Suâl:
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a) Fütûhât-ı
Mekkiyye’nin yüz doksan sekizinci bâbında (bölümünde)
buyururlar
ki; “Kelâm ve kavl (söz),
Allah Teâlâ için iki na’ttir(niteliktir):
“Kavl” (söz) ile ma’dûma
(mevcût
olmayana) ismâ
eder (duyurur)
. Ve o da O’nun ................... (Nahl, 16/40) kavlidir (sözüdür)
.
Ve
“kelâm” ile mevcûda
ismâ’ eder (duyurur)
. O
dahi O’nun: ............................... (Nisâ, 4/164) kavlidir (sözüdür)
. “Halbuki
burada cenâb-ı Şeyh (r.a.) “kıyl”
(söz) kelimesini
isti’mâl buyurdu
(kullandı)
; “kelâm”
buyurması (demesi) îcâb
ederdi. Zîrâ (S.a.v.) Efendimiz, âlem-i unsurîde (madde
âleminde)
,
lisân
ile irşâd buyurdu
(sözlerle doğru yolu gösterdi) ve
mevcûda ismâ’ eyledi (duyurdu).
Cevap:
Ma’lûm olsun (bilinsin)
ki,
hakîkât-ı Muhammediyye, Zât ile Esmâ ve hakayık-ı vücûdiyye (hakikâtlerin
vücût bulması) ile
suver-i kevniyye (kevnî,
kainatla ilgili sûretler) arasında
berzah-ı câmi’dir (arasını
içine alır)
. Ve
bu hakîkat (S.a.v.) Efendimiz’in Zât-ı şerîfinde müteayyin olmuştur
(meydana
çıkmıştır).
Binâenaleyh
(nitekim),
O’nun
Zât-ı şerîfi, (O’nun
mübârek zâtı) Zât-ı
İlâhiyye’nin (İlâhî
Zât’ın) mazhar-ı
ekmeli (en
mükemmeli) ve
Hakk’ın bi’l-cümle (bütün)
sıfâtının
ve esmâsının ve ef’âlinin (fiillerinin)
meclâ-yı
eşmelidir (içine
aldığı bir aynadır)
. Hak Teâlâ onun zâtında / ve kuvâ (meleki
güçlerinde) ve
a’zâsında (uzuvlarında)
sereyân-ı
(yayılması)
zâtî
ile sârî (yayılmış)
olup
................. (Tevbe, 9/6) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (açıklandığı)
üzere,
kurb-i ferâiz
(yakınlık)
makamında
o hazretin lisânı üzere nutuk eyledi (konuştu)
.
İmdi
bir kimse bir kemâlin husûlü (meydana
gelmesi) veyâ
kendi Rabb-i hâssı olan ismin
(terkibindeki ağırlıklı ismin) hazînesinden
bir atânın vusûlü (istidâdın
meydana gelmesi) için
sarf-ı himmet ettikte (istek
arzu duydukça)
, o
ma’dûm (yok)
olan
atâ-yı İlâhî (istidâd)
veyâhut
Rabb-i hâssı olan (terkibde
bulunan ağırlıklı) ismin
hazînesindeki kemâl-i matlûb (arzulanan
kemâl) için
(S.a.v.) Efendimiz’in hakîkat-i câmia-i berzahiyyesi
(kapsamı
alanına aldığı hakikâti) “kün”!”
(ol)
kavli
(sözü) ile
kail (söyleyen)
olur.
Ve o şahsın himmetine (yardımına)
“kün!”
(ol)
kavli
(sözü) ile
imdâd eder (yetişir)
.
Ve
bu kavl (söz),
Hakîkat-i
Muhammediyye mertebesinden vâkı’ olan (gerçekleşen)
Hakk’ın
kavlidir. (sözüdür)
Resûlullah
Efendimiz, âlem-i unsurîde (madde
âleminde) vücûd-i
müteayyinleri (madde
bedenleri) lisâniyle
söyledikleri vakit, ümmetine “kıyl-i
akvem” (en doğru
söz) ile
imdâd ederler (yardım
ederler)
.
Zîrâ
“kıyl-i akvem” (doğru
söz) kelâmı
ve lisân-ı zâhir (konuşmak)
ile
irşâdı (doğru
yolu göstermesi) iktizâ
eder (gerekir).
Çünkü,
kavl-i Hakk’ı, (Hakk’ın
sözü) a’del
(en
adil) ve
ahsen (en
güzel) sûrette
kurb-i nevâfil
(yakîn
elde edilen nafileler) makamından
lisân-ı Hak’la (Hakk’ın
diliyle) mevcûda
isma’ eyler
(söyler)
.
İmdi,
fahr-i âlem Efendimiz’in gerek bâtını (ruhu)
ve
gerek zâhiri ile
(bedeninden) söylediği
kavil (söz),
Hakk’ın
kavlidir (Hakk’ın
sözüdür).
Ve
onun bâtını (ruhu)
ve
zâhiri (bedeni) Hakk’ın
birer mertebesidir. Binâenaleyh (nitekim),
kavl-i
bâtınî (batınından,
söylenmemiş söz) ile
ma’dûma (yokluğuna)
ve
“kıyl-i akvem” (doğru
söz) olan
kavl-i zâhiri (konuşmak)
ile
mevcûda (var
olduğunu)
isma’ eder (anlatılır).
Ve
onun zâhiri (görüleni,
bedeni) ve
bâtını (görülmeyeni,
ruhu) Hak
olunca, “kavl” (söz)
ile “kıyl-i akvem”, ya’nî
“kelâm”, Hakk’ın
her iki mertebesine göre iki na’t-i ilâhî (iki
ilâhi sıfât) olmuş
olur.
“Âl”
(şeref
sahibi) inde’l-arab
(arablara
göre),
bilhassa
“ehl-i beyt”e değil,
azîmü’l-kadr (şerefli,
ulû) olan
bir kimsenin dâire-i husûsiyyetine (yakın
çevresine) dâhil
olanlara ıtlâk
olunur
(denir).
Nitekim
Kur’ân-ı Kerîmde: ..................... (Mü’min, 40/46) buyrulmuştur.
Zîrâ Fir’avn, hayât-ı dünyeviyyede (dünyadayken)
bir
pâdişâh-i azîmü’l-kadr (büyük
bir padişah) olduğu
için, onun avene-i hâssasına
(kendisinin
özel yardımcılarına) “âl”
ta’bîr buyruldu (denildi).
Binâenaleyh
(nitekim),
“âl”
ta’bîrinden Resûl (a.s.)’ın bilhassa ehl-i beyti (yakınları)
murâd
olunduğu (kastedildiği)
tahayyül
olunmamalıdır (düşünülmemelidir).
Şu
halde azîmü’l-kadr (büyük,
ulû) olan
zevâtın (kişilerin)
avene-i
hâssasına (yakınlarına)
“âl”
ve azîmü’l-kadr (büyük)
olmayan
kesânın (kişilerin)
avene-i
hâssasına (yakınlarına)
dahi
“ehl” lafzı izâfe
olunur
(kelimesi kullanılır).
İmdi
Resûl (a.s.)’a karâbet, (yakınlık)
ya
yalnız sûreten (sûret
bakımından) olur;
bu da ya dînen veyâ tıyneten (akrabalıktan)
olur.
Tıyneten (akrabâlıktan)
olan
karâbet şürefâ (Hz.
Hasan soyundan gelenler) ve
sâdâtın (Hz.
Hüseyin soyundan gelenler) ve
dînen olan karâbet (yakınlık)
dahi
müctehidînden (âyet
ve hâdislerden şer’î hükümler çıkaranlardan) ehl-i
zâhirin (zâhir
ilimlerle uğraşanların) ve
sâir ulemâ-i zâhirenin (diğer
şerîât âlimlerinin) ve
sulehânın (günah
işlemeyen kimselerin) ve
bi’l-cümle mü’minlerin karâbetleridir (yakınlığıdır).
Veyâhut
yalnız ma’nen (rûhen,
kalben) olur.
Bu da umûmen (her)
Evliyâullâh’ın
karâbetidir (yakınlığıdır).
Nitekim,
Selmân (r.a.) aslen İrânî (İranlı)
olduğu halde, (S.a.v.) Efendimiz
“Selmân bizdendir” buyurdu.
Veyâ
hem sûreten ve hem de ma’nen olur. Bu sûrette, bu zevât (zâtlar)
Resûl
(a.s.)’ın makamına kâim olan
(duran)
halîfe
ve imamdırlar. Bunlar da evvel gelen ekâbir-i Enbiyâ (büyük
Enbiya) ile,
sonra gelen Evliyâ-i kâmilînin (kâmil
Evliyânın) karâbet-i
mu’tebere-i tâmme (tam yakınlık)
evvelen
(ilki)
sûret
ve ma’nâyı câmi’ olan karâbettir
(sûret ve manânın birlikte olduğu yakınlıktır).
Sâniyen
(ikinci
olarak),
karâbet-i
ma’neviyye-i rûhiyye (manevî
yakınlık),
sâlisen
(üçüncü
olarak) karâbet-i
sûretiyye-i dînîyye (dini yakınlık),
râbian
(dördüncü
olarak) karâbet-i
sûriyye-i tıyniyyedir
(genetik yakınlıktır).
“Ve
sellim”. Allah tarafından “teslîm”,
Hak Teâlâ’nın mûcib-i naks (noksanlık
gereği) olan
her bir şeyden selâmeti (korkusuzluğu,
eminliği ) îcâb
eden
(lâzım gelen)
ism-i Selâm hazretinden vâkı’ olan (selâm
ismi ile gerçekleşen) tecellîsidir
(oluşumudur).
Mü’minîn
tarafından kavlen (söz
ile) duâ
ve fiilen dahi kerhen (zorla) olmayıp,
tav’an inkıyâd
(kendi
isteği ile teslim olması) ve
istislâmdır
(boyun eğmesidir)./
Bundan
sonrasına gelince, muhakkak ben mübeşşirede Resûlallah (a.s.)’ı gördüm.
O bana 627 senesi Muharrem’inin aşr-i âhirinde, mahrûse-i Dimeşk’ta
irâe olundu. Halbuki (S.a.v.)’in yedinde bir kitap var idi. Bana buyurdu
ki: “Bu
Fusûsu’l-Hikem kitâbıdır. Bunu al ve nâsâ
ihrâç et! Bununla intifâ’ etsinler! “ (3)
Ya’nî
besmeleden ve hamd ü senâdan
(şükran duygusundan) ve
salât ü selâmdan
sonraki
beyânâta (açıklamaya)
gelince,
ben rü’yâ-yı sâdıkada (gerçek,
doğru rüyâda) Resûlullah
(a.s.)’ı rü’yet ettim (gördüm).
“Rü’yet” mahsüs
(beş
duyu ile hissedilebilen) ve
mütehayyel (hayâl
edilen) ve
mümessel (temsîl
ve misâl edilen) ve
ma’kul olan (akılla
bilinen) şeyleri
müşâhede etmek (görmek)
ma’nâsınadır.
Ve “ibsâr” (görmek)
yalnız
mahsüs olan (beş
duyu ile hissedilebilen) eşyâyı
görmekten ibârettir. Şu halde “rü’yet”,
“ibsâr”dan (beş
duyu ile hissetmeden) eammdır (daha
genel, daha geniştir).
Ya’nî
her rü’yet ibsârdır (beş
duyu ile görülebilir)
ve her ibsâr (beş
duyu ile görülebilen) ise
rü’yet değildir. Binâenaleyh (nitekim)
rü’yet
çeşm-i zâhir (görme
duyusu) ile
mukayyed (bağlı)
değildir.
Belki basîret ve ilim ve akıl ve hayâl ve kalb gözleriyle vâkı’ olan
(gerçekleşen)
müşâhedeye
ıtlâk olunur (görmeye
denir).
“Mübeşşire”,
rü’ya-yı sâdıka ve sâliha (gerçek
ve doğru rüyâ) demektir.
Ma’nâ-yı lügavîsi (lûgat
manâsı) “muğayyire”dir
(‘değiştiren’dir).
Zîrâ müjde, hüznü (kederi)
sürûra
(sevince)
tahvil
eder (değiştirir).
Rü’ya-yı
sâliha (doğru
rüyâ) Nübüvvet’in
(peygamberlik
görevinin) kırk
altı cüz’ünden (parçasından)
bir
cüz’dür (parçadır).
Zîrâ
(S.a.v.) Efendimiz’e altı ay rü’ya-yı sâlihada (doğru
rüya ile) vayholundu.
Nüzûl-i vahy (vahy’ın
inme) müddeti
yirmi üç sene idi. Altı ay ise yirmi üç senenin kırk altı cüz’ünden
(parçasından)
bir
cüz’dür (parçadır).
Onun için (S.a.v.) Efendimiz: ............................ / ya’nî
“Nübüvvet (Peygamberlik
görevi) gitti,
rü’ya-yı sâliha (doğru
rüya) kaldı”
buyurdular. Velâkin, ehl-i hakîkat indinde (gerçeği
bilenlerin yanında) mübeşşirenin
(gerçek
rüyânın) mutlaka
rü’yâ olması lâzım gelmez. Zîrâ Allah Teâlâ Hazretleri Evliyâsını
beyne’n-nevm ve’l-yakaza (uyku
ve uyanıklık arasında) veyâhut
hâl-i yakazada (uyanık
iken) ilka
(ilham)
ve
i’lâm (bildirme)
ve
tecellî (belirme)
ve
vârid-i rûhânî (rûha
gelen ilhâmlar) ile
tebşîr eder (müjdeler).
Binâenaleyh
(nitekim),
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (R.A.), basar-ı basîreti (kalp
gözü) ile (S.a.v.) Efendimiz’in sûret-i
hakîkatini ve çeşm-i rûhu (rûh
gözü) ile sûret-i rûhâniyyesini (rûh
sûretini) ve dîde-i hayâli (hayâl
gözü) ile sûret-i misâliyyesini (misâl
alemindeki sûretini) gördü. Ve câiz
(olur) ki,
âlem-i histe (his
âleminde) sûret-i mahsüselerini müşâhede
etti (gördü).
Zîrâ (S.A.V.) Efendimiz, cemî’-i
merâtib-i İlâhiyye’yi câmi’dir (ilâhi mertebelerin hepsini kendinde toplamıştır). Ve hiçbir
mertebe ile mukayyed (kayıtlı)
değildir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber
efendimiz dahi, onların vâris-i ekmeli (mirâsçılarının
en mükemmeli) olduğu cihetle (yönüyle)
onlar da bir mertebenin hükmü ile
mukayyed (kayıtlı)
ve mahbûs (hapis)
değildir. Resûl-i Ekrem’i herhangi
bir mertebede müşâhede etmiş (görmüş)
ise, o rü’yet (görüş)
kendileri için mübeşşire (gerçek
ve doğru) olur.
İmdi,
âmme-i mü’minîn (müminlerin
çoğu) için
Resûl (a.s.)’ın rü’yâda rü’yeti (görmesi)
iki
vech (şekilde)
ile
olur:
Birincisi: Hâl-i hayâtındaki (hayattaki
hali)
şekil
(beden yapısı) ve
şemâil-i (ahlâkı,
huyları) risâlet-penâhîlerine
muvâfık
(Resûllüğüne uygun) olarak
görülür.
İkincisi: Âlem-i şehâdetteki (madde
âlemindeki) hilye-i
şerîflerine (Peygamberimizin
şekil ve vasıfları) kısmen
muvâfık (uygun)
ve
kısmen muhâlif (aykırı)
veyâhut
külliyyen muhâlif (bütünüyle
aykırı) olarak
görülür. Her iki, sûrette de râî (gören)
Resûl
(a.s.)’ı görmüş olur. Zîrâ hadîs-i şerîfte
........................ya’nî
“Beni gören kimse, muhakkak beni görür. Zîrâ şeytan benim sûretimle
mütemessil olmaz” (benim
sûretime giremez)
buyrulmuştur. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz
“Hâdî” (hidâyete
erdiren) ism-i
şerîfinin ve şeytan ise “mudill”
(delâlete
düşüren, doğru yoldan saptıran) ism-i
şerîfinin mazhar-ı etemmidir (tam
olarak göründüğü yerdir).
Binâenaleyh
(nitekim)
şeytan
ism-i Hâdî’nin mazhar-ı etemmiyle mütemessil olup (Hâdî
isminin tam eksiksiz olarak çıktığı sûrete girip) nâs’ı
(insanları)
ıdlâl
edemez (şaşırtamaz).
Râînin
(görenin)
Resûl-i
Ekrem Efendimiz’i hilye-i saâdetlerine (şekil
ve vasıflarına) muhâlif
(aykırı)
olarak
görmesi, kendinin şerîat-i Muhammediyye’ye (Muhammed’in
getirdiği hükümlere) nisbetinin
sûretidir (bağlılık
derecesindendir).
Binâenaleyh
(nitekim)
o
râînin (görenin)
i’tikadında
(inancında)
veyâ
ilminde veyâ hâl ve makamında bir noksan vardır. Bu muhâlefet (aykırılık)
bunlara
işârettir. Rü’yâya müteallık tafsîlât (rüya
ile ilgili malûmat) Fass-ı
İshâkî
ile Fass-ı Yûsufî’de
gelecektir.
Ma’lûm
olsun ki, bi’l-cümle Enbiyâ (a.s.) ve Evliyâ (kaddes’ Allahü esrârahum)
hazaratı (bütün
Peygamber ve Evliyâ Hazretleri) kâffe-i
ulûm ve hikemi (ilim
ve hikmetlerin hepsini) /
velâyet-i hâssa-i Muhammediyye (Peygamberimizin
batını) olan
mişkât-ı hâtem-i Velâyet’ten (Velâyetin
en son halkasından) alırlar.
Ve (Peygamberimizin
batını olan Velâyet) (s.a.v.)
Efendimiz’in nübüvvetinin (Peygamberlik
görevinin) bâtınıdır.
Bu bahsin tafsîli dahi, Fass-ı Şîşî’de
gelecektir. Binâenaleyh (nitekim)
Enbiyâ
(a.s.)’ın ezvâk (lezzetler)
ve
ulûm (ilimler)
ve
hikmetlerini câmi’ (toplamış)
olan
bu Fusûsu’l-Hikem kitâb-ı
Velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’den (Peygamberimizin
batınından),
CVenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimize verildi. Ve Hazret-i Şeyh, bu verilen ulûm
(ilimleri)
ve
hikemi (hikmetleri)
bilâ-ziyâde
(ne
fazla) ve
lâ-noksan (ne
de eksik),
nâsın
(insanların)
müstaidlerine
(istidâdlarına)
teblîğa
me’mûr buyruldu (haberdar
etmekle görevlendirildi).
Şu
halde, bu kitâba i’tirâz, tamâmiyle hâtem-i Enbiyâya (Peygambere)
i’tirâz
olduğundan her bir mü’mine bundan kat’iyyen ictinâb (kesin
kaçınması) lâzımdır.
Bu ulûm (ilim)
ve
hikemi (hikmetleri)
anlamayanlar,
kendi isti’dâdlarına kusûr bulmalıdır.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
31.07.2001
|