KELİME-İ
ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ NEFSİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR
"Nefs"
"tuh tuh diyerek üflemek" ma'nâsına gelir. Nitekim
ehl-i azâim (üfürükçüler),
ya'nî hastalar üzerine okuyucular yapar. Zamânımızda
onlara alâ-tarîki't-tezyîf "üfürükçü" de derler; ve
Arablar o gibi kimselere "neffas” (üfürükçü)
ta'bîr ederler (derler)
ve Kur'ân-ı Kerîm'de: ....................... (Felak, 113/4)
buyurulur ki, "neffâse (üfürükçü)
olan kadınların şerrinden" demektir.
Ve
"Şît" "tâ" ile İbrânî (Yahudi)
lügatinde
"Atâullah" (Allah’ın
bağışı, ihsanı) ma'nâsınadır. Arablar "sâ"
harfiye "Şîs" telâffuz eder. Âdem (a.s.), Hâbil'in vak'a-yı
şehâdetinden (oğlu Habil’in şehit olma hadisesinden) sonra
teskîn-i teessürü (üzüntüsünün yatışması) için
Hak'tan bir mevhibe (bağış,
hibe) taleb etti (istedi). Ona Şîs (a.s.) atâ olundu
(bağışlandı).
Burada
"nefs"ten murâd; Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahad
olan Zât mertebesinde) mahbûs (hapis)
kalıp sıkılan esmâ-i İlâhiyye’yi nefes-i Rahmânîsini (Rahman
olan nefesini) irsâl ile (göndererek)
Hakk'ın tenfis etmesinden (nefes
vermesinden) ibârettir. Ve "hikmet-i nefsiyye"nin (nefisteki
hikmetin) Kelime-i Şîsiyye'ye (Şisiyye
kelimesine) sebebi-i tahsîsi (ayrılma
sebebi) budur ki, cenâb-ı Âdem (İnsanı
Kâmil) taayyün-i evvel-i icmâlî (taayyünü
evvel mertebesinin özeti, özü) olup onun mertebesi kâffe-i
merâtib-i âlemi (âlemlerin
bütün mertebelerin hepsini) müştemil (içine alan, kuşatan) idi. Hak Teâlâ
Hazretleri o icmâli (özü,
hülasayı), Vücûd-ı Mutlak’ının (Mutlak
Zât’ın vücudunun) a'yân-ı sâbite (manâlar,
ilmi suretler) üzerine inbisâtından (genişlemesinden,
yayılmasından) ibâret olan nefes-i Rahmânîsi (Rahman olan nefesi) ile tafsîl
etmek (tafsilatlı
olarak bildirmeyi) murâd etti. Feyz-i cûdî ve menh-i
vehbîden (feyzlerin
ulaşması ve bu feyzlerden mahrum kalmaktan)
ibâret bulunan Hz. Şîs'in taayyünüyle (meydana gelmesiyle) zâhir oldu (açığa
çıktı). Ve bu zuhûr (meydana
çıkış) "nefes-i Rahmânî" hasebiyle olduğu için,
irsâl-i nefes (nefes
vermek, göndermek) ma'nâsına olan "nefs"e müteallık
hikmet,
(nefisle ilgili, ona bağlı hikmet) "atâullah" (Allah bağışı) ve
"hibetullah" (Allah
hibesi) ma'nâsına olan Kelime-i Şîsiyye'ye (Şisiyye
kelimesine) tahsîs buyruldu (ayrıldı).
Ve
Hz. Şeyh (r.a.), bu sebebden dolayı, “hikmet-i nefsiyye"yi (nefis
ile ilgili hikmeti) "hikmet-i İlâhiyye"den (İlahi hikmetlerden) sonra
zikrederek (anarak)
bunda, Şîs (a.s.)'ın kalb-i şerîfine vârid olan (kalbine doğan) ulûm-ı vehbiyye-i
İlâhiyye’yi (İlâhi
bağış olan ilmi) ve atâyâ-yı Zâtiyyeyi (Zât’ın bağışlarını) ve onun
birtakım ahkâm (hükümlerini)
ve maârifini (bilgilerini)
ve ezvâk (zevklerini, lezzetlerini) ve kemâlâtını
beyân buyurdu: (açıkladı)
Ma'lûm
olsun ki, kevnde kulların elleri üzere ve onların ellerinin gayrı üzere
olan atâyâ ve minah-i zâhire iki kısım üzerinedir: Onlardan biri atâyâ-yı
Zâtiyye, diğeri atâyâ-yı Esmâiyye’dir; ve ehl-i ezvâk indinde mütemeyyiz
olur (1).
Ya'nî
muallim (öğretici)
vâsıtasıyla müteallime (öğrenciye)
hâsıl olan (gelen) herhangi bir ilim ve şeyh ve
melâike (melekler)
ve ervâh-ı Enbiyâ (Peygamberlerin
ruhları) ve evliyâ vâsıtalarıyla mürîde (Hak
yoluna girmiş kişiye) hâsıl olan maârif-i Rabbâniyye (Rabbani
bilgiler) gibi, kulların elleri vâsıtasıyla ve bir
muallimin (öğreticinin) ta'lîmine (öğretisine)
ve şeyhin irşâdına (doğru
yolu göstermesine) muhtâç olmaksızın tâlib-i Hakk'a (Hakk’ı
isteme) cihet-i bâtından (hakikâti
yönünden) hâsıl olan ilim gibi, kulların elleri tavassut (aracılık)
etmeksizin vücûd-ı hâricîde (dünyada,
evrende) vâki' (mevcut)
olan Allah'ın atâları (bağışları)
ve ihsanları iki kısımdır: Biri "atâyâ-yı Zâtiyye"
(Zât’ın bağışları) ,
diğeri "atâyâ-yı
Esmâiyye"dir
(Esmanın ihsanıdır).
Ma'lûm
olsun ki, vücûd-ı mutlak-ı Hak (Mutlak
vücût sahibi olan Hakk’ın) Zât-ı Ahadiyyesi (Zât’ının
Ahadlığı) hasebiyle, atâ (bağış)
ve ihsân etmez. Zîrâ atâ (bağış)
sıfât ve esmâ îcabıdır (gereğidir).
Bu mertebede ise Hak kâffe-i sıfât ve esmâ (sıfat
ve esmaların hepsi) ile zuhûrdan ganîdir
(meydana çıkmağa ihtiyacı yoktur) .
Ve O'nun bi'l-cümle (bütünüyle) sıfât ve esmâsı Zât-ı
Ahadiyyetinde (Zât’ının
Ahad’lığında) mündemic (iç
içe yerleşmiş) ve müstehlektir (yok
olmuştur). Bunlar
zuhûr etmese de (meydana
çıkmasa da), Zât-ı
Mutlak’ı, yine Zât-ı Mutlak’tır. Vaktâ ki (ne
zaman ki) zâtında mahv (tükenmiş) ve müstehlek (yok
olmuş) olan bu sıfât ve esmâ, zuhûr (meydana
çıkmak) isterler, Hak kendi zâtına, yine kendi zâtında
tecellî etmekle (oluşmakla,
belirmekle,) onların suver-i ilmiyyeleri (ilmi
suretleri) Hakk'ın Zât’ında peydâ olur. Buna "feyz-i
akdes" ta'bîr ederler (derler).
Ve Hakk'ın bu tecellîsi (oluşumu)
ile "mertebe-i ilm"e tenezzülü (ilim
mertebesine inişi) mertebe-i esmâ ve sıfât,
vahdet (teklik)
ve Ulûhiyyet mertebesidir. Ondan sonra Zât-ı Hakk'ın her
bir mertebeye tenezzülü (inişi)
, bu
mertebe-i ilimde hâsıl olan (ilim
mertebesinde bulunan) esmâsının
sûreti üzerine olur. Binâenaleyh (nitekim),
vücûd-ı hâricîde (madde
âleminde),
ya'nî şimdi bizim içinde bulunduğumuz hazret-i şehâdette
ve âlem-i dünyâda (dünya
aleminde) bu vücûdlarımızda hâsıl olan
(meydana gelen) atâyâ (bağışlar),
atâyâ-yı esmâiyyedir (esmanın
bağışıdır). Ve bu atâyâ-yı esmâiyye, (esmanın
ihsanı, bağışı) atâyâ-yı Zâtiyye’ de (Zât’ın
bağışları) mündericdir. (içinde
bulunur, içine yerleşmiştir) Zîrâ zât-ı Hak, ilminde
peydâ olan suver-i esmâiyyeye, (esma
suretlerine) nefes-i Rahmânîsiyle münbasit olmak (genişletmek,
yaymak),
ya'nî mertebe-i letâfetten (latif, nûr olan boyuttan) mertebe-i
kesâfete (madde
mertebesine) tenezzül etmek (inmek)
sûretiyle vücûd verdi. Ve onların isti'dâdları ve kâbiliyetleri
neden ibâret ise, ona göre
atâ (bağış)
ve ihsan etti. / Binâenaleyh (nitekim)
bu atâlar (bağışlar),
Zât-ı
Vahdet (tek Zât’tan) ve Ulûhiyyet’ten
inbiâs eyledi (doğdu).
Bu sûrette atâyâ-yı Zâtiyye (Zât’ın
bağışı) ve tecelliyât-ı Zâtiyye (Zât’ın
tecellileri, oluşumları) dedikleri Zât-ı Ulûhiyyet’in
tecellîsi olur.
İmdi
İnsân-ı Kâmil, "Allah" ism-i câmi'inin mazharı (bütün
isimlerin çıktığı mahal) olmak i'tibârıyle (olması
bakımından), âlem-i kevnde (evrende) Hakk'ın tecellî-i zâtîsi
hâssaten (Zât’ın
tecellileri husûsi olarak, sadece) ona olur. Ve o Zât-ı saâdet-simât
(saadet
sofrası Zât) kâffe-i mevcudâtın (varlıkların
hepsinin) a'yân-ı sâbiteleri (ilmi
suretleri) iktizâsınca (gereğince),
kendilerine vârid olması
(erişmesi) îcâb eden atâyâyı (bağışları)
ve minah-ı İlâhiyye’yi (İlâhi
bağışları) ,
hilâfeti (halifeliği)
ve niyâbeti (vekilliği)
hasebiyle, onlara tevzî' eder (dağıtır,
paylaştırır). Âlem-i kevnde (evrende) vâki' olan (olagelen)
bu tecelliyât-ı esmâiyyeye (esmanın
oluşumlarına) "feyz-i mukaddes" ta'bîr ederler (derler).
İşte
bu iki kısım atâyâ (bağış),
zevk sâhipleri indinde yekdîğerinden (birbirinden)
fark olunur (ayrılır).
Nitekim
ondan ba'zısı, muayyende suâlden ve gayr-ı muayyende suâlden vâki'
olur ve ondan ba'zısı da suâlden vâki' olmaz. Gerek atıyye-i zâtiyye
olsun, ve gerek esmâiyye olsun müsâvîdir. İmdi "Yâ Rab bana
bunu ver!" diyen gibi muayyin, ona onun gayri bir şey hutûr etmeyen
bir emri ta'yîn eder ve gayr-ı muayyin dahi "Yâ Rab benim latîf
ve kesîften olan zâtımın her bir cüz'üne min-gayr-ı ta'yîn, benim
onda maslahatım olduğunu bildiğin şeyi ver! "
diyen kimse gibidir (2).
Hz.
Şeyh (r.a.) atâ-yı İlâhiyye’yi (ilâhi
bağışları), "atâyâ-yı
Zâtiyye" (Zât’ın
bağışları) ve "atâyâ-yı esmâiyye" (esmanın bağışları) nâmıyla
iki kısma taksîm edip (bölüp) temyîzini (ayırmasını)
de zevke havâle buyurdu. O atâyâyı (ihsanları,
bağışları) burada da, hiss ile idrâk olunan kısımlara
taksîm edip, beynlerindeki (aralarındaki)
farkı misâl ile tavzîh buyurdu (açıkladı).
Zîrâ
ma'kül (akılla
idrak edilen) misâl ile mahsüs (hissedilebilir)
olur. Ve evvelki taksîm fâil cihetinden (fiili
işleyen yönünden) ve
bu taksîm ise kâbil cihetindendir (fiili
kabul eden yönündendir).
Ya'nî Hak'tan lafz (söz)
ile bir şey taleb eden (isteyen)
kul, ilim ve yakîn (kesin, doğru bilgi) gibi ya muayyen
(belli) bir
şey ister; veyâhut / "Yâ Rab! Sen benim hâlimi ve benim salâhım
(iyiliğim) hangi
şeyde olduğunu bilirsin. Benim zâtımın latîf olan cüz'üne, ya'nî
rûhuma ve kuvâ-yı rûhâniyyeme (rûhi
güçlerime, melikeme) ve kesîf olan' cüz'üne (madde
bedenime),
ya'nî âlem-i kesâfette (madde
aleminde) müteayyin (belirlilik
kazanan) ve mukayyed (kayıtlı)
olan vücûduma ve nefsime ve kuvâ-yı nefsâniyyeme (nefsi
güçlerime) muvâfık (uygun) ve sâlih (yararlı)
olan ne ise ez-gayr-ı ta'yîn (tayin
etmeksizin, belirtmeksizin) onu ihsân et!"
kavlinde (sözünde)
olduğu gibi gayr-ı muayyen (belirsiz)
bir şey'i taleb eder. Ve taleb lafzı ile
(sözlü, konuşarak istemek) vâki' olmayan (gerçekleşmeyen)
atâ (bağış) dahi, taleb lafzıyla
olan
(sözle konuşarak yapılan istek) ile müsâvîdir (eşittir).
Bu
atâyâ (ihsan)
ister Zâtî (Zât’tan)
, ister
esmâî (esma
yoluyla) olsun. Zîrâ suâl (istek)
ya lisân-ı kâl (konuşarak) veyâ hâl (davranış)
veyâhut isti'dâd ile olur. Suâl olmak (istemek
dilemek) husûsunda cümlesi (hepsi)
birbirine müsâvîdir (eşittir).
Meselâ
bir dilenci gelip "On para ver!" der. Bu lisân-ı kâl ile
(konuşarak) suâldir (istemektir). Bir diğer dilenci gelip boynunu bükerek
el açıp durur, bu da lisân-ı hâl (davranış)
ile sadaka taleb ediyor (istiyor).
Fakat
âile sâhibi olup akşama yiyeceği ve bir kesbi (kazancı)
olmadığını bildiğiniz bir fakîr ne lisân-ı kâl (söz)
ile ve ne de lisân-ı hâl (davranışı)
ile sizden sadaka istemediği halde, siz onun mahall-i sadaka (sadaka
verilecek mahal) olmak isti'dâdını hâiz (istidadına
sahip) olduğunu bildiğiniz için ona muâvenette bulunursunuz
(yardım
edersiniz). Binâenaleyh (nitekim) onun sizden sadaka taleb
etmesi (yardım
istemesi) lisân-ı isti'dâd (istidât
dili) ile olmuş olur.
Ve
sâiller iki sınıftır: Bir sınıfı suâle isti'câl-i tabîî ba's
etti. Zîrâ insan acûlen mahlûktur. Ve diğer sınıfı da suâle ilmi
ba's etti. Zîrâ bildi ki Allah indinde, ilim
sebk ettiği umûr vâki'dir. Ona ancak talebden sonra nâil olunur. İmdi
der ki, me'mûldür ki, Hak'tan taleb ettiğimiz şey bu kabîlden ola. Böyle
olunca onun suâli, imkândan / üzerinde
bulunduğu şey için ihtiyattır. Ve halbuki Allah'ın ilminde olan şey
ve onun isti'dâdının kabûlde i'tâ ettiği şey bilinmez. Zîrâ her
zaman ferdde, bu zamanda şahsın isti'dâdına vukûf, ma'lûmâtın en gâmız
olanındandır. Ve eğer isti'dâd, suâli i'tâ etmiye idi, suâl etmezdi
(3).
Ya'nî
Allâh'ın atâlarını (bağışlarını),
ihsanlarını lisân-ı kâl (konuşarak, söz) ile taleb edenler (isteyenler)
iki sınıftır. Bir sınıfını bu atâyâyı (bağışları)
Hak'tan talebe (istemeye) sevk eden (götüren)
şey isti'câl-i tabîîdir (tabiatındaki
aceleciliktir). Zîrâ acele etmek insanın şânındandır;
o acûl (aceleci)
olarak halk olunmuştur (yaratılmıştır).
Vaktinin hulûlünden mukaddem (vaktin
girmesinden önce) kemâle vusûlü (ulaşmayı)
taleb eder (ister). Sâillerden (dilekte bulunanlardan) bu sınıf,
bilmezler ki, taleb ettikleri atâyi (ihsanı,
bağışı) , ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) ayn-ı sâbitelerinin
(ilmi
suretlerinin) lisân-ı isti'dâd (istidâtlarının
dili) ile vâki' olan (gerçekleşen)
talebleri üzerine Hak hükmetmiş midir (emretmiş
midir) ve kendileri hangi zamanda, hangi şeye müstaiddir (kabiliyetlidir)
? İşte
bir sınıfın talebi (istekleri)
böyle cehl (bilgisizlik) üzerine vâki' olur
(gerçekleşir).
Diğer
sınıfı suâle (istekte
bulunmaya) sevk eden (götüren) şey ise, onun ilmidir. Zîrâ
bu sınıf icmâlen (öz,
özet olarak) bilirler ki, Allah'ın indinde (Allah
katında) ilm-i İlâhî (İlahi
ilmin) sebk etmiş (önüne
geçmiş) olan birtakım umûr (işler,
hususlar) vardır ve o umûra (hususlara)
ancak talebden (istekte
bulunmaktan) sonra nâil olunur (erişilir).
Ya'nî birtakım atâyâ-yı İlâhiyye (İlâhi
bağışlar) vardır ki, onların zuhûru (meydana
çıkması),
ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) talebe (istekte
bulunulmaya) meşrût (şart)
kılınmıştır. Binâenaleyh (nitekim)
taleb (istek) olmadıkça zuhûr etmez (meydana
çıkmaz).
Bunun için bu sınıf, Hak Teâlâ Hazretlerinden bizim taleb
ettiğimiz (istediğimiz)
şey belki bu kabîldendir (kabuldendir),
deyip
imkân-ı husûlü (imkânın
oluşması),
ilm-i İlâhîde (Allah’ın
ilminde) talebe (istekte bulunmaya) mütevakkıf (bağlı)
olduğu mütâlaasıyla (düşüncesiyle)
o şeyi ihtiyâten (tedbir
olarak) Hak'tan ister. Maahâza (bununla
beraber) bu taleble
berâber, o şeyin ilm-i İlâhî’de
sübûtu vâki' midir; (İlahî ilimde mevcut mudur) ve
onun ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) isti'dâdı bu taleb ettiği (istediği) şeyi ezelde (geçmişte)
, Hak
aleyhine (üzerine)
hükmetmiş (kararlaştırmış,
emretmiş) midir; ve binâenaleyh (nitekim)
ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut)
olan şey, zâhirde (dış görünüşte) umduğuna muvâfık
mıdır (uygun
mudur) , bunları
bilmez. Zîrâ a'yan-ı sâbite (ilmi
suretler) Hakk'a ne sûretle ilm vermişler ise, o sûretle
Hakk'ın ma'lûmu olurlar (Hakk’ta
bilinirler) ve Hakk'a, bizim hakkımızda böyle hükmet (karar
ver) diye, Hak aleyhinde (üstünde)
ne vech (hakikât) ile hükm etmişler (emretmişler,
karar vermişler) ise, Hakk'ın onlar hakkındaki hükmü (emri, komutası) dahi ona göredir.
Zîrâ hâkim hükmettiği (karar
verdiği, emrettiği) şeyde mahkûmun-aleyhdir (kendi
hakkında hüküm verilendir, hükme muhatap olandır). Bu bahsin (konunun) tafsîli (açıklaması)
Fass-ı Üzeyrî'de
zikrolunmuştur. İşte sâil (dilekte
bulunan) ayn-ı sâbitesi (ilmi
sûreti) ilm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) ne sûretle ma'lûm
(bilinmiş) olduğunu
bilmediği için, / taleb ettiğim (istediğim)
şey belki ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sâbit olmuş (mevcut)
bir şeydir, deyip ihtiyâten (tedbir
olarak) suâl eder (ister). Fakat bunun
sâbit (mevcut)
olup olmadığını bilmez. Zîrâ her bir zamanda, her bir şahsın
isti'dâdına vâkıf olmak (istidadını
bilme) keyfiyyeti (hususu) pek gâmız (anlaşılması
güç) ve en derin ve gizli ma'lûmât (bilinmeyen
bilgiler) cinsindendir. Binâenaleyh (nitekim)
her bir fert (kişi),
her ânda olan isti'dâdını bilmez ki, o dakîkada müstaid (müsâit) olduğu şeyi hemen
Hak'tan taleb etsin (istesin)
de, o şey dahi derhal vâki' oluversin. İşte bunu bilmediği için, belki
eser-i icâbet zâhir olur (isteği
kabul edilir) diye, müstaid (istidâdında)
olduğunu zannettiği şeyi Hak'tan taleb eder. Bu sebeble onun
istediği şeylerin ba'zısı vâki' olur (gerçekleşir),
ba'zısı vâki' olmaz (gerçekleşmez).
Fakat
şurası şâyân-ı dikkâttir ki, insan sûret-i umûmiyyede (genel)
olarak kabûlüne müstaid (istidatlı)
olduğu şeyi idrâk edebilir (anlayabilir).
Meselâ bir kimse tıp veyâ riyâziye (matematik)
tahsîline mübâşeret eder (başlar).
Az mesâî (çalışmak)
ile çok ma'lûmât (bilgi)
elde ettiğini ve o ilmin mesâilini (meselelerini) anlamakta aslâ güçlük
çekmediğini görür. Bundan anlar ki, o ilmin husûlüne (meydana gelmesine) kendisinde isti'dâd
vardır. İşte bu icmâlen (özet
olarak) isti'dâdına vukûfdur (istidadını
biliştir) ki, buna "kazâ" derler: Fâkat onun
vakten-mine'l-evkât (ne
zaman) ne miktar hâsıl olacağını, ya'nî kazânın tafsîli
(genişletilmişi) olan
"kader"i bilmez. Meğer, ki Hak bunların ba'zısına kendini
muttali' kılsın (bilenlerden
etmiş olsun).
Ve bunların cümlesine ıttılâ' (bütün
hepsini bilme) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) olan şeye ıttılâ'dır (biliştir)
ki, bu da Hakk'a mahsûstur (aittir).
Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: .................................. (Lokman;
31/34).Ya'nî: "Bir nefis; yarın ne kesb (elde) edeceğini bilmez".
İmdi
abd (kul) her ne kadar isti'dâdını
bilmez ise de, eğer isti'dâd, sâile (istekte
bulunana) suâli (istemeyi) i'tâ etmese (vermese)
idi, ondan taleb (istek)
sâdır olmaz (çıkmaz)
idi. Zîrâ abd (kul) üzerinde her anda cârî olan (devam
eden) ahvâl, (haller)
onun isti'dâdından münbaisdir. (ileri
gelir) Ve abdin (kulun) talebi dahi, üzerinde cârî
olan (devam
eden) ahvâlden (hallerden)
bir haldir. Binâenaleyh (nitekim),
abdin (kulun)
suâli (isteği)
dahi, onun isti'dâdından münbais (doğan)
bir keyfiyet (husus)
olur. Şu halde sâil (istekte
bulunan) Hak'tan bir şey taleb ettikde (istediğinde), onun o suâli (isteği), taleb ettiği (istediği) şeydeki isti'dâdına
delâlet (işaret)
eder ve işte o isti'dâd, talebe (istemeye,
dilemeye) sebeb olmuştur. Fakat abd (kul)
, / her zaman ferdde (kişide)
, ya'ni
eczâ-yı zamandan (zaman
bölümlerinden) her bir cüz'de, (bölümünde)
isti'dâdının ne şeyi iktizâ ettiğini (lazım
geldiğini) bilmez. Eğer bilse idi talebini müteâkib (dileğinin
arkasından) o şey zuhûr ediverir (meydana
çıkıverir) idi.
İmdi
bunun mislini bilmeyen ehl-i hûzurun gâyesi, onu içinde bulundukları
zamanda bilmeleridir. Zîrâ onlar huzurları sebebiyle bu zamanda Hakk'ın
onlara verdiği şeyi ve onu ancak isti'dâd sebebiyle kabûl ettiklerini
bilirler. Ve onlar iki sınıftır: Bir sınıfı kabûllerinden isti'dâdlarını
bilirler ve bir sınıfı dahi ne şeyi kabûl ettiklerini isti'dâdlarından
bilirler. Bu da, bu sınıfta ma'rifet-i isti'dâdda vâki' olan şeyin
etemmidir. Ve bu sınıftan, isti'câl ve imkân için değil, ancak,
Allah Teâlâ'nın .......................
(Mü'min, 40 / 60) kavlindeki emrine imtisâlen suâl eden kimse
vardır. Böyle olunca o, abd-i mahzdır. Ve bu dâî için, suâl ettiği
şeyde muayyenden ve gayr-ı muayyenden, himmet-i müteallıka yoktur.
Onun himmeti ancak efendisinin evâmirine imtisâldedir. Binâenaleyh hal,
suâli iktizâ ettikde, ubûdiyyeten suâl eder; ve tefvîz ve sükûtu
iktizâ ettikde dahi, sâkit olur. İmdi Eyyûb'u ve sâireyi mübtelâ kıldı.
Halbuki Allah'ın onları onunla mübtelâ ettiği şeyin ref'ini suâl
etmediler. Ba'dehû diğer zamanda onlara bunun ref'ini taleb etmek iktizâ
etti. Binâenaleyh suâl ettiler. O halde Allah, onlardan onu ref' eyledi
(4). /
Ya'nî
sâillerden (istekte
bulunanlardan) bunun mislini (benzerini)
, ya'nî
ilm-i İlâhîyi (Allah’ın
ilmini) ve isti'dâdlarını (kendilerinde
var olan potansiyeli) bilmeyen ehl-i huzûrun gâyesi (huzurda
bulunanların amacı), içinde bulundukları zamanda isti'dâdlarını
bilmemeleridir.Onlar a'yân-ı sâbitelerini (kendi
hakikâtlerini, terkiplerini) ilm-i Hak'ta (Allah’ın
ilminde) ne sûretle sübût bulduğunû (mevcut
olduğunu) ve lisân-ı isti'dâdlarıyla (isdidatlarından
gelen bir şekilde) Hak'tan, ne şeyi taleb etmiş (istemiş) olduklarını bilmemekle
berâber, gerek bi'l-vâsıta (vasıtalı)
ve gerek bilâ-vâsıta (vasıtasız)
vâridâttan (içe
doğan) tecelliyâttan (oluşumlardan,
feyzlerden),
ulûm (ilimlerden,
bilgilerden) ve ahlâktan, bulundukları zaman içinde Hakk'ın
ne şeyi ihsân buyurduğunu (bağışladığını,
verdiğini) ve hâzır oldukları zaman içinde kabûl
ettikleri atâyâ-yı İlâhiyye’yi (İlahi
bağışları, ihsanları) ancak o zamanda olan isti'dâd-ı cüz'îleriyle
(cüzi istidâtlarıyla)
kabûl ettiklerini bilirler. Zîrâ Hak'la huzûr (rahat)
ve şuhûdları (görüşleri)
sebebiyle, vücûdda ve te'sirde (alâmette,
değerlendirmede) Hak'tan başka hiçbir şey görmezler. Ve
Zeyd ve Amr yediyle (eliyle)
kendilerine vâsıl olan (ulaşan)
atâyâyı (bağışları)
gördükde: "İşte bu bizim ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut) olan a'yânımızın (manâlarımızın)
lisân-ı isti'dâd (istidâdının
dili) ile Hak'tan taleb ettiği (istediği)
şeydir ki, şu zamandaki isti'dâd-ı cüz'îmiz (cüzi
istidâdımız) sebebiyle şimdi bize Hak'tan ihsân
olundu" (bağışlandı,
verildi) derler.
Bu
ehl-i huzûr dahi iki sınıftır: Bir sınıfı atâyı (bağışları)
kabûllerinden dolayı isti'dâdlarını bilirler; zîrâ
bunlara a'yân-i sâbiteleri (istidâtları)
mekşûf (açılmış) değildir. Binâenaleyh
(nitekim) isti'dâdlarını
tafsîlen (geniş
olarak) bilmezler. Ancak kendilerine vârid olan (içlerine doğan) atâyâyı (bağışları)
kabûl edip hazm etmeleri hasebiyle isti'dâdlarını icmâlen (öz, özet olarak) bilirler ve
"Eğer isti'dâdımız olmasa idi, bu atâyı (bağışları) kabûl etmez
idik" derler. Nitekim Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a), bu Fusûsu'l-Hikem'de binlerce hakâyık (hakikâtler) ve maârif (bilgiler)
beyân buyururlar (açıklarlar).
Nice
kimseler vardır ki, bu maârifi (bilgileri)
havsalalarına sığdırıp kabûl edemez. Bu kabûl edememek
keyfiyyeti (hususu)
şübhe yoktur ki adem-i isti'dâddandır (istidadının
yokluğundandır). Ve yine bir
çok kimseler Hz. Şeyh-i Ekber mazharından (görüntü yerinden) vârid olan
(gelen) bu atâyâyı (bağışı)
kabûl edip ve âb-ı hayât (hayat
suyu) gibi içip hazmederler. Bu da kabûle olan isti'dâddan nâşîdir
(dolayıdır).
İmdi,
kelâm (söz)
bir, fakat isti'dâd-ı sâmi'în (istidadı
işitenler) muhteliftir (çeşitlidir).
Ve ehl-i huzûrun (huzurda bulunanların) bir sınıfı
dahi, ilm-i İlâhî’deki (Allah’ın
ilmindeki) a'yân-ı sâbitelerini (ilmi
sûretlerini) ve onların isti'dâdlarını bildikleri için,
bu isti'dâdları hasebiyle ne şeyi kabûl edeceklerine vâkıftırlar (bilirler)
. Binâenaleyh
(nitekim),
onlar ancak kendilerinde kabûle isti'dâd gördükleri şeyi
Hak'tan taleb ederler (isterler)
ve istedikleri şey de fi'l-hâl (o
anda) veyâ bir müddet sonra vâki' olur (gerçekleşir)
. Ve
bu ikinci sınıf, ehl-i huzûr sınıfında, ma'rifet-i isti'dâd keyfiyetinde
(istidâdı bilme hususunda) vâki' olan (gerçekleşen)
şeyin etemmidir (en
tam olanıdır) .
Ya'nî bu ikinci sınıf birinci sınıftan daha tamâmdır.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) atâyâ-yı İlâhiyye’yi evvelâ "taleb
ile" (istekle)
ve "talebsiz" (istememeksizin)
hâsıl olan atâyâya (bağışlara)
ve taleb ile
olan atâyâyı (ihsanları)
dahi "muayyen" (belli)
ve "gayr-ı muayyen" (belirsiz)
olan şeye taksîm etti. Şimdi de sâili (istekte
bulunanı) suâle sevk eden (istemeye
yönelten) şey hasebiyle / taksîm edip buyururlar ki: Bu
ehl-i huzûrdan olan sâillerden (istekte
bulunanlardan) bir sâil (isteyen)
vardır ki Hak'tan taleb eder (ister),
fakat
isti'câl-i tabîî (tabiatında
olan acelecilik) ve imkân için suâl etmez; (dua etmez) belki onun suâli Allah
Teâlâ hazretlerinin ...................
(Mü'min,
40/60) ya'nî ''Benden suâl edin (isteyin,
dua edin), sizin
için isticâbe (duanızı
kabul) edeyim" kavliyle (sözüyle)
vâki' (mevcut)
olan emrine imtisâl (örnek)
içindir. Bu sâil (istekte bulunan) abd-i mahzdır (tam
kuldur) .
Onun dünyevî (dünya
ile ilgili) ve uhrevî (ahiretle
ilgili) ve zâhirî (dışında) ve bâtınî, (içinde)
muayyen (belli)
ve gayr-ı muayyen, (belli
olmayan) hiçbir şeye himmeti müteallık (bağlı) değildir. Binâenaleyh (nitekim)
taleb ettiği (istediği)
şeyi himmetini ta'lîk ederek (herhangi
bir arzusuna bağlayarak) istemez. Onun himmeti, (gayret
ve isteği) ancak Efendi'sinin emirlerine imtisâl etmektedir (örnek
almaktadır).
Mesnevî
:
(Tercüme) "Sultân-ı dîn, mâdemki benden tama' (doymayacak
kadar çok) ister, bundan sonra kanâatın (kısmetine
razı olmanın) başına toprak saçılsın!"
Binâenaleyh
(nitekim) hâl,
suâl ikti’zâ edince
(dûa etmek lâzım gelince) ,
bu abd-i mahz (tam
kul) ancak ubûdiyyeten (kulluğundan, kul olduğu için) suâl
eder (dûa
eder).
Zîrâ onun vech-i Hak'tan (Hakk’ın
Zâtından) ve Cemâl-i Mutlak’tan
başka hiçbir murâdı (arzusu)
yoktur. Cem'an
makâm-ı Vahdet’te (Teklik makamında) ve tafsîlen (açık,
geniş olarak) mezâhir-i kesîrede, (görüntü
yerleri olan birimlerde) ya'nî suver-i âlemdedir. (Evrendeki
suretlerdedir) Eğer muktezâ-yı (lâzım
gelen) hâle göre lafzan (lâf
ile) Hak'tan bir şey taleb ederse (isterse),
Efendi'sine karşı kulluğun şânını isbât içindir. Ve eğer
hâl, Hakk'a tefvîz-i umûr (işlerini
Allah’a havale) edip sükût etmeyi (susmayı)
iktizâ ederse (gerektirirse)
susar; ne himmeti (gayreti,
isteği) ile ma'nen ve kalben ve ne de lisânı ile lafzan (lâfla, sözlü) bir şey taleb etmez. Nitekim Hak Teâlâ
hazretleri Eyyûb (a.s.)ı ve sâir Enbiyâyı (diğer
Peygamberleri) ve onların vârisleri (mirasçıları)
olan Evliyâyı, birtakım belâlara mübtelâ eyledi (düşürdü)
; onlar
bu belâların refini (kaldırılmasını)
Hak'tan taleb etmediler (istemediler),
o belâları çektiler. Ba'dehû (daha sonra) diğer zamanda hâl, o
belâların refini (kaldırmasını)
taleb etmek (istemek)
ikt'ızâ etti (lâzım geldi) . Onlar da muktezâ-yı (gereken)
hâle göre o belâların refini (kaldırılmasını)
Hak'tan taleb ettiler (istediler).
Hak Teâlâ hazretleri dahi ref eyledi (kaldırdı).
Ma'lûm
olsun, ki, Hak Teâlâ hazretlerinin kullarını mübtelâ kıldığı (düşürdüğü)
her mihnet (zahmet, eziyet) ve belâ kahr-ı
mahz (tam
mahvetme) değildir; belki mihnet (zahmet,
eziyet) ve belâ sûretinde zâhir olan (görülen) rahmet ve ni'met-i mahsûsadır.
(özel, husûsi
nimettir) Ve mihnet (eziyet)
ve belâ Hakk'ın Celâl'inden; ve rahmet ve ni'met ise Cemâl'indendir.
Ve insan mazhar-ı Cemâl ve Celâl'dir. (Celâl
ve Cemâl sıfatlarının görüldüğü yerdir) Nitekim Hak Teâlâ
insan hakkında ............. (Sâd, 38/75) ya'ni "İki elimle halk
ettim" (yarattım)
buyurur ki, yed-i Cemâl'imle (cemâl
elimle) ve yed-i Celâl'imle (celâl
elimle) halk eyledim (yarattım)
/ demektir. Binâenaleyh (nitekim)
Hak insanı, mazhar-ı kâmil (İnsan,
Hakk’ın göründüğü en kâmil mahal) olduğu için mükerrem
(saygı değer) kılmıştır. Ve
insanın gayri (insandan
başka) olan mahlûkât-ı İlâhiyye’de (İlâhi varlıklarda) bu cem'iyyet (toplayıcılık)
yoktur. Onların ba'zısı cemâlî ve ba'zısı celâlîdir.
Meselâ hayvânât, mazhar-ı Celâl'dir (hayvanlar
celâl sıfatını görüldüğü yerdir) . Çünkü Müzill isminin
(hor hakir gören ismin) mazharıdırlar (göründüğü
yerdir). İşte bu kemâlinden nâşî (dolayı)
insan teklîfât-ı İlâhiyye’nin (İlâhi
önerilere) muhâtabı (hitap olunan) olmuştur. Ve insan
nefsi, ya'nî vücûd-ı müteayyini (meydana
gelmiş vücudunun) ve mukayyedi (kayıtlı,
bağlı oluşu) i'tibâriyle (bakımından)
mazhar-ı Celâl (celâl isminin çıktığı mahal) ve
rûhu i'tibâriyle de mazhar-ı Cemâl'dir (cemâl
isminin çıktığı mahaldir). Zîrâ
rûh hadd-i zâtında (aslında)
ednâs-ı tabîatten (en
aşağı olan tabiattan) pâktır (temizdir)
. Nefis
ise böyle değildir. Onun mahtidi (mizacı)
âlem-i anâsır (hava, su, toprak, ateş) ve tabâyi'dir
(tabiatla
ilgilidir) ve âlem-i tabîat ise mazhar-ı kahr ve celâldir (tabiat
alemi kahır ve celâlin göründüğü yerdir).
Onun için nefsin şânı Hakk'a muhâlefet (karşı
gelmek) ve rûhun şânı dahi mutâvaattır (itâat
etmektir). Binâenaleyh (nitekim) nefsi rûhuna tâbi'
olanlar (uyanlar)
"cemâlî" ve rûhu nefsine tâbi' olanlar (uyanlar)
ise "celâlî olur. İmdi kahır ve lütuf, muhakkıkîn (tahkik edenlerin, sûfîlerin) nazarında (görüşünde) hakîkat-ı Vâhide’nin
(tek olan
hakikâtin) şuûnâtından (fiillerinden,
işlerinden) başka bir şey olmadığından, ikisi de şey-i
vahiddir (tek
şeydir).Ancak bi-hasebi'l-mezâhir (görüntü
yerleri bakımından) biribirinden ayrı ve yekdîğerinin (birbirinin) zıddı görünürler.
İşte bu sebebden Hz. Mevlâna (r.a.) buyururlar:
Mesnevî:
(Tercüme)
"Ben onun kahrına ve lutfuna cidden âşıkım; acîbdir (şaşılacak şey) ki ben, bu her
iki zıddın âşıkıyım."
Bu
gibi zevât-ı kirâm nasıl kahra âşık olmasınlar ki, kahır, vech-i
Hakk'ın nikâbı (Hakk’ın
Zât’ına perde) .
olan nefse taalluk eder (aittir) ve onu yırtıp cemâl-i
Hakk'ı (Hakk’ın
cemalini) ızhâr eyler (açığa
çıkarır). Onların matlûbu (arzuladıkları)
da bundan ibârettir. Ve kahır ve celâlin mevridi (varacak yeri) vücûd-ı mümkinât (olabilir
şeylerin vücudu, evren ve evrendeki birimler) olup, onlar da dâim
olmadıklarından, ................................ hadîs-i kudsîsi mûcibince
(gereğince) kahır
ve celâl ârızî (gelip
geçici) ve lutuf ve rahmet zâtîdir. Ve Hak Teâla hazretleri
bu âlem-i şehâdette (görülen
madde aleminde) gerek mü'minlere ve gerek kâfirlere kahır ve
celâliyle tecellî buyurur.
Mü'minîne isâbet eden kahrı, onların ref-i derecâtı (derecelerinin
yükselmesi) içindir. Zîrâ her bir belâ nâzil oldukça (indikçe)
nefsinden tebâudü (uzaklaşması)
ve Hakk'a takarrübü (yakınlaşması)
ziyâde olur (fazlalaşır). Binâenaleyh (nitekim) o belâ, mihnet (eziyet)
ve nikmet (bela)
sûretinde zâhir olan (görülen)
rahmet ve ni'met-i hâssadır (seçilmişlerin
nimetidir) . Bu belâlara ancak Hakk'ın murâdını
bilen ve sırr-ı kadere muttali' (kader
sırrını anlamış) olan zevât-ı
kir"am tâlib olur (ister)
. Ve
kâfirlere isâbet eden kahır ise;
............................................................. (Secde,32/21)
/ ya'nî "Biz onlara azâb-ı ekberin (en büyük azabın), azâb-ı
âhiretin gayrı
olan
(ahiret azabında başka) azâb-ı ednâyı (en
aşağı azab olan) azâb-ı dünyâyı (dünya
azabını) tattırtrız" âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)
azâb-ı ilâhîdir (İlâhi azabdır).Bu bahiste (konuda)
birçok suâller ve cevaplar vardır. Tafsîl olunsa (açıklansa)
, belki
bir cild kitap olur. Zikrolunan (adı
geçen) esâsât (esaslar)
erbâb-ı irfâna (irfan
sahibine) kifâyet eder.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
04.12.2001
|