11.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XI. Bölüm)

Nitekim muhakkak a'tıyât, her ne kadar ayn-ı vâhidden ise de, her bir a'tıye, kendi şahsıyyeti ile, kendinin gayrinden ayrılmıştır. Binâenaleyh bunun, o diğeri olmadığı ma'lûmdur. Ve bunun sebebi, esmânın temeyyüzüdür. Böyle olunca hazret-i İlâhiyye’de, onun ittisâ'ından dolayı, aslâ tekerrür eder bir şey yoktur. İşte bu, kendisine i'timâd olunan haktır (30).

Ya'nî her bir ismin hakîkâti, diğer bir ismin hâkîkatinden ayrı olduğu gibi, atâyâ-yı İlâhiyye’den (İlâhi ihsanlardan) her bir atıyye (bağış)  dahi kendi şahsıyyeti ile diğer atâyâdan (bağışlardan) tefrîk olunur (ayrılır). Maahâzâ (bununla beraber) atâyânın kâffesi (bağışların hepsi) bir asıldandır (tek özdendir). Ya'nî bütün esmâyı câmi' olan (esmayı kendinde toplayan) Hakk'ın vücûd-ı vâhidindendir (tek vücudundandır). O da Zât-ı Aha­diyye'dir (Ahad olan Zât’ıdır) . Fakat Zât-ı Ahadiyye’nin (Ahad olan Zât’ın) Zâtiyyeti (Zâtlığı) cihetinden (yönünden) hiçbir atâ (bağış) sâdır ol­maz (çıkmaz). Zîrâ ondan hiçbir tecellî (oluşum, meydana gelme) vâki' olmaz (gerçekleşmez). Atâ (bağış) ancak esmâ yediyle (eliyle) vâsıl olur (ulaşır) . Binâenaleyh (nitekim) Allah Teâlâ; her atâyı (bağışı) bir ism-i mahsûsun (isme ait olan ismin)  hâzînesinden verir. Ve esmânın isti'dâdları başka başka olduğundan, o isimlerin hazîne­lerindeki atâlar (bağışlar) dahi bittabi' (tabii olarak) biribirine benzemez. Şu halde atâyâ (bağışlar), yekdîğerinden (birbirinden) ayrılır. İşte bu îzâhâttan (açıklamadan) ma'lûm olur (bilinir) ki, bu atâ, (bağış) o diğer atânın (bağışın)  aynı değildir. Ve atâyânın (bağışların) biribirinden ayrılmasına sebeb dahi esmânın yekdîğerinden (birbirinden) ayrı olmasıdır. Binâenaleyh (nitekim), hazret-i İlâhiyye, ya'nî merte­be-i Ulûhiyyet, o kadar geniştir ki, nâmütenâhî (sonsuz) olan esmânın hakâyık-ı mütemeyyizesini (farklı hakikatleri) câmi' olduğu (kendinde toplaması) cihetle (yönüyle),  onda aslâ tekerrür eden (tekrarlanan) bir şey bulunmaz; ya'nî vârid olan (gelen, ilham olunan) atânın (bağışın) ebedü'l-ebed (ebediyete kadar) bir daha aynı sâdır olmaz (çıkmaz) . Çünkü gelen, bitmez tükenmez bir nâ-mütenâhîdir (sonsuzluktur) . Tekerrür (tekrar) ise darlıktan neş'et eder (doğar) . Ve bu adem-i tekerrür (tekrarın olmadığı) hakkındaki mezheb (gidilen  yol) , kendisine i'timâd olunan (güvenilen) bir mezheb-i haktır; (hak,doğru yoldur) çürük bir mezheb-i bâtıl (boşu boşuna tutulmuş, beyhude yol) değildir.

Mesnevî

(Tercüme) "O adem-i izâfî (yok olan, izafi varlık), ölüden daha ölüdür. Onun keff-i îcâdında                (avuç içini var etmede) muztarr (çaresiz) olur. Sen Kur'ân-ı Kerîm’de .............................................. (Rahmân, 55/29)
ya'nî "O her anda bir şe'ndedir" âyet-i kerîmesini oku da, onu işsiz ve fiilsiz bilme! Onun her gün en aşağı olan işi odur ki, o üç orduyu seferber kılar. Bir orduyu babaların sulbünden rahimde nebât bitmek, ya'nî evlâd hâsıl olmak için, anaların tarafına yollar; ve bir orduyu, cihân  (dünya) erkek ve dişiden dolmak için rûy-i zemîne (yeryüzüne) gönderir; ve bir orduyu, her bir kimse hüsn-i amelini (yaptığı güzel işleri) görmek için arzdan (yeryüzünden) ecel tarafına yollar." İşte bunların cümlesi bi-hasebi'l-esmâ (hesap edilemez esmanın) tecellî-i İlâhî (İlâhi oluşumları) ve atâyâ-yı İlâhîdir; (İlâhi bağışlardır) ve O'nun  şuûnâtı (fiilleri, işleri) nâmütenâhîdir (sonsuzdur).

Ve bu ilim, Şîs (a.s.) ‘ın ilmidir  ve onun rûhu, ervâhdan bunun mislinde tekellüm edenlerin cümlesi için mümiddir. Hatmin rûhu müstesnâdır. Zîrâ her ne kadar cesed-i unsurîsinin terkîbi zamânında, bunu kendi nefsinden taakkul etmedi ise de, ona madde, ervâhdan bir rûhdan değil, ancak Allah'dan gelir. Belki onun rûhundan cemî'-i ervâha madde olur. İmdi  o, hakîkatı ve rütbesi haysiyyetiyle bunun hepsini, aynıyla âlimdir. Terkîb-i unsurîsi cihetinden onu câhil olduğu, / haysiyyetle o âlimdir, câhildir. Binâenaleyh ezdâd ile ittisâfı kabûl eder. Nitekim asıl, bununla ittisâfı kabûl eyler. Celîl ve Cemîl gibi. Zâhir ve Bâtın ve Evvel ve Âhir gibi. Ve halbuki, o, kendinin aynıdır; onun gayrı değildir. İmdi o, bilir, bilmez ve âriftir, ârif değildir ve müşâhiddir, müşâhid değildir (31).

Ya'nî işte bu atâyâ-yı İlâhiyye’ye (İlâhi bağışlara) dâir olan ilim, Şîs (a.s.) ın ism-i hâssının (kendine ait asıl esmasının) hazînesinde meknûz (gizli, gömülü) olan ilimdir. Ve ervâh-ı kümmelden (kâmil, ermiş rûhlardan) her kim bu atâyâ-yı İlâhî (İlâhi bağışlar) bahsinde (konusundan) söz söylerse, Şîs (a.s.)’ın rûhu, bu ilimde onların ervâhına (ruhlarına) imdâd (yetişir yardım) eder. Ancak hatm-i Evliyâ’nın (son Evliyâ’nın) rûhu bu istimdâddan (yardımdan) müstesnâdır (kural dışı kalmıştır). Zîrâ hâtem-i Evliyâ, (son Evliyâ)  bi'l-cümle (bütün) Evliyâ’nın (velilerin) ulûmda (ilimlerde) me'haz-i feyzidir (feyzin çıktığı kaynaktır) ve ona gelen madde-i ilim (öz ilim) hiçbir rûhtan gelmez, ancak Allah'tan gelir. Zîrâ velâyet-i mutlaka-i İlâhiyyede (salt, tek, kayıtsız olan mutlak Velâyet’te) meknûz (saklı, gömülü) olan şey, en evvel velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’de (Muhammed’e has Velâyette, Hz. Muhammed’in hakikâtinde) müteayyin olur (meydana çıkar).  Ve bu velâyet, cemî'-i esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye’yi (bütün İlâhi esma ve sıfatları) câmi` (toplamış) olduğundan, ne kadar hakâyık-ı vücûbiyye (zarûri hakikâtler) ve imkâniyye (imkân dahilinde ne) varsa, hepsine füyûzât (feyzler) bu mertebeden dağılır. Ve cemî'-i ervâha, (bütün rûhlara) hâtem-i Velâyetin (son Velâyetin, Hz. Muhammed’in) rûhundan madde olur. Fakat hâtem-i Evliyâ, (son Evliyâ) cesedinin (madde bedeninin) bu âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) anâsırdan (toprak, su, ateş, hava) terekküb etmiş (bileşiminden meydana gelmiş) olduğu zamanda bunun böyle olduğunu kendi nefsinden taakkul (zihnini zorlayarak, aklederek) ve fehm (idrak) etmedi; velâkin hakîkât-i esmâiyyesi (kendine ait esmanın hakikâtleri) ve mertebe-i rûhâniyyesi cihetinden (yönünden), her şeye imdâd ettiğini (yetiştiğini) "ayn"ıyle (hakikâti) ve zâtı ile bildi. Şu halde hâtem-i Evliyâ’nın (son Evliyâ’nın) bunu hakîkatiyle  bilmesine ve terkîb-i unsurîsi (madde bedenini meydana getiren unsurlar) cihetiyle (yönüyle) bilmemesine nazar olunursa (bakılırsa) ,  onun hem âlim ve hem de câhil olduğuna hükmolunur (karar verilir). Binâenaleyh (nitekim) hâtem-i Evliyâ, (son Evliyâ) ilim ve cehil (cahillik) gibi ezdâd (zıtlar) ile ittisâfı (vasıflanmayı) kabûl eder. Nitekim asıl, ya'nî vücûd-ı vâhid-i Hak (tek vücûd sahibi olan Hak), ezdâd (zıtlar) ile ittisâfı (vasıflanmayı) kabûl etmiştir. O ezdâd (zıdlar) dahi Celîl ile Cemîl ve Zâhir ile Bâtın ve Evvel ile Âhir gibidir. Ve halbuki ezdâdı (zıtları) kabûl eden vücûd-ı vâhid (tek vücûd) kendi vücûdunun aynıdır; kendi vücûdunun gayrı (başkası) değildir. Meselâ ayn-ı vücûd-ı insan (insan kendi vücudunda) gülmeyi ve ağlamayı ve gazabı (hiddeti) ve rızâyı ve gam (keder) ve şâdîyi (ferahlığı) kabûl eder. Bunlar ise birbirinin zıddı olan şeylerdir. Ve ayn-ı vâhid-i insânî, (tek Zât olan insan) kendi vücûdunun / aynıdır, gayri (başka) değildir. Ve o ezdâd (zıtlar) şuûnât-ı Zâtiyyedir; (Zât’ının işleri, fiilleridir) ve şuûnât-ı zâtiyye   (zâtın fiilleri, işleri) o ayn-ı vâhidin (tek Zâtın) aynıdır ve şuûnât (işler, fiiller) arasındaki zıddıyyet, yekdîğerine , (birbirlerine) nisbetledir (göredir) .  İmdi hâtem-i Evliyâ (son Evliyâ) Zâtının hakîkâti ile âlimdir, âriftir ve müşâhiddir (bakan görendir) ve terkîb-i unsurîsi (madde bileşimi olan bedeni) ile âlim değildir, ârif ve müşâhid (gören) değildir; zîrâ terkîb-i unsurî (madde bedeni) hicâbdır (perdedir).

Ve bu ilim sebebiyle Şîs tesmiye olundu. Zîrâ onun manâsı "hibetullah"dır. Binâenaleyh, asnâfının ve nisebinin ihtilâfı üzere, atâların anahtarı onun yedindedir. Zîrâ, Allah Teâlâ'nın Âdem'e vehb ettiği şeyin evvelkisi  odur ve onu ancak Âdem'in kendisinden vehb etti. Zîra veled, babasının sırrıdır. Binâenaleyh ondan çıktı, yine ona rücû' etti. İmdi fehmi Allah'dan olan kimse için, Âdem'e garib gelmedi. Ve kevnde olan atânın kâffesi bu mecrâ üzeredir (32).

Yâ'nî bu ilm-i atâyâ (ilmi bağışlar) sebebiyle, Şîs (a.s.)’a "Şîs" adı verildi. Çünkü Şîs'in ma'nâsı İbrânîce "Hibetullah"tır (bağışlayandır) .  Zîrâ Âdem (a.s.)’in Hâbil'in vuku'-ı şehâdetinden (şehid olma hadisesinden) sonra mahzûn (hüzünlü) olup, vehb-i İlâhi (İlâhi bağış) olan ulûm-ı ilkâîye (ilim telkin eden) sâlih bir oğul taleb etti (istedi) . Hak ona Şîs (a.s.)’ı ihsân etti (bağışladı) . Binâenaleyh (nitekim), Cenâb-ı Âdem onu, ismi müsemmâsına (isimlenenine) mutâbık (uygun) olmak üzere, "hibetullah" (Allah bağışı) ma'nâsına gelen Şîs ismiyle tevsîm eyledi (adlandırdı). Ve ulûm-ı vehbiyye (Allah’tan gelen ilim ile) ibtîdâ (ilk olarak) suver-i insâniyyede (insan suretlerinde) Şîs (a.s.) ile zâhir olduğundan (meydana çıktığından) , atâyânın (bağışların) miftâhı (anahtarı) , onların asnâfının (sınıflarının) ve nisbetlerinin (sıfatlarının) ihtilâfı (birbirine karışması) üzere, Şîs (a.s.)’ın yedindedir (elindedir). Ve atâyânın (bağışların) asnâf (sınıfları) ve nisbetlerinin (sıfatlarının) muhtelif (çeşitli) oluşu dahi, onların menşei (kökü) olan esmânın ihtilâfındandır (muhtelif ve farklı oluşundandır) . Ve Allah Teâlâ'nın Âdem (a.s.)’a ibtidâ vehb (ilk hediye ettiği) ve ihsân ettiği şey Şîs (a.s.) olmakla berâber, Allah Teâlâ / o vehb (hediye) ve atâyı (bağışları); Âdem'e yine Âdem'den verdi. Çünkü hadîs-i şerîfte: ............... ya'nî "Çocuk babasının sırrıdır" buyrulmuştur. O babasının vücûdunda mestûr (örtülü, gizli) ve onda bi'l-kuvve (kuvvet, potansiyel olarak) mevcûddur. Binâenaleyh (nitekim) vücûd-i Âdem'den nutfe (sperm) sûretinde çıkıp rahm-ı mâdere (ana rahmine) vâsıl oldu (ulaştı). Ve insan sûretinde tevellüd etmekle (doğmakla) zâhiri (bedeni) ve sûreti Âdem'in zâhirine (bedenine) ve sûretine tevâfuk etti (benzedi). Ve Cenâb-ı Âdem'in bâtını (rûhu) esmâ-i İlâhiyye mecmû'unun (İlahi esmalar toplamının) sûreti idi. Şîs (a.s.)’ın bâtınına (rûhuna) dahi, menşei (kökü) esmâ-i İlâhiyye olan atâyâ-yı İlâhiyye (İlâhi bağışlar) hakkındaki ilim vehb (hediye) ve ihsân olundu. Binâenaleyh (nitekim) Cenâb-ı Şîs'in bâtını (rûhu) da, Hz. Âdem'irı bâtınınâ (rûhuna) tevâfuk eyledi (uydu, benzedi) . Bu sûrette Şîs (a.s.) Âdem (a.s.)ın zâhiren (bedenen) ve bâtınen (rûhen) sırrı oldu. Ve zâhiren (göründüğü gibi) ondan çıktı; bâtınen (rûh olarak) ve ma'nen ona rücû' etti (geri döndü).  İmdi Cenâb-ı Şîs fehmi (idrâk etmek), anlamak keyfiyyetini, Allah'tan alan kimse indinde (huzurunda), Hz. Âdem'e hâriçten (dışarrdan) gelen bir garîb (yabancı) değildir. Zîrâ fehmi (idrâki) doğrudan doğruya Âllah'tan alan kimse bilir ki,  herkese gelen atâyâ-yı İlâhiyye, (İlâhi ilhâmlar, bağışlar) ilm-i Hak'ta (Allah’ın ilminde) sübût bulan (meydana çıkan) kendi ayn-ı sâbitesinin (kendi ilmi suretinin),  ezelde (önceden) lisân-ı isti'dâdı (istidâdının dili) ile Hak'tan taleb etmiş (istemiş) olduğu şeylerden ibârettir. Ve insana kendi hakîkâti olan ayn-ı sâbitesinin (kendi hakikâtinin) hâricinden (dışından) hiçbir şey gelmez. Fakat fehmi (idrâki) , doğrudan doğruya Allah'tan almayıp felâsife (felsefe) ve erbâb-ı fen (fen bilginleri) gibi mezâhir-i kevniyye-i muhtelife (evrendeki muhtelif görüntü yerlerinden, birtakım birimler) vâsıtasıyla alırsa, o gibilerin indinde (huzurunda) bu ma'nâ müsteb'ad (uzak) olur. Zîrâ onun kalb ve dimâğında (beyninde) hükümrân olan şeyler vehimden ibârettir. Halbuki kevnde, (dünyada) ya'nî bu âlem-i kesrette, (çokluk aleminde) vâki' (mevcut) olan atâyânın (bağışların) cümlesi, ister adet (sayı) üzere vesâit (vasıta) ile ve ister bilâ-vesâit (vasıtasız) gelsin, bu mecrâ üzerinedir (bu şekilde cereyan eder, akar), ya'nî herkesin gayr-ı mec'ûl (bilinmeyen, gizli) olan isti'dâdları ve hakîkât-i zâtiyyeleri (kendilerinin hakikâtleri) hasebiyledir. Kişiye kendisinin hâricinden (dışından) hiçbir atâ (bağış) vârid olmaz (ulaşmaz)

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

19
.02.2002


Üst Ana sayfa e-mail