8.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(VIII. Bölüm)

Vaktâki Nebî (s.a.v.)’e Nübüvvet, kerpiçten bir duvar ile temsîl olundu; bir kerpiç mevzi'inden gayri kâmil olmuş idi; imdi Resûlullah (s.a.v.) bu kerpiç oldu. Şu kadar ki Resûlullah (s.â.v.), dediği gibi ancak bir kerpiçten başka  kerpiç görmedi. Ve hâtem-i Evliyâya gelince, onun için de bu rü'yâ-lâ-büddür. Binâenaleyh o, Resûlullah (s.a.v.)’e temsîl olunan şeyi görür; ve duvarda iki kerpiç mevzi'ini görür. Kerpiç dahi altından ve gümüştendir. İmdi duvarın  noksan olup onlar ile kâmil olan bu iki kerpiçin birisini altından ve birisini de gümüşten görür. Böyle olunca onun kendi nefsini bu iki kerpiçin mevzi'inde muntabı' görmesi lâ-büddür. Binâenaleyh hâtem-i Evliyâ bu iki kerpiç olup duvar tamâm olur -(20).

Ya'nî Cenâb-ı Peygamber'e rü'yâsında veyâhut hayâtında, Nübüvvet (Peygamberlik görevi) kerpiçten binâ olunmuş bir duvar sûretinde temsîl olundu ki, o duvarın ancak bir kerpici eksik kalmış idi. O kerpiç dahi (S.a.v.) idi. Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur: ....................................................Ya'nî "Enbiyâ (Peygamberler) arasında benim meselim, (örneğim) bir duvar binâ ve bir kerpiçten gayri (başka) olarak onu ikmâl eden (tamamlayan) adam meseli (örneği) gibidir. İşte ben bu kerpicim. Benden sonra, ne Nebî ve ne de Resûl yoktur". (S.a.v.) bu hadîs-i şerîfte buyurduğu gibi kendisine / temessül eden (şekle, sûrete giren) dîvâr-ı Nübüvvet’te (Nübüvvet duvarında) noksan olarak, ancak bir kerpiç gördü. Hâtem-i Evliyâ’ya (son Evliyaya) gelince, onun dâhi böyle bir rü'yâ görmesi lâzımdır. Böyle olunca hâtem-i Evliyâ (son Evliyâ) Resûlullah (S.a.v.) Efendimiz'e rü'yâsında temsîl olunan duvarı görür ve duvarda dahi iki kerpiç mevzi'ini (yerini) görür. Halbuki hâtem-i Evliyâ’nın gördüğü duvarın kerpici, altından ve gümüştendir. Ya'nî 0 öyle bir duvardır ki, bir kerpici altından ve bir kerpici de gümüşten olmak üzere binâ olunmuştur. Binâenaleyh (nitekim), hâtem-i Evliyâ duvarda nâkıs (noksan) olup onlar ile tamâm olacak olan iki kerpiçten birini altından ve diğerini gümüşten müşâhede eder (görür) ve altın ile gümüşten olan iki kerpiç mahallini kendi nefsi ile sedd ettiğini (örttüğünü) hâtem-i Evliyâ’nın (son evliyânın) görmesi lâzımdır.

Burada "altın kerpiç"ten murad (gaye) Nübüvvet’in (Peygamberliğin) bâtını olan velâyet ve "gümüş kerpiç"ten murâd dahi, Velâyet’in zâhiri olan Nübüvvet’tir. (Peygamberlik görevidir) Binâenaleyh (nitekim), bâtın (hakikâti) "altın" ve zâhir (görünürü, Nübüvveti) "gümüş" olarak temsîl olunmuştur. Hâtem-i Enbiyâ’nın (son Peygamber’in, Hz. Muhammed’in) gördüğü duvardaki gümüş kerpiçlerin her birisi bir Peygamberi temsil eder ve onda noksan olan kerpiç kendisinin Nübüvvetidir. (Peygamberliğidir) "Duvarın bir kerpiç ile tamâm olması" onun hatmiyyetini (sonuncu olduğunu) gösterir. Bâtını (rûhu, hakikâti) hâtem-i Velâyet (son Velâyet) olduğu hâlde "duvarda altın kerpiçin noksan olduğunu" müşâhede etmemiş (görmemiş) olması, kendisinin Velâyetle değil, Nübüvvetle zuhûrundan (Peygamberlik göreviyle gelmesinden) nâşîdir (dolayıdır); zîrâ halka (yaratılmışlara) ahkâm-ı şerîatı (şeriat hükümlerini) teblîğe (bildirmeğe) me'mûrdur (görevlidir).  Hâtem-i Evliyâya (son Evliya’ya) gelince, "duvarda bir altın ve bir de gümüş kerpicin noksan olduğunu" görmesi, kendisinin zâhirde (görünüşte) bir Peygamberin şerîatına (hükümlerine) tâbi' olduğunun (uyduğunun) sûretidir. Binâenaleyh (nitekim) "gümüş kerpiç", tâbi' olduğu (bağlı olduğu) hâtem-i Enbiyâ’nın (son Peygamber’in, Hz. Muhammed’in) Nübüvvetine (Peygamberlik görevine) ve "altın kerpiç" dahi, hâtem-i Evliyâ (son Evliyâ) olup esrâr-ı İlâhiyye-yi Zâtiyye ile (Zât ile ilgili İlahî sırların) zuhûruna (meydana çıkmasına) işârettir. Ve Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Mekke-i Mükerreme'de 599 senesinde böyle bir rü'yâ gördüğünü Fütûhât-ı Mekkiyye'de beyân buyururlar. (açıklarlar) Bu ihbâr-ı âlîlerine (yüce bildirilerine) nazaran (bakılırsa) kendilerinin hâtem-i Evliyâ (son Evliyâ) olduklarına şüphe yoktur. /

Onun iki kerpiç görür olmasını mûcib olan sebeb dahi, hâtem-i Evliyâ’nın zâhirde hâtem-i Rusül’ün şerîatına tâbi' olmasıdır; ve o tâbi' olması da gümüş kerpiçtir. O dahi zâhirdir; ve ahkâmdan ona tâbi' olduğu şeydir. Nitekim  o, sûret-i zâhirede onda müttebi' olduğu şeyi, sırda Allah'tan âhizdir. Zîrâ o, emri olduğu hâl üzere görür. Onu böyle görmesi lâ-büddür. O dahi bâtında kerpicin mevzi'idir. İmdi o öyle bir ma'denden ahz eder ki, Resûl’e onunla vahy olunan melek ondan alır: Eğer sen benim işâret  ettiğim şeyi anladın ise, senin için ilm-i nâfi' hâsıl oldu  (21).

Ya'nî hâtem-i Evliyâ’nın, (son Evliyâ’nın) rü'yâda kendisine temsîl olunan duvarın üstünde iki kerpici noksan olarak görmesini mûcib olan (gerektiren) sebeb, kendisinin zâhirde (dış alemde) hâtem-i Rusül’ün (son Resul Hz. Muhammed’in) şerîatına (hükümlerine) tâbi' olmasıdır (uymasıdır) . Ve onun tâbiiyyetinin (tâbi olma) sûreti de "gümüş kerpiç"in mevzi'idir (yeridir) ki, bu da hâtem-i Evliyâ’nın (son Evliyâ’nın) zâhiridir (dış görünüşüdür); ya'nî ahkâmdan (hükümlerden) hâtem-i Rusül’e (son Resul’e Hz. Muhammed’e) tâbi' olduğu (uyduğu) şeydir ki, bu şey, hâtem-i Evliyâ’nın (son Evliyâ’nın) zâhiridir (dış görünüşüdür). Ve nitekim sırda (sırları) bilâ-vâsıta (vasıtasız) Allah'tan ahz eylediği (aldığı) hükm ile zâhirde (dışarıda) muttasıf (vasıflanmış) olur, Ya'nî hâtem-i Evliyâ, (son Evliyâ) nasıl ki bâtınen (özünden) vâsıtasız olarak Allah'tan hüküm (emirleri) ahz edip (alıp) zâhirde (dışarıda) bu hüküm ile muttasıf (vasıflanmış) olur ve o hükmün müttebi'i (tâbi olanı, uyanı) bulunursa, şerîat-ı zâhire ahkâmından (şeriatin görünen hükümlerinden) herhangi bir hükümde de hâtem-i Rusül’e (son Resul’e) tâbi' olup (uyup) zâhirde (görünürde) o hüküm ile  muttasıf (vasıflanmış) olur. Zîrâ hâtem-i Evliyâ (son Evliyâ), emr-i İlâhî’yi, (Allah’ın emirlerini) mertebe-i halka tenezzülünde (inişinde) hakîkati üzere müşâhede eder (seyreder) ve emr-i İlâhî’den (Hakk’tan) vücûd-ı halk (yaratılmış vücûdu) ile muhtecib (örtülmüş) olmaz. /

Hâtem-i Evliyâ’nın (son Evliya’nın) bu emr-i ilâhîyi  bu zikrolunan (adı geçen) sıfat üzere görmesi   lâzımdır. Ve emr-i İlâhî’nin (İlâhi emirler) his ve aklın verâsında (gerisinde) bulunan nûr-i îmân (iman nuru) ile sırda ve cihet-i bâtında (ruhu, özü yönünden) Allah'tan ahzi (aldığı) "altın kerpiç" mevzi'idir (yeridir). Ve hâtem-i Evliyâ (son Evliyâ) emr-i İlâhî’yi kendi bâtınından (özünden) aldığı gibi, Resûl’e getirdiği vahy-i İlâhî’yi (İlahî vahyi) de melek oradan alır. Binâenaleyh (nitekim), Cibrîl (a.s.) hâtem-i Enbiyâ, (son Peygamber olan) (s.a.v.) Efendimiz'e getirdiği vahy-i İlâhî’yi onların bâtını (hakikâti, özü) olan hâtem-i  Evliyâ mişkâtından (son Velayet nurundan) ahz eder (alır) ve her iki ahz (alış) dahi mâ'den-i vâhidden (tek madenden) olmuş olur. Ey tâlib-i  esrâr-ı İlâhî, (bu ilmi İlâhi sırları isteyen) bu kelâmda işâret ettiğim şeyi anladın ise, dünyâda ve âhirette cidden sana ilm-i nâfi' (faydalı ilim) hâsıl oldu: Bu ni'mete şükret! Bundan da gâfil olma ki, bu alış-veriş vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) ve Hakk'ın nisebi (Hakk’ın sıfatları) arasında vâki' olur (gerçekleşir).

Nitekim, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Risâle-i Ahadiyye'lerinde buyururlar: "Hakk'ı, Hakk'ın gayrı (Hak’tan başka) bir kimse görmez; Nebiyy-i Mürsel (gönderilmiş Nebiler, Peygamberler) dahi Hakk'ı görmez ve Veliyy-i kâmil (en kâmil olan Veli) ve melek-i mukarreb (Allah’a yakın büyük melekler) dahi Hakk'ı bilmez. Hakk'ın Nebîsi kendi Zât-ı âliyyesidir; (kendi yüce Zâtıdır) ve Hakk'ın Resûlü kendi Zât-ı şerîfidir. (Kendi Zâtıdır) Ve Hakk'ın Risâleti (Peygamberlik görevi) ve kelâmı (sözü) dahi, kendi Zât-ı şerîfidir (kendi şerefli Zâtıdır) Kendisinin gayrı (kendinden başka) sebeb ve vâsıta olmaksızın Hak Teâlâ Hazretleri, kendi Zât-ı şerîfini, kendi Zâtı ile, kendi Zâtından, kendi Zât-ı şerîfine gönderdi. "Mürsel" (gönderilen Peygamberler) ve "mürselün-bih" (Peygamberlere gönderilen kitaplar) ve "mürselün-ileyh" (kitap gönderilen Peygamberler) beyninde (arasında) fark yoktur. Ya'nî "Cibrîl" (Cebrail) ve "vahy" ve "Rusül" beyninde (arasında) fark yoktur. Cümlesi (hepsi) birdir. Vücûd-i Enbiyâ (Peygamberlerin vücûdu) Vücûdullah (Allah’ın vücûdu) olduğundan başka "Nebe"'  ve "Enbiyâ" harflerinin vücûdu dahi, Hak Teâlâ'nın vücûdudur; Hakk'ın gayrı (Hakk’tan başka) değildir. Ve Hakk'ın gayrisi için (Hakk’ın kendisinden başka) vücûd olmadı ve ol vücûdun (var olan vücûdun) fenâsı (yok olduğu) da olmadı ve ol vücûdun (var olan vücûdun) ismi ve müsemmâsı (isimleneni) da olmadı. Böyle olduğu ec'ilden, (sebepten) Nebî (s.a.v.) Efendimiz: "Rabb'imi Rabb'imle bildim" diye buyurdu." /

İmdi, Âdem zamânından son Nebî’ye varıncaya kadar, eğer ki vücûd-ı tıyneti taahhur ederse de, onlardan hiçbiri yoktur, illâ ki hâtem-i Velâyet mişkâtından ahz eder. Zîrâ o, hakîkatı ile mevcûddur. O da peygamberimizin .................................. ya'nî "Ben Peygamber idim; halbuki Âdem su ile çamur arasında idi" kavlidir. Ve Enbiyâ’dan gayrisi, ancak hîn-i ba'sde Nebî oldu. Ve kezâlik, hâtem-i Evliyâ dahi , Velî idi; halbuki Âdem, su ile çamur ­arasında idi. Ve Evliyâ’dan onun gayrisi, ancak ahlâk-ı  İlâhiyye’den olan şerâit-ı Velâyeti tahsîl ettikten sonra onunla ittisâfda, Allah Teâlâ'nın Velî ve Hamîd ile mütesemmî olmasından nâşî, Velî oldu (22).

Ya'nî ilk Nebî (Peygamber) olan Âdem (a.s.)’ dan i'tibâren, hâtem-i Enbiyâ (en son Peygamber olan) Efendimiz'den evvel ve son Nebî olan Hâlid b. Sinan (a.s.)’ a varıncaya kadar; zuhûr eden (görünen ) Enbiyânın (Nebilerin, Peygamberlerin) her birisi, Nübüvvetine (Peygamberlik görevlerine) ve ümmetine (kendisine tâbi olanlara) müteallık (ilgili) olan ilmi ancak hâtem-i Velâyet mişkâtından (son Velayet nurundan) alır. Her ne kadar hâtem-i Evliyâ’nın (son Evliya’nın) vücûd-i tıyneti (yaratılışı) ve unsurîsi (madde yapısı) , o Enbiyâ’nın (Nebilerin, Peygamberlerin) vücûd-ı unsurîlerinden (madde bedeninden) sonra gelir ise de, Hz. Âdem'den son Nebî’ye (Peygamber’e) gelinceye kadar, o hakîkâti ile mevcûddur ve cemî'-i Enbiyâ’nın (bütün Nebilerin) zâhirleri (dış görünüşü) olan Nübüvvâtı (Peygamberlik görevlerini) ve bâtınları (hakikâtleri, özleri) olan Velâyâtı câmî'dir (toplamıştır) ve onun hakîkâti ile mevcûd olup kâffe-i hakâik-i (bütün hakikâtlerin hepsinin) vücûbiyye (gerekliler) ve imkâniyyenin (mevcûdâtın, imkân dahilinde olan ve olacak her şeyin) me'haz-ı feyzi (feyzin kaynağı) olduğuna delîl dâhi (S.a.v.) Efendimiz'in "Ben Peygamber idim; halbuki Âdem su ile çamur arasında, ya'ni Âdem vücûd-ı aynîsi (kendi madde vücûdu) ile su ile çamur arasında ve vücûd-ı rûhânîsiyle (rûh yapısıyla) ilim ile "ayn" (manâ) arasında idi" kavl-i âlîleridir (yüce sözleridir). Ve hâtem-i Enbiyâ’dan (son Peygamber Hz. Muhammed’den) başkaları ancak ba's olunduğu (gönderildikleri) vakit Nebî (Peygamber)  oldu, ondan evvel Nebî (Peygamber) olmadı.

Suâl: Enbiyâ’nın (Nebilerin) vücûd-ı kevnîleri, (madde bedenleri) a'yân-ı sâbitelerinin (ilmî suretlerinin) ve a'yân-ı sâbiteleri (ilmî suretleri) dahi / esmâ-i İlâhiyye’nin (esmanın) sûretleridir. Binâenaleyh (nitekim), her bir Nebî’nin  ayn-ı sâbitesi (İlmî sureti) , mazharı (görüldüğü, çıktığı yer) olduğu ismin lisân-ı isti'dâdı ile (istidâdından gelen bir şekilde) ne taleb etmiş (istemiş) ise, onun hakkında Hakk'ın kazâ'sı dahi o sûretle vâki' olmuştur (gerçekleşmiştir).  Şu halde Nebî’nin ayn-ı sâbitesi (ilmî sureti) ,  lisân-ı isti'dâdı ile (istidâdından gelen bir şekilde) Hak'tan Nübüvveti (Peygamberlik görevini) talep etmemiş (istememiş) olsa, âlem-i kevnde (dünyada) Nebî (Peygamber) olmaz idi. Binâenaleyh (nitekim) bu kelâmı diğer Enbiyânın (Peygamberlerin) dahi söyleyebilmesi câiz olmaz mı? Ve sâniyen (ikincisi) hâtem-i Enbiyâ’dan (son Peygamberden, Hz. Muhammed’den) başkalarının ancak ba's olundukları (gönderildikleri) vakit, Nebî (Peygamber) olmaları nasıl olur; İlm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) Nebî (Peygamber) değil mi idiler?

Cevap: Vâkıâ (gerçi) her bir Nebînin (Peygamber’in) Nübüvveti (Peygamberlik görevi) ezelîdir. Fakat o mertebede onların hiçbirisi me'haz-i feyz (feyz kaynağı) değildir. Binâenaleyh (nitekim), fiilen (fiil olarak) Nebî  değildir. Onların fiilen (fiil olarak) Nübüvvetleri (Peygamberlik görevleri) âlem-i şehâdette (dünyaya) ba's olundukları hînde (gönderildikleri zaman) başlar. Ve Nübüvvetleriyle (Peygamberlik görevleriyle) ümmetlerine (kendisine tâbi olanlara) müteallık (ilgili) olan ilmi kendi hakîkatlerinden (özlerinden) alırlar. Ve halbuki hakîkat-ı muhammediyye (muhammedin hakikati) onların hakîkatlerini câmi' (toplamış) olduğundan, o ulûmu (ilmi) hâtem-i enbiyâ mişkâtından (son Peygamber’in nurundan (Hz. Muhammed’in hakikâtinden) almış olurlar. Binâenaleyh (nitekim), hâtem-i Enbiyâ (son Peygamber) hakîkâti (ruhu) ile mevcûd ve fiilen (fiil olarak) Nebî  olup cemî'-i  hakâyıkın (bütün hakikâtlerin) me'haz-i feyzidir (feyzin çıktığı kaynaktır). Bi'n-netîce (netice olarak) diğer Enbiyâ (Peygamberler) ba's olundukları (gönderildikleri) vakit, fiilen (fiil olarak) Nebî  olup ifâza ederler (feyizlendirirler) ve hâtem-i Enbiyâ (son Peygamber, Hz. Muhammed) ise ba's olunmadan (dünyaya gönderilmeden) evvel Nebî olup hakîkâti (özü, hakikât nuru) ile ifâza eder (feyizlendirir).

Ve hâtem-i Enbiyâ’nın (son Peygamber’in, Hz. Muhammed’in) Nübüvveti (Peygamberlik görevi) mukaddem (önce) olduğu gibi, hâtem-i Evliyâ’nın (son Evliyâ’nın) dahi Velâyeti (Veliliği) vücûd-ı unsurîsinden (madde bedeninden) mukaddemdir (öncedir).  O velîdir, halbuki Âdem, vücûd-ı aynîsi (madde bedeni) ile su ile çamur arasında ve vücûd-ı rûhânîsiyle (rûh yapısıyla) "ilim" ile "ayn" (manâ) arasında idi. Ve hâtem-i Evliyâ’nın gayrı (son Evliyâ’dan başka) olan Evliyâ (Veliler) ise ancak şerâit-ı Velâyeti (Velâyet hükümlerini) tahsîl ettikten (öğrendikten) sonra Velî olur. Ve şerâit-ı velâyet (Velâyetin hükümleri) dahi, cemi -i ahlâk-ı İlâhiyye (Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak) ile tahalluktur (ilgilidir).  Nitekim, hadîs-i şerîfte buyrulur: ........................... Ya'nî "Ahlâk-ı İlâhiyye (Allah’ın ahlakı) ile mütehallık olunuz" (ahlaklanınız).  Ve bu sûret-i unsuriyyede (madde bedende) Hakk'a ve halka (yaratılmışa) karşı iktizâ eden (gereken) muâmelesinde bu Velînin o ahlâk ile ittisâfıdır (vasıflanmasıdır). Ve onun ahlâk-ı İlâhiyye ile (Allah’ın ahlakıyla) ittisâfda, (ahlaklanmada) şerâit-ı Velâyeti (Velâyet hükümlerini) tahsîl ettikten (öğrendikten) sonra Velî olması, Allah Teâlâ Hazretlerinin kendi nefsini Veliyy-i Hamîd ile tesmiye etmesinden (isimlendirmesinden) nâşîdir (dolayıdır) . Zîrâ Velâyet Hakk'ın sıfat-ı Zâtiyyesi’dir (Zâtî sıfatıdır). / Ve Hak Teâlâ Hazretleri abdine (kuluna) vücûd-ı Mutlak’ının (Zât’ın) tenezzülü (inişi) sûretiyle, tafsîl libâsını (elbisesini) giydirdikten sonra, icmâl libâsını (elbisesini) dahi giydirmiştir. Ve abd (kul) sıfât-ı beşeriyyesinden (yaratılmışlık sıfatlarından) soyunduktan sonra o sıfât-ı zâile (gelip geçici sıfatlar) yerine, Hakk'ın sıfâtı kâim olur (varlık bulur) . Binâenaleyh (nitekim) bu vücûd-i beşerîde (insanın vücudunda) ondan sâdır olan (çıkan) sıfât ve efâli (fiilleri) her ne kadâr sûrette (gidişatta, tarzda) diğer insanlardan zâhir olan (meydana çıkan) suver, (suretler) sıfât ve efâle (fiile) benzer ise de, iç yüzü öyle değildir. Cümlesi Hakk'ın sıfât ve efâlidir (fiilleridir) . Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar:

(Tercüme) "Ben senin hoş olan ırmağına çıplak olarak dalayım, diye bütün sıfâtımdan soyundum."

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

22.01.2002


Üst Ana sayfa e-mail