5.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(V. Bölüm)

İlm-i Hak iki nevi'dir

İlm-i Hak, biri "Zâtî", diğeri "Sıfâtî ve Esmâî" olmak üzere iki nevi'dir:

İlm-i Zâtî: Mertebe-i vahdette (teklik mertebesinde, Uluhiyet’te) , vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (Mutlak vücût sahibi olan Hakk’ın) kendi Zât’ına olan ilmidir. Şuûnât-ı Zâtiyye’den (Zât’ın fiillerinden, işlerinden) ibâret bulunan sıfât ve esmâ vahdet-i Zâtiyye’sinde (Zât’ının tekliğinde) mahv ve müstehlektir (helak olmuş, yok olmuştur). Bu niseb (sıfatlar) zâhir olmasa (meydana çıkmasa) dahi, vücûd-ı   mutlak, yine vücûd-ı mutlaktır; ve kâffe-i nisebden (bütün sıfatların hepsinden) ve onların mezâhiri (görüldüğü mahal, birimler) olan âlemlerden ganîdir. ................ (Ankebût, 29/6). Bu ilm-i Zâtî, (Zât’a ait ilim) ilm-i icmâlîdir (öz, özet ilimdir) . İmdi, mâdemki bu ilim Hakk'ın kendi Zât’ına olan ilmidir ve mertebe-i Zât’ta (Zât boyutunda) , Zât’ın Zâtiyyeti üzerine zâid olarak (eklenerek, ilave olunarak),  O’nun kendi nisebinden (sıfatlarından) mütevellid (doğan) kesret-i izâfiyye (yaratılmış birimler çokluklar) yoktur; şu halde "bilmek", "bilen" ve "bilinen" hep müttehiddir (birleşmiş bir olmuştur) .  Zîrâ, bunların kâffesi nisebdir (bütün hepsi sıfatlardır) ve niseb (sıfatlar) ise Zât’ın "ayn"ı olarak cem' makâmındadır (toplu olduğu makamdır) . Binâenaleyh (nitekim), ilm-i Zâtî, (Zât’a ait ilim) tahakkukta (gerçekte) ma'lûmâta (bilinen şeylere) mütevakkıf (bağlı) değildir. / Bu bilişin evveli yoktur, Zât ile berâber olup kadîmdir. (mevcûttur)

Misâl: Zeyd dediğimiz vakit, efrâd-ı insâniyyeden (insan sınıfından) şahs-ı vâhid (tek kişi) tasavvur ederiz (düşünürüz). Bu şahs-ı vâhidin (tek olan bu kişinin) gülme, ağlama, öksürme, söyleme, bilme gibi zâtının (kendisinin) birçok nisbetleri (vasıfları) ve sıfatları vardır ve bu sıfatların her birinden, gülen, ağlayan, öksüren, söyleyen, bilen gibi birçok şe'nler (fiiller, işler) ve isimler inbiâs eder; (meydana çıkar) ve bunların cümlesi (hepsi) Zeyd'in zâtının muktezâsıdır (gereklilikleridir). Bir kimse Zeyd'i bu niseb (sıfatlarından) ve şuûnâtından (fiillerinden, işlerinden) tenzîh etmiş (ayrı tutmuş) olsa, onun bu tenzîhi (ayrı tutması) doğru birşey olmaz. Zîrâ bir kimse zâtının mûktezâsından (zâtının gerektirdiklerinden) tenzîh olunmaz (ayrı tutulmaz) ve bu niseb (vasıflar) ve şuûnât (işler) , Zeyd'in mevcûdiyyetiyle berâber olup ârızî (sonradan olma) değildir ve cümlesi Zeyd'in vahdet-i şahsiyyesinde (tek olan zâtında) mahv ve müstehlektir. (yok olmuştur) Ve Zeyd, bu nisbetleri (sıfatları) içinde bulunan "bilme" nisbeti (sıfatı) ile, kendisinde gülme, ağlama, öksürme, söyleme gibi birçok nisbetler (sıfatlar) bulunduğunu bilir. İşte Zeyd'in sükûn (sakin) ve sükûtu (sessizlik) hâlinde olan bu ilmi, kendi zâtına olan ilm-i icmâlîsidir (öz, özet ilmidir) . Bu mertebede "ma'lûm" (bilen), Zeyd'in kendi zâtı olduğu gibi, bilme ve bilen dahi yine kendidir. Bu ilmin tahakkuku (gerçekleşmesi) için sonradan hâsıl (mevcut) olmuş bir ma'lûma (bilinmiş şeye) ihtiyaç yoktur. Ya'nî Zeyd'in gülmesine, ağlamasına, öksürmesine, söylemesine ihtiyaç yoktur. Zeyd, bu ilminde, bunların zuhûrundan (meydana çıkması için) müstağnîdir (zengindir, bunlara ihtiyaç duymaz).

İlm-i sıfâtî ve esmâî: Vücûd-ı Hak mertebe-i vahdetten (teklik mertebesinden, Uluhiyet mertebesinden) mertebe-i vâhidiyyete (manâ boyutuna) tenezzül buyurdukda (indikçe), vahdette (teklikte) mahv ve muzmahil (yok olmuş) ve müttehid (birleşmiş, bir) olan esmânın sûretleri ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) zâhir olup (meydana çıkıp) birbirinden ayrılırlar. Ervâh (rûhlar) ve misâl ve şehâdet mertebelerine (içinde bulunduğumuz âleme) tenezzül etdikde (indikçe) dahi, o esmâ her bir mertebenin îcâbına (şartlarına) göre bir libâs-ı taayyüne (oluşturduğu elbiseye) bürünerek meşhûd olur (görünür).  Ve her bir şe'n (iş, fiil)  ile bir zuhûru (meydana çıkışı) vardır ve her bir şe'n (fiil) her bir mertebede ne sûretle zâhir olmuş (meydana çıkmış) ise, o sûretle Hakk'ın ma'lûmu (bilgisi, bilineni) olur. Binâenaleyh (nitekim) bu ilm-i sıfâtî ve esmâî (esması ve sıfatlarına olan ilminin) tahakkukta (gerçekleşmesinde) ma'lûmâta (bilinen şeylere) mütevakkıftır (bağlıdır). Ve bu ilim, ilm-i Zâtî’nin (Zât’a ait ilmin) tafsîlidir (açılmışı, genişletilmişidir) ve taayyünâtın (oluşumların) zuhûru (meydana çıkması) cihetinden (yönünden) ilm-i Zâtî’ye muzâf (Zât’ın ilmine bağlı) olmak i'tibâriyle (bakımından) onun gayrıdır (ondan başkadır) ve her bir şe'n (fiil) bir sûretle zâhir oldukça (görüldükçe, meydana çıktıkça) bu ilim teceddüd eder (yenilenir). Zîrâ bi'l-kuvve (güç, kabiliyet olarak) mevcûd olanı bilmek başka, / zâhir olanı (görüleni, açığa çıkanı) bilmek yine bâşkadır.

Misâl: Yukarıdaki misâlde îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere Zeyd, kendisinde gülme, ağlama, öksürme, söyleme gibi sıfât olduğunu bilir. Fakat bunlar zâhir olmadıkça (açığa çıkmadıkça) Zeyd'in zâtında müttehid (birleşmiş) ve henüz kuvvededirler (güç, kuvve, kabiliyet olarak mevcûddur). Vaktaki Zeyd güler, ağlar, öksürür ve söyler, işte bu mertebe-i zuhûrda (meydana çıktığı bu mertebede) bunların yekdîğerinden (birbirinden) ayrı şeyler olduğu tezâhür eder (meydana çıkar) ve hande (gülüş) ve giryesinin (ağlamasının) tarzı (biçimi) ve sûreti kendine ma'lûm olur (bilinir). Ve bu ilim, Zeyd'in ilm-i Zâtî-i icmâlîsinin (Zât’ına olan öz, özet ilminin) tafsîli (genişletilmişi) olur ki, bir ilm-i muzâfdan (ilme bağlılıktan) ibârettir ve bu ilim, bi't-tabi' (tabii olarak) evvelki ilmin gayrıdır (önceki ilimden başkadır).  Zîrâ her ne kadar hande (gülüş) ve girye (ağlama) Zeyd'in ma'lûmu (bilgisi dahilinde) idiyse, de, zuhûr ettikten (meydana çıktıktan) sonra o hande (gülüş) ve giryenin (ağlamanın) tarzı (biçimi) ve sûreti (şekli) ona tafsîlen (açık olarak) ma'lûm oldu (bilindi). Şu kadar ki bu ilim Zeyd'e, Zeyd'in vücûdunun hâricinden (dışından) gelmedi. Belki bu ilmi Zeyd'in vücûdu ve zâtı, Zeyd'e verdi. Ve Zeyd'in bu ilmi her zuhûrda (meydana çıkışta) teceddüd eder (yenilenir).
İşte bu îzâhâttan dahi anlaşıldığı üzere Hâk Teâlâ Hazretlerinin ....................... (Muhammed, 47/31) kavlini (sözünü) te'vîle (başka bir manâ ile açıklamaya) mahal yoktur:  "Tâ      ki biz bilelim"  kavlinin (sözünün) ma'nâsı tahakkuk etmiştir (gerçekleşmiştir); ilm-i sıfâtî ve esmâîye (esmasına ve sıfatlarına olan ilmi ile)    râci'dir (ilgilidir).  Zîrâ bu âlem-i hiss (hisler aleminde) ve şehâdette (dünyada) her bir mazhar (isimlerin çıktığı mahal, birimler) ,  hangi libâs-ı   taayyüne (oluşum elbisesine) bürünüp zâhir olmuş (meydana çıkmış) ise o sûretle Hakk'ın ma'lûmu (bilgisi, bilineni) olur. Binâenaleyh (nitekim), mü'minler, bu dünyâda mücâhede (uğraşma, savaş) ile muttasıf olmadıkça (vasıflanmadıkça),  mücâhid (savaşcı) sûretinde zâhir (görünüp) ve o sûretle de Hakk'ın ma'lûmu olmazlar (Hakk’ta bilinmezler).

Münezzihin gâyesi bu hudûsu, ilimde, taalluk için kılmasıdır. O da bu mes'elede aklı ile mütekellim olan kimse için vechin a'lâsıdır. Eğer o, zât üzre ilm-i  zâid isbât etmese idi: / Binâenaleyh taalluku zât için değil, ilim için kıldı; ve bununla ehlullâhdan sâhib-i keşf ve şuhûd olan muhakkıktan ayrıldı (13).

Ya'nî tenzîh-i vehmî ve aklî ile tenzîh eden (ayıran, ayrı tutan) kimsenin en yüksek Mertebesi .............. kavlînde (sözünde) beyân buyrulan (bildirilen) ilimdeki bu hudûsü (sonradan var olması),  ya'nî ilmin sonradan husûlünü (sonradan meydana gelişini),  ilmin taalluku için kılmasıdır (ilimle ilişkili olmasıdır) ; ya'nî  "Hudûs, (sonradan meydana çıkış) Zât’ın aynı olan ilmin hakîkatinden değil, belki bilenin, taallukundandır"  (ilişkisindendir) demesidir. Eğer akıl ve nazar-ı fikrî (akıl ve fikri görüşleri) ile mütekellim olan (konuşan, söyleyen) kimse, bu mes'elede (konuda, hususta) Zât üzerine ilm-i zâid isbât  etmese (Zât üzere  ilmi ilave etmese) idi, bu kavil, a'lâ bir vech (bir şekilde) olurdu. Binâenaleyh (nitekim), bu münezzih (tenzih eden), taalluku (alakayı) Zât için değil, ilim için kıldı (ilimle alakalı yaptı). Halbuki bunda bir vech ile (bir bakımdan) fesâd (bozukluk) lâzım gelir. Çünkü Zât üzerine ziyâde (ilâve, ek) olarak diğer bir şey isbât etti (vardır dedi) ve işte bu sebeble de Ehlullâhdan (Allah ehli zâtlardan) keşf ve şuhûd (görüş) sâhibi olan muhakkıktan (gerçeği arayıp bulanlardan) ayrıldı. Çünkü muhakkık indinde, (hakikâte erenler yanında) âlem-i his (hislerde) ve şehâdette (görünen) her bir mazharda (mahalde, birimde) zâhir olan (açığa çıkan) ilim, onların a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) mâ'dûmiyyetleri hâlinde (yok oldukları mertebede, vahdet mertebesinde)  sübût bulan (meydana çıkan) ilmin tafsîlidir (genişletilmişidir) ve bu ilim zât üzerine zâid (ilâve) bir şey değildir. Nitekim bâlâda (yukarıda) misaller ile îzah olundu (açıklandı).

Bundan sonra a'tıyâta rücû' edelim. İmdi biz deriz ki, muhakkak a'tıyât, yâ Zâtiyye’dir yâhut esmâiyyedir. Zâtî olan minah ve hibât ve atâyâya gelince, o ebeden vâki' olmaz, ancak tecellî-i ilâhîden vâki' olur. Ve zâttan olan tecellî dahi ebeden vâki' olmaz, ancak mütecellâ-lehin isti'dâdı sûretiyle vâki' olur. Bunun gayrı olarak vâki' olmaz (14).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) yukarıda atâyâ-yı İlâhiyye’nin (İlâhi bağışların) suâl (talep etme, dua) üzerine vâki' (mevcut) olan aksâmını (bölümlerini) beyân buyurduğu sırada söz, isti'dâd bahsine intikâl etmiş (geçmiş) ve bu bahse taalluk eden (konuyla ilgili) esrâr ve hakâyıkı / (hakikâtleri) lüzûmu kadar beyân eylemiş (açıklamış) idi. Şimdi de a'tıyâtın (ihsanların) , ya'nî atâların, (bağışların) beyânına (bildirilmesine) mübâşeret buyururlar (başlarlar).

A'tıyât (bağışlar), ya Zât-ı Ulûhiyyet’ten gelir, buna "a'tıyât-ı Zâtiyye" (Zât’ın bağışları)  derler; veyâhut esmâ-i İlâhiyye’den gelir; buna da "a'tıyât-ı esmâiyye" (esmanın bağışları) denir. Zâtî (Zât’a ait) olan bahşişlere ve inâyâta (iyiliklere) ve atâlara (bağışlara) gelince bunlar, aslâ ve ebeden bir ismin husûsiyyeti (özelliği) olmaksızın, ancak tecellî-i İlâhî’den (İlâhi oluşumlardan) vâki' olur (gerçekleşir). Bu atâyâ (bağışlar) ister ulûm (ilimler) ve hakâyık (hakikâtler) gibi Rabbânî ve rûhânî olsun; ve ister mal ve rızk ve kadın ve evlâd gibi cismânî olsun müsâvîdir (eşittir). Ve bu ma'rifet (bilgi) ma'rifetlerin a'lâ (yüksek bilgilerin) bir kısmıdır; zîrâ abdin (kulun) zâtı şuhûd-ı (zâtını görmesi) Hak'ta mahv ve müstehlek (yok) olur. Onun nazarında (görüşünde) Zât-ı Hak'tan gayrı (Hakk’ın Zât’ından başka) hiçbir şey kalmaz; sıfât ve ef’âl kalır mı? İşte abd (kul) bu vakit "Allah" ism-i câmi'inin (isimleri kendinde toplayan Allah isminin) mazhariyetiyle (çıktığı mahal, yer olmakla) müşerref olur (şereflenir) ve acz ve hayret, abde (kulda) bu makamda hâsıl olur (meydana gelir).

Suâl:  Zâtın, zâtiyyeti (zât’lığı) cihetinden (yönünden) âlemlerden ganî  (zengin) olduğu ve binâenaleyh (nitekim) tecellîden (oluşumlardan) müstağnî (zengin, gönlü tok) bulunduğu  bundan evvel defâatle (defalarca) beyân edilmiş (açıklanmış) idi. Şimdi de Zât’ın tecellîsinden (oluşumlarından) bahs olunuyor. Bu ne demektir?

Cevap: Şübhe yoktur ki, zât zâtiyyeti (Zât’lığı) haysiyyetinden (bakımından) tecellîden (oluşumlardan, belirmelerden)müstağnîdir.(Toktur,zengindir) Binâenaleyh (nitekim) vücûd-ı mutlak-ı Hak, (mutlak vücût sahibi olan, Hakk’ın vücûdu) Zât-ı Ahadiyyesi (bölünmez parçalanmaz Ahad olan Zât’ı) hasebiyle tecellî etmez. (oluşmaz, belirmez) Onun tecellîsi (oluşumları) ancak sıfât ve esmâ îcâbıdır (gereğidir). Binâenaleyh (nitekim) atâyâ-yı Zâtiyye (Zât’ın bağışları) denilince mertebe-i sıfât ve esmâ (esma ve sıfat mertebesi) olan Zât-ı Ulûhiyyet'in (Uluhiyet mertebesinin) tecellîsi (oluşumları) anlaşılmalıdır. İşte bu hakîkâti beyânen (açıklayarak) Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar ki, zâttan ebeden (asla) tecellî (meydana gelme, oluşum) vâki' olmâz (gerçekleşmez) . Zîrâ onun için gınâ-yı  mutlak (mutlak kalıcı zenginlik) sâbittir (mevcuttur). Ve daha açıkçası budur ki, bi'l-farz (diyelim ki) Zât-ı Ahadiyyette mündemic (bulunan) ve bi'l-kuvve (potansiyel, güç olarak) mevcûd sıfât ve esmâ bulunmasa, Zât, Zâtiyyeti üzere (Zât’lığı ile) kalır ve ondan ebeden (asla) tecellî (meydana gelmeler, oluşumlar) vâki' olmaz (gerçekleşmez) idi. Fakat onda bi'l-kuvve (potansiyel, kuvvet  olarak) birçok sıfât- ve esmâ bulunduğundan ve onlar lisân-ı isti'dâdlarıyla (istidâdlarından gelen bir şekilde) zuhûr (meydana çıkmayı) taleb ettiklerinden (istediklerinden) , Zât onları tenfîs edip (nefes verip) kümm-i gaybdan (gizlilik örtüsünden) ihrâc etti (çıkardı).  Binânenaleyh (nitekim), Zât-ı Ulûhiyyet’ten tecellîsi (Uluhiyet mertebesinden meydana gelmesi) ancak mütecellâ-lehin (meydana gelenin) ,  ya'nî kendisine tecellî olunan (meydana getirilen) şeyin, isti'dâdı sûretiyle vâki' (mevcut) oldu. Mütecellâ-lehin (meydana gelenin) isti'dâdı dahi zuhûru (meydana çıkmayı) taleb eden (isteyen) ismin isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûlüdür (ismin istidadı gizlidir, meydana çıkmamıştır).

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

08.01.2002

 


Üst Ana sayfa e-mail