2.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Cenâb-ı Şeyh (r.a.), sâili (istekte bulunanı) suâle sevk eden (istekte bulunmaya, dua etmeye yönelten) şey hasebiyle atâyâ-yı İlâhiyye’yi (esmanın ihsanlarını, bağışlarını) taksîm ettikten sonra atâyânın (bağışların) ta'cîl (acele etmesine) ve te'hîrine (gecikmesine) sebeb olan şeyi beyânen (bildirerek) buyururlar ki:

Ve mes'ûlün-fîh ile ta'cîl ve ibtâ', Allah indinde olan için muayyen olan kaderden nâşîdir. İmdi suâl, vakte muvâfık oldukda, icâbet ile isrâ' olunur ve vakit, yâ dünyâda veyâ âhirette teahhür ettikde icâbet, ya'nî mes'ûlün-fîh, teahür eder; yoksa Allah'dan lebbeyk ile olan icâbet te'hîr olunmaz. İmdi bunu anla!, (5).

Ya'nî Hak'tan taleb olunan (istenen) şeyin çabuk zuhûru veyâ geç kalması, duâ eden kimse için Allah indinde muayyen (belli) olan kadere mebnîdir, (dayanır, kaderdendir) Binâenaleyh (nitekim) abd (kul) Hak'tan bir şey istediği vakit, eğer bu duâsı vakt-i muayyene (belli bir vakte) muvâfık (uygun) olursa, derhal fiilen (fiil olarak) lebbeyk ile (baş üstüne diyerek)  icâbet olunur (kabul edilir). Ve eğer vakt-i mukaddere (belli olmuş yazılmış vakte) muvâfık (uygun) olmayıp da, Allah indinde ma'lûm olan (bilinen) ayn-ı sâbitesinin (manâsının, ilmî suretinin) isti'dâdı muktezâsınca (gereğince), ya dünyâda vakti gelince zuhûru (meydana çıkması)   veyâhut âhirette icâbeti (kabulu) icâb eylese, (kabul edilse) Hak târafından derhal lebbeyk ile (baş üstüne denilerek) icâbet olunmakla (kabul edilmekle) berâber, fiilen (fiil olarak) icâbet (kabul etme) gecikir. Nitekim hadîs-i şerîfde buyrulur: ..................................... Ya'nî "Tahkîkan abd, (kul) Rabb'ine duâ ettiği vakit, Allah Teâlâ Hazretleri, “ey benim kulum, lebbeyk, (emir sizindir) buyurur." Binâenaleyh (nitekim) / abdin (kulun) isti'dâdı, talebine (isteğine) muvâfık (uygun) olmadığı için icâbet (kabul etme) fiilen (fiil olarak) te'hîr olunmakla (gecikmekle) berâber Hak, taleb olunan (istenen) şeyin ya dünyâda veyâ âhirette vakti gelince i'tâ olunmak (verilmek) üzere; lebbeyk (emir sizindir, baş üstüne) ile icâbet  eder. Böyle olunca hadd-i zâtında her bir duâ müstecâbdır (kabul olunmuştur). Fakat ta'cîl (hemen olması) ve te'hîri (gecikmesi) kadere bağlıdır. Bu sırra vâkıf olmayan kimseler zannederler ki, Hak ba'zı kullarına istediği şeyi verir ve ba'zısına vermez. Halbuki iş böyle değildir. Atâyâ-yı İlâhiyye, (İlahi bağışları) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) Hakk'a verdiği ma'lûmât (bilgi) üzerine lâhık (bağlı) olan kazâ ve kader-i İlâhî’ye tâbi'dir (uymaktadır).  Ve kazâ ve kader ise hikmetine (sebebe) müsteniddir. (dayanır) Meselâ herkes Hak'tan gınâ (zenginlik) ister; halbuki bu suâl (istek), kâffe-i ibâdın (bütün kulların hepsinin) isti'dâdâtına muvâfık (uygun) değildir. Ve Hak isti'dâdâta muvâfık (uygun) olmayan atâyâyı (bağışları),  bi'l-farz (diyelim ki) ibâdına (kullarına) ibzâl buyursa, (bol bol verse) nizâm-ı âlem (âlemin düzeni) muhtell olur (bozulur).Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ............................................ (Şûra, 42/27). Ya'nî "Eğer Allah Teâlâ Hazretleri rızkı kullarına mebsût kılsa (bollaştırmış, genişletmiş olsa) yeryüzünde fesâd ederlerdi".

Misâl, Kerîm olan bir pâdişâha bi'l-farz (diyelim ki) birkaç kişi mürâcaatla makâm-ı sadâreti (sadrazamlık makamını) taleb etseler (isteseler); pâdişah evvelen onların bu tevcîh (yönelime) ve ihsânı kabûle isti'dâdları olup olmadığına nazar eder (bakar) ve içlerinde hangisinin isti'dâdı talebine (isteğine) muvâfık (uygun) ise, bu makâmı ona tevcîh eyler (yöneltir). Ve binâenaleyh (nitekim) onun suâline (isteğine) fiilen (fiil olarak) icâbet (kabul) etmiş olur. Diğerlerinin suâli (isteği, dûası), isti'dâdlarına   muvâfık (uygun) olmadığı cihetle, bu makâma muktezî (gerekli) ma'lûmâtın (bilgilerin) tahsîli için onları birer münâsib (uygun) me'mûriyetlere ta'yîn eder. Bu da "Pek a'lâ, sizin taleblerinizi de vakti gelince is'âf edeyim!" (yerine getireyim) demek olur ki; atâ-yı  Pâdişâhînin (Padişah’ın bağışlarının) fiilen te'hîri (fiil olarak geri kalması) ve lebbeyk (baş üstüne efendim) ile icâbetidir (kabul etmesidir).

İmdi kulûb-i sâlihîn (salihlerin kalplerine) ilm-i İlâhî’de muayyen (belli) olan vakt-i icâbeti, (vaktin gelmesi)  ilhâma veyâ o sırada vârid olan (içe doğan) âyât-ı Kur'âniyye’ye (Kur’an âyetlerine) veyâhut sâir (diğer) işârât-ı kevniyyeye (meydana çıkan belirtilere) müsteniden (dayanarak) hissederek Hakk'a arz-ı hâcet eder (dûa etmeye lüzûm görür) ve o hâcet (dûası) derhal kazâ olunur. Bunu görenler, filân kimse müstecâbü'd-da'vedir, (dûası kabul olunandır) derler. / Ve o zevât, (kişiler) bu vakt-i muayyenden (belli bir vakitten) sonra suâl muvâkıf (uygun) olmadığını hissederlerse, Hakk'a duâ etmezler. Ve bu halde dahi halk (insanlar) onun hakkında derler ki: "Eğer Hakk'a duâ edeydi, kabûl olurdu, fakat etmedi". İşte bu sırra vâkıf olanlar ile olmayanların farkı budur.

Diğer taraftan Hakk'ın lebbeyk (baş üstüne efendim) ile icâbet (kabul) edip, fiilen (fiil olarak) icâbeti (kabul etmeyi) te'hîr buyurması (geciktirmesi), sırr-ı mahbûbiyyete (sevilmiş olmanın sırrına) delâlet (işaret) eder ve bu mahbûbiyyet (sevilmek) ezelî (geçmişte) olup, ayn-ı sâbitesinin (ilmî suretinin) isti'dâdı iktizâsındandır (gereğincedir). Binâenaleyh (nitekim) mahbûbân-ı İlâhiyye, (Allah’ın sevgilileri) bu âlem-i şehâdette (görülen madde alemde) Hak'tan bir şey taleb ettikleri (istedikleri) vakit, onların duâda ısrarları Hakk'a hoş geldiği ve Hak onların kendisinden bir şeyle muhtecib (örtülü, gizli) olmalarını istemediği için o şey'-i matlûbu (arzu edene) vermez; vakt-i merhûnuna (bir vakte kadar) ta'lîk eyler (askıya alır) ki, onun hakkında hayırlı olan ancak budur. Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî-i Ma'nevî'lerinin cild-i sâdisinde (altıncı cildinde) bu hâli bir misâl-i hâricî (başka misaller) ile tasvîr (yazdı) ve îzâh buyururlar (açıklarlar).

Mesnevî:
(Tercüme) "Mahbûb (sevgili) dostun önüne biri ihtiyâr ve çirkin ve diğeri güzel olarak iki kişi gelip her ikisi de ekmek istedikleri vakit, o mahbûb (sevgili) dost çabucak un getirip o ihtiyara "Al!" der. Halbuki ona boyu ve yanağı hoş gelen diğerine, ekmeği bile vermeyip, belki te'hîre düşürür (geciktirir). Ona der ki: "Biraz rahatça otur, zîrâ evde tâze ekmek pişiriyorlar:" O güzel olan kimseye zahmetten sonra sıcak ekmek eriştikde, o mahbûb (sevgili) dost ona "Otur ki, tatlı gelir" der. İşte Hakk'ın kendi mahbûblarıyla (sevgililerine) olan muâmelesi böyledir.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

17
.12.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail