[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(IV. Bölüm)
İlim
ma'lûma tâbi'dir
İlim,
Hakk'ın sıfatlarından bir sıfattır ve Hakk'ın sıfâtı, Hakk'ın Zât’ında
mündemic (Hakk’ın
kendisinde bulunan) birtakım nisbetlerden (sıfatlardan) ibâret olup zâtıyla
berâber kadîmdir (evveli
yoktur).
Ve her sıfat bir ismin menşe'idir (esası,
köküdür).
Meselâ sıfat-ı ilimden
Alîm ve hayattan Hayy ve sem'den Semî ve
basardan Basîr ve irâdeden Mürîd ve kelâmdan Mütekellim ve kudretten
Kadîr ve Kâdir ve tekvînden Mükevvin isimleri inbiâs eyler (meydana gelir). Ve
her bir isim, şuûnât-ı Zâtiyye’den (Zât’ın
kendi fiillerinden, işlerinden) bir Şe'ndir (bir iş, bir fiildir). Ve
esmâ-i İlâhiyye (İlahi esma), külliyyât (bütünlük)
cihetinden (yönünden)
kâbil-i ta'dâddır (adet
olarak sayılabilir); fakat cüz'iyyât
cihetinden (bölümleri,
kısımları yönünden) kâbil-i hasr (bir
çerçeve içine alıp) ve ta'dâd değildir (saymak
mümkün değildir); çünkü nâmütenâhîdir (sonsuzdur).
Meselâ Hayy ismi bir ism-i küllîdir (bir
bütün isimdir) ; onun tahtında
(aşağısında,
emrinde) / muharrik,
muhassis, mümeyyiz, muhyî, muskî ilh... gibi birçok esmâ-i cüz'iyye (esma
kısımları) vardır. Ve bunların her biri suver-i âlemden (evren
suretlerinden) bir sûretin mürebbîsidir (terbiye
edicisidir) ve o sûret bu şe'n-i ilâhînin (Allah’ın
fiilinin, işinin) bir âyînesi (aynası)
olup onda ale'd-devâm (devamlı
olarak) o ismin suver-i ahkâmı (ismin
hükümlerinin, işlerinin suretleri) görünür..........
.............. (Rahmân, 55/29) Ya'nî "Her ân-ı gayr-ı
munkasimde (aralıksız
her anda, bölünmeyen anda) Hak bir şe'ndedir." (iştedir).
Ve bu esmânın kâffesinin (esmanın bütün hepsinin) müsemmâsı
(isimleneni) bir
olup, cümlesi o müsemmânın (isimlenenin)
aynıdır ve müsemmâ (isimle
isimlenen) ise Zât-ı Hak'tır (Hak’ın
kendisidir).
Binâenaleyh (nitekim)
esmâ dahi Zât-ı Hak'la (Hakk’ın
kendisiyle) berâber kadîmdir (mevcuttur).
Şu halde Hakk'ın sıfât ve esmâsına olan ilmi, Zât’ına
olan ilmidir. Böyle olunca "ilim" kadîm (mevcut) , "ma'lûm" (bilinen)
da kadîm (mevcût)
olur. Ve "ilim ma'lûma (bilinene)
ta'bîdir" (bağlıdır, emri altındadır) denilince,
evvelâ ma'lûm (bilinen)
hâdis (sonradan
yaradılmış) olur, ba'dehû (daha
sonra) ilim de ona lâhık olur (ulaşır,
eklenir), ma'nâsı anlaşılmamalıdır.
Ma'lûmun (bilinenin)
ilme takaddümü, (ilimden
önce gelmesi) takaddüm-i zamânî (zaman
açısından bir öncelik) değil; ancak takaddüm-i aklîdir (akıl
yönünden bir önceliktir) .
Meselâ "Falan kimse bildi" denilse, akıl, "Neyi
bildi?" diye sorar. Demek ki akıl, ma'lûmu (bilineni)
ilme takdîm ediyor (ilmin önüne geçiriyor).
İşte aklen, evvelen (önceden)
"ma'lûm" (bilinen)
ve sonra da ona lâhık olacak (eklenecek)
olân "ilim" mevcûd olmak lâzım geldiği için, ilim
ma'lûma (bilinene)
tâbi' olmuş
(bağlanmış, uymuş) olur. Ve ma'lûm olmayan (bilinmeyen)
şey murâd olunamayacağından, (istenmeyeceğinden)
irâde de ilme tâbi' (bağlı)
olur. Ve irâde olunmayan şey hakkında, sarf-ı kudrete (kudret
harcamaya) mahal (yer)
olmayacağından, kudret dahi irâdeye tâbi'dir
(bağlıdır).
Bu
maârifin (bilginin) zevkine vusûlden (vardıktan)
sonra anlarsın ki sen, sana verdin ve sen, senden aldın. Şu
kadar ki bu alışveriş Hakk'ın vücûdunda ve Hakk'ın vücûduyla vâki'
olmuş (gerçekleşmiş) ve olagelmekte
bulunmuştur. Bu âlemde her ân-ı gayr-ı münkasimde, (kesintisiz anda, zamanda) eline geçen
her bir metâ' (mal)
ister tab'ına (tabiatına) mülâyim (uygun,
hoş) gelsin ister gelmesin, hep senin hazînendeki metâ'dır (maldır). Beyhûde (boş) yere kimseye ta'n etme! (kızma,
ayıplama)
/
Ve onlar dahi iki kısım üzerinedir: Ve bunu mücmelen bilen, onlardan
biridir ve onu mufassalan bilen de onlardan diğeridir. Ve onu mufassalan
bilen mücmelen bilenden a'lâ ve etemdir. Zîrâ o, kendi hakkında olan
Allâh'ın ilmindeki şeyi, ya Allah Teâlâ ona, ayn-ı sâbitesinin
ilimden Hakk'a i'tâ ettiği şeyi i'lâm etmekle, veyâhut ona ayn-ı sâbitesinden
ve onun üzerine olan ilâ-mâ-lâ-yetenâhî ahvâlin intikâlâtından keşfetmekle
bilir. O da a'lâdır. Zîrâ onun kendi nefsine olan ilmi, Allâh'ın ilmi
menzilesinde olur. Çünkü ilmin ahzı ma'den-i vâhiddendir (10).
Ya'nî
sırr-ı kadere vâkıf olan sınıf iki kısım üzerinedir: Bir kısmı
Hakk'ın ona ve ahvâl-i zâhire (dış hallerine) ve bâtınesine (iç
âlemine) olan ilmi, kendi ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) muktezâsı (gereği) üzere olduğunu mücmelen (öz,
özet olarak) bilir ve onun bu ilm-i icmâlîsi (öz,
özet ilmine olan bilişi) burhân (delil)
ve îmân ile olur. Ve diğer kısmı dahi bu sırr-ı kaderi (kader sırrını) böyle burhân (delil)
ve îmân ile mücmelen (öz, özet olarak) değil, belki keşf ve ayân ile (açık
olarak) mufassalan (tafsilatlı)
bilir. Ve sırr-ı kaderi (kader
sırrını) mufassalan (geniş
olarak etraflıca) bilen, mücmelen (öz,
özet) bilenden daha âlî (yüksek)
ve daha tâmdır. Çünkü sırr-ı kaderi mufassalan (etraflı, geniş) bilen kimse, kendi
hakkında, ilm-i İlâhîde sâbit (Allah’ın
ilminde mevcut) olan şeyi bilir. Ve bu biliş dahi iki sûretle (şekilde)
olur. Ya Hak Teâlâ Hazretleri o kimsenin ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) ne sûretle
ma'lûm olduğunu (bilindiğini)
ona bildirir. Eğer o kimse bir Nebî (Peygamber) ise bu i'lâm, (bildirme)
Hak tarafından ona ya melek vâsıtasıyla veyâhut kalbine ilkâ
(ilham, vahiy) ve inzâl ederek (indirerek)
ta'lîm (öğretme)
ile olur. Ve eğer o kimse veliyy-i vâris (mirasçı
olan velilerden) ise, onun ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği)
ahvâl-i muayyenenin (belli
hallerin) nelerden ibâret bulunduğu kalbine ilkâ (ilham)
olunmakla olur. İkinci sûret (şekil)
dahi, Hak onun ayn-ı sâbitesini (hakikâtini,
ilmi suretini) ve ayn-ı sâbitesi (hakikâti,
ilmi sureti) üzerinde ilâ-mâ-lâ-yetenâhî (nihayetsiz, sonsuz) ahvâlin (hallerin)
intikâlâtını (geçişlerini)
kendisine keşfeder. Ve bu zât kendi ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) dünyâda ve âhirette iktizâ ettiği (gerektirdiği)
ahvâli (halleri)
müşâhede ettiği (gördüğü)
gibi, cemî'-i a'yân-ı sâbiteyi (bütün
manâları, hakikâtleri) dahi müşâhede eyler (görür)
. Zîrâ
kendisinin ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) Hakk'ın ilminin me'hazıdır (kaynağıdır).
Ve ayn-ı sâbite (ilmi
suret) ise, vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın
vücûdunda) Hakk'ın aynıdır. Ve sırr-ı kaderi böyle keşf
ile bilen, Hakk'ın i'lâmı (bildirmesi)
ile bilenden a'lâdır (yüksektir)
. Zîrâ
bu İnsân-ı Kâmil’in kendi nefsine olan ilmi, Allâh'ın ilmi
menzilesinde (derecesinde) olur. Çünkü Hakk'ın
ilmi, onun ayn-ı sâbitesinden (hakikâtinden)
/ me'hûz (alınmış) olduğu gibi, kendisinin
ilmi de yine buradan alınmıştır. Binâenaleyh (nitekim) her iki ilim ma'den-i
vahidden (tek
madenden) ve bir menba'dan (aynı
kaynaktan) olmuş olur. Mesnevî:
Tercüme
ve îzâh: Evliyâ’nın dâmı (tuzağı)
olan o hayâlât (hayaller) , bostân-ı Hudâ (Allah’ın ilmi) meh-rûlarının (ilmi
suretlerin, manâların) aksidir (yansımasıdır)
. Yâ'nî
Evliyâ’da dahi birtakım hayâlât (hayaller)
vardır ve onlar da dâm-ı hayâlâta (hayallerin
tuzağına) tutulur. Fakat zannetme ki onların dâm-ı hayâlâtı
(tuzak olan
hayalleri) dahi, sıfât-ı nefsâniyyeye (nefsinin sıfatlarına, isteklerine) esir
olan kimselerin tutuldukları dâm-ı hayâlât (hayal
tuzakları) gibi, âlem-i suflîden (aşağı
âlem, madde âlemden) mün'akis olan (akseden)
birtakım suver-i hayâliyyedir (hayali
suretleridir) .
Onlar bostân-ı Hudâ, (İlahi
ilmin) ya'nî ilm-i İlâhî meh-rûlarının (İlahi ilmi suretlerin) ,
ya'nî ayn-ı sâbitelerinin (ilmi
suretlerinin) aksidir (yansımasıdır).
Ancak
şu kadar vardır ki, abd tarafından o ilim, ayn-ı sâbitesinin ahvâli
cümlesinden onun için sebk eden, Allah'tan bir inâyettir. Onu, bu keşf
sâhibi buna, ya'nî ayn-ı sâbitesinin ahvâline, Allah Teâlâ muttali'
kıldığı vakit bilir. Zîrâ sûret-i vücûd onun üzerine vâki' olan
ayn-ı sâbitesine Allah Teâlâ onu muttali' kıldıkda bu halde Hakk'ın
bu a'yân-ı sâbiteye onların ademi hâlinde olan ıttılâ'ına vüs'-i
mahlûkta, muttali' olmak yoktur. Çünkü onlar niseb-i zâtiyyedir. Onlar
için sûret yoktur (11).
Ya'nî
gerek Hakk'ın ve gerek abdin (kulun)
ilmi, ayn-ı
sâbiteden (ilmi
suretten) me'hûz olmak
(alınmış olması) i'tibâriyle (bakımından) her iki ilim dahi bir
menba'dan (aynı
kaynaktan) ise de, aralarındaki fark budur ki, Hakk'ın a'yân-ı
sâbiteye (ilmi
suretlere) olân ilmi bi-zâtihîdir; (Zât’ ından Zât’ ınadır) ve
belki O'nun ilmi a'yânın (manâların,
ilmi suretlerin) takrîrini (bildirilmesini,
anlatılmasını) mültezim olmuştur (lüzûm
görmüştür) . Fakat abdin ilmi
(kulun ilmi) Hakk'ın inâyetiyle (lûtfu
ile) hâsıl olur. Ya'nî abde nisbetle (kula göre) / Hak tarafından onun için
sebk etmiş (öne
geçmiş) bir inâyettir (lûtuftur)
ve o inâyet (lûtuf) dahi, o abdin (kulun)
ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) cümle-i ahvâlindendir, (bütün hallerindendir) ya'nî ayn-ı
sâbitesinin (ilmi
suretinin) gayr-ı mec'ûl olan
(meydana çıkmamış, gizli kalmış) isti'dâdının lisâniyle
(istidâdından
gelen bir şekilde) Hak'tan taleb ettiği (istediği) şeydir. Hak Teâlâ bir
kimseyi, kendi ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) ahvâline (durumuna, hallerine) muttali' kılınca
(bilinçlendirince),
bu keşif sâhibi o inâyeti (lûtfu)
bilir. Binâenaleyh (nitekim),
abdin (kulun)
ayn-ı sâbiteye (ilmi surete) olan ilmi, ilm-i İlâhî’de
(Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut)
ve müteayyin olduktan (meydana
çıktıktan) sonradır. Halbuki Hak, bu a'yân-ı sâbiteye, (manâlara,
ilmi suretlere) taayyün-i ilmîden (ilmin
meydana gelmesinden) evvel, adem (yokluk)
hâlinde iken dahi muttali'dir (vâkıftı,
biliyordu).
Abdin (kulun)
hâl-i ademde (yok
durumunda) olan â'yân-ı sâbiteye (ilmi
suretleri) ıttılâ'a (bilmeye) tâkati (gücü)
yoktur. Çünkü adem (yokluk)
hâlinde sâbit (mevcut)
olan a'yân (manâlar) , vahdet-i Zâtiyye’nin
nisbetleridir. (Tek
olan Zât’ın sıfatlarıdır) Vahdet mertebesinde, (teklik,
Uluhiyet mertebesinde) niseb-i
Hakk'ın (Hakk’a
ait sıfatların) vücûd-i ilmîleri (ilmi
varlıkları) ve
onların henüz sûretleri olmadığından abdin (kulun)
onları bilmesi mümkin değildir. Çünkü bu mertebede niseb-i
Hak (Hakk’ın
sıfatları) kendi Zât’ının "ayn"ıdır ve ilim
dahi niseb-i – Zâtiyye’den (Zât’ın sıfatlarından) bir
nisbettir (sıfattır). Binâenaleyh (nitekim),
Hakk'ın ilmi dahi, Zât’ının "ayn"ıdır. Vahdette
mahlûkıyyet (teklik
mertebesinde yaratılmışlık) i'tibârî olduğu
(yok kabul edildiği) cihetle, (yönüyle)
ilm-i mahlûk (yaratılmış, mahluk olan ilimden) dahi
mevzû'-i bahs olamaz
(söz edilemez).
İmdi
bu mikdâr ile biz deriz ki, muhakkak inâyet-i İlâhiyye, ifâde-i ilimde,
bu abd için, bu müsavât île sebk etti. Ve buradandır ki, Allah Teâlâ
.................. (Muhammed, 47/31) ya'nî
"Tâ ki biz bilelim" buyurur. Ve o, ma'nâsı muhakkak olan bir
kelimedir. O kendisine bu meşreb hâsıl olmayan kimsenin tevehhüm ettiği
şey gibi değildir (12).
İmdi
a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sübût bulduktan (meydana
çıktıktan) sonra, bu a'yân-ı sâbite (manâlar, ilmi suretler) hakkında hâsıl
(mevcut) olan
ilim,
gerek Hak ve gerek abd (kul)
için, bir menba'dan
(kaynaktan) müstefâd olmuş (kazanılmış)
olduğundan, bizlere Allâh'ın inâyeti (lûtfu)
olarak hâsıl (mevcut) olan bu ilim ile
deriz ki, bu abd (kul)
için Allâh'ın inâyeti (lûtfu), a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) gerek Hakk'a ve gerek abde (kula)
verdiği ilimdeki bu müsâvât
(eşitlik) ile sebk etti (öne
geçti).
/ Ya'nî Hak ile abd (kul) ârasında vâki' (mevcut)
olan ilimdeki müsâvât (eşitlik),
ancak a'yân-ı sâbite sûretlerinin
(ilmi suretlerin) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) peydâ olmasından sonradır. A'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) vahdet-i İlâhiyye (teklik)
mertebesinde hâl-i ademde (yok
durumunda) muzmahil (çökmüş,
yıkılmış) ve müstehlek (helak,
yok olmuş) iken, Hak'tan başka onların ahvâline (hallerine)
kimsenin ilmi lâhık olmak (ulaşmak)
ihtimâli olmadığından, bu mertebede Hakk'ın ilmi ile müsâvât
(eşitlik) mutasavver değildir (düşünülemez)
. Çünkü
zuhûr (meydana
çıkma) yoktur; ve abd (kul)
, Hakk'ın
i'lâm (bildirmesiyle)
veyâ keşfiyle ancâk zâhir olan (görülen,
meydana çıkan) şeyi bilebilir. Diğer taraftan abdin (kulun) vücûdu da yoktur. Mevcûd
olmayan şeyin bi't-tabi' (tabii
olarak) ilmi de olamaz. İşte Hakk'ın a'yân-ı sâbiteye (manâlara,
ilmi suretlere) olan ilmi, onların suver (suretler) ve ahvâlinden (hallerinden)
müstefâd olması
(kazanılması, anlaşılması) mertebesindendir
ki, Allah zü'l-Celâl Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de:
........................................... (Muhammed, 47/31) Ya'nî
"Biz sizi elbette imtihan ederiz, tâ ki ,
sizden mücâhid olanları
(uğraşanları, savaşanları) bilelim" buyurur. Ve
(......) ya'nî "Biz bilelim"
kelimesi, ma'nâsı tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş)
olan bir kelimedir. Onun ma'nâsı,
meşrebleri (yaratılışları) tevhîd-i hakîkîye
(hakikâti
birlemeye) müsâid olmayan, mütekellimîn (kelamcılar)
gibi tenzîh-i vehmî sâhiblerinin (tenzihi
var sanan kişilerin) tevehhüm ettikleri (var
zannettikleri) gibi değildir. Zîrâ bunlar vâhid-i
hakîkîyi (tek
olan hakikâti) Zât’ının muktezâsından (gerekliliklerinden)
tenzîh ederler (ayırırlar, ayrı tutarlar) .
Halbuki bir şey zâtının
muktezâsından (zatın
gerekliliklerinden) tenzîh olunmaz (ayrılmaz). Onlar Hakk'ın ve halkın (yaratılmışların)
vücûdlarını
yekdîğerinin (birbirlerinden) gayrı (ayrı)
zan ettikleri için,
Hakk'ın "Tâ ki biz bilelim" kavlini
(sözünü)
te'vîl etmeseler
(kendi manâsının dışında açıklamasalar),
ilm-i Hak (Hakk
ilmini) ,
gayrdan (başkasından)
me'hûz olmuş (çıkarmış,
almış) olacağını tevehhüm ederler (zannederler) . Halbuki gayr (öte, başka) nerededir ki, Hak
ilmini oradan almış olsun?
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
01.01.2002
|