[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve
kısm-ı sânîye gelince, o da bizim .................. kavlimizdir: Binâenaleyh,
suâlden olmayandır. İmdi, suâl ile benim murâdım ancak onunla
telaffuzdur. Zîrâ nefs-i emirde, ya lafz ile, ya hâl ile veyâhut isti'dâd
ile suâl lâ-büddür (6).
Hz.
Şeyh (r.a.) bâlâda (yukarıda)
atâyâyı (bağışları),
Hakk'a nazaran (göre) "zâtî" ve
"esmâî" kısımlarına ve halka (insanlara)
nazaran (göre) dahi "taleb ile" (isteyerek)
ve "talebsiz" (istemeksizin)
vârid olan (gelen) atâyâya (bağışları) taksîm buyurmuş ve
talebsiz (istenmeden)
olan atâyâyı (bağışları)
beyânen, (açıklayarak) bâlâda (yukarıda)
....................................ya'nî "Atâyâdan (bağışlardan)
ba'zısı da suâlden vâki' olmaz (dua
ile gerçekleşmez) ; gerek atıyye-i zâtiyye (Zât’a
ait bağışlar) olsun ve gerek esmâiyye (esmaya
ait) olsun müsâvîdir" (eşittir)
demiş idi. Taleb (isteme)
ile olan ve kısm-ı evvelden (önceki
bölümden) bulunan atâyâyı (bağışları)
îzah buyurduktan (açıkladıktan)
sonra, şimdi de talebsiz (istemeden)
olan ve kısm-ı sânîden (ikinci
kısımda) bulunan atâyâyı (bağışları)
îzâhen (açıklıyarak) buyururlar ki: Suâlden vâki' olmayan (dûa
etmeden gerçekleşen) atâyâ (bağışlar)
demekten murâdım, ancak Hak'tan taleb olunan (istenen)
şeyin lisânen telaffuz olunmasıdır (söz
ile söylenmesidir) . Ya'nî "Yâ Rab, bana şunu
ver, bunu ver!" gibi suâl-i lafzî (söz
ile yapılan dûa) ile vârid olmayan (erişmeyen,
gelmeyen) atâyâdır
(bağışlardır)
. Ve
bu suâl-i lafzî (sözlü
dûa) , hâl
(ortaya konan
tavır) ve isti'dâd ile
(istidâdından gelen bir şekilde) vâki' olan (gerçekleşen)
suâller (dûalar)
anlaşılmamak için kayd-ı ihtirâzîdir (ihtiyat
payıdır) . Zîrâ suâl
(dûa) mutlakâ
bu üç sûretten biriyle olur.
Lisân-ı
lafzî ile suâl (söz
ile dûa) : "Yâ
Rab fakîrim bana gınâ (zenginlik)
ihsân eyle!" (ver) demek gibidir.
Lisân-ı
hâl (davranışın)
ile suâl (dûa)
: Aç
ve susuz olan kimse gibidir ki, açlığıyla tokluğu ve susamışlığıyla
suya kanmayı taleb eder (ister)
. Binâenaleyh
(nitekim) açlık,
tokluğun talebine (istenmesine) bâis (sebep)
olan bir haldir ve hâl ise, talebe (istemeğe)
sebeb olan şeydir.
Lisân-ı
isti'dâd ile
(istidâdından gelen bir şekilde) suâl (yapılan dûa): Bu da iki kısımdır. Birisi mec'ûl
olan (meydana
çıkmış) isti'dâd-ı cüz'înin lisânıyla (istidâdın bir kısmından gelen bir şekilde)
ve diğeri gayr-ı mec'ûl olan (meydana
çıkmamış, bilinmeyen) isti'dâd-ı küllînin lisânıyla (istidâdın
bütününden gelen bir şekilde) olur. /
İsti'dâd-i
cüz'î lisânıyla suâl (istidâdın
bir kısmından gelen dûa) :
Yeni doğan bir çocuğun mürûr-ı sinîn (senelerin
geçmesi) ile bünyesi tekâmül ederek (gelişerek)
meşye (yürümeye)
ve tekellüme (konuşmaya)
kâbiliyyet gelmesiyle, mec'ûl (meydana
çıkmış) ve muhdes (sonradan yaratılmış) olan bu
isti'dâd-ı cüz'înin lisânıyla (istidâdın
bir kısmının diliyle) Hak'tan meşy (yürümek)
ve tekellüm (konuşmak)
taleb etmesi (istemesi)
ve kezâ bir fidanın büyüyüp tekemmül ederek (gelişerek)
meyve vermek kâbiliyetini hâiz bir ağaç olduktan sonra
mevsiminde meyvesinin taleb-i zuhûru (meydana
çıkmayı istemesi) gibidir. Bu atâyâda (bağışlarda)
teahhur (gecikme)
yoktur, husûl-i kâbiliyyeti (kabiliyetinin
peyda olmasının) müteâkib (arkasından)
zuhûr eder (meydana
çıkar.
İsti'dâd-ı
küllî lisânıyla suâl (istidâdın
bütününden gelen bir şekilde yapılan dûa) : İlm-i
İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sübût bulan (mevcut
olan) a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) Hak'tan vücûd-ı hâricîyi (madde
bedeni) ve her bir ayn-ı sâbitenin (manânın, ilmi sûretin) kendi müdebbiri
(idare
edicisi) ve rûhu ve Rabb-i hâssı olan (kendisindeki ağırlıklı ismin) ism-i
ilâhî hazînesinde (İlahi ismin sahip olduğu özelliklerde) meknûz (saklı
gömülü) bulunan kemâlâtın zuhûrunu (meydana
çıkmasını) taleb etmesidir (istemesidir)
ve bu atâ (bağış)
dahi tahallüf etmez (geriye
bırakılmaz) .
Çünkü, esmâ şuûnât-ı İlâhiyye’dir (Allah’ın
fiilleridir) ve şuûnât (fiiller,
işler) , Zât’ın muktezâsıdır
(gerekleridir)
ve a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) ise esmânın suveridir; (İlâhi
isimlerin sûretleridir) ve bu esmâ hazînelerinde meknûz (gömülü)
olan kemâlât dahi, onların isti'dâdâtıdır ve mezâhir-i
kevniyye (oluşmuş
görüntü yerleri) ise, a'yân-ı sâbitenin suveridir
(ilmi suretlerin, manaların suretleridir).
İmdi
bir şey Hak'tan lisân-ı lafzî ile (lafla
sözlü olarak) suâl olunduğu (dûa
edildiği) vakit, eğer lisân-ı hâl (ortaya
koyduğun davranış) ve isti'dâda muvâfık (uygun)
olursa, icâbet (kabûl) derhal vâki' olur; (gerçekleşir)
ve eğer muvâfık (uygun)
olmazsa, teahhur eder (geriye
kalır). Ve lisân-ı
hâl (ortaya
koyduğun davranış) ve lisân-ı isti'dâd (istidâdını gereği olan) bir şeyi
suâl ettiği
(istediği) vakit,
lisân-ı lafzî (sözlü
olarak) vâki' olmaksızın (olagelmese
de) o şey ihsân olunur (bağışlanır)
ve o şeyin taleb (dua,
istek) olunmaksızın verildiğini zannederler. Halbuki iş böyle
değildir. "Ağlamayan çocuğa meme vermezler" meseli (misali)
meşhûrdur. Binâenaleyh (nitekim)
ba'zı duâlarda ...................... ya'nî "Ey talebden evvel
(istekten önce) ihsân veren!"
vârid (vasıl)
olması, ancak suâl-i
lafzîye (sözlü
yapılan dûayı) şâmildir (içine
alır).
İmdi
her atâ (bağış) mukâbilinde (karşılığında)
bir hamd (şükür,
methetme) lâzım geldiğine ve talebsiz (istek
olmadan) vâki' olan (gerçekleşen) atâ-yı mutlaka da
(istemeden gelen mutlak bağışlarda) hamd-i mutlak
(mutlak, kayıtsız hamd) tekâbül eylediğine mebnî
(karşılık olduğundan dolayı), Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) atâ-yı mutlakla (mutlaka,
istemeden gelen bağışlar) hamd-i mutlakı mukâyeseten (karşılaştırarak)
buyururlar ki:
Nitekim
hamd-i mutlak ancak lafızda sahîh olur; velâkin ma'nâda onu hâlin takyîd
eylemesi lâbüddür. / Binâenaleyh, seni Allâh'ın hamdine ba's eden şeyin
hamdi, sana ism-i fül ile veyâ ism-i tenzîh ile mukayyeddir (7).
Ya'nî
bâlâda (yukarıda) îzah olunduğu (açıklandığı)
üzere, atâ (İlâhi
bağış) suâlsiz (dûasız)
olmaz. O suâl (dûa, istekte bulunmak) ile
mukayyeddir (bağlı,
kayıtlıdır).
Talebsiz (istemeksizin)
olan atâ-yı mutlak (mutlaka
verilen bağışlar) ancak suâl-i lafzîye (sözle
yapılan dûaya) nazarandır (göredir).
Binâenaleyh (nitekim)
lafzan suâl ve taleb
(sözlü dûa ve istek) vâki' olmaksızın (gerçekleşmeden)
vârid olan (gelen) atâya (bağışlara), atâ-yı mutlak (istemeksizin gerçekleşen mutlak bağışlar) deriz.
Halbuki bu atâ (bağış)
hakkında lisân-ı hâl (tavır
ve halinin durumuna göre) ve isti'dâd ile (istidâdından
gelen bir biçimde) ma'nen suâl (içinden,
ruhundan dûa) vâki' olmuştur (gerçekleşmiştir)
. İşte
bunun gibi hamd-i mutlak
dahi lafza (sözle
yapılana) nazaran (göre) hamd-i mutlaktır;
yoksa ma'nâya göre hamd-i mutlak değildir. Çünkü o hamdi
bir hâl takyîd eder (o
hamd bir tavrır,
hal ile kayıtlıdır) . Meselâ
karnın acıksa "Yâ Rab bana taâm (aş)
ver!" diye lafzan (söz ile) taleb etmeksizin (istemeden)
Hakk'ın atâsı (bağışı)
olarak, evvelce hânende (evinde)
mevcûd olan taâmı (yemeği)
yesen bu bir atâdır (bağıştır); fakat lafzan (sözlü) taleb (istek) vâki' olmadığı (gerçekleşmediği)
için atâ-yi mutlaktır (istemeksizin
kazanılmış, mutlak bağıştır). Velâkin
ma'nen (ruhen,
içten) sen lisân-ı hâl (ortaya
koyduğun tavırla) ve isti'dâdınla (istidâdından
gelen bir biçimde) onu Rezzâk'tan (Rezzak
isminden) taleb etmiş (istemiş) idin. Bu i'tibâr ile
(bakımdan) atâ-yı mukayyeddir (bir
şeye bağlı, kayıtlı bağıştır).
Şimdi, o taâmı (yemeği) yedin ve "elhamdülillah"
dedin. İşte bu hamd lafz (söz) i'tibâriyle (bakımından)
mutlak
(kayıtsız) oldu. Çünkü cemî'-i esmâyı câmi' (bütün
esmaları kendinde toplamış) olan Allâh'a hamd ettin. Fakat
ma'nâda, esmânın hepsine hamd etmedin. Belki Rezzâk ismine hamd ettin.
Ya'nî senin bu hamdin, meselâ Dârr ve Mâni' isimlerine değildir. Zîrâ
atâ-yı rızk (karşılıksız
verilmiş İlahi bağış olan bu rızk) bu isimlerden vâki'
olmadı (gerçekleşmedi),
ancak ismi-i Rezzâk'tan sudûr etti (çıktı).
Ve kezâ sıhhatine ve hüsn-i endâmına (bedeninin
güzelliğine) hamd ettiğin vakit, onlar Bârî ve Hâfız
isimlerinin mazharı (göründüğü
mahal) olduğu için, esmâ-i efâlden (fiillerin, işlerin esması) olan bu
isimlere hamd etmiş olursun. Binâenaleyh (nitekim)
"elhamdülillah" dediğin zaman, lafzan (söz
ile) mutlak (kayıtsız)
olan bu hamdini, ma'nen bu işlerin fâili olan (yapan,
meydana getiren) isimlere hamd etmiş olmakla takyîd edersin (kayıtlarsın)
. Veyâhut
"Allah'a hamd ve senâ olsun ki, bizi buna hidâyet eyledi" dediğin
vakit, kezâ bu hamdin lafzan (sözlü)
mutlak (kayıtsız)
olur.
Fakat ma'nen
hamdin (şükranın)
esmâ-i tenzîhiyyeden (tenzih
ettiğin, diğer esmalardan ayırdığın esma) olan Sübbûh ve
Kuddûs isimlerine olduğu için, bu hamdini ism-i tenzîh (ayırdığın isim) ile takyîd etmiş
(kayıtlamış)
olursun.
Ve
abdden olan isti'dâda sâhibinin şuûru yoktur; ve hâle şuûru vardır.
Zîrâ bâisi bilir, o da hâldir. Böyle olunca isti'dâd, suâlin ahfâsıdır:
Ve bunları, ancak Allâh'ın kendileri hakkında sâbika-i kazâsı olduğuna
ilimleri, suâlden men' eder. Binâenaleyh onlar, Hak'tan vârid olan şeyin
kabûlü için mahallerini hazırladılar ve nüfûslarından ve ağrâzlarından
gâib oldular (8).
Ya'nî
lisân-ı kâl ile (konuşarak,
sözlü) vâki' olmayıp, lisân-ı isti'dâd ile
(istidâttan gelen bir şekilde) olan suâlde (dûada),
abdin (kulun)
isti'dâdına vukûfu (bilgisi)
olmaz. Çünkü derin ve gizlidir. Halbuki lisân-ı hâl (davranış, hal) ile olan talebine (isteğine)
sâhibi vâkıftır (bilincindedir).
Çünkü hâlin (davranış)
sâhibi, bâis olan (icap
ettiren) şeyi bilir ve bâis olan (icap
olan) şey dahi hâlin kendisidir. Meselâ aç olan kimse
tokluğu ister ve açlık bir hâldir ki, bunu ancak sâhibi bilir. Zîrâ
yanında bulunan kimseler, bir adamın açlığını veyâ tokluğunu
bilmezler. Fakat lisân-ı kâl ile
(konuşarak) olan suâli (isteği,
dûayı), başkaları da işitip bilir. Lisân-ı
isti'dâd (istidânın
gereği) ile olan suâle (dûaya)
gelince, bu hepsinden ahfâdır (en
gizlidir); çünkü
aç olan kimse lisân-ı isti'dâd ile
Hak'tan ne nevi' (çeşit)
ve ne mikdâr rızk taleb etmiş olduğunu bilmez. Şu halde lisân-ı
kâl ile (konuşarak)
bir kimse "Yâ Rab, karnım aç bana rızık ver!"
dese, bu suâli kendi ve gayrileri (başkaları)
bildiği için, gâyet açık bir taleb (istek) olur. Fakat aç olan bir
kimse, lafzan (sözle)
böyle bir talebde (istekte)
bulunmasa, hâlen (hal, tavır olarak) tokluğu tâleb
eder (ister) ve
lisân- hâl (ortaya
koyduğu davranış) ile olan talebine (isteğine) sâhibi vâkıf olur (bilir)
ise de gayrileri (başkaları)
vâkıf olmaz (bilmez)
ve lisân-ı isti'dâd ile
(istidâdından gelen bir şekilde) olan suâline (isteğine,
dûasına) ne kendi ve ne de gayrileri (başkaları)
vâkıf değildir (bilmezler)
; zîrâ
pek gizlidir. Ve kısm-ı sânîden (ikinci
kısımda) bulunan talebsiz (istemeksizin
gerçekleşen) atâyâ (bağış)
sâhiblerî, ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) kendilerinin
a'yânı (ilmi
suretleri, hakikâtleri) ne vech ile (hangi hakikât üzere) sâbit (mevcut)
oldular ise, vücûd-ı halkîde,
ya'nî âlem-i dünyâda, dahi öylece zâhir olmalarına (görülmelerine)
kazâ-yı İlâhî sebk ettiğini (İlâhî
kazanın önüne geçtiğini) bildikleri için, onların ancak bu
bilişleri, kendilerini suâlden (dûadan) men' eder. Binâenaleyh (nitekim),
onlar Hak'tan hiçbir şey taleb etmeyip,
kendi ism-i hâslarının (idaresi
altında oldukları ismin) hazînesinde meknûz (gizli, gömülü) olan ahvâlin (hallerin)
/ zuhûruna (meydana
çıkışını) intizârla (beklemeyle)
vârid olacak (gelecek) ahkâmı (hükümleri)
kabûl etmek üzere mahallerini,
ya'nî mevrid-i ahvâl (davranışlarının varacağı yeri) ve
ahkâm (hükümler)
olan kalblerini, ihzâr ettiler (hazırladılar)
ve vücûd-ı Hakk'ın müşâhedesinde
(Hakk’ın varlığını görmelerinde) nefislerinin müşâhedesinden
(kendi
nefislerini görmelerinden) ve Rab'lerinin tenfîz-i (nefes vermesi) irâdesinde garazlarının
(hedeflerinin)
talebinden
gâib (yok,
kayıp) oldular.
Beyit:
(Tercüme) "Sen, bendeliği (kulluğu,
köleliği) dilenciler gibi, ücret şartıyla îfâ etme (yerine getirme); zîrâ
Efendi, bende-perverlik (kulu
sevmenin, beslemenin) revişini (uslûbunu)
bilir."
Ve
Allâh'ın ona ilmi, onun cemî'-i ahvâlinde, onun vücûdundan evvel,
"ayn"ının sübûtu hâlinde üzerinde sâbit olan şey olduğunu
ve Hak, ancak onun "ayn"ının ilimden Hakk'a i'tâ ettiği şeyi
verdiğini ve o da sübûtu hâlinde üzerinde sâbit olduğu şey idiğini
bilen kimse, onlardandır. Böyle olunca Allah'ın ilmi ona nereden hâsıl olduğunu bilir. Ve Ehlullah’dan bu sınıfdan
a'lâ ve ekşef bir sınıf yoktur. Bînâenaleyh, bunlar sırr-ı kadere vâkıftırlar
(9).
Kısm-ı
sânîden (ikinci kısımdan) ,
ya'nî suâl (sözlü
dûa) ile vâki' olmayan (gerçekleşmeyen)
atâyâ ashâbından
(bağış sahiplerinden) bir sınıf vardır. İşte bu sınıftan
bulunan ârif bilir ki, kendisi Hakk'ın şuûnâtından (fiillerinden,
işlerinden) ) bir şe'n (iş,
fiil) olan bir ismin mazharıdır
(göründüğü yerdir) ve onun âlem-i dünyâdaki vücûd-ı
unsurîsinden (madde bedeninden) evvel, ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın
ilminde) kendisinin ayn-ı sâbitesi (manâsı, ilmi sureti) sübût bulmuş
(meydana çıkmış)
idi. Ve o ayn-ı sâbite, (ilmi
suret) Hakk'ın bir şe'n-i Zâtîsi (Zât’ın
bir fiili, işi) olan ve kendisinin müdîri (idare
edeni) ve rûhu bulunan bir ismin sûreti idi. Ve o ismin isti'dâd-ı
Zâtîsi (kendi
istidâdı) neden ibâret idiyse, ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde),
öylece sâbit (mevcut)
olmuş idi. / Ve ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) hîn-i sübûtunda, (meydana
çıkışında) Hakk'ın ne vech (yön) ile
ma'lûmu (bilgisi) olmuş ise, Hakk'ın ona
verdiği şey dahi, ancak ilm-i Hak'ta (Hakk’ın
ilminde) hâsıl (mevcut) olan şeyden ibârettir. Ve
onun ayn-ı sâbitesinin (ilmî
suretinin) Hakk'a verdiği şey dahi, kendi isminin muktezâ-yı
isti'dâdıdır (istidâdı
gereğincedir) ki, onun ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) bu isti'dâd üzerine sübût bulmuş (meydana
çıkmış) idi. İşte bunları bilen kimse, kendi hakkında Allâh'ın
ilminin nereden hâsıl olduğunu bilmiş olur. Ve bu ikinci sınıfta
bulunan Ehlullah (Allah
kulları) arasında bu zikrolunan (adı
geçen) sınıftan a'lâ (yüksek)
ye ekşef (keşif
sahibi) olan sınıf yoktur. Çünkü bunlar bâlâda (yukarıda) îzâh olunan (açıklanan)
sırr-ı kadere (kader
sırrına) vâkıftırlar (bilincindedirler). Zîrâ bilir ki, ezelde (önceden)
ilm-i İlâhîde (Allah’ın
ilminde) ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) ne sûretle (şekilde) Hakk'ın ma'lûmu (bilgisi)
olmuş ise, Hak hükmünü (kararını)
o sûretle vermiştir. Ve onun ayn-ı sâbitesi (ilmî sureti) şuûnât-ı Zâtiyyeden
(Zât’a ait
fiillerden) bir şe'n (iş,
fiil) olan bir ism-i İlâhî’dir (Allah’ın
bir ismidir) ve o ismin hazînesinde isti'dâdının muktezâsı (istidâdının
gereği) olarak, meknûz (gizli,
saklı) olan ahvâl (haller) ve ahkâm (hükümler)
nelerden ibâret ise, her bir mevtında (mertebesinde)
evkât-ı muayyenesinde (belli
zamanlarda) peyderpey (birbiri
ardınca) zâhir olacaktır (meydana
çıkacaktır) . Şu halde
"Yâ Rab, bana şunu ver, bunu ver!" diye mutâlebât-ı müteselsile
(arkası arkasına
gelen istekler) ile beyhûde yere gönlünü üzmez. O ahkâm (hükümler)
ve ahvâlin (hallerin)
zuhûruna (meydana
çıkışını) müterakkıb (gözleyen) ve muntazır (bekleyen)
olur. Ammâ zuhûr eden (meydana
çıkan) ahvâl (haller)
, tabîatına
mülâyim (uygun) değil imiş, ne yapalım!
Mazharı (göründüğü
yer) olduğu ismin isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûlünün (bilinmeyen, meydana çıkmamış, gizli istidâdının)
muktezâsı (gereği)
budur. Nefis ve tabîatın tasarrufundan (idaresi
altından) kurtulup, her zâhir olanı (meydana
çıkanı) hoş görene aşk olsun!
İmdi
bu bahis (konu) , Fusûsu'l-Hikem'in esâs-ı hakâyık (asıl
hakikâtler) ve maârifi (bilgiler) olduğundan, lâyıkıyla
anlaşılmak üzere biraz daha îzâha (açıklama
yapmaya) lüzûm göründü.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
25.12.2001
|