3.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve kısm-ı sânîye gelince, o da bizim .................. kavlimizdir: Binâenaleyh, suâlden olmayandır. İmdi, suâl ile benim murâdım ancak onunla telaffuzdur. Zîrâ nefs-i emirde, ya lafz ile, ya hâl ile veyâhut isti'dâd ile suâl lâ-büddür (6).

Hz. Şeyh (r.a.) bâlâda (yukarıda) atâyâyı (bağışları), Hakk'a nazaran (göre) "zâtî" ve "esmâî" kısımlarına ve halka (insanlara) nazaran (göre) dahi "taleb ile" (isteyerek) ve "talebsiz" (istemeksizin) vârid olan (gelen) atâyâya (bağışları) taksîm buyurmuş ve talebsiz (istenmeden) olan atâyâyı (bağışları) beyânen, (açıklayarak) bâlâda (yukarıda) ....................................ya'nî "Atâyâdan (bağışlardan) ba'zısı da suâlden vâki' olmaz (dua ile gerçekleşmez) ; gerek atıyye-i zâtiyye (Zât’a ait bağışlar) olsun ve gerek esmâiyye (esmaya ait) olsun müsâvîdir" (eşittir) demiş idi. Taleb (isteme) ile olan ve kısm-ı evvelden (önceki bölümden) bulunan atâyâyı (bağışları) îzah buyurduktan (açıkladıktan) sonra, şimdi de talebsiz (istemeden) olan ve kısm-ı sânîden (ikinci kısımda) bulunan atâyâyı (bağışları) îzâhen (açıklıyarak) buyururlar ki: Suâlden vâki' olmayan (dûa etmeden gerçekleşen) atâyâ (bağışlar) demekten murâ­dım, ancak Hak'tan taleb olunan (istenen) şeyin lisânen telaffuz olunmasıdır (söz ile söylenmesidir) . Ya'nî "Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!" gibi suâl-i lafzî (söz ile yapılan dûa) ile vârid olmayan (erişmeyen, gelmeyen)  atâ­yâdır (bağışlardır) . Ve bu suâl-i lafzî (sözlü dûa) ,  hâl (ortaya konan tavır) ve isti'dâd ile (istidâdından gelen bir şekilde) vâki' olan (gerçekleşen) suâller (dûalar) anlaşılmamak için kayd-ı ihtirâzîdir (ihtiyat payıdır) .  Zîrâ suâl (dûa) mutlakâ bu üç sûretten biriyle olur.

Lisân-ı lafzî ile suâl (söz ile dûa) :  "Yâ Rab fakîrim bana gınâ (zenginlik) ihsân eyle!" (ver) demek gibidir.

Lisân-ı hâl (davranışın) ile suâl (dûa) :  Aç ve susuz olan kimse gibidir ki, açlığıyla tokluğu ve susamışlığıyla suya kanmayı taleb eder (ister) . Binâenaleyh (nitekim) açlık, tokluğun talebine (istenmesine) bâis (sebep) olan bir haldir ve hâl ise, talebe (istemeğe) sebeb olan şeydir.

Lisân-ı isti'dâd ile (istidâdından gelen bir şekilde) suâl (yapılan dûa): Bu da iki kısımdır. Birisi mec'ûl olan (meydana çıkmış) isti'dâd-ı cüz'înin lisânıyla (istidâdın bir kısmından gelen bir şekilde) ve diğeri gayr-ı mec'ûl olan (meydana çıkmamış, bilinmeyen) isti'dâd-ı küllînin lisânıyla (istidâdın bütününden gelen bir şekilde) olur. /

İsti'dâd-i cüz'î lisânıyla suâl (istidâdın bir kısmından gelen dûa) : Yeni doğan bir çocuğun mürûr-ı sinîn (senelerin geçmesi) ile bünyesi tekâmül ederek (gelişerek) meşye (yürümeye) ve tekellüme (konuşmaya) kâbiliyyet gelmesiyle, mec'ûl (meydana çıkmış) ve muhdes (sonradan yaratılmış) olan bu isti'dâd-ı cüz'înin lisânıyla (istidâdın bir kısmının diliyle) Hak'tan meşy (yürümek) ve tekellüm (konuşmak) taleb etmesi (istemesi) ve kezâ bir fidanın büyüyüp tekemmül ederek (gelişerek) meyve vermek kâbiliyetini hâiz bir ağaç olduktan sonra mevsiminde meyvesinin taleb-i zuhûru (meydana çıkmayı istemesi) gibidir. Bu atâyâda (bağışlarda) teahhur (gecikme) yoktur, husûl-i kâbiliyyeti (kabiliyetinin peyda olmasının) müteâkib (arkasından) zuhûr eder (meydana çıkar.

İsti'dâd-ı küllî lisânıyla suâl (istidâdın bütününden gelen bir şekilde yapılan dûa) :  İlm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sübût bulan (mevcut olan) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) Hak'tan vücûd-ı hâricîyi (madde bedeni) ve her bir ayn-ı sâbitenin (manânın, ilmi sûretin) kendi müdebbiri (idare edicisi) ve rûhu ve Rabb-i hâssı olan (kendisindeki ağırlıklı ismin) ism-i ilâhî hazînesinde (İlahi ismin sahip olduğu özelliklerde) meknûz (saklı gömülü) bulunan kemâlâtın zuhûrunu (meydana çıkmasını) taleb etmesidir (istemesidir) ve bu atâ (bağış) dahi tahallüf etmez (geriye bırakılmaz) . Çünkü, esmâ şuûnât-ı İlâhiyye’dir (Allah’ın fiilleridir) ve şuûnât (fiiller, işler) ,  Zât’ın muktezâsıdır (gerekleridir) ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ise esmânın suveridir; (İlâhi isimlerin sûretleridir) ve bu esmâ hazînelerinde meknûz (gömülü) olan kemâlât dahi, onların isti'dâdâtıdır ve mezâhir-i kevniyye (oluşmuş görüntü yerleri) ise, a'yân-ı sâbitenin suveridir (ilmi suretlerin, manaların suretleridir).

İmdi bir şey Hak'tan lisân-ı lafzî ile (lafla sözlü olarak) suâl olunduğu (dûa edildiği) vakit, eğer lisân-ı hâl (ortaya koyduğun davranış) ve isti'dâda muvâfık (uygun) olursa, icâbet (kabûl) derhal vâki' olur; (gerçekleşir) ve eğer muvâfık (uygun) olmazsa, teahhur eder (geriye kalır).  Ve lisân-ı hâl (ortaya koyduğun davranış) ve lisân-ı isti'dâd (istidâdını gereği olan) bir şeyi suâl ettiği (istediği) vakit, lisân-ı lafzî (sözlü olarak) vâki' olmaksızın (olagelmese de) o şey ihsân olunur (bağışlanır) ve o şeyin taleb (dua, istek) olunmaksızın verildiğini zannederler. Halbuki iş böyle değildir. "Ağlamayan çocuğa meme vermezler" meseli (misali) meşhûrdur. Binâenaleyh (nitekim) ba'zı duâlarda ...................... ya'nî "Ey talebden evvel (istekten önce) ihsân veren!" vârid (vasıl) olması,  ancak suâl-i lafzîye (sözlü yapılan dûayı) şâmildir (içine alır).

İmdi her atâ (bağış) mukâbilinde (karşılığında) bir hamd (şükür, methetme) lâzım geldiğine ve talebsiz (istek olmadan) vâki' olan (gerçekleşen) atâ-yı mutlaka da (istemeden gelen mutlak bağışlarda) hamd-i mutlak (mutlak, kayıtsız hamd) tekâbül eylediğine mebnî (karşılık olduğundan dolayı), Cenâb-ı Şeyh (r.a.) atâ-yı mutlakla (mutlaka, istemeden gelen bağışlar) hamd-i mutlakı mukâyeseten (karşılaştırarak) buyururlar ki:

Nitekim hamd-i mutlak ancak lafızda sahîh olur; velâkin ma'nâda onu hâlin takyîd eylemesi lâbüddür. / Binâenaleyh, seni Allâh'ın hamdine ba's eden şeyin hamdi, sana ism-i fül ile veyâ ism-i tenzîh ile mukayyeddir (7).

Ya'nî bâlâda (yukarıda) îzah olunduğu (açıklandığı) üzere, atâ (İlâhi bağış) suâlsiz (dûasız) olmaz. O suâl (dûa, istekte bulunmak) ile mukayyeddir (bağlı, kayıtlıdır). Talebsiz (istemeksizin) olan atâ-yı mutlak (mutlaka verilen bağışlar) ancak suâl-i lafzîye (sözle yapılan dûaya) nazarandır (göredir). Binâenaleyh (nitekim) lafzan suâl ve taleb (sözlü dûa ve istek) vâki' olmaksızın (gerçekleşmeden) vârid olan (gelen) atâya (bağışlara), atâ-yı mutlak (istemeksizin gerçekleşen mutlak bağışlar) deriz. Halbuki bu atâ (bağış) hakkında lisân-ı hâl (tavır ve halinin durumuna göre) ve isti'dâd ile (istidâdından gelen bir biçimde) ma'nen suâl (içinden, ruhundan dûa) vâki' olmuştur (gerçekleşmiştir) . İşte bunun gibi hamd-i mutlak dahi lafza (sözle yapılana) nazaran (göre) hamd-i mutlaktır; yoksa ma'nâya göre hamd-i mutlak değildir. Çünkü o hamdi bir hâl takyîd eder (o hamd  bir tavrır,  hal ile kayıtlıdır) .  Meselâ karnın acıksa "Yâ Rab bana taâm (aş) ver!" diye lafzan (söz ile) taleb etmeksizin (istemeden) Hakk'ın atâsı (bağışı) olarak, evvelce hânende (evinde) mevcûd olan taâmı (yemeği) yesen bu bir atâdır (bağıştır); fakat lafzan (sözlü) taleb (istek) vâki' olmadığı (gerçekleşmediği) için atâ-yi mutlaktır (istemeksizin kazanılmış, mutlak bağıştır).  Velâkin ma'nen (ruhen, içten) sen lisân-ı hâl (ortaya koyduğun tavırla) ve isti'dâdınla (istidâdından gelen bir biçimde) onu Rezzâk'tan (Rezzak isminden) taleb etmiş (istemiş) idin. Bu i'tibâr ile (bakımdan) atâ-yı mukayyeddir (bir şeye bağlı, kayıtlı bağıştır). Şimdi, o taâmı (yemeği) yedin ve "elhamdülillah" dedin. İşte bu hamd lafz (söz) i'tibâriyle (bakımından) mutlak (kayıtsız) oldu. Çünkü cemî'-i esmâyı câmi' (bütün esmaları kendinde toplamış) olan Allâh'a hamd ettin. Fakat ma'nâda, esmânın hepsine hamd etmedin. Belki Rezzâk ismine hamd ettin. Ya'nî senin bu hamdin, meselâ Dârr ve Mâni' isimlerine değildir. Zîrâ atâ-yı rızk (karşılıksız verilmiş İlahi bağış olan bu rızk) bu isimlerden vâki' olmadı (gerçekleşmedi), ancak ismi-i Rezzâk'tan sudûr etti (çıktı). Ve kezâ sıhhatine ve hüsn-i endâmına (bedeninin güzelliğine) hamd ettiğin vakit, onlar Bârî ve Hâfız isimlerinin mazharı (göründüğü mahal) olduğu için, esmâ-i efâlden (fiillerin, işlerin esması) olan bu isimlere hamd etmiş olursun. Binâenaleyh (nitekim) "elhamdülillah" dediğin zaman, lafzan (söz ile) mutlak (kayıtsız) olan bu hamdini, ma'nen bu işlerin fâili olan (yapan, meydana getiren) isimlere hamd etmiş olmakla takyîd edersin (kayıtlarsın) . Veyâhut "Allah'a hamd ve senâ olsun ki, bizi buna hidâyet eyledi" dediğin vakit, kezâ bu hamdin lafzan (sözlü) mutlak (kayıtsız) olur. Fakat ma'nen  hamdin (şükranın) esmâ-i tenzîhiyyeden (tenzih ettiğin, diğer esmalardan ayırdığın esma) olan Sübbûh ve Kuddûs isimlerine olduğu için, bu hamdini ism-i tenzîh (ayırdığın isim) ile takyîd etmiş (kayıtlamış) olursun.

Ve abdden olan isti'dâda sâhibinin şuûru yoktur; ve hâle şuûru vardır. Zîrâ bâisi bilir, o da hâldir. Böyle olunca isti'dâd, suâlin ahfâsıdır: Ve bunları, ancak Allâh'ın kendileri hakkında sâbika-i kazâsı olduğuna ilimleri, suâlden men' eder. Binâenaleyh onlar, Hak'tan vârid olan şeyin kabûlü için mahallerini hazırladılar ve nüfûslarından ve ağrâzlarından gâib oldular (8).

Ya'nî lisân-ı kâl ile (konuşarak, sözlü) vâki' olmayıp, lisân-ı isti'dâd ile (istidâttan gelen bir şekilde) olan suâlde (dûada), abdin (kulun) isti'dâdına vukûfu (bilgisi) olmaz. Çünkü derin ve gizlidir. Halbuki lisân-ı hâl (davranış, hal) ile olan talebine (isteğine) sâhibi vâkıftır (bilincindedir). Çünkü hâlin (davranış) sâhibi, bâis olan (icap ettiren) şeyi bilir ve bâis olan (icap olan) şey dahi hâlin kendisidir. Meselâ aç olan kimse tokluğu ister ve açlık bir hâldir ki, bunu ancak sâhibi bilir. Zîrâ yanında bulunan kimseler, bir adamın açlığını veyâ tokluğunu bilmezler. Fakat lisân-ı kâl ile (konuşarak) olan suâli (isteği, dûayı), başkaları da işitip bilir. Lisân-ı isti'dâd (istidânın gereği) ile olan suâle (dûaya) gelince, bu hepsinden ahfâdır (en gizlidir);  çünkü aç olan kimse lisân-ı isti'dâd  ile Hak'tan ne nevi' (çeşit) ve ne mikdâr rızk taleb etmiş olduğunu bilmez. Şu halde lisân-ı kâl ile (konuşarak) bir kimse "Yâ Rab, karnım aç bana rızık ver!" dese, bu suâli kendi ve gayrileri (başkaları) bildiği için, gâyet açık bir taleb (istek) olur. Fakat aç olan bir kimse, lafzan (sözle) böyle bir talebde (istekte) bulunmasa, hâlen (hal, tavır olarak) tokluğu tâleb eder (ister) ve lisân- hâl (ortaya koyduğu davranış) ile olan talebine (isteğine) sâhibi vâkıf olur (bilir) ise de gayrileri (başkaları) vâkıf olmaz (bilmez) ve lisân-ı isti'dâd ile (istidâdından gelen bir şekilde) olan suâline (isteğine, dûasına) ne kendi ve ne de gayrileri (başkaları) vâkıf değildir (bilmezler) ; zîrâ pek gizlidir. Ve kısm-ı sânîden (ikinci kısımda) bulunan talebsiz (istemeksizin gerçekleşen) atâyâ (bağış) sâhiblerî, ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) kendilerinin a'yânı (ilmi suretleri, hakikâtleri) ne vech ile (hangi hakikât üzere) sâbit (mevcut) oldular ise, vücûd-ı halkîde, ya'nî âlem-i dünyâda, dahi öylece zâhir olmalarına (görülmelerine) kazâ-yı İlâhî sebk ettiğini (İlâhî kazanın önüne geçtiğini) bildikleri için, onların ancak bu bilişleri, kendilerini suâlden (dûadan) men' eder. Binâenaleyh (nitekim), onlar Hak'tan hiçbir şey taleb etmeyip, kendi ism-i hâslarının (idaresi altında oldukları ismin) hazînesinde meknûz (gizli, gömülü) olan ahvâlin (hallerin) / zuhûruna (meydana çıkışını) intizârla (beklemeyle) vârid olacak (gelecek) ahkâmı (hükümleri) kabûl etmek üzere mahallerini, ya'nî mevrid-i ahvâl (davranışlarının varacağı yeri) ve ahkâm (hükümler) olan kalblerini, ihzâr ettiler (hazırladılar) ve vücûd-ı Hakk'ın müşâhedesinde (Hakk’ın varlığını görmelerinde) nefislerinin müşâhedesinden (kendi nefislerini görmelerinden) ve Rab'lerinin tenfîz-i (nefes vermesi) irâdesinde garazlarının (hedeflerinin) talebinden gâib (yok, kayıp) oldular.

Beyit:
(Tercüme) "Sen, bendeliği (kulluğu, köleliği) dilenciler gibi, ücret şartıyla îfâ etme (yerine getirme);  zîrâ Efendi, bende-perverlik (kulu sevmenin, beslemenin) revişini (uslûbunu) bilir."

Ve Allâh'ın ona ilmi, onun cemî'-i ahvâlinde, onun vücûdundan evvel, "ayn"ının sübûtu hâlinde üzerinde sâbit olan şey olduğunu ve Hak, ancak onun "ayn"ının ilimden Hakk'a i'tâ ettiği şeyi verdiğini ve o da sübûtu hâlinde üzerinde sâbit olduğu şey idiğini bilen kimse, onlardandır. Böyle olunca Allah'ın ilmi ona  nereden hâsıl olduğunu bilir. Ve Ehlullah’dan bu sınıfdan a'lâ ve ekşef bir sınıf yoktur. Bînâenaleyh, bunlar sırr-ı kadere vâkıftırlar (9).

Kısm-ı sânîden (ikinci kısımdan) , ya'nî suâl (sözlü dûa) ile vâki' olmayan (gerçekleşmeyen) atâyâ ashâbından (bağış sahiplerinden) bir sınıf vardır. İşte bu sınıftan bulunan ârif bilir ki, kendisi Hakk'ın şuûnâtından (fiillerinden, işlerinden) ) bir şe'n (iş, fiil) olan bir ismin mazharıdır (göründüğü yerdir) ve onun âlem-i dünyâdaki vücûd-ı unsurîsinden (madde bedeninden) evvel, ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) kendisinin ayn-ı sâbitesi (manâsı, ilmi sureti) sübût bulmuş (meydana çıkmış) idi. Ve o ayn-ı sâbite, (ilmi suret) Hakk'ın bir şe'n-i Zâtîsi (Zât’ın bir fiili, işi) olan ve kendisinin müdîri (idare edeni) ve rûhu bulunan bir ismin sûreti idi. Ve o ismin isti'dâd-ı Zâtîsi (kendi istidâdı) neden ibâret idiyse, ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde),  öylece sâbit (mevcut) olmuş idi. / Ve ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) hîn-i sübûtunda, (meydana çıkışında) Hakk'ın ne vech (yön) ile ma'lûmu (bilgisi) olmuş ise, Hakk'ın ona verdiği şey dahi, ancak ilm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) hâsıl (mevcut) olan şeyden ibârettir. Ve onun ayn-ı sâbitesinin (ilmî suretinin) Hakk'a verdiği şey dahi, kendi isminin muktezâ-yı isti'dâdıdır (istidâdı gereğincedir) ki, onun ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) bu isti'dâd üzerine sübût bulmuş (meydana çıkmış) idi. İşte bunları bilen kimse, kendi hakkında Allâh'ın ilminin nereden hâsıl olduğunu bilmiş olur. Ve bu ikinci sınıfta bulunan Ehlullah (Allah kulları) arasında bu zikrolunan (adı geçen) sınıftan a'lâ (yüksek) ye ekşef (keşif sahibi) olan sınıf yoktur. Çünkü bunlar bâlâda (yukarıda) îzâh olunan (açıklanan) sırr-ı kadere (kader sırrına) vâkıftırlar (bilincindedirler). Zîrâ bilir ki, ezelde (önceden) ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) ne sûretle (şekilde) Hakk'ın ma'lûmu (bilgisi) olmuş ise, Hak hükmünü (kararını) o sûretle vermiştir. Ve onun ayn-ı sâbitesi (ilmî sureti) şuûnât-ı Zâtiyyeden (Zât’a ait fiillerden) bir şe'n (iş, fiil) olan bir ism-i İlâhî’dir (Allah’ın bir ismidir) ve o ismin hazînesinde isti'dâdının muktezâsı (istidâdının gereği) olarak, meknûz (gizli, saklı) olan ahvâl (haller) ve ahkâm (hükümler) nelerden ibâret ise, her bir mevtında (mertebesinde) evkât-ı muayyenesinde (belli zamanlarda) peyderpey (birbiri ardınca) zâhir olacaktır (meydana çıkacaktır) .  Şu halde "Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!" diye mutâlebât-ı müteselsile (arkası arkasına gelen istekler) ile beyhûde yere gönlünü üzmez. O ahkâm (hükümler) ve ahvâlin (hallerin) zuhûruna (meydana çıkışını) müterakkıb (gözleyen) ve muntazır (bekleyen) olur. Ammâ zuhûr eden (meydana çıkan) ahvâl (haller) , tabîatına mülâyim (uygun) değil imiş, ne yapalım! Mazharı (göründüğü yer) olduğu ismin isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûlünün (bilinmeyen, meydana çıkmamış, gizli istidâdının) muktezâsı (gereği) budur. Nefis ve tabîatın tasarrufundan (idaresi altından) kurtulup, her zâhir olanı (meydana çıkanı) hoş görene aşk olsun!

İmdi bu bahis (konu) ,  Fusûsu'l-Hikem'in esâs-ı hakâyık (asıl hakikâtler) ve maârifi (bilgiler) olduğundan, lâyıkıyla anlaşılmak üzere biraz daha îzâha (açıklama yapmaya) lüzûm göründü.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

25.12.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail