bir çok kimseler Hz. Şeyh-i Ekber mazharından (görüntü yerinden) vârid olan (gelen) bu atâyâyı (bağışı) kabûl edip ve âb-ı hayât (hayat suyu) gibi içip hazmederler. Bu da kabûle olan isti'dâddan nâşîdir (dolayıdır).

İmdi, kelâm (söz) bir, fakat isti'dâd-ı sâmi'în (istidadı işitenler) muhteliftir (çeşitlidir). Ve ehl-i huzûrun (huzurda bulunanların) bir sınıfı dahi, ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın ilmindeki) a'yân-ı sâbitelerini (ilmi sûretlerini) ve onların isti'dâdlarını bil­dikleri için, bu isti'dâdları hasebiyle ne şeyi kabûl edeceklerine vâkıftırlar (bilirler) . Binâenaleyh (nitekim), onlar ancak kendilerinde kabûle isti'dâd gördükleri şeyi Hak'tan taleb ederler (isterler) ve istedikleri şey de fi'l-hâl (o anda) veyâ bir müddet sonra vâki' olur (gerçekleşir) .  Ve bu ikinci sınıf, ehl-i huzûr sınıfında, ma'rifet-i isti'dâd key­fiyetinde (istidâdı bilme hususunda) vâki' olan (gerçekleşen) şeyin etemmidir (en tam olanıdır) . Ya'nî bu ikinci sınıf birinci sınıftan daha tamâmdır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) atâyâ-yı İlâhiyye’yi evvelâ "taleb ile" (istekle) ve "talebsiz" (istememeksizin) hâsıl olan atâyâya (bağışlara) ve taleb  ile olan atâyâyı (ihsanları) dahi "muayyen" (belli) ve "gayr-ı muayyen" (belirsiz) olan şeye taksîm etti. Şimdi de sâili (istekte bulunanı) suâle sevk eden (istemeye yönelten) şey hasebiyle / taksîm edip buyururlar ki: Bu ehl-i huzûrdan olan sâillerden (istekte bulunanlardan) bir sâil (isteyen) vardır ki Hak'tan taleb eder (ister),  fakat isti'câl-i tabîî (tabiatında olan acelecilik) ve imkân için suâl etmez; (dua etmez) belki onun suâli Allah Teâlâ hazretlerinin ...................

(Mü'min, 40/60) ya'nî ''Benden suâl edin (isteyin, dua edin),  sizin için isticâbe (duanızı kabul) edeyim" kavliyle (sözüyle) vâki' (mevcut) olan emrine imtisâl (örnek) içindir. Bu sâil (istekte bulunan) abd-i mahzdır (tam kuldur) . Onun dünyevî (dünya ile ilgili) ve uhrevî (ahiretle ilgili) ve zâhirî (dışında) ve bâtınî, (içinde) muayyen (belli) ve gayr-ı muayyen, (belli olmayan) hiçbir şeye himmeti müteallık (bağlı) değildir. Binâenaleyh (nitekim) taleb ettiği (istediği) şeyi himmetini ta'lîk ederek (herhangi bir arzusuna bağlayarak) istemez. Onun himmeti, (gayret ve isteği) ancak Efendi'sinin emirlerine imtisâl etmektedir (örnek almaktadır).

Mesnevî :
(Tercüme) "Sultân-ı dîn, mâdemki benden tama' (doymayacak kadar çok) ister, bundan sonra kanâatın (kısmetine razı olmanın) başına toprak saçılsın!"

Binâenaleyh (nitekim) hâl, suâl ikti’zâ edince (dûa etmek lâzım gelince) , bu abd-i mahz (tam kul) ancak ubûdiyyeten (kulluğundan, kul olduğu için) suâl eder (dûa eder). Zîrâ onun vech-i Hak'tan (Hakk’ın Zâtından) ve Cemâl-i Mutlak’tan başka hiçbir murâdı (arzusu) yoktur. Cem'an makâm-ı Vahdet’te (Teklik makamında) ve tafsîlen (açık, geniş olarak) mezâhir-i kesîrede, (görüntü yerleri olan birimlerde) ya'nî suver-i âlemdedir. (Evrendeki suretlerdedir) Eğer muktezâ-yı (lâzım gelen) hâle göre lafzan (lâf ile) Hak'tan bir şey taleb ederse (isterse), Efendi'sine karşı kulluğun şânını isbât içindir. Ve eğer hâl, Hakk'a tefvîz-i umûr (işlerini Allah’a havale) edip sükût etmeyi (susmayı) iktizâ ederse (gerektirirse) susar; ne himmeti (gayreti, isteği) ile ma'nen ve kalben ve ne de lisânı ile lafzan (lâfla, sözlü) bir şey taleb etmez. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Eyyûb (a.s.)ı ve sâir Enbiyâyı (diğer Peygamberleri) ve onların vârisleri (mirasçıları) olan Evliyâyı, birtakım belâlara mübtelâ eyledi (düşürdü) ;  onlar bu belâların refini (kaldırılmasını) Hak'tan taleb etmediler (istemediler), o belâları çektiler. Ba'dehû (daha sonra) diğer zamanda hâl, o belâların refini (kaldırmasını) taleb etmek (istemek) ikt'ızâ etti (lâzım geldi) . Onlar da muktezâ-yı (gereken) hâle göre o belâların refini (kaldırılmasını) Hak'tan taleb ettiler (istediler). Hak Teâlâ hazretleri dahi ref eyledi (kaldırdı).

Ma'lûm olsun, ki, Hak Teâlâ hazretlerinin kullarını mübtelâ kıldığı (düşürdüğü) her mihnet (zahmet, eziyet) ve belâ kahr-ı mahz (tam mahvetme) değildir; belki mihnet (zahmet, eziyet) ve belâ sûretinde zâhir olan (görülen) rahmet ve ni'met-i mahsûsadır. (özel, husûsi nimettir) Ve mihnet (eziyet) ve belâ Hakk'ın Celâl'inden; ve rahmet ve ni'met ise Cemâl'indendir. Ve insan mazhar-ı Cemâl ve Celâl'dir. (Celâl ve Cemâl sıfatlarının görüldüğü yerdir) Nitekim Hak Teâlâ insan hakkında ............. (Sâd, 38/75) ya'ni "İki elimle halk ettim" (yarattım) buyurur ki, yed-i Cemâl'imle (cemâl elimle) ve yed-i Celâl'imle (celâl elimle) halk eyledim (yarattım) / demektir. Binâenaleyh (nitekim) Hak insanı, mazhar-ı kâmil (İnsan, Hakk’ın göründüğü en kâmil mahal) olduğu için mükerrem (saygı değer) kılmıştır. Ve insanın gayri (insandan başka) olan mahlûkât-ı İlâhiyye’de (İlâhi varlıklarda) bu cem'iyyet (toplayıcılık) yoktur. Onların ba'zısı cemâlî ve ba'zısı celâlîdir. Meselâ hayvânât, mazhar-ı Celâl'dir (hayvanlar celâl sıfatını görüldüğü yerdir) . Çünkü Müzill isminin (hor hakir gören ismin) mazharıdırlar (göründüğü yerdir). İşte bu kemâlinden nâşî (dolayı) insan teklîfât-ı İlâhiyye’nin (İlâhi önerilere) muhâtabı (hitap olunan) olmuştur. Ve insan nefsi, ya'nî vücûd-ı müteayyini (meydana gelmiş vücudunun) ve mukayyedi (kayıtlı, bağlı oluşu) i'tibâriyle (bakımından) mazhar-ı Celâl (celâl isminin çıktığı mahal) ve rûhu i'tibâriyle de mazhar-ı Cemâl'dir (cemâl isminin çıktığı mahaldir).  Zîrâ rûh hadd-i zâtında (aslında) ednâs-ı tabîatten (en aşağı olan tabiattan) pâktır (temizdir) .  Nefis ise böyle değildir. Onun mahtidi (mizacı) âlem-i anâsır (hava, su, toprak, ateş) ve tabâyi'dir (tabiatla ilgilidir) ve âlem-i tabîat ise mazhar-ı kahr ve celâldir (tabiat alemi kahır ve celâlin göründüğü yerdir). Onun için nefsin şânı Hakk'a muhâlefet (karşı gelmek) ve rûhun şânı dahi mutâvaattır (itâat etmektir). Binâenaleyh (nitekim) nefsi rûhuna tâbi' olanlar (uyanlar) "cemâlî" ve rûhu nefsine tâbi' olanlar (uyanlar) ise "celâlî olur. İmdi kahır ve lütuf, muhakkıkîn (tahkik edenlerin, sûfîlerin) nazarında (görüşünde) hakîkat-ı Vâhide’nin (tek olan hakikâtin) şuûnâtından (fiillerinden, işlerinden) başka bir şey olmadığından, ikisi de şey-i vahiddir (tek şeydir).Ancak bi-hasebi'l-mezâhir (görüntü yerleri bakımından) biribirinden ayrı ve yekdîğerinin (birbirinin) zıddı görünürler. İşte bu sebebden Hz. Mevlâna (r.a.) buyururlar:

Mesnevî:
(Tercüme) "Ben onun kahrına ve lutfuna cidden âşıkım; acîbdir (şaşılacak şey) ki ben, bu her iki zıddın âşıkıyım."

Bu gibi zevât-ı kirâm nasıl kahra âşık olmasınlar ki, kahır, vech-i Hakk'ın nikâbı (Hakk’ın Zât’ına perde) . olan nefse taalluk eder (aittir) ve onu yırtıp cemâl-i Hakk'ı (Hakk’ın cemalini) ızhâr eyler (açığa çıkarır). Onların matlûbu (arzuladıkları) da bundan ibârettir. Ve kahır ve celâlin mevridi (varacak yeri) vücûd-ı mümkinât (olabilir şeylerin vücudu, evren ve evrendeki birimler) olup, onlar da dâim olmadıklarından, ................................ hadîs-i kudsîsi mûcibince (gereğince) kahır ve celâl ârızî (gelip geçici) ve lutuf ve rahmet zâtîdir. Ve Hak Teâla hazretleri bu âlem-i şehâdette (görülen madde aleminde) gerek mü'minlere ve gerek kâfirlere kahır ve celâliyle tecellî buyurur. Mü'minîne isâbet eden kahrı, onların ref-i derecâtı (derecelerinin yükselmesi) içindir. Zîrâ her bir belâ nâzil oldukça (indikçe) nefsinden tebâudü (uzaklaşması) ve Hakk'a takarrübü (yakınlaşması) ziyâde olur (fazlalaşır). Binâenaleyh (nitekim) o belâ, mihnet (eziyet) ve nikmet (bela) sûretinde zâhir olan (görülen) rahmet ve ni'met-i hâssadır (seçilmişlerin nimetidir) . Bu belâlara ancak Hakk'ın murâdını bilen ve sırr-ı kadere muttali' (kader sırrını anlamış) olan  zevât-ı kir"am tâlib olur (ister) . Ve kâfirlere isâbet eden kahır ise; ............................................................. (Secde,32/21) / ya'nî "Biz onlara azâb-ı ekberin (en büyük azabın),  azâb-ı âhiretin gayrı olan (ahiret azabında başka) azâb-ı ednâyı (en aşağı azab olan) azâb-ı dünyâyı (dünya azabını) tattırtrız" âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) azâb-ı ilâhîdir (İlâhi azabdır).Bu bahiste (konuda) birçok suâller ve cevaplar vardır. Tafsîl olunsa (açıklansa) , belki bir cild kitap olur. Zikrolunan (adı geçen) esâsât (esaslar) erbâb-ı irfâna (irfan sahibine) kifâyet eder.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

04.12.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail