[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Cenâb-ı
Şeyh (r.a.), sâili (istekte
bulunanı) suâle sevk eden (istekte
bulunmaya, dua etmeye yönelten) şey hasebiyle atâyâ-yı İlâhiyye’yi
(esmanın
ihsanlarını, bağışlarını) taksîm ettikten sonra atâyânın
(bağışların) ta'cîl (acele etmesine) ve te'hîrine (gecikmesine)
sebeb olan şeyi beyânen (bildirerek)
buyururlar ki:
Ve
mes'ûlün-fîh ile ta'cîl ve ibtâ', Allah indinde olan için muayyen olan
kaderden nâşîdir. İmdi suâl, vakte muvâfık oldukda, icâbet ile isrâ'
olunur ve vakit, yâ dünyâda veyâ âhirette teahhür ettikde icâbet,
ya'nî mes'ûlün-fîh, teahür eder; yoksa Allah'dan lebbeyk ile olan icâbet
te'hîr olunmaz. İmdi bunu anla!, (5).
Ya'nî
Hak'tan taleb olunan (istenen)
şeyin çabuk zuhûru veyâ geç kalması, duâ eden kimse için Allah
indinde muayyen (belli)
olan kadere mebnîdir, (dayanır, kaderdendir)
Binâenaleyh (nitekim) abd (kul)
Hak'tan bir şey istediği vakit, eğer bu duâsı vakt-i muayyene (belli
bir vakte) muvâfık (uygun)
olursa, derhal fiilen (fiil
olarak) lebbeyk ile (baş üstüne diyerek) icâbet olunur (kabul
edilir). Ve eğer vakt-i mukaddere (belli
olmuş yazılmış vakte)
muvâfık (uygun)
olmayıp da, Allah indinde ma'lûm olan (bilinen)
ayn-ı sâbitesinin (manâsının, ilmî suretinin) isti'dâdı
muktezâsınca (gereğince),
ya dünyâda vakti gelince zuhûru (meydana
çıkması) veyâhut
âhirette icâbeti (kabulu)
icâb eylese, (kabul
edilse) Hak târafından derhal lebbeyk
ile (baş üstüne
denilerek) icâbet olunmakla (kabul
edilmekle) berâber, fiilen (fiil
olarak) icâbet (kabul
etme) gecikir. Nitekim hadîs-i şerîfde buyrulur:
..................................... Ya'nî "Tahkîkan abd, (kul)
Rabb'ine duâ ettiği vakit, Allah Teâlâ Hazretleri, “ey benim
kulum, lebbeyk, (emir
sizindir) buyurur." Binâenaleyh (nitekim)
/ abdin (kulun)
isti'dâdı, talebine (isteğine)
muvâfık (uygun) olmadığı için icâbet (kabul
etme) fiilen (fiil
olarak) te'hîr olunmakla (gecikmekle) berâber Hak, taleb
olunan (istenen)
şeyin ya dünyâda veyâ âhirette vakti gelince i'tâ olunmak (verilmek)
üzere; lebbeyk (emir
sizindir, baş üstüne) ile icâbet eder.
Böyle olunca hadd-i zâtında her bir duâ müstecâbdır (kabul
olunmuştur). Fakat ta'cîl (hemen
olması) ve te'hîri (gecikmesi) kadere bağlıdır. Bu sırra
vâkıf olmayan kimseler zannederler ki, Hak ba'zı kullarına istediği şeyi
verir ve ba'zısına vermez. Halbuki iş böyle değildir. Atâyâ-yı İlâhiyye,
(İlahi bağışları)
a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) Hakk'a verdiği ma'lûmât (bilgi)
üzerine lâhık (bağlı) olan
kazâ ve kader-i İlâhî’ye tâbi'dir (uymaktadır).
Ve
kazâ ve kader ise hikmetine (sebebe)
müsteniddir. (dayanır) Meselâ herkes Hak'tan gınâ
(zenginlik)
ister; halbuki bu suâl (istek),
kâffe-i ibâdın (bütün kulların
hepsinin) isti'dâdâtına muvâfık (uygun)
değildir. Ve Hak isti'dâdâta muvâfık (uygun)
olmayan atâyâyı (bağışları), bi'l-farz (diyelim
ki) ibâdına (kullarına)
ibzâl buyursa, (bol bol verse) nizâm-ı
âlem (âlemin
düzeni) muhtell olur (bozulur).Nitekim
Hak Teâlâ buyurur: ............................................ (Şûra,
42/27). Ya'nî "Eğer Allah Teâlâ Hazretleri rızkı kullarına mebsût
kılsa (bollaştırmış, genişletmiş olsa) yeryüzünde
fesâd ederlerdi".
Misâl,
Kerîm olan bir pâdişâha bi'l-farz (diyelim
ki) birkaç kişi mürâcaatla makâm-ı sadâreti (sadrazamlık makamını)
taleb etseler (isteseler);
pâdişah evvelen onların bu tevcîh (yönelime)
ve ihsânı kabûle isti'dâdları olup olmadığına nazar eder (bakar)
ve içlerinde hangisinin isti'dâdı talebine (isteğine) muvâfık (uygun)
ise, bu makâmı ona tevcîh eyler (yöneltir).
Ve binâenaleyh (nitekim) onun suâline (isteğine)
fiilen (fiil
olarak) icâbet (kabul)
etmiş olur. Diğerlerinin suâli (isteği,
dûası), isti'dâdlarına
muvâfık (uygun)
olmadığı cihetle, bu makâma muktezî (gerekli)
ma'lûmâtın (bilgilerin)
tahsîli için onları birer münâsib (uygun)
me'mûriyetlere ta'yîn eder. Bu da "Pek a'lâ, sizin taleblerinizi
de vakti gelince is'âf edeyim!" (yerine
getireyim) demek olur ki; atâ-yı
Pâdişâhînin (Padişah’ın
bağışlarının) fiilen te'hîri (fiil
olarak geri kalması) ve lebbeyk (baş
üstüne efendim) ile icâbetidir (kabul
etmesidir).
İmdi
kulûb-i sâlihîn (salihlerin kalplerine) ilm-i İlâhî’de
muayyen (belli)
olan vakt-i icâbeti, (vaktin
gelmesi) ilhâma veyâ
o sırada vârid olan (içe
doğan) âyât-ı Kur'âniyye’ye (Kur’an
âyetlerine) veyâhut sâir (diğer)
işârât-ı kevniyyeye (meydana
çıkan belirtilere) müsteniden (dayanarak)
hissederek Hakk'a arz-ı hâcet eder (dûa
etmeye lüzûm görür) ve o hâcet (dûası)
derhal kazâ olunur. Bunu görenler, filân kimse müstecâbü'd-da'vedir,
(dûası kabul
olunandır) derler. / Ve o zevât, (kişiler)
bu vakt-i muayyenden (belli
bir vakitten) sonra suâl muvâkıf (uygun)
olmadığını hissederlerse, Hakk'a duâ etmezler. Ve bu halde dahi
halk (insanlar)
onun hakkında derler ki: "Eğer Hakk'a duâ edeydi, kabûl olurdu,
fakat etmedi". İşte bu sırra vâkıf olanlar ile olmayanların farkı
budur.
Diğer
taraftan Hakk'ın lebbeyk (baş
üstüne efendim) ile icâbet (kabul)
edip, fiilen (fiil olarak) icâbeti (kabul
etmeyi) te'hîr buyurması (geciktirmesi),
sırr-ı mahbûbiyyete (sevilmiş
olmanın sırrına) delâlet (işaret)
eder ve bu mahbûbiyyet (sevilmek)
ezelî (geçmişte)
olup, ayn-ı sâbitesinin (ilmî
suretinin) isti'dâdı iktizâsındandır
(gereğincedir). Binâenaleyh (nitekim)
mahbûbân-ı İlâhiyye, (Allah’ın
sevgilileri) bu âlem-i şehâdette (görülen
madde alemde) Hak'tan bir şey taleb ettikleri (istedikleri) vakit, onların duâda
ısrarları Hakk'a hoş geldiği ve Hak onların kendisinden bir şeyle
muhtecib (örtülü,
gizli) olmalarını istemediği için o şey'-i matlûbu (arzu edene) vermez; vakt-i merhûnuna
(bir vakte
kadar) ta'lîk eyler (askıya
alır) ki, onun hakkında hayırlı olan ancak budur. Ve Hz. Mevlânâ
(r.a.) Mesnevî-i Ma'nevî'lerinin
cild-i sâdisinde (altıncı
cildinde) bu hâli bir misâl-i hâricî (başka
misaller) ile tasvîr (yazdı)
ve îzâh buyururlar (açıklarlar).
Mesnevî:
(Tercüme)
"Mahbûb (sevgili)
dostun
önüne biri ihtiyâr ve çirkin
ve diğeri güzel olarak iki kişi gelip her ikisi de ekmek istedikleri
vakit, o mahbûb (sevgili)
dost çabucak un getirip o ihtiyara "Al!" der.
Halbuki ona boyu ve yanağı
hoş gelen diğerine, ekmeği bile vermeyip, belki te'hîre düşürür (geciktirir).
Ona der ki: "Biraz rahatça otur, zîrâ evde tâze ekmek pişiriyorlar:"
O güzel olan kimseye zahmetten sonra sıcak ekmek eriştikde, o mahbûb (sevgili)
dost ona "Otur ki,
tatlı gelir" der. İşte Hakk'ın kendi mahbûblarıyla (sevgililerine)
olan
muâmelesi böyledir.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
17.12.2001
|