[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(IX. Bölüm)
Böyle
olunca hâtem-i Rusül’ün Velâyeti
haysiyyetinden, onun hâtem-i Velâyet’e nisbeti, Enbiya' ve Rusül’ün
ona nisbeti gibidir. Binâenaleyh, hâtem-i Rusül Velî ve Resûl ve Nebîdir.
Ve hâtem-i Evliyâ, asıldan âhiz olan vârisdir ve merâtibin müşâhididir.
Ve o, şefâat kapısının fethinde veled-i Âdem'in seyyidi ve cemâatin
mukaddemi olan Muhammed (s.a.v.)’in hasenâtından bir hasenedir (23).
Ya'nî
hâtem-i Rusül’ün (son
Peygamber’in, Hz. Muhammed’in) velâyeti cihetinden (yönünden)
hatm-i Velâyet’e (son
Velâyete) olan nisbeti, Enbiyâ
(Nebiler) ve
Rusülün hatm-i Velâyet’e (son
Velâyet’e) nisbeti gibidir. Zîrâ
Enbiyâ (Nebiler)
ve Rusül, Velâyetleri cihetiyle (yönüyle)
ulûmu (ilimleri) , hâtem-i
Velâyet mişkâtından (son
Velayet nurundan) aldıkları gibi, hâtem-i Rusül (son
Resûl, Hz. Muhammed) dahi kendisinin bâtını (Rûh’u,
hakikâti) olan Velâyet-i mukayyede-i şahsıyyesi (şahsiyyetinin
Velayetle kayıtlı olması) haysiyyetiyle
(bakımından)
ondan ahz eder. (alır)
Ma'lûm
olsun (bilinsin)
ki, Velâyet-i mutlak (mutlak
olan Velâyet) ve mukayyed (izafi,
kayıtlı olan velâyet) ,
ya'nî "Velâyet-i âmme" (umuma
olan Velâyet) ve "Velâyet-i hâssa" (özel,
hususi olan Velâyet) kısımlarına münkasımdır (bölünmüştür). Zîrâ Velâyet,
esâs ve hakîkât i'tibâriyle (bakımından)
sıfat-ı İlâhiyye-i mutlakadır (mutlak
olan İlâhi sıfatlardır). Ve Enbiyâ (Nebiler)
ve Evliyâya (Velilere) isnâdı (dayandırılması)
i'tibâriyle de (bakımından
da) mukayyeddir (kayıtlı,
bağlıdır) . Mukayyed (kayıtlı) ise, mutlakla kâimdir (mevcuttur)
ve mutlak
dahi mukayyed (kayıtlı,
izâfi) ile zâhirdir (meydana
çıkar, görülür). Binâenaleyh (nitekim) Enbiyâ (Nebiler)
ve Evliyâ’nın (Velilerin)
Velâyetlerinin kâffesi (bütün
hepsi), Velâyet-i mutlakanın (mutlak,
esas Velâyetin) cüz'iyyâtıdır (kısımlarıdır)
. Ve nitekim Enbiyâ’nın (Nebilerin)
cüz'iyyeti (kısımları)
dahi, Nübüvvet-i mutlakanın cüz'iyyâtıdır (mutlak,
asıl Nübüvvetin kısımlarıdır) . Ve
burada Hz. Şeyh (r.a.)’ın hâtem-i Rusül’ün (son
Resûl’ün, Hz. Muhammed’in) Velâyetinden murâdı, (gayesi) velâyet-i mukayyede-i şahsıyyedir.
(Şahsının
Velâyetle kayıtlı, bağlı olmasıdır) Ve şübhe yoktur ki,
bu Velâyetin velâyet-i mutlakaya (mutlak
olan Velâyet’e) nisbeti (ölçüsü,
ilişkisi) , sâir
Enbiyâ (diğer Nebilerin) Nübüvvetlerinin (Peygamberlik
görevlerinin) Nübüvvet-i mutlakaya (mutlak olan Nübüvvete) nisbeti (ölçüsü,
ilişkisi) gibidir. İmdi hâtem-i Rusül (son
Resûl, Hz. Muhammed) Velîdir; ve Velâyeti hasebiyle ulûm (ilimleri)
ve esrârı (sırları)
Hak'tan bilâ-vâsıta (vasıtasız) ahz eder (alır)
. Ve
Resûldür, Hak'tan ahz ettiği (aldığı)
ahkâmı (hükümleri) ümmetine teblîğ eder
(bildirir).
Ve
Nebîdir, Hak'tan ve âhiret umûrundan (ahiretle
ilgili husûslardan) ümmetine haber verir. Hâtem-i Evliyâ’ya
(son Evliyâ’ya)
gelince o, ezelde ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) sûretiyle Velîdir. Ve hâtem-i Rusül’ün (son
Resûl’ün, Hz. Muhammed’in) şerîatına tâbi' (bağlı)
olup, onun bütün ulûm (ilimlerine) ve ezvâkına (zevklerine)
vârisdir; (mirasçıdır)
ve Nebî’den verâset cihetiyle
(miras olarak) aldığı ulûmu (bilgileri) asıldan, ya'nî Hak'tan,
bilâ-vâsıta (vâsıtasız)
âhizdir (alıcıdır):
Ve "hakîkatü'l-hakâyık" (hakikâtlerin
hakikâti) olan hakîkât-i Muhammediyye mertebesinde müteayyin
olduğu (meydana
çıktığı) için "Nübüvvet", "Risâlet",
"Velâyet" ve "Hilâfet" mertebelerini ve diğer merâtib-i
İlâhiyye (İlâhi
mertebeleri) ve kevniyyeyi (evren
ile ilgili varlıkları) müşâhede eder (seyreder)
ve müteayyin olduğu (meydana çıktığı) bu mertebeden
ifâza (feyizlendirir)
ve imdâd (yardım)
eder. Bu sûrette hâtem-i Evliyâ (son
Evliya) şefâat kapısını açmak husûsunda Benî Âdem'in (insanların)
efendisi; ve Enbiyâ (Nebiler)
ve Evliyâ (Veliler)
cemâatinin (toplumunun)
pîşvâsı (önderi)
bulunan Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in hasenâtından (iyiliklerinden)
bir hasenedir (iyiliktir).
Zîrâ hâtem-i Evliyâ
(son Evliyâ) hâtem-i Rusül
(son Resûl) Efendimiz'in ahkâm-ı
şerîatına (getirdiği
şeriat hükümlerine) ahsen (en
güzel) ve ekmel (en mükemmel) bir vech ile
tâbi' (bağlı) ve hatmiyyette (sonuncu
olmakla), onun vâris-i ekmeli (en mükemmel mirasçısı) olduğundan,
zâhirde (dışarıya)
hasenesi (iyiliği)
olur. Ve cemî'-i hakâyıkı câmi' (bütün
hakikâtleri kendinde toplamış) olan hakîkat-i
Muhammediyye’de müteayyin olup (meydana
çıkıp) hâtem-i Rusül’ün (son
Resûl’ün) bâtını (özü, ruhu, hakikâti) olan bu makamdan ifâza (feyizlendirdiği)
ve imdâd (yardım)
ettiği için dahi, bâtında (özde)
onun hasenesidir (iyilikleridir). Ve
hâtem-i Rusül (son
Resûl) Efendimiz, vücûdda (varlıkta)
bi'l-cümle (bütün)
taayyünâttan (oluşumlardan, meydana gelenlerden) evvel
olduğu için bi't-tabi' (tabii
olarak) sâir Enbiyâ (diğer Nebiler) ve Evliyâ (Veliler)
cemâatinin (toplumunun)
pişvâsıdır (önderidir).
/ Ve zât-ı Ahadiyyet’te (Zât’ın
Ahadlığında) mahbûs (hapis) ve mahfî (gizli)
olan esmâ-i İlâhiyye’nin bi't-taayyün zuhûrlarına
(belirerek meydana çıkmalarına) bâis olduğu (sebep
olduğu) ve bâb-ı taayyünün (meydana
çıkış kapısının) fethinde (açılmasında)
şefâati sebk ettiği (şefaatte
öne geçtiği) gibi, yevm-i kıyâmette (kıyamet
gününde) Enbiyâ (Nebiler) arasında şefâat
mes'elesi mütereddid (tereddüt
edildiği, kararsızlık) olduğu vakit, şefâat yine ona râci'
olacağı (geri
döneceği) için, bâb-ı şefâatin (şefaat
kapısının) fethi (açılması)
husûsunda Âdemoğullarının (insanların)
efendisidir.
Beyt:
(Tercüme)
''Mûy-i vechin (tüylü
yüzün) latîf, (şeffaf)
lebin la'l-gûn (kırmızı renkli dudakların) ve
cemâlin zîbâdır (yüzün
güzeldir).
Yûsuf’un güzelliği; Îsâ'nın nefesi, Mûsâ'nın yed-i
beyzâsı (parlak
eli) hep sendedir. Bütün güzellerin câmi' olduğu (toplandığı)
şekil ve şemâil (ahlakın)
ve harekât ve sekenât (duruşunun)
güzelliklerinin kâffesi (bütün
hepsi) sende müctemi' olmuştur (toplanmıştır), (Sallallahu
aleyhi ve sellem)”.
İmdi
hâl-i hâssı ta'yîn eyledi, ta'mîm etmedi; ve bu hâl-i hâsta esmâ-i
ilâhiyye üzere tekaddüm etti (24).
Ya'nî
(S.a.v.) Efendimiz:
....................................Ya'nî "Ben şefâat bâbında (hususunda)
veled-i Âdem'in (Adem
oğullarının) seyyidiyim" (efendisiyim)
buyurmakla siyâdetini (efendiliğini)
hâl-i hâs ile, ya'nî şefâat kaydıyla, (bağıyla) ta'yîn ve takyîd eyledi
(kayıtladı)
; "Ben
veled-i Âdem'in seyyidiyim" (ben
insanoğlunun efendisiyim) demek sûretiyle siyâdetini (efendiliğini)
ta'mîm etmedi (umûmileştirmedi)
, ya'nî cemî'-i umûrda (bütün
işlerde) ve ahvâl-i cüz'iyye ve
külliyyede (bir
kısım durumlarda veya tümünde) siyâdetini (efendiliğini) beyân buyurmadı (açıklamadı)
; belki
"Siz umûr-ı dünyânızı (dünya
işlerini) benden daha iyi bilirsiniz" diyerek ba'zı umûr-ı
cüz'iyyede (bir
kısım işlerde) ashâb-ı kirâmı (kendisine
bağlı olanlar) hakkında, nefs-i Risâlet-penâhîleri üzerine
fazl (üstünlüğünü) isbât etti. İşte
bu hâl-i hâsta, ya'nî bâb-ı şefâatin (şefaat
kapısının) fethinde, (açılımında) esmâ-i İlâhiyye (İlâhi
isimler) üzerine / tekaddüm
eyledi (önde
oldu, önüne geçti) .
Zîrâ hâtem-i Enbiyâ (son Peygamber) (s.a.v.)
Efendimiz’in kalbi kâffe-i esmâyı (esmaların
hepsini) câmi' (toplamış) bulunan "Allah"
isminin mazharı (görüldüğü
mahal) ve vücûdu dahi "Rahmân" isminin mazharıdır (görüldüğü mahaldir). Binâenaleyh
(nitekim) hakîkât-ı Muhammediyye Zât-ı
Ahadiyye’nin (Zât’ın
Ahadlığında) celâli tahtında (Celâlinin
altında) müstehlek (bitmiş,
tükenmiş) olan esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi isimlerin) zuhûruna (meydana
çıkmasına) şefâat ettiği gibi, mazhar-ı ism-i Rahmân (Rahman
isminin açığa çıktığı mahal) olan (S.a.v.) Efendimiz,
yevm-i kıyâmette (kıyamet
gününde) ism-i Müntakim'in (müntakim
isminin) tecellîsi vaktinde
(meydana gelmesi zamanında) ehl-i mahşer (mahşer
yerinde toplananlar) hakkında da umûmen (herkese)
şefâat eder. Ve "Rahmân" ismi kâffe-i esmâ-i İlâhiyye’yi
câmi' (bütün
İlâhi isimleri toplamış) olduğundan, bu şefâati ile sâir (diğer)
esmâ-i İlâhiyye üzerine tekaddüm
eder
(önünde olur, önüne geçer).
Böyle
olunca ism-i Rahmân, Müntakım indinde ehl-i belâ hakkında ancak şâfi'înin
şefâatinden sonra şefâat etti. Binâenaleyh Muhammed (s.a.v.) bu makâm-ı
hâsta siyâdete fâiz oldu. İmdı merâtib ve makâmâtı anlayan kimse üzerine,
bunun gibi kelâmın kabûlü güç gelmez (25).
Ya'nî
ism-i Rahmân, ism-i Müntakim'in, mazharı (görüldüğü
yer) olan ehl-i belâ (kötü
kişiler) hakkında, ibtidâ (ilk
önce) şefâat etmez. Ve diğer esmâ-i İlâhiyye’nin şefâatine
muntazır olur (bekler).
Onların
şefâati müessir (tesirli)
olmayınca o vakit ehl-i belâ (kötülük
edenler) hakkında şefâat eder. Zîrâ ism-i Rahmân ibtidâ (ilk
önce) şefâat etse, diğer ehl-i şefâat (şefaatçi) olan esmânın ahkâmı (hükümleri)
zâhir olmaz (meydana
çıkmaz) ve dûçâr-ı ta'tîl olmak (faaliyetlerin
durmuş olması) lâzım gelir. Meselâ Müntakim ve Kahhâr
isimlerinin intikam ve kahrı hafif olduğu vakit, Raûf ve Rahîm
isimlerinin şefâati ile sâkin olur (durulur).
Fakat
onların intikam ve kahrı şedîd (şiddetli)
olunca, bu isimlerin şefâatini kabûl etmezler ve bu isimler,
onların şiddetine mukâvemet edemezler (karşı
koyamazlar) . İşte bu vakit ism-i Rahmân şefâat
eder; ve bu isimlerin zuhûru (çıkışı)
zâil (biter)
ve bâtın olur (gizlenir) . Binâenaleyh (nitekim), ism-i
Rahmân'ın / Müntakim ve Kahhâr isimlerine ve sâir (diğer) esmâ-i İlâhiyye’ye fazl
(üstünlüğü)
ve takaddümü (önde
oluşu) sâbit (mevcut)
olur. Zîrâ
ism-i Rahmân'ın saltanatı (üstünlüğü)
cümle (bütün her şeyin) üzerine zâhirdir
(görülür)
. Kâffe-i
eşyâ (bütün
her şey) ibtidâen (başlangıçta)
onun cûd (ihsanı) ve feyzi ile zulmet-i
ademden (karanlık
olan yokluktan) halâs olduğu (kurtulduğu)
gibi intihâen (sonuçta) dahi ehl-i belâ, (kötülük
sahipleri) zillet-i azâbdan (azabın
aşağılığından, horluğundan) onun şefâati ile kurtulur.
Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar:
(Tercüme)
"Eyyûb (a.s)’ın mihnetine (belâsına,
sıkıntısına) , Ya'küb (a.s.)’ın fâkasına (fakirliğine)
, başka
bir çâre olmadı. Ancak rahmet-i Rahmân yetişti."
İşte
'hâtem-i Enbiyâ (son Peygamber olan) (s:a.v.)
Efendimizin vücûd-ı saâdetleri, mazhar-ı
ism-i Rahmân (Rahman
isminin çıktığı yer) olduğundan, onlar bu makâm-ı hâsta (seçkin,
hususi makamda) , ya'nî
makam-ı şefâatte, siyâdetle (efendilikle) fâiz (üstün)
oldu; ve şân-ı şerîflerinde:
..................................... (Enbiyâ, 21/107) buyruldu.
İmdi
merâtib (mertebeler) ve makâmâtı, (makamları)
ya'nî Nübüvvet (Peygamberlik
görevi) Velâyetin zâhiri (görünürü)
ve Velâyet dahi Nübüvvet’in (Peygamberliğin)
batını (içi,
özü, ruhu) olduğunu ve Nübüvvette (Peygamberlik
göreviyle) müteayyin olan (beliren,
açığa çıkan) zâtın, hâtem-i Enbiyâ (son
Peygamber, Hz. Muhammed) ve onun bâtını (rûhu,
özü) olan Velâyette müteayyin bulunan (beliren,
meydana çıkan) hâtem-i Evliyâ idiğini
(son Evliyâ olduğunu) anlayan ve Nübüvvetin (Peygamberlik
görevinin) Velâyet’ten istimdâd ettiğini (yardım
dilediğini) ve Velâyet’in ahkâm (işleri,
hükümleri) ve âsârının (eserlerinin)
zuhûru (meydana
çıkışı) da Nübüvvet (Peygamberlik
görevi) ile olduğunu bilen kimsenin, bâlâdâ (yukarıda) zikrolunan (adı
geçen) "Hâtem-i Evliyâ’nın (son
Evliyâ’nın) bir vecihden (yönden)
enzel (aşağı)
ve bir vecihden (yönden) a'lâdır" (yüksektir)
ve "Hâtem-i Rusül’ün (son
Resûl’ün, Hz. Muhammed’in) velâyeti cihetinden (yönünden)
onun hâtm-i Velâyet’e (Velayeti
sona erdirme) nisbeti, Enbiyâ
(Nebiler)
ve Rusülün ona nisbeti gibidir"
ve emsâli (benzeri)
kelâmları kabûl etmesi kolay olur:/
Ve
minah-ı esmâiyyeye gelince: Ma'lûmun olsun ki, muhakkak Allah Teâlâ
hazretlerinin halkına olan menhı, O'ndan onlara rahmettir; ve onun hepsi
esmâdandır. Ya dünyâda rızk-ı lezîzden tayyib gibi; yevm-i kıyâmette
de hâlis olan rahmet-i hâlisadır. Bunu ism-i Rahmân i’tâ eder. O da
atâ-yı Rahmânîdir. Veyâhut şürbünü râhat ta'kîb eden devâ-i kerîhin
şürbü gibi, rahmet-i mümtezicedir;
ve o da atâ-yı ilâhîdir. Zîrâ atâ-yı İlâhîye, hademe-i esmâdan
bir hâdimin iki eli üzerine vâki'
olmaktan gayrı, Allah'dan atâ ıtlâkı mümkin olmaz (26).
Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) "atâyâ-yı Zât'ıyye"den (Zât’ın
bağışlarından) olan Nübüvvet ve Velâyet ahkâmını (hükümlerini)
beyân buyurduktan (bildirdikten)
sonra, "atâyâ-yı esmâiyye"nin (esmanın
bağışlarının) îzâhına (açıklamasına)
mübâşeret edip (başlayarak)
buyururlar (derler)
ki: Atâyâ-yı esmâiyyeye (esmanın
bağışlarına) gelince, bil ki Allah Teâlâ'nın mahlûkâtına
(yarattıklarına)
bahşettiği atâları (ihsanları)
kendi tarafından o mahlûkâtına rahmettir ve atâların (ihsanların)
hepsi esmâdan sâdır (çıkar)
ve vâsıl olur (erişir).
Bu rahmet dahi, ya rahmet-i hâlisa (saf,
karışıksız rahmet) olur; veyâhut rahmet-i mümtezice (karışık rahmet) olur. Rahmet-i hâlisa
(halis olan
rahmet) ,
hayât-ı dünyâda (dünya yaşantısında) yiyecek, içecek,
giyecek, nazar edecek (bakacak)
, işitecek
ve koklayacak, mesken (bir
yerde oturacak) ve menkûha (nikâhlanacak)
ve emsâli; rızk-ı lezîzden (tat
alınacak rızklardan) tayyib (hoş),
ya'nî helâl gibi ki; yevm-i kıyâmette (kıyamet
gününde) de keder-i hesâb (hesap
verme üzüntüsünden) ve luhûk-ı vebâl (azabın
erişmesinden) ve ıkâbdan (dertlerden)
hâlistir (kurtulmuştur)
. Nitekim,
Hak Teâiâ sûre-i A'râfda buyurur:
....................................................
(A'râf, 7/32) ya'nî "Ey Nebiyy-i zî-şânım! (şerefli Peygamberim) De ki, Allah'ın
çıkardığı zîneti (süsleri)
ve rızıktan tayyibâtı (iyi
olanlarını) kim haram etti? De ki o zînet (süs)
ve rızk-ı tayyib (temiz rızkı) hayât-ı dünyâda (dünya
yaşamında) ve hâlis (saf)
olarak dahi yevm-i kıyâmette (kıyamet
gününde) mü'minler içindir." Ve bu zikrolunan (adı
geçen) rızkı, arş-ı vücûd (evren)
üzerine mütecellî olan (tecelli
eden) ism-i Rahmân verir. Bu atâ-yı İlâhî (İlâhi
bağış) hâlis rahmettir, başka bir şey ile karışık değildir.
Rahmet-i mümtezice (karışık
olan rahmet) , kokusu kerîh (iğrenç) olan bir ilâcın içilmesi
gibidir ki, bunu içtikten sonra hastaya râhat gelir. Bu da atâ-yı İlâhî’dir.
(İlâhi esmanın
bağıştır) Zîrâ her ne kadar o kerîh (iğrenç) olan ilâç içilirken
hasta bir azâb duyduğu cihetle
bu hâl "Muazzib" isminin mazharı (çıktığı
yer) olur ise de, ba'dehû (daha
sonra) bu hâli Rahmân isminin mazharı (çıktığı mahal) olan râhat ta'kîb
ettiğinden bu "Muazzib" ismi /."Rahmân" isminin hâdimi
(hizmetçisi) olur.
Zîrâ atâ-yı ilâhâye (İlâhi
esmanın bağışları) , esmâ hâdimlerinden (hizmet
eden isimlerden) bir hâdim (hizmetçi)
ve tâbi' (uyup boyun eğmek) vâsıtasıyla
bir hizmet sebk etmedikçe (önce
bir hizmet yapmadıkça), atâ-yı İlâhî
ıtlâkı (İlâhi
bağışın serbest kalması) mümkin olmaz. Ve çünkü ne kadar
esmâ-i İlâhiyye varsa cümlesi "Allah" ve "Rahmân"
isimlerinin tahtında (altında)
mündemicdir (bulunur)
ve o isimler bu iki ismin hâdimleridir (hizmetçileridir)
. Nitekim, Hak Teâlâ
buyurur:................ (İsrâ, 17/110)
Ya'nî
"Ey Nebiyy-i zî-şânım! (şerefli
Peygamberim) De ki,
ister "Allah" ister "Rahmân" tesmiye edin (olarak
isimlendirin), hangisi ile duâ
ederseniz edin, imdi onun için esmâ-i
hüsnâ vardır."
Ma'lûm
olsun ki, atâyâ-yı İlâhiyye’nin kâffesi (İlâhi
bağışların hepsi) , Zât ve sıfâtı müştemil olan (saran,
içine alan) hazret-i İlâhiyye’den, ya'nî mertebe-i Ulûhiyyet’ten
ifâza (feyz) olunur. Fakat bu ifâza (feyzlenme)
Zât cihetinden (yönünden)
değil, belki sıfât ve esmâ cihetindendir (yönündendir) . Ve evvelen ifâza olunan (feyz
verilen) şey, rahmet-i vücûd ve hayattır, ya’nî ademden (yokluktan)
ihrâçtır (dışarı çıkmaktır) .
Ba'dehû (daha
sonra) bunlara tâbi' (uyan,
bağlı) olan şeylerdir.
Ve o rahmet dahi üç kısma münkasımdır (ayrılmıştır).
Birincisi:
Zâhirde (dışta)
ve bâtında (içte)
rahmet-i mahza (tam
rahmettir) ve hâlisadır (saftır)
ki; dünyâda helâl olan rızk-ı lezîzdir. (tatlı,
hoş kazançtır) Bir kimse dünyâda rızk-ı helâl (helâl
kazanç) ile mütena'im (rahat)
olsa, âhirette "Niçin rızk-ı helâl yedin?" diye muâteb
tutulmaz (azarlanmaz)
. Binâenaleyh
(nitekim),
zâhiren ve bâtınen rahmet-i mahza (katıksız
tam rahmet) olur. Ve
ulûm (ilimler)
ve maârif-i nâfia (faydalı bilgiler) dahi âhirette
rahmet-i hâlisadır (halis,
saf rahmettir).
İkincisi:
Rahmet-i mümtezicedir (karışık
rahmettir). Bu rahmet
dahi, ya zâhirde (dışta)
rahmet, bâtında nıkmettir (şiddetli
bela, cezadır).
Veyâhut bunun aksi olarak zâhirde (dışta)
nıkmet (şiddetli
bela, ceza), bâtında
rahmettir. Meselâ haram yemek, şarab içmek, zinâ etmek ve sâir (diğer) fısk u fücûr (günah
sayılan işlerdir) ve kalbi Hak'tan uzaklaştıran nefse muvâfakat
(uymak) gibi
tab'a (tabiatına)
mülâyim olan (hoş
gelen) şeyler zâhirde (dışardan) rahmet, bâtında, (içte)
nıkmettir (belâdır)
ve ibâdet ve nefsin arzûlarına muhâlefet (karşı
gelmek) ve mücâhede (nefsle savaş) ve riyâzet (dünya
lezzetlerinden sakınma) ve tab'ın (tabiatının) hoşlandığı fısk u
fücûrdan (günah
olan şeylerden) mücânebet (sakınmak)
, zâhirde
(dışarıda) nıkmet
(belâ) ve bâtında ni'mettir. Hz. Mısrî-i
Niyâzî ne güzel buyurur:
(Beyit)
İç
ol zehri ki bal ola sonunda
Sonunda zehr olan balı nidersin
Üçüncüsü:
Nıkmet-i zâhireyi (belli
belaları) ta'kîb eden ni'met-i zâhiredir (görünen
nimetlerdir) ki, bu da rahmet-i mümtezicenin (karışık rahmettin) bir nev'idir (çeşididir)
. Meselâ
kokusu çirkin olan bir ilâç içilir; o ilâcın te'sîriyle / elem-i
maraz (hastalığın
verdiği acı) mündefi' (atılmış)
olup râhat husûle gelir.
Bu
zikr olunan üç kısımdan birirıcisi "atâ-yı Rahmânî"dir (Rahman’ın
bağışıdır) .
Zîrâ rahmet-i mahza (tam rahmet) olduğundan diğer bir
ismin hizmeti araya girmeksizin doğrudan doğruya bunu "Rahmân"
ismi i'tâ etmiştir (ihsan
etmiş, vermiştir) .
İkincisi ve üçüncüsü atâ-yı Rahmânî (Rahman’ın
bağışı) değil, belki "atâ-yı İlâhî"dir (İlâhi
bağıştır). Çünkü ism-i Rahmân'ın tahtında
(Rahman ismi
altında) mündemic olan (bulunan)
hademe-i esmâdan (hizmet eden esmalardan) bir hâdimin
(hizmetçinin)
elleri üzerinde (elleriyle)
zuhûra (meydana) gelmiş olan rahmettir ve bu rahmet merâret (acı)
ile karışıktır, hâlis (sade, saf) değildir.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
05.02.2002
|