[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(VI. Bölüm)
İmdi
mütecellâ-leh, tecellîyi gördükde, mir'ât-ı Hak'tan kendi sûretinin
gayrini görmedi; ve Hakk'ı görmedi. Ve kendi sûretini, ancak onun içinde
gördüğünü bilmesiyle berâber, onu görmek mümkin değildir, zâhirde
âyîne gibi. Sen onda sûretleri gördüğün vakit, muhakkak sen sûretleri
veyâhut sûretini ancak onun içinde gördüğünü bilmen ile berâber,
onu göremezsin. İmdi Allah Teâlâ bunu, tecellî-i Zâtîsi için, bir
misâl olarak ibrâz edip onu nasb eyledi, tâ ki mütecellâ-leh onu görmediğini
bilsin. Ve rü'yet ile tecellîye bundan daha yakın ve daha şebîh misâl
yoktur. Ve âyînede bir sûreti gördüğün vakit, nefsinde âyînenin
cirmini görmeğe çalış. Elbette onu hiçbir vakit göremezsin. Hattâ görünen
sûretlerde bunun mislini idrâk edenlerden ba'zısı; sûret-i mer'iyye râînin
basarıyla âyîne aralarında hâsıl olduğuna zâhib oldu. Bu ona ilimden
kâdir olduğu şeyin a'zamıdır. Ve emr bizim dediğimiz ve ona zâhib
olduğumuz gibidir. Ve biz bunu F'ütûhât-ı Mekkiyye'de beyân ettik
(15).
Ya'nî
tecellî-i İlâhî, (İlâhi oluşumlarla) mütecellâ-leh
(meydana
getirilmiş) olan abdin (kulun)
isti'dâdının sûreti üzere zâhir olduğu (meydana
çıktığı) vakit, onun isti'dâdına göre müteayyin olur (belirlilik
kazanır) . Binâenaleyh (nitekim) o tecellîde (oluşumda)
müteayyin olup (belirlilik
kazanıp) zâhir olan (meydana
çıkan) ancak mütecellâ-leh (meydana
getirilmiş) olan abdin (kulun)
isti'dâdının / sûretidir. Şu halde tecellî-i İlâhî (İlâhi
oluşum) abdin (kulun)
isti'dâdının sûretine âyîne (ayna)
olur. Mütecellâ-leh (meydana
getirilmiş) olan abd (kul)
, kendi
isti'dâdının sûretinde tecellî-i
İlâhî’yi (İlâhi
oluşumu) müşâhede ettiği (gördüğü)
vakit, vücûd-ı Hak (Hakk’ın vücûd) âyînesinde (aynasında)
kendi sûretinden gayrısını (başkasını)
müşâhede etmez (görmez) ve abd-i mütecellâ-lehin (meydana
getirilmiş olan kulun) müşâhede ettiği (gördüğü)
Hakk-ı Mutlak (Hakk’ın Mutlak Varlığı)
değildir. Zîrâ onun Hakk-ı Mutlak’ı (Hakk’ın
Mutlak Varlığını) müşâhede etmesi (görmesi)
mümkin değildir. Çünkü ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sübût bulan (çıkan)
ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) Hakk-ı Mutlak’ın (Hakk’ın
Mutlak Varlığının) şuûnât-ı Zâtiyye’sinden (Zât’ının
fiillerinden, işlerinden) bir şe'ndir; (fiildir,iştir) ve tecellî-i İlâhî’de
(İlâhi oluşumlarda)
abd-i mütecellâ-lehin (meydana getirilmiş kulun) nâzır
olduğu (gördüğü)
şey, ancak kendisinin ayn-ı sâbitesinden (ilmi
suretinden) ibârettir. Şuûnât-ı İlâhiyye’den (Allah’ın
fiillerinden) birisini müşâhede etmekle (görmekle) bi't-tabi' (tabii
olarak) ayn-ı kül (aynı
bütün) olan Hakk'ı müşâhede etmiş (görmüş)
olmaz. Ve Hakk-ı Mutlak’ı görmek mümkin olmamakla beraber
abd (kul),
kendi sûretini ancak O'nun vücûdu içinde gördüğünü
bilir. Bu hal (durum),
âlem-i histe (hislerde)
âyîne (ayna) içinde mün'akis olan (akseden)
sûreti görmeye benzer. Nitekim sen âyîne (ayna)
içinde mün'akis olan (akseden) sûretleri veyâ kendi sûretini,
âyîne (ayna)
içinde gördüğünü bilirsin; fakat bu ilmin ile berâber âyînenin
cirmini (aynanın
cismini) göremezsin. Ya'nî sen âyînedeki (aynadaki) hayâlin müşâhedesinde (hayalini
seyrettiğinde) müstağrak (dalmış)
ve onunla meşgûl iken âyînenin (aynanın)
sathını (yüzeyini)
ve âyînenin (aynanın)
sathıyla (yüzeyi
ile) meşgûl olduğun vakit hayâl-i mün'akisi (aynadaki
aksini) müşâhede edemezsin (göremezsin).
Zîrâ
aynı zamanda hem hayâli (görüntüyü)
ve hem de âyînenin (aynanın)
sathını (yüzeyini)
görmek mümkin değildir. Maahâzâ (bununla
beraber) nazarının (bakışının) aynı zamanda her
ikisine de ma'tûf (yönelmiş)
olduğunu bilirsin. İşte âyînede (aynada)
rü'yet keyfiyyetini (görme hususunu) Allah Teâlâ
hazretleri tecellî-i Zâtîsi (Zât’a
ait oluşumlar) için bir numûne ve misâl olmak üzere âlem-i
his (hislerde)
ve şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) ızhâr
edip (açığa
çıkarıp) nasb eyledi (gönderdi).
Tâ ki abd-i mütecellâ-leh (yaratılmış olan kul),Hakk-ı
Mutlak’ı (Hakk’ın
Mutlak Varlığını) görmeyip, ancak kendi sûretini gördüğünü
bilsin. Ve bu âlem-i dünyâda tecellî-i Zâtî (Zât’ın
oluşumları) için bu misâlden fehme akreb (daha
kısa yoldan idrak edecek) ve Zât-ı âliyyenin (yüce
Zât’ın) rü'yetine (görünüşüne) en ziyâde (daha
fazla) müşâbih (benzer)
bir misâl yoktur. Nazarın (bakanın)
âyînede (aynada) zâhir olan (görülen)
sûrete mün'atıf olduğu (yöneldiği)
vakit, kendince âyînenin (aynanın)
cirmini (cismini) ve sathını (yüzeyini)
görmeye çalış bakalım. Muhakkak sûrette aynı zamanda hem sûret-i
hayâli (görüntüyü)
ve hem de cirm-i mir'âtı (aynanın
cismini) göremezsin. İşte bunun gibi Hakk'ın mir'ât-ı vücûdunda
(vücut aynasında) zâhir olan (görülen) ayn-ı sâbitenin
(manânın) sûretini müşâhede ettiğin (seyrettiğin)
vakit, vücûd-ı Hakk'ı (Hakk’ın
vücûdunu) müşâhede edemezsin (göremezsin).
Maahâzâ
(bununla beraber) müşâhede ettiğin
/ (gördüğün)
sûreti Hakk'ın vücûdu içinde müşâhede edersin (görürsün)
ve sen zannedersin ki, gördüğün sûret Hakk'ın sûretidir.
Fakat o meşhûd olan (görülen)
sûret Hakk'ın değil, senin sûretindir. Hattâ âyînedeki (aynadaki)
sûretin rü'yeti hâlinde
(görünmesi durumunda) âyînenin (aynanın)
sathı (yüzeyi)
görülemediğini idrâk eden kimselerden ba'zısı, âyînede (aynadaki)
görülen sûretlerin, âyîneye (aynaya)
nazar eden (bakan)
kimsenin gözüyle, âyîne (ayna)
arasında hâsıl (mevcut)
olduğuna ve âyînede
(aynada) olmadığına
zâhib (olmadığının
fikrine sahip) oldu. Bu zehâb (fikre
kapılan) o kimsenin kudreti yettiği ilmin nihâyetidir (sonudur)
ve a'zamıdır (en
büyüğüdür).
Halbuki işin hakîkati bizim îzah ettiğimiz ve ona zâhib olduğumuz
(düşündüğümüz)
gibidir. Ve bu îzâhâtı (açıklamayı)
biz Fütûhât-ı Mekkiyye'de beyân eyledik (açıkladık).
Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin altmış üçüncü bâbında (bölümünde) buyururlar ki:
"Hayâl mevcut değildir, ma'dûm (yok)
da değildir; ma'lûm (bilinir) değildir, mechûl (bilinmez)
de değildir; menfi (olumsuz,
negatif) değildir, müsbet (olumlu,
pozitif) de değildir. Nitekim insan, âyînede (aynada)
sûretini idrâk eder. Bir vech (yön)
ile suveri (suretleri) idrâk ettiğini kat'ân (kesin
olarak) bilir; ve onda gördüğü şey'in rikkatinden (inceliğinden)
nâşî (dolayı) bir vech (yön)
ile de kat'an (kesin
olarak) sûretini idrâk etmediğini bilir. Mir'âtın cirmi (aynanın
cismi) büyük olduğu vakit, sûretini de nihâyet (son)
derecede büyük görür ve muhakkak kendi sûretinin, gördüğü
şeyden daha küçük olduğuna hükmeder (karar verir). Ve kendi sûretini
gördüğünü de inkâra muktedir değildir (inkâr edemez) ve bilir ki mir'âtta
(aynada) olan
onun sûreti değildir; ve o sûret onunla âyîne (ayna) arasında kâin (mevcut)
değildir.
Ve ister kendi sûreti
olsun ve ister gayrisi (başkası)
olsun, hâriçten (dışarıdan)
onda olan sûret-i mer'iyyeye (görülen
sûrete) şuâ'-ı basarın (görme
duyusundan çıkan ışınların) in'ikâsından
(yansımasından)
hâsıl (var
olmuş) değildir. Zîrâ eğer böyle olaydı, sûreti, mikdârı
üzerine ve bulunduğu şey üzere idrâk eder idi. Ve o sûretin parlak bir
kılıçta tûlden (uzunluktan)
ve arzdan (genişlikten)
rü'yeti (görüşü), bizim
zikrettiğimiz (adını
andığımız) şeyi beyân eder (açıklar).
Bilâ-şekk (şüphesiz)
kendi sûretini gördüğünü bilmekle berâber o, kendi sûretini
gördüğü kavlinde (sözünde)
sâdık da (doğru, gerçek de) değildir, kâzib
de değildir (yalan
da söylememiştir).
İmdi o sûret-i mer'iyye (görülen sûret) nedir ve onun
mahalli (yeri)
neresidir ve şe'ni (işleri)
nedir? Binâenaleyh (nitekim),
o sûret menfidir, sâbittir,
mevcûddur, ma'dûmdur (yoktur) , ma'lûmdur (bilinir) ve mechûldür (bilinmez).
Abd (kul)
bu hakîkati idrâkinde (anlamada)
acz ve hayrete düştüğü vakit, bilmesi ve mütehakkık (doğru,
gerçek) olması için, Hak Teâlâ Hazretleri bu âyînede (aynada)
rü'yet keyfiyetinin
(görme hususunun) hakîkatini abd (kul)
için darb-ı misâl olarak (örnek vurgulayarak) ızhâr etti (açığa
çıkardı).
Ve âyîne (ayna)
ile hayâl, mezâhir-i âlemden
olduğu halde, / abdin indinde (kulun
katında) hakîkatiyle bir ilim hâsıl (var)
olmadı. İmdi
(şimdi) abd
(kul) ona
muhâlif (karşı,
ters) olan şeyin hakîkatini bilmek husûsunda daha âciz ve
daha câhil ve hayrette daha şedîddir (şiddetlidir)."
Ve
sen bunu tattığın vakit, mahlûk hakkında onun fevkinde bir gâye
olmayan gâyeyi tattın. Böyle olunca bu derecelerden daha yükseğine
terakkî etmede tama' etme ve nefsini yorma! Bundan a'lâsı aslâ vâki' değildir
ve ondan sonrası ancak adem-i mahzdır (16).
Ya'nî,
ey ma'rifetullah (Allah’ı
anlamak, bilmek) için yâr (dost,
sevgili) olmuş olan insân! Bil ki, vücûd-ı mutlak-ı Hak, (mutlak
vücûd sahibi olan Hak) mertebe-i ıtlâkta (Zât mertebesinde) bulundukça hiçbir
şeyle müteayyin olmaz (meydana
çıkmaz). O'nun taayyünü (oluşumları) ancak Zât-ı
Mutlak’ında mündemic (bulunan)
niseb-i Zâtiyyesi’yledir. (Zât’ına
ait vasıflarıyladır) O niseb-i Zâtiyye, (Zât’a
ait vasıflar) ki
onun sıfâtı ve esmâsıdır, zuhûr talebinde (meydana
gelme isteğinde) bulundukları için vücûd-ı eltaf-ı Hak, (nurların
nuru olan Hakk’ın vücûdunda) onların husûsiyyetleri (özellikleri)
ve isti'dâdları sûretine göre, her bir mertebede müteayyin
olarak (görülerek)
zâhir olmuştur (meydana gelmiştir).
Ve vücûd-ı Mutlak’ın (Zât’ın) bu taayyünâtı şuûnât-ı (meydana gelen işleri, fiilleri) Zâtiyye’sinin
âyîneleridir (Zâtının
aynalarıdır). Binâenaleyh
(nitekim),
vücûd-ı mutlak-ı Hak (mutlak vücûd sahibi olan Hakk) mertebe-i
sıfâta ve esmâya tenezzül buyurdukda (indikçe),
ilk önce ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ olan ve
senin müdebbirin (idare,
terbiye edicin) ve rûhun bulunan ism-i hâssının (kendi özel isminin) sûretidir; bu
da senin ayn-ı sâbitendir (ilmi
suretin, değişmez hakikâtindir).
Demek ki, Hak senin Rabb-i hâssının (idaresi
altında olduğun öz isminin) sûretine göre mertebe-i ilimde (Allah’ın
ilminde) müteayyin olmuştur (meydana
çıkmıştır) ve ilk âyîne (ayna)
senin ayn-ı sâbitendir (ilmi
suretindir).
Binâenaleyh (nitekim)
Hak sana tecellî-i Zâtî ile tecellî buyurdukda, sen Hakk'ı
ancak ayn-ı sâbitenin (ilmi
suretinin) sûretinde
müşâhede edersin (görürsün)
ve bu müşâheden (görüşün)
Hakk'ın vücûdunda vâki' (mevcut)
olan bir müşâhededir (görüştür).
İmdi
(şimdi) eğer sen bu müşâhedede (seyirde)
"Hakk'ı gördüm" dersen yalan söylersin. Çünkü Hâk,
bilâ-hicâb (perdesiz) künh (bütünüyle) ve hakîkatiyle görülmez.
Ve eğer "Hakk'ı görmedim" dersen, bu doğru değildir. Çünkü
rü'yeti (rûh
gözüyle görmek) mümkin olduğu kadar ayn-ı sâbitenin (ilmi suretinin) âyînesinde (aynasında)
Hakk'ı müşâhede ettin (gördün).
Nitekim bâlâda (yukarıda)
geçen âyîne (ayna)
misâlinde bu keyfiyyet (husus) tavazzuh etti (açıklandı).
/ Zîrâ âyînede (aynada)
gördüğün sûret, ,senin sûretin olduğunu iddiâ etsen bu
kavlinde (sözünde) sâdık (samimi, doğru) da değilsin, kâzib
de (yalancı
da) değilsin. İşte sen bu ilmin zevkine vâsıl olduğun (erdiğin)
vakit, öyle bir gâyeye vâsıl olmuş (varmış)
olursun ki; onun fevkınde üstünde) mahlûk (yaratılmışlar)
için başka bir gâye yoktur. Bu zevk mahlûkun (yaratılmışların)
müntehâ-yı (varabildiği
en son) zevkidir. Bundan dâha yüksek bir dereceye vâsıl olacağım
diye beyhûde (boş)
yere kendini üzme ve daha al'âsına (yükseğine)
tama' etme! Çünkü bundan ötesi adem-i mahzdır (yokluktur)
ve Zât-ı Mutlak’ta (Allah’ın
Zât’ında) mahv ve istihlâktır (tükenmektir).
Zîrâ sen, taayyün-i kesîfin (madde
olan oluşumun) ile sensin ve taayyünün (meydana
gelmen, oluşumun) ise vücûd-ı Mutlak’a (Mutlak
vücût sahibi olan Hakk’a) muzâf (ait)
olan bir vücûd-ı i'tibârî (var
zannettiğin vücûdun) olup onun şânı ademiyyettir (yokluktur).
Cemî'-i merâtibin (bütün
mertebelerin) îcâbına (şartlarına)
göre zâhir olan (meydana çıkan) taayyünün (oluşumun,
birimselliğin) kalkınca, artık sen, sen değilsin; o senlik
adem-âbâda (sonsuz
yokluğa) gider ve mahlûkiyyet takâzâsı
da (istekleri
de) zâil olur (sona
erer). Ve mahlûkıyyet mevcut
olmadığı halde, bir mahlûkun (yaratılmışın)
Hakk'ı müşâhedesi (görmesi)
de mevzû'-ı bahs (söz
konusu) olamaz.
İmdi
nefsini görmekte O senin âyînendir ve sen
esmâsını ve esmâsının zuhûr-ı ahkâmını rü'yet etmesinde O'nun âyînesisin.
Halbuki O'nun "ayn"ının gayri değildir. Böyle olunca emir,
muhtelit ve münketim oldu. Binâenaleyh
bizden ilminde câhil ve hâir olan kimse "İdrâkin idrâkinden acz,
idrâktir" dedi, Ve bizden bilen
kimse bunun gibi demedi ve o kavlin a'lâsıdır: belki ilim, ona sükûtu
i'tâ etti, aczi i'tâ etmedi. Ve bu, ilm-i billâhın a'lâsıdır; ve bu
ilim, ancak / hâtem-i Resul ve hâtem-i
Evliyâ için hâsıldır. Ve onu Enbiyâ ve Resul’den bir kimse görmez,
ancak Resûl-i hâtem mişkâtından görür ve Evliyâdan
bir kimse görmez, ancak Veliyy-i hâtem mişkâtından görür (17):
Ya'nî
vücûd-ı Hak (Hakk’ın
vücûdu) senin âyînendir (aynandır).
Sen kendi nefsini onda müşâhede edersin (seyredersin).
Zîrâ
sen Zât-ı Ahadiyyesinde (Ahad
olan Zâtında) mahfî (gizli),
O’nun
bir şe'ni (işi,
fiili) idin. Kendi vücûduna vâki' olan (gerçekleşen) tecellîsi (oluşumu)
ile, o şe'nin (fiilin,
işin) sûreti onun ilminde peydâ oldu. Ve yine o vücûdun her
bir mertebeye vâki' olan (gerçekleşen)
tenezzülüyle (inişiyle), o sûret-i ilmiyyen (ilmi
sûretin) ile zâhir oldun (meydana
çıktın) . Ve
şimdi âlem-i dünyâdaki
hâlîn dahi böyledir ve bundan sonra gideceğin âlem-i
berzahta ve âlem-i haşırda (mahşerde)
ve dâr-ı naîmde (cennetlerde)
dahi yine böylesin. Eğer sen bu dünyâdaki taayyününe (oluşumuna)
muzâf (ait)
olan niseb (vasıflarından)
ve sıfâtından, ya'nî sıfât-ı nefsâniyyenden (nefsinin sıfatlarından),
soyunmuş olsan, vücûd-i Hak'ta (hakk’ın
vücûdunda) ayn-ı sâbiteni (hakikatini)
görürsün. Binâenaleyh (nitekim)
Hakk'ın vücûdu kendi nefsini görmekte sana âyîne (ayna)
olmuş olur. Ve kezâ sen insan sûretinde müteayyin (meydana
çıkmış) olduğun için, Hakk'ın kâffe-i esmâsına (esmanın
hepsine) mazhar (görüntü
yeri) ve o esmânın zuhûr-ı ahkâmına (hükümlerini
açığa çıkartmaya) müstaidsin (müsaitsin).
Zîrâ Allah Âdem'i (İnsan’ı) kendi sûreti, ya'nî sıfatı,
üzerine halk eyledi (yarattı).
Binâenaleyh
(nitekim) Hak
cemî'-i şuûnâtının (bütün
işlerinin, fiillerinin) zuhûr-ı kemâlâtını (kemâlâtının
meydana çıkmasını) senin vücûd-ı izâfinde (Hakk’ın varlığı ile var olan vücûdunda)
müşâhede eder (seyreder).
Şu halde senin vücûdun dahi esmâsını müşâhede etmekte (seyretmekte) ve esmâsının zuhûr-ı
ahkâmında (hükümlerinin
meydana çıkmasında) Hakk'ın âyînesi (aynası) olmuş olur. Halbuki Zât-ı
Ahadiyye’nin nisebi (vasıfları)
ve şuûnâtı (fiilleri)
olan esmâ-i İlâhiyye, (İlâhi
isimler) Zât-ı Hakk'ın gayrı (Hakk’ın
Zât’ından başkası) değildir. İmdi (şimdi) Hakk'ın vücûdu sana ve
senin vücûdun dahi Hakk'a âyîne (ayna)
olmakla emr-i vücûd (Hakk’ın vücûduyla) birbirine
karıştı ve ibhâm (belirsizlik,
kapalılık) zuhûra geldi. (meydana
geldi) Nitekim,
Hallâc-ı Mansûr Hazretleri buyurur:
Beyit:
(Tercüme) "Ayn-ı vücûdda olan bu "ayn" sen misin, yoksa
ben miyim? İkilik isbâtından hem seni ve hem de beni tenzîh ederim.
İşte
emr-i vücûdda (Hakk’ın vücûdunda) hâsıl (husûle
gelmiş) olan bu ihtilât (karışma)
ve ibhâmdan (belirsizlikten,gizlilikten)
dolayı verese-i Muhammediyyî’nden (Muhammediyye’nin
mirasçılarından) olan
ba'zımız, hayrete düşerek ilminde câhil oldu. Ve nitekim Hz. Ebû
Bekri's- Sıddık (r.a.) Efendimiz / ...........................................
Ya'nî "İdrâkin (anlamanın)
nihâyeti, (sonu)
emr-i vücûdu (Hakk’ın
vücûdunu) hakîkat-i hâl üzere (gerçek
haliyle) idrâk edebilmekten (anlamaktan)
aczini (zavallılığını)
ikrâr etmektir(tasdik
etmektir)." Ve bu bir hayrettir ki, ilmin netîcesi olduğu
için makbûl ve matlûbdur (arzulanandır)
. Zîrâ hayrete düşen kimseyi, ilmi
iki taraftan bir tarafta karâr ettirmez (durdurmaz).
Ve (S.a.v.) Efendimizin ......................... Ya'nî "Yâ
Rab, benim sende olan hayretimi ziyâdeleştir!
(fazlalaştır) " buyurmaları bu hayret hakkındadır. Ve
kezâ veres-i Muhammediyyîn’den (Muhammediye’nin
mirasçıları) olan ba'zımız bildi ki, Hakk'ın vücûdu halka
(yaratılmışlara)
ve halkın (yaratılmışların) vücûd-ı izâfileri
(Hakk’ın
varlığı ile var olan vücûdları) dahi Hakk'a âyînedir (aynadır). Emr-i vücûdun (Hakk’ın vücûdunun) böyle olduğunu
bildikten sonra zikrolunan (adı
geçen) sözler gibi bir söz söylemedi ve ızhâr-ı acz etmedi
(zavallılığını
meydana çıkarmadı). Belki kemâl-i ma'rifetinden (ilminin
kemâlinden) sükût etti; (sustu)
ve ilmi ona acz getirmedi. Ve bu ilmin sâhibi âlim-i billah (Allah âlimleri)
olan tâifenin a'lâsıdır (en
yücesidir).
Ve bu ilim bi'l-asâle (asıl olarak, asaleten) ancak hâtem-i
Resul (son
Resul) ve hâtem-i Evliyâ (son
Evliya) için hâsıldır (husûle gelmiştir) .
Ve o ilmi Enbiyâ (Nebiler)
ve Resulden gören, ancak Resûl-i hâtemin (son Resul’un) mişkâtından (kandil
yerinden, nurundan) müşâhede eder (seyreder)
ve Evliyâdan gören dahi, ancak veliyy-i hâtemin (son
velinin) mişkâtından (kandil
yerinden, nurundan) görür. Burada hâtem-i Evliyâ’dan (son
Evliya’dan) murâd (gaye),
hâtem-i velâyet-i (son
velâyet olan) Muhammediyye’dir.
Ma'lûm
olsun ki, bâlâda (yukarıda) zikr (adı geçen) ve tavzîh olunan (açıklanan)
ilim, ancak hakîkat-ı Muhammediyye için hâsıldır. (husûl
bulmuştur) Ve onun dahi zuhûru (meydana
çıkışı) ve butûnu (batını)
vardır ve gerek zâhir (dış
görünüşü) ve gerek bâtını (iç
âlemi, özü) için Ahadî (tekliği), cem'î, (toplayıcılığı) kemâlî
bir taayyün mevcûddur.
Hakîkat-ı Muhaminediyye’nin zâhiri (dış
görünüşü) cemî'-i hakâyık-ı İlâhiyye (bütün İlâhi hakikâtleri) ve
kevniyyeyi (evren
ve evrende mevcut varlıkları) câmi'dir (kendinde toplamıştır). Bâtını
(özü, ruhu) ise, bevâtın-ı İlâhiyye
(batınları,
İlâhi hakikâtleri) ve evsâf-ı Rabbâniyyeyi (Rabbanî vasıfları) hâvîdir (içine
almış, kapsamıştır).
Zâhiri (dışı,
görülen yönü) mişkât-ı hâtem-i Enbiyâ (son
Resûl’un nuru) ;
bâtını (özü,
ruhu) dahi mişkât-ı hâtem-i Evliyâ’dır (en
son Velâyet nurudur). Hâtem-i
Resül’ün (son
Resul’ün) kendisi, ilm-i mezkûru (adı
geçen ilmi) hâtem-i Evliyâ (en
son velâyet) olan kendi bâtınından (özünden)
alır ve Resûllerin kâffesi, (Resullerin
hepsi) velâyetleri cihetinden (yönünden),
hâtem-i
Resul’den (en
son Resul’den) alırlar. Velâkin gerek hâtem-i Resul (son
Resul) ve gerek diğer Resûller
bu ilmi ızhâr etmezler (açığa
çıkarmazlar).
Zîrâ vasf-ı Risâlet (Resulluk vasıfları) men' eder (mani
olur).
Fakat hâtem-i Resul’ün (son
Resul’ün) bâtını, (özü,
ruhu) hâtem-i Evliyâ (son Velayet) sûretinde zâhir olduğu
(meydana çıktığı)
vakit, bu ilmi ızhâr eder (açığa
çıkarır); nitekim bu kitâb-ı Fusûsu'l-Hikem'in
münşîsi (en güzel şekilde yazanı) Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber ve misk-i ezfer (güzel
kokulu miski) (r.a.); hâtem-i Resulün (son
Resul’un) hâtem-i Evliyâ (son
velayet) sûretinde zâhir olan (meydana
çıkan) bâtını (özü, ruhu) bulunduğundan, Resûl-i
hâtemin (son
Resul’un) mişkâtından (nurundan)
ahz eylediği (aldığı)
bu ilmi ızhâr buyurmuşlardır (açıklamışlardır).
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
08.01.2002
|