[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(VII. Bölüm)
Hattâ
muhakkak Rusül o ilmi ne zaman görseler, ancak hâtem-i Velâyet mişkâtından
görürler. Zîrâ Risâlet ve Nübüvvet, ya'nî Nübüvvet-i teşrî' ve
Risâlet-i teşrî' munkatı'dırlar. Velâyet ise ebeden munkatı' olmaz.
Mürseller Evliyâ olduklarından dolayı zikrettiğimiz ilmi ancak hâtem-i
Evliyâ mişkâtından görürler. Böyle olunca onların mâdûnu olan
Evliyâ nasıl olur da ondan almazlar? Her ne kadar hâtem-i Evliyâ, hükümde
hâtem-i Rusülün teşrî'den getirdiği şeye tâbi' ise de, bu,
onun makâmına kadh vermez ve bizim zâhib olduğumuz şeye de münâkız
olmaz (18).
Ma'lûm
olsun ki; velâyet "vâv"ın fethiyle, "hâkim ve mutasarrıf
olmak" (idare etmek) ma'nâsınadır. Bunun
da envâ'ı (çeşitleri)
vardır:
1.
Velâyet-i mutlaka-i İlâhiyye’dir (mutlak
olan İlâhi Velâyettir).
Bu Velâyet cemî'-i Enbiyâ (bütün
Peygamberler) ve Evliyâdâki (Velilerdeki)
Velâyâtı câmi' (Velâyetleri kendinde toplamış) ve
kâffe-i eşyânın (mevcûdların
hepsinin) vücûh-ı hâssalarını (husûsiyetlerini)
ve bi'l-cümle (bütün)
mevcûdâtın a'yân-ı sâbitelerini (ilmi
suretlerini, manâlarını) ve hakâyıkı müştemil olan (hakikâtlerini içinde bulunduran)
Velâyettir. Ve bu i'tibâr ile
(kabul edişle) "Velî" esmâ-i' İlâhiyye’dendir (İlâhi
isimlerdendir) . Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
........................ (Şûrâ,42/28).
2.
Velâyet-i hâssa-i Muhammediyyedir. (Hz.
Muhammed’e ait, özel Velayettir) Bu velâyet dahi cemî'-i esmâ ve
sıfât-ı İlâhiyye’yi (bütün
İlahî isimleri ve sıfatları) câmi' (kendinde
toplamış) olan ve kâffe-i hakâyık-ı vücûbiyye (bütün
hakikâtlerin gerekleri) ve imkâniyyenin (mevcutların ve olacak olanların) me'haz-i
feyzi bulunan (feyzin
alındığı kaynak olan) mertebe-i İlâhiyye’dir (İlâhi mertebedir) .
Buna "mişkât-i hâtem-i Velâyet" (son
Velayet nuru) derler. Evvelki velâyet ile bu velâyet arasındaki
fark taayyünden (belirmek,
meydana gelmekten) ibârettir. Ve bu velâyet hâtem-i Enbiyânın
(son
Peygamberin) bâtınıdır (özüdür, ruhudur) ve bu makâm,
makâm-ı Muhammed'dir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
..................................... (İsrâ, 17/79) Ve cemî'-i Evliyâ (bütün
Evliyâ) ve Enbiyâ (Peygamberler)
ilimlerini buradan alırlar. Binâenaleyh (nitekim) cemî'-i Enbiyânın (bütün
Peygamberlerin) getîrdikleri şerâyi' (şeriatler),
hakîkatte şer'-i Muhammedî (Muhammed’in şeriatleri) idi.
Bunun için (S.a.v) Efendimiz: ............. buyurdular. İmdi (şimdi) Evliyâ vâris-i Enbiyâ (Evliyâlar
Peygamberlerin mirasçıları) olduklarından, onlardan her kim
ki o husûsiyyetin vârisi (o
özelliklerin mirasçısı) ise, ona "Muhammedî"
derler. Ve her kim velâyet-i Îseviyye'nin vârisi (İsa
a.s.’ın mirasçısı) ise,
ona Îsevî derler ve İbrâhîmî ve İshâkî ve Ya'kübî ve Mûsevî ve
sâir Enbiyâ (diğer
Peygamberler) (aleyhimü's-selâm) buna kıyâs olunsun (karşılaştırsın).
Ehl-i hakîkâtin (hakikâte
ermişlerin) ıstılâhında (tanımlamalarında)
"falan Velî falan Peygamber’in / kademi (adımı,
yolu) veyâ kalbi üzerindedir" denildikde bu ma'nâ anlaşılmalıdır;
ya'nî o Peygamber’de olan ulûm (ilim) ve tecelliyât (oluşumlar,
ilhamlar) ve hâlât (haller)
bu Velîye o Peygamberin vâsıtasıyla "mişkât-i hâtem-i
Velâyet"ten
(son Velayet nurundan) hâsıl (husule gelir) ve vâsıl olur (erişir)
demektir. Binâenaleyh (nitekim)
o Velî Muhammedî-i İbrâhîmî veyâ Muhammedî-i Mûsevî veyâ
Muhammedî-i Îsevî olur.
Velâyet-i
Muhammediyye de iki nevi'dir (çeşittir):
Evvelkisi
(ilki) budur ki, tasarruf-ı ma'nevî
ve sûrî beynini
câmi'dir (ruh
ve sûret arasında tasarrufu kendinde toplamıştır). Âlemde ma'nâ hasebiyle tasarrufu
(kullanma ve idaresi etmesi), kutup
hakkındaki tasarrufu gibidir;
ve sûret hasebiyle tasarrufu
(idare ve kullanması),
selâtîn (sultanlar)
hakkındaki tasarrufu (idâreciliği)
gibidir. Bu da iki
nevi'dir (çeşittir) : Birincisi hilâfete (halifeliğe)
makrûn (yakın)
olur. İkincisi hilâfete (halifeliğe) makrûn (yakın)
olmaz. Velâyet-i Muhammediyye’nin ikinci nev'i (çeşidi
ise) , tasarruf-i
sûrî ve ma'nevî
beynini cami' olmaz. (hem
suret üstünde tasarruf ve hem de rûh üstünde tasarrufu kendinde
toplamaz)
Sâir
Enbiyânın (diğer
Nebilerin, Peygamberlerin) Velâyetinden ibâret olan Velâyet-i
Muhammediyye, Fütûhât-ı Mekkiyye'de
beyân buyurulduğu (açıklandığı)
üzere dört nevi' (çeşit)
üzerinedir. Bu dört nevi'den (çeşitten)
her bir nev'in (çeşidin) bir hâtemi (sonuncusu)
vardır.
Sûrî
ve ma'nevî (sûret
ve rûh ile alakalı) tasarrufu (idare
etme ve kullanma) beynini (arasını)
câmi' olup (toplayıp)
makrûn-ı hilâfet (halifeliğe
yakın) olan Velâyet-i Muhammediyye’den birinci nevi'
hâtem (son),
Ali İbn Ebî Tâlib (Ali
oğlu Ebi Talib) (Kerremallâhü vecheh
ve radıyallâhu anh)
Efendimiz hazretleridir.
Zîrâ Hulefâ-i râşidînin (ilk dört halifenin) âhiridir. (sonuncusudur)
Kâle (buyurdu)
(A.s.): ...................... Bu hâteme (sona)
"hâtem-i kebîr" (son
kebir) denir.
Tasarruf-ı
sûrî ve ma'nevî (sûret
ve ruh üstünde tasarruf etmek) beynini (arasını) câmi' (toplamış) olup hilâfete (halifeliğe)
makrûn (yakın)
olan velâyet-i Muhammediyye’den ikinci nevi' (çeşit)
hâtem (son)
Mehdî (alâ Nebiyyinâ ve aleyhi's-selâm) hazretleridir ki; âhir (gelecek)
zamanda zâhir olur (meydana çıkar) ve ismi
Muhammed'dir ve hilkat (yaratılış)
ve sûrette
Resûlullah (s.a.v.) Efendimize müşâbihtir (benzemektedir);
ammâ hulkta (huy,
tabiat olarak) onun mâdûnundadır (altındadır).
Ondan sonra hiçbir Velî , sultân olmaz. Bu velâyet, onunla
hatmolur (son
olur, mühürlenir) ve ona "hâtem-i sagîr"
derler. Nitekim Şeyh-i Ekber. (r.a.) onu Fütûhât-ı
Mekkiyye'lerinde beyân buyurmuştur (açıklamışlardır).
Velâyet-i
Muhammediyye’ den üçüncü nevi'
hâtem, (son)
bu kitâbın sâhibi Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî (r.a.)
efendimizdir. Ona "hâtem-i asgar" derler. Zîrâ o tasarruf-ı sûrî
ve ma'nevî beynini
câmi' (sûret
ve rûh arasında tasarrufu toplamış) ve fakat yalnız
tasarruf-ı ma'nevîye (maneviyatla
ilgili tasarrufa) mâlik (sahibi)
olup, makrûn-ı hilâfet (halifeliğe
yakın) olmayan nev'-i Velâyetin (Velayet
türünün) hâtemidir (sonuncusudur).
Velâyet-i
Muhammediyye’den dördüncü nevi' (çeşit) hâtem (son olan), Îsâ İbn Meryem (Meryem’in oğlu İsa) (alâ
Nebiyyinâ ve aleyhi's-selâm)dır ki, ondan sonra hiçbir Velî mevcûd
olmaz. Ya'nî Velâyet-i âmme (umuma
ait Velâyet) onunla hatmolur (mühürlenir)
. Ona
da "hâtem-i ekber"
derler. Ondan sonra bu devr tamâm olup kıyâmet kopar. Ya'nî
mevhûm olan (vehmedilen,
zannedilen) sûretler mürtefi' olur (kalkar). Ve .......................... âşikâr
olur. (Şerh-i Bosnevî
ile Envâru'r-Rahmân'dan hulâsaten (kısaca)
iktibâs olundu (alındı)).
Bu
îzâhât anlaşıldıktan sonra metnin şerhi (geniş
açıklaması) böyle olur: Peygamberler zikrolunan (adı
geçen) ilmi
her ne vakit görseler, ancak hâtem-i Evliyâ mişkâtından (Hz. Muhammed’in hakikât nurundan) görürler.
Ve mişkât-ı hâtem-i Evliyâ
(son Velayet nuru) Velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’dir (Muhammed’e
ait özel, husisi Velâyettir, hakikât-i Muhammediyye’dir) ve
makâm-ı Mahmûddur ve o ilmi oradan cihet-i Velâyetleriyle (Velâyetlerinden
dolayı) alırlar, cihet-i Nübüvvetleriyle (Peygamberlik
görevlerinden dolayı) almazlar. Ve hattâ her bir Peygamber, Nübüvvetini
(Peygamberlik
görevini) ve şerîatının ahkâmını (şeriatinin
hükümlerini) bile Velâyetiyle alır. Zîrâ Peygamberin iki
ciheti (yönü)
vardır: Birisi halka nisbeten (göre)
onun kemâlidir ki, bu da havâdis-i ekvâna (dünya
hadiseleriyle) müteallık (ilgili)
olan ahkâmın teblîğidir (hükümlerin
bildirilmesidir) ve o, bu teblîğ i'tibâriyle
(bildirme, iletme bakımından) Resûl ve şâri'dir (Resul ve şeriat hükümlerini koyandır) ve
onun Nübüvveti (Peygamberlik
görevi) dahi teşrîiyyedir (şeriat
ile ilgili hükümler getirmektir).
Diğeri onun Hakk'a nisbetle (kıyasla)
olan kemâlidir ki, / bu da gaybdan (bilinmeyenden) ihbâr (haber
vermekle) ve Hakk'ın zâtını ve sıfâtını ve esmâsını
ta'rîfdir. Ve bu ihbâr i'tibâriyle
(bildirmesi, anlatması bakımından) Velîdir ve Nübüvveti (Nübüvveti,
Peygamberlik görevi) dahi tahkîkıyyedir (tahkik
ile, araştırma ile ilgilidir) .
Ve Risâlet-i
teşrî' (şeriat hükümlerini koyan),
Nübüvvet-i teşrî' (şeriat getiren Nübüvvet) halka
taalluk ettiği (yaratılmışlarla alakalı olduğu) ve
halkta (yaratılmışlarda)
fenâ bulduğu
(yok olduğu) için mûnkatı'dır (sona
ermiştir, arkası gelmez).
Fakat onun makâm-ı Velâyeti
Hakk'a taalluk ettiği (Hakk’a ait olduğu) ve Hak'ta bâkî
(devamlı) bulunduğu
için ebeden (asla)
munkatı' değildir (kesilmemiş,
son bulmamıştır). Ve
her bir Peygamber Velî olduğundan, bu ilmi ebedî (sonsuza
dek) dûçâr-ı inkıtâ' olmayan (bitmez,
tükenmez) velâyetleriyle, cemî'-i
Velâyeti (bütün
Velâyetlerin hepsini) muhît (kuşatan)
ve câmi' olan (toplayan) mişkât-i hâtem-i Velâyet’ten
(son Velayet
nurundan, Hz. Muhammed’in batınınından) alırlar. Binâenaleyh
(nitekim),
onların mâdûnunda (alt
derecesinde) olan ve bir Peygamberin şerîatına tâbi' bulunan Evliyânın
evlâ (en
iyi, en münasip) bi't-tarîktir (yoluyladır).
Ve hâtem-i Evliyânın, hâtem-i Rusül (son Resul, Hz. Muhammed) tarafından
getirilen şerîata (hükümlere) tâbi' olması (uyması),
makâmın ulviyyetine (yüceliğini)
kadh (etkilemez)
ve noksan vermez. Ve biz Hakk'a taalluk eden (Hakk’la
ilgili, Hakk’a ait olan) ulûmu (ilimleri)
o mişkâtdan (kandil
yerinden, nurdan) almaları bâtınları (özleri, ruhları) hasebiyle Evliyâ
olan Enbiyâ ve Rusul’ün
ilimlerini onun mişkâtından (kandil
yerinden, Muhammedi nurdan) aldıklarına
zâhib (düşüncesinde)
olmuş idik. Bu hâl bizim şu zehâbımıza da (düşüncemize
de) münâkız (ters)
olmaz. Zîrâ hâtem-i Evliyâ, (son
Evliya) hâtem-i Enbiyâ’nın (son
Peygamberin) bâtınıyla (özüyle,
ruhuyla) müteayyin olan (meydana
çıkan) zât-ı saâdet-simâttır (saadet
ehlindendirler) ki, zâhirde (görünüşte)
hâtem-i Enbiyâ’nın (son
Peygamberin) getirdiği şerîata (hükümlere)
tâbi'dir (uymaktadır).
Ve kendisi bir kânûn ve şerîat sâhibi değildir. Bu zât-ı
şerîfin cismi (madde
bedeni) ve sûreti her ne kadar Muhammed (s.a.v.) Efendimizin
gayrı (başka)
ise de, bâtını (özleri, ruhları) aynıyle Muhammed
Mustafâ (s.a.v.) dır. Ve âlem-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz alemde) cismen (bedenen)
müteayyin olan (açığa
çıkan, görülen) hâtemü'l-Enbiyâ (son
Nebi, Peygamberlerin sonuncusu) Muhammed (aleyhi's-salâtü
ve's-selâm) Efendimiz dahi, getirdiği kavânîn (kanunların)
ve ahkâm-ı şer'iyyeyi (şeriat
hükümlerini) kendi bâtınları (özü,
hakikati) olan hâtem-i Velâyetten (kendi
hakikâtleri olan son Velâyet makamından) ahz buyururlar (alırlar)
idi. Ta'bîr-i dîğerle (başka
bir deyişle) söyleyelim: Ezmine-i muhtelifede (çeşitli
zamanlarda gelen) hâtem-i Evliyânın (son Evliyanın) cismi (bedeni)
ve sûreti değişir. Fakat ma'nâ yine o ma'nâdır; onda aslâ
tebeddül (değişiklikler)
yoktur. Binâenaleyh (nitekim)
hâtem-i Evliyâ (son
Evliya) hangi bir zamanda, her hangi bir sûret üzerine olursa
olsun, hâtem-i Enbiyânın (son Enbiyanın, Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in) şerîatına tâbi' olmakla (uymakla)
berâber, bi'l-cümle (bütün)
Evliyânın (Velilerin) ulûmda me'haz-i
feyzidir (ilimlerini
aldıkları, feyzlendikleri kaynaktır).
Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddin (r.a.) efendimiz, nefs-i nefîslerinden
(kendi
nefislerinden) ihbâren (haber vererek) buyururlar:
Beyt:
(Tercüme) "Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş Mustafâ
geldi yine cümleniz îmân ediniz."
Binâenaleyh
o, bir vecihden enzel olur ve bir vecihden de a’lâ olur. Ve tahkîkan
bizim zâhir-i şer'imizde Ömer'in Bedir esîrleri hakkında, onlara hükm
etmekle vâki' olan fazlı ve hurma ağacının telkihı hakkında, bizim zâhib
olduğumuzu müeyyid olan şey zâhir oldu: Binâenaleyh kâmil için her şeyde
ve her mertebede kendisi için tekaddüm hâsıl olmak lâzım gelmez; ve
ancak nazar-ı racül, ilm-i billah merâtibindeki tekaddümedir; onların
matlab-ı oradadır ve liavâdis-i cihâna gelince, onların havâtırının
ona taalluku yoktur: Böyle olunca bizim zikrettiğimiz tahakkuk etti (19).
Ya'nî
hâtem-i Evliyâ (son
Evliya),
ahkâm-ı şer'iyyede (şeriat kanunlarında) hâtem-i Rusüle
(son Resul Hz.
Muhammed’e) tâbi' olması (uyması)
ve ilm-i şerîatı (şeriat ilmini) ondan ahz etmes'i (alması)
cihetinden (bakımından)
hâtem-i Rusül’den (son
Resul’den) daha aşağı olur ve hâtem-i Rusül (son
Resul, Hz. Muhammed) ulûmu (ilimleri)
onun mişkâtından (kandil
yerinden, nurundan) aldığı cihetten, (bakımından) hâtem-i Evliyâ,
hâtem-i Rusül’den (son
Resul’den) daha yüksek olur. Binâenaleyh (nitekim)
hâtem-i Evliyâ hâtem-i Enbiyâ (son peygamber) olan (s.a.v.)
Efendimiz'in bâtınları (özleri,
hakikâtleri) olan hâtem-i Velâyet (en
son velayet),
zâhirleri (dış
görünüşü) olan hâtem-i Nübüvvet’ten (son
Nübüvvet’ten, son Peygamberlik görevinden) bir vecihten (taraftan)
enzel, (altta, aşağıda) bir vecihten (taraftan) a'lâ (yüksek, yüce) olur. Bir şeyin bir
vecihten (yönden)
aşağı, bir vecihten (yönden)
yukarı olduğuna delîlin (ispatın)
nedir diyecek olur isen, zâhir-i şerîatımızda Hz. Ömer
(r.a.)’ın Bedir muhârebesinde alınan esirler hakkındaki hükmüyle,
(S.a.v.) Efendimiz'in hurma ağaçlarının terk-i telkîhı (aşılamayı
terk edin, durdurun) hakkındaki hükmüne (emrine) nazar et! (bak)
Şöyle
ki, Bedir muhârebesinde (savaşında)
ehl-i İslâm (Müslüman olanlar) müşriklere (dinsizlere)
galebe etmiş (üstün
gelmiş) ve onlardan yetmiş esir almış idi. (S.a.v.)
Efendimiz, esirler hakkında icrâsı (yapması)
lâzım gelen muâmeleye dâir ashâb-ı kirâmıyla istişâre
buyurdu (fikir
alışverişinde bulundu) .
Hz.
Sıddîk (r.a.) "Yâ Resûlallah, bunlar bizim akrabâ ve taallukâtımızdandır;
(yakınlarımızdandır) bir mikdar
para alıp onları âzâd edelim" (serbest
bırakalım) buyurdu (dedi). Diğer ashâb-ı kirâm dahi bu
re'yi (görüşü)
kabûl ettiler. Ve Hz. Ömer (r.a.) / "Bunlar küfrün
imamlarıdır; (dinsizlerin
başta gelenleridir) hepsini katledelim(öldürelim)."
buyurdu. Ve
Cenâb-ı Muâz (r.a.) dahi Hz. Ömer'e iştirâk eyledi (katıldı). Risâlet-penâh
(s.a.v.) Efendimiz Hz. Sıddîk'ın
re'yini (görüşünü)
tasvîb buyurdular (doğru buldular) ve öyle yaptılar.
Onu mütâkib (onun
arkasından) bu âyet-i kerime nâzil oldu:
..........................................................................
(Enfâl 8/67-68) Ya'nî: "Yedinde, (elinde)
yeryüzünde katl-i kesîr îkâ' eden
(birçok insanı öldüren) esirler bulunan
bir Peygambere fidye almak lâyık olmadı. (yakışmadı).
Siz metâ'-ı dünyâyı (dünya
malı) istersiniz. Halbuki Allah, âhireti murâd eder. Allah Teâlâ
hükmünde azîzdir. Eğer sizin
muâhaze olunmamanız (azarlanmamanız,
cezalandırılmamanız) için, Allah'dan ezelde (geçmişte) hüküm mesbûk (daha
önce) olmasa idi, aldığınız şey hakkında azîm (büyük)
azâb olurdu." Bunun üzerine (S.a.v.) Efendimiz ağlayıp
buyurdular ki: "Eğer azâb nâzil olaydı (geleydi)
, Ömer
ve Muâz (r.a.) dan başkaları kurtulmaz idi". Zîrâ Sa'd b, Muâz
hazretleri dahi Cenâb-ı Ömer'in re'yinde (görüşünde)
bulunmuş idi. Binâenaleyh (nitekim),
Hz. Risâlet-penâh bu husûsta her ikisini de orada hâzır
olanların üzerine tafdîl buyurdu (üstün
tuttu) ve nefs-i nefîs-i (kendi
nefsiyle) Risâlet-penâhı (Peygamber)
dahi bi't-tabi' (tabii
ki) huzzâr (hazır
olanlar) arasında idi.
Ve
kezâ ashâb-ı kirâm hurma ağaçlarını aşılamak mı, yoksa terk etmek
mi münâsib (uygun)
olduğunu Fahr-i âlemden (Hz.
Muhammed’den)
suâl
ettiler. Cevâben: ..............................
Ya'nî "Eğer terk olunurlarsa çoğalır zannederim"
buyurmaları üzerine ashâb aşıyı terk ettiler. O sene hurma az oldu.
Bunun üzerine Risâlet-penâh Efendimiz:
...........................
ya'nî: "Siz dünyânızın işlerini daha iyi bilirsiniz"
buyurdu; ve bu husûsta ashâbın fazlını (üstünlüğünü)
isbât eyledi. İşte bu iki delîl-i şer'î (şeriat
delili),
kâmil için her şeyde ve her mertebede tekaddüm (önde,
ileride) hâsıl olmak
lâzım gelmediğini
gösterir. Zîrâ bu zikrolunan
(adı geçen) fazâil-i
cüz'iyye (bir kısım faziletler) Nübüvvetin
(Peygamberlik
görevinin) muktezâsından
(gereğinden) değildir.
Başkalarında bulunup da Nebî’de
(Peygamber’de)
bulunmaması,
onun Nübüvvetine
(Peygamberliğine)
noksan
vermez. Ricâlin (mevki, mertebe sahibi kimselerin) ve
ehl-i kemâlin nazarı (kemale
erişmiş kişilerin görüşü) bu gibi fazâil-i cüz'iyyeye (bir
kısım faziletlere) değil, ancak ilm-i billah merâtibindeki
(Allah’ın
ilim mertebelerinde) tekaddümedir
(önde olmaktır). Onların matlabı (maksadı,
istediği şey) bu mertebelerdedir. Onlar kişiyi ilm-i billah
mertebelerindeki fazîletleriyle ölçerler. Havâdis-i
ekvâna
(dünya
hadiselerine) ve vukûât-ı cihâna (dünya
olaylarına) hâtırlarını tâ'lîk edip (kafalarını
takıp) bunlara müteallik (ilşkili)
olan fazâil-i cüz'iyyeye (birtakım
faziletlere) aslâ
ehemmiyet vermezler. Zîrâ bunların cümlesi cemâl-i
Vahdetin
(tek
cemalinin) hicâbıdır. (örtüsüdür)
İşte bu îzâhât (açıklama)
ile; "hâtem-i Evliyâ
(son Evliya)
bir
vecihten
(yönden) enzel
(aşağı) ve
bir vecihten
(yönden) a'lâdır"
(yüksektir, yücedir)
kavlimiz (sözümüz)
tahakkuk etti (gerçekleşti).
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
22.01.2002
|