[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(X. Bölüm)
İmdi
Allah Teâlâ, ba'zan bir atâyı abde Rahmân'ın iki eli üzere verir. Binâenaleyh
atâ, o vakitte tab'a mülâyim olmayan veyâ garaza imâle etmeyen ve buna
müşâbih şâibeden hâlis olur. Ve Allah Teâlâ ba'zan atâyı abde Vâsi'in
iki eli üzere verir. Şu halde umûmî olur. Yâhut Hakîm'in iki eli üzere
verir. Böyle olunca vakitte aslaha nazar eder. Yâhut in'âm etmek için Vâhib'in
iki eli üzere verir; ve Vâhib'e karşı mu'tâ-leh olan kimseye şükür
ve amelden bir ivaz ile teklîf vâki' olmaz. Yâhut Cebbâr'ın iki eli üzere
verir. O halde mevâtına ve abdin müstahak olduğu şeye nazar eder. Yâhut
Gaffâr'ın iki eli üzere verir. Bu halde de mahalle ve abdin üzerinde sâbit
olduğu hâle nazar eder. Eğer mu'tâ-leh ukûbete müstehak olacak bir hal
üzere olursa, ondan onu setr eder; yâhut ukûbete müstehak olmaz bir hal
üzere olursa, ukübete müstahak olur
olan halden onu setr eder. Binâenaleyh mu'tâ-leh / ma'sûm ve inâyet
olunmuş ve mahfûz tesmiye olunur. Ve bundan gayri ki,
bu nev'e müşâkil ola (27).
Ya'nî
rahmet-i hâlisa (hâlis,
saf olan rahmet) ile rahmet-i mümtezicenin (karışık olan
rahmetin) tafsîli (açıklaması)
budur ki, Allah Teâlâ ba'zan bir kuluna bir atâyı (ihsanı)
ism-i Rahmân'ın iki eli üzere verir; zîrâ Rahmân'ın biri
"fâil" (etki
eden) ve diğeri "münfail" (etkiyi
kabul eden) olmak üzere iki eli vardır. Biriyle verir, diğeriyle
alır. Esmâ-i sâire (diğer
isimler) hakkında da bu i'tibâr (husus)
vârdır. Binâenaleyh (nitekim),
bu atâ, (bağış)
atâ-yı hâlis (hâlis,
saf ihsan) olur. Vakt-i vürûdunda (zamanı
geldiğinde) tabîata mülâyim (tabiatına
hoş) gelmeyen şeyle karışık değildir. Meselâ karnı aç
olan kimseye helâl olan taâm-ı latîf (latif
yemek) ve nefis ihsânı gibidir. Bu bir ihsan ve atâdır (bağıştır ki) ki,
aç olan kimse hakkında rahmet ve atâ-yı hâlistir (hâlis,
saf ihsandır). Ne
zâhiren (bedenen)
ve ne de bâtınen (rûhen)
tab'a mülâyim (tabiata hoş) gelmeyen
bir şeyle memzûc (karışmış)
değildir. Veyâhut o atâ mu'tâ-leh (ihsan ulaşmış) olan
kimseyi garaza (gayesine)
ve maksûda (maksadına,
isteğine) imâle etmez olmaktan, (meylettirmeksizin)
ya'ni abdi (kulu)
garazına (gayesine)
nâiliyyetten, (ulaşmaktan)
men' eden şeyden ve sâir (diğer)
bunu mümâsil (benzer) mûcib-i
keder (karşılığında
keder) olacak şeylerden hâlistir (karışık
değildir). Meselâ
bir pâdişah mâl-i helâlinden (helâl
malından) bir kimseye on bin liralık bir çiftlik ihsân etse (verse), bu atâ-yı
hâlistir (saf
bağıştır, ihsandır) .
Ve o kimsenin garazı (gayesi) ondan
intifâ' etmektir (faydalanmaktır).
Fakat bir müstahikk (hakkı
olan) çıkıp o çiftlik kendi malı olduğunu da'vâya kıyâm
etse (dava
açsa),
bu da'vâ, o kimseyi garaza (gayesine)
nâiliyyetten (ulaşmaktan) men'
eden bir şey ve mûcib-i küdûret (üzüntü,
keder karşılığında) bir hâl olur. İşte atâ-yı hâliste (hâlis,
saf olan bağışlarda) bu gibi şeyler vâki' olmaz (olagelmez).
Ve
ba'zan Allah Teâlâ bir atâyı (bağışı),
"Vâsi"'
isminin iki eli üzere verir. Ve bu atâya sıhhat ve rızık gibi umûmen (genel olarak) halâyıkâ
(yaratıkları)
şâmil olur (kaplar,
içine alır) ;
veyâhut her hangi bir abdine (kuluna) hâs
(özel) olup
onun zâhir (dış)
ve bâtınına (iç
alemine) ve rûh ve tabîatına ve
cemî'-i ahvâline (bütün
hallerine) âmm (umumi, genel) olur.
Ve
ba'zan Allah Teâlâ atâyı "Hakîm" isminin iki eli üzere
verir. Ve o vakitte en ziyâde (fazla)
sâlih (doğru)
olan emir ne ise, Hak Teâlâ ona nazar eder (bakar).
Meselâ,
bir kimsenin çürük bir dişi gayet şedîd (şiddetli)
bir sûrette (biçimde) ağrır.
Bu veca'dan (acıdan)
halâsı (kurtulması)
,
o dişin çıkarılmasına mütevakkıftır (bağlıdır).
Halbuki
diş çıkarılırken, o ağrıdan daha şedîd (şiddetli)
bir acı hissolunur. Fakat sonunda râhat vardır. Binâenaleyh (nitekim)
abdin (kulun) o
vakitte en ziyâde (fazla)
işine yarayacak olan şey, dişin çıkarılmasıdır. Ve hikmet
dahi abdin (kulun)
hâline münâsib (uygun)
olan şeyi vermektir. Bu atâda (bağışta)
nıkmet (belâ) ile
/ ni'met karışıktır. Ve Hakîm isminin hizmetiyle rahmet hâsıl (mevcut)
olmuştur. Ya'nî Hakîm ismi, Rahmân isminin hâdimi (hizmetkârı)
olmuştur. Onun için buna
atâ-yı rahmânî (rahmanın
ihsanı) denmez, belki atâ-yı ilâhî (İlâhi
ihsan) denir. Çünkü İlah ma'bûddur (kendisine
ibadet edilendir) ve ma'bûd (kendisine
ibadet edilen) ise âbide (kulluk
edene) nisbetle (göre) ma'bûddur.
(ibadet
edilendir) Ve marîz (hasta)
ise, ism-i Şâfi'ye (şafi
ismine) taabbüd eder (ibadet
eder) ve muhtac olduğu şeyi o isimden taleb eyler (ister)
. Ve
Hakîm ismi ise o abdi (kulu)
muhtâc olduğu ma'bûdu cânibine (kendisine
ibadet edilene) götürmeğe hâdimdir (vazifelidir).
Ve ism-i Şâfı, Rahmân ismi tahtında (altında)
mündemicdir (bulunur).
Yâhut
Allah Teâlâ atâyı (bağışı),
in'âm etmesi (vermesi)
için Vâhib isminin iki eli üzere verir. Ve bu isim vâsıtasıyla
gelen atâ-yı İlâhî’ye (İlâhi
bağışlara) karşı, mu'tâ-leh (kendisine
ihsan ulaşmış) olan kimse, şükür ve amel etmek gibi bir
ivaz (karşılık,
bedel) ile mükellef olmaz. Ya'nî bu atâ (bağış),
abde
(kula) şükrettiği
ve amel-i sâlih işlediği (iyi
işler yaptığı) için verilmiş değildir. Belki mahz-ı in'âm
(asıl,
tam nimet) içindir. Ve Allah Teâlâ bu in'âm-ı mahz (asıl,
tam nimet) ile
ni'metlerinin vücûdunu ızhâr buyurur (açığa
çıkarır). Nitekim
müddet-i ömründe bir defa bile şükretmemiş olan veyâhut zâten îmânı
olmadığı için amel-i sâlih (iyi
işler) işlemek aslâ hâtırına hutûr etmemiş (hatırına
gelmemiş) bulunan kimseler, envâ'-ı niam-ı İlâhiyye (çeşitli
İlâhi nimetler vermesi) ile mütena'imdir. (Varlık
içindedirler) Cenâb-ı Sa'dî (k.s.) buyurur:
(Tercüme)
"Ey kerîm olan Allâh-ı zü'l-Celâl! Sen hazîne-i gaybından (gizli
hazinelerinden) mecûsîleri (ateşe
tapanları) ve kâfirleri irzâk edersin (rızıklandırırsın).
Sen
düşmanlarına in'âm (bağış)
ve ihsân ettiğin halde, hiç dostlarının in'âmından (nimetlendirmekten)
mahrûm eder misin?"
Yâhut
Allah Teâlâ atâyı (bağışları)
ism-i Cebbâr'ın iki eli üzere verir. Ve bu sûrette de ism-i
Cebbâr mevâtına (durduğu
yere) ve abdin (kulun)
müstahak olduğu (hakkettiği)
şeye nazar eder (bakar).
Meselâ abdin kibir ve azameti kendisinin âfetidir (felâketidir);
kemâl
ise tevâzu'dadır (alçak
gönüllülüktedir); binâenaleyh
(nitekim)
onun müstahak olduğu (hakkettiği)
şey, bu mevtında (menzilde,
durakta) zillettir (horluk, alçaklıktır).
İsm-i Cebbâr, o abdin (kulun)
dûçar (uğramış)
olduğu âfet-i kibri (kibrin
felâketinden) zilletle (aşağılayarak)
cebredip (zorla)
defeyler (kovar).
Yâhut
Allah Teâlâ atâyı (bağışları,
ihsanları) Gaffâr isminin iki eli üzere verir. Bu halde ism-i
Gaffâr, mahalle (yer)
ve abd (kul)
/ ne hâl üzere sâbit (ne durumda mevcut)
ise o hâle nazar eder (durumuna
bakar). Meselâ
bir mü'minin aybına muttali' olduğumuz (öğrendiğiniz)
vakit, onu setre me'mûruz (örtmekle
vazifeliyiz) ;
zîrâ gıybet (çünkü
dedikodu) ve aybı ifşâ (meydana çıkarmak)
haramdır. Fakat bî-hayâ (terbiyesiz)
olan kimsenin meâyibini (ayıplarını)
gördüğümüz vakit, halkın levm (kınamaları)
ve takbîhi (çirkin
görmeleri) sebebiyle o meâyibde ısrardan (yaptığı ayıbı
tekrarlamaktan) vazgeçer ümîdi ile, onlardan bahsetmek (konuşmak)
câizdir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:
.................................Ya'nî "Kim ki hayâ (utanma,
ar, namus) gömleğini çıkarıp atarsa, onun için gıybet (dedikodu)
yoktur." Binâenaleyh (nitekim)
aybı setr etmek (örtmek)
ve etmemek (örtmemek)
husûsunda (konusunda) mahalle
(o
yere), ya'nî
sâhib-i ayba (ayıbı
işleyen kimseye) ve onun bulunduğu hâle (duruma)
nazar olunur (bakılır).
İmdi
ism-i Gaffâr'a mazhar (gaffar
isminin çıktığı yer) olan kimse, iki halden (durumdan) hâlî
(kayıtsız)
değildir. Ya ukûbete (azabı,
cezalandırılmayı) müstahak olacak (hakkedecek) bir
hâl üzere (durumda)
olur; veyâhut ukûbete (azabı,
cezalandırılmayı) müstahak olmayacak (hak etmeyecek) bir
hal üzere bulunur. Eğer ukubete (cezaya,
azaba) müstahak olacak (hakkedecek)
bir hal üzere (durumda)
olursa Gaffâr onu ukûbetten (azapla,
cezalandırarak) setr eder (örter)
. Ya'nî
abd, (kul) irtikâb-ı
maâsî (rüşvetçilik,
yiyicilik ve isyan) edip ukûbete (cezalandırılmaya)
istihkâk kesbettiği (hak
kazandığı) halde Gaffâr onu mağfiret eyler; (bağışlar)
ve eğer ukûbeti îcâb etmeyen (cezalandırılmayı
gerektirmeyen) bir hal üzere, (durumdaysa)
ya'nî tâat (ibâdetler) ve
a'mâl-i sâliha (iyi
işler) ve ahlâk-ı hasene (güzel
ahlak) üzere bulunursa, ukûbete (cezalandırılmayı,
azabı) müstahak olacak (hakkedecek)
olan halden, ya'nî irtikâb-ı maâsîden (kötü
işlerini) setr eder (örter). Ve işte
ukûbeti mûcib olan (cezalandırılmayı
gereken) halden mestûr (örtülmüş,
gizlenmiş) olan, kimseye "ma'sûm ve inâyet olunmuş ve
mahfûz" (korunmuş)
tesmiye olunur (denir). Ve bu
nev'e müşâkil (şekle
benzeyen) ve münâsib (uygun)
olân esmâ-i mezkûrenin (adı
geçen esmalardan) gayrı, (başkası) hep
atâyâ-yı esmâiyyedendir (esmaya
ait bağışlarındandır).
Ve
nezdinde olan hazînelerin hâzini olduğu haysiyyetle mu'tî, Allah'dır.
Binâenaleyh o atâyı ism-i hâssının iki eli üzere, bu emr ile, ancak
kader-i ma'lûm üzere çıkarır. Böyle olunca ism-i Adl ve ihvânı
yedeyni üzere, her bir şeyin halkını verdi (28).
Ya'nî
her bir ism-i ilâhî bir hazînedir; ve bi'l-cümle (bütün)
esmâ "Allah" isminin tahtında (altında) müctemi'dir
(toplanmıştır).
Binâenaleyh
(nitekim) "Allah"
ismi bi'l-cümle (bütün)
hazînelerin hazînedârıdır (sahibi,
idarecisidir) . Her bir
ismin hazînesinden gelen atâları, (bağışları)
hepsinin hazînedârı (idâre
edeni) "Allah" ismi olmak haysiyyetiyle (bakımından)
,
o verir. Şu halde mu'tî (veren)
Allah'dır. Ve Allah bu atâları, (bağışları)
her bir mazharın (görüntü
yerinin, birimin) / müdebbiri (idare
edicisi) ve rûhu ve Rabb-i hassı (terkibindeki
ağırlıklı isim) olan ism-i hâssının (kendi has isminin)
iki eli, ya'nî yed-i fâile (veren
eli) ve yed-i kâbilesi (alan
eli) üzere ancak kader-i ma'lûm (bilinmiş
kaderi) ile o hazîneden ihrâç eder (dışarı
çıkarır). Doğduğu
günden öleceği güne ve dakîkaya kadar bir kimsenin, ism-i hâssının (kendi
özel isminin) hazînesinde ne varsa, doğar doğmaz hepsi birden
ihrâç olunmaz (dışarı
çıkmaz) ; hastalık,
sağlık, açlık, tokluk, rızık ve ilim, vakit vakit mikdâr-ı ma'lûm (belli
ölçüler) üzere nâzil olur (iner)
.
Binâenaleyh (nitekim),
Allah Teâlâ Adl isminin ve
onun kardeşleri olan Muksit ve
Hak ve Hakem gibi sâir (diğer)
esmânın iki elleri üzere her şeyin halkı (yaradılışı)
ne ise, ya'nî ezelde lisân-ı isti'dâd ile
(önceden olmuş istidândan gelen bir şekilde) Hak'tan taleb
ettiği (istediği)
ve onun bu talebi (isteği)
üzerine Hakk'ın dahi onun hakkında hükmeylediği (emrettiği) şey
ne ise, onu verir. Şu halde "Bu niçin fakîr oldu; ve o niçin zengin
oldu?"; veyâ "Bu âsî, o mutî' (cömert)
oldu?"; veyâhut "Bu insan, o da köpek oldu?"
diye Hakk'a i'tîraz olunamaz. Zîrâ Adl ve Hakem isimleri her
şeye halkını (yarattığını)
vermiştir. Binâenaleyh (nitekim),
herkesin hakîkâti ve ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) neyi beğenip istemiş ise, ona o verilmiştir.
........................................(En'âm, 6 / 149) ya'nî
"Allah için
.......hüccet-i bâliğa (ulaşmış
delil) sâbittir" (mevcûttur)
ve ...................................... (Enbiyâ, 21/23) Ya'nî
"Allah işlediğinden mes'ûl değildir, onlar mes'ûldür". Zîrâ
Hak herkese istediğini vermiştir. "Niçin istediğini verdin?"
diye, bir kimseye i'tirâz olunmaz. Fakat "Niçin sen fenâ şeyi beğendin
aldın?" diye, i'tirâz olunmak becâdır (uygundur)
.
Bu bahisde (konuda)
"Sâil (dileyen, isteyen) kim;
mes'ûl kim; ve iyi şey dururken, fenâ şey nasıl alınır?" gibi,
birçok suâller vârid olur (gelir)
Bunların cümlesi (hepsi),
diğer fasıllarda (bölümlerde)
sırası geldikçe îzah olunmuştur (açıklanmıştır).
Hemen
Cenâb-ı Hak fehm-i sahîh (doğru
anlayış) ve zevk-i selîm (zevkin
en yüksek derecesini) ihsân buyursun.
Ve
esmâullah nâmütenâhîdir. Zîrâ o esmâ, onlardan vâki' olan şey ile
bilinir; ve onlardan vâki' olan şey dahi gayr-ı mütenâhîdir. Ve eğer
ki esmâ-i İlâhiyye, usûl-i mütenâhiyyeye rücû' eder ki, o da ümmehât-ı
esmâdır, yâhut hazarât-ı esmâdır. Ve ale'l-hakîka vücûdda esmâ-i
İlâhiyye ile kinâye olunan niseb ve izâfâtın kâffesini kabûl eden
hakîkat-ı
vâhideden gayrı yoktur. Halbuki hakîkat, ilâ-mâ-lâ-yetenâhî zâhir
olan bir isim için bir hakîkat sâbit olmasını i'tâ eder ki, o isim, o
hakîkat ile diğer isimden mümtâz olsun; ve o hakîkat ki, isim onunla diğer
isimden ayrılır, o ismin "ayn"ıdır. Kendisinde iştirâk vâki'
olan şeyin "ayn” ı değildir (29).
Ya'nî
Allah'ın isimleri her ne kadar mütenâhî (sonsuz)
olan asıllara (özlere)
, ya'nî
esmâ-i zâtiyye
ta'bîr olunan (denen)
Hayy, Alîm, Semî', Basîr, Mürîd ve Kadîr gibi ümmehât-ı
esmâya, (ana
isimlere) veyâ hazarât-ı esmâya (esma
mertebesine) rücû' eder (döner)
ise, de, fürû'u i'tibâriyle (şûbeleri,
kısımları bakımında) nâmütenâhîdir (sonsuzdur)
.
Zîrâ esmâ, kendilerinden sâdır olan
(çıkan) âsâr (eserler)
ile ma'lûm olur (bilinir) ve
âsâr-ı sâdıra (çıkan
eserler) ise nâmütenâhîdir
(sonsuzdur) . Ve hakîkat-ı hâle (asıl
hal, hakikât olan hale) nazar olunursa, (bakılırsa)
hakîkat-ı vâhide (tek
hakikât) olan vücûd-ı mahzdan (Zât’ın
vücûdundan) gayrı (başka) bir
vücûd yoktur. Ve o hakîkat-ı vâhide (tek
hakikât) cemî'-i niseb (bütün
sıfatları) ve izâfâtı (kayıtlı olanları)
kabûl eder ve bu niseb (sıfatlar)
ve izâfât (bağlantılar,
izâfi olanlar) o hakîkâtin Ahadiyyetinde müstehlek olmak (bitmiş,
tükenmiş yok durumunda olduğundan) i'tibâriyle (dolayı) birbirinin
aynıdır. İşte bu niseb (sıfatlar)
ve izâfâta (bağlantılara,
izafi olanlara) biz "esmâ-i İlâhiyye" ta'bîriyle (tanımlamasıyla)
kinâye ederiz (anlatırız).
Ve hakîkat ilâ-mâ-lâ-yetenâhî (sonu
gelmeyen) âsârıyla (eserleriyle)
zâhir olan (meydana
çıkan) bir isim için bir hakîkat sâbit (mevcut) olmasını
iktizâ eder (gerektirir),
tâ
ki her bir isim kendi hakikati ile diğer isimden tefrîk edilebilsin (ayrılabilsin).
Meselâ Hâdî ve Mudill
isimlerinin ayrı ayrı birer hakîkâtlari olmasa, yekdîğerinden (birbirlerinden)
bunları ayırmak mümkin olmaz idi. Halbuki bunların âsârı (eserleri)
muhteliftir. (çeşitlidir) Birinin
eseri salâh, (iyileştirici)
diğerinin eseri fesâddır (bozuculuktur).Mâdemki
eserleri başka başkadır, elbette hakîkâtleri de başka başka olmak lâzım
gelir. Ve her bir ismi diğer isimden tefrîk eden (ayıran)
hakîkat, o ismin "ayn"ıdır.
Fakat' her bir ismin hakîkâti, içinde müştereken (birlikte)
sâbit (mevcut) oldukları,
hakîkât-i vâhidenin (tek
hakikâtin) "ayn"ı (tıpkısı,
kendisi) değildir. Zîrâ o hakîkât ayn-ı küldür (kendisi
bir bütündür); ne
kadar hakâyık (hakikâtler)
var ise hepsini câmi'dir (toplamıştır).
Ve cüz' (parça,
kısım),
küllü muhît olamaz (bütünü ihata
edemez, kuşatamaz) ki onun "ayn"ı (tıpkısı)
olsun.
Misâl:
Semâ ta'bîr ettiğimiz (sema
dediğimiz) fezâ-yı nâmütenâhideki (sonsuz
evrendeki) ecrâm-ı bî-nihâye (sonsuz
cisimlere) "esîr" denilen madde-i latîfenin (şeffaf
maddelerin) kesâfet peydâ etmesinden (yoğunlaşmasından)
husûle gelmiştir (türemiştir).
Binâenaleyh (nitekim),
her birinin hakîkâti "esîr"dir. Ve onun hakîkâti (kendi
hakikâti olan) esîrden kendisinin nasîbi olan mikdârın
"ayn"ıdır (aynısıdır).
Yoksa ayn-ı kül (tek bir bütün) olan
esîrin "ayn"ı olamaz. Zîrâ esîr, o cirme (cisme)
isâbet etmiş (payına düşmüş)
olan mikdardan (ölçüden)
ibâret değildir.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
12.02.2002
|