İmdi
ben: “Sem’ ve tâat, Allah
Teâlâ’ya ve Resûlü’ne ve bizden ulü’l-emredir; nitekim emr
olunduk” dedim. Binâenaleyh
Resûlullah (s.a.v.)’in bana tahdîd buyurduğu gibi, ziyâde ve noksan
olmayarak bu kitabın ibrâzı için, ümniyyeyi tahakkuk ettirdim ve niyeti
hâlis kıldım ve kasd ve himmeti tecrîd ettim (4).
Ya’nî
Allah Teâlâ Hazretleri ile onun Resûl’ü ve bizim cinsimiz ve ehl-i dînimiz
tarafından sâdır olan (meydana çıkan) emri dinleyip, ona
itâat ederiz. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîmde:........................................
(Nisâ,
4/59) ve hadîs-i şerîfte dahi...................................
buyrulmuştur, demek olur. Ve her mertebede sâdır olan (çıkan)
emri dinleyip / ona itâat etmek, Allah Teâlâ’ya itâattir. Zîrâ
Ulûhiyyet, makam-ı cem’ (toplayan)
ve Resûl ve ulü’l-emr (emir
sahibi) makam-ı tafsîldir (en
geniş makamdır) ve cümlesi merâtib-i ilâhiyye’dir (hepsi
ilâhî mertebelerdir) . Ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) bu
Fusûsu’l-Hikem’in nâsa ihrâcı
(insanlara
verilmesi) için kendisine vâkı’ olan (gelen)
emri, Hak’tan ve Resûl’ünden ve ulü’l-emrden (emir
sahibinden) telakkî buyurduğuna
(aldığına) işâret eder. Zîrâ âlem-i his ve şehâdete (his
ve madde alemine) nâzil olan (inen)
her bir ilim ve hikmet, Mertebe-i Zâttan Hakîkat-i
Muhammediyye’ye ve ba’dehû (ondan
sonra) bâtında ulü’l-emr (emir
sahibi) olan onun hulefâsının (halifelerinin)
kalbine vârid olur (doğar)
. Ve
Hz. Şeyh-i Ekber vâris-i ekmel-i Nebevî (Peygamberlerin
en mükemmel mirâsçıları) olduğu cihetle (yönüyle)
ulü’l-emr (emir
sahibi) kendileridir. Eğer
“Bir kimsenin kendine itâati nasıl olur?”
denecek olursa, cevâbı budur ki: Her bir kimse kalbine gelen her
bir şeyi bir lüzûm olmadıkça mutlaka nâsa ihrâç etmez (insanlara
açıklamaz) .
Eğer lüzûm olursa, yine kendi bâtınından (özünden)
vârid olan
(ilhâm olunan) emr (emir)
üzerine o ma’nâ-yı latîfi (ince
manâyı) harf ve savt (ses)
ile bi’t teksîf (koyulaştırarak)
nâsa ızhâr eder (insanlara
açıklarlar) . Bu sûrette o kimsenin zâhiri (bedeni)
kendi bâtınına (rûhuna)
itâat etmiş olur.
“Ümniyye”
“temennî”den “istemek” ma’nâsınadır.
Şurrâh-ı kirâmdan Abdürrezzâk Kaşânî Hazretleri gibi ba’zıları
“ümniyye”yi (isteği)
cenâb-ı Şeyh-i Ekber’e Dâvûd-i Kayserî ve diğer şurrâh-ı
kirâm hazârât-ı gibi ba’zıları da Peygamber’e muzâf (ilgili)
kılmıştır. Hz. Şeyh’e izâfesi (ilişkisi)
hâlinde ma’nâ: “Ben
vâktâ ki (ben
ne vakit ki) kendimde böyle bir kitâbı ahz (bulmak)
ile nâsa (insanlığa) ihrâç (çıkarma)
isti’dâdını müşâhede ettim (gördüm),
kalben
isterdim ki, (S.a.v.) Efendimiz bunu bana emir buyursunlar. Bendeki bu “ümniyye” (istek)
mübeşşirede (rüyâda)
tahassul edince (neticelenince)
verilen bu kitâbı âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) nâsa
ihrâç
etmek (insanlara ulaştırmak) sûretiyle o
“ümniyyeyi tahakkuk ettirdim.”
(o
temennimi gerçekleştirdim) demek olur. Ve cenâb-ı
Peygamber’e muzâf (bağlı)
oldukda ma’nâ: “Nâsın intifâ’ı (insanların
faydalanmaları) için bu kitabın nâsa ihrâcı (insanlara
ulaştırılması) husûsunda Cenâb-ı Peygamber tarafından mübeşşirede
(rüyada) vâkı’
olan “ümniyye”yi
(isteği)
âlem-i şehâdette (bu âlemde) tahrîr etmekle (yazmakla)
tahakkuk ettirdim” (gerçekleştirdim) demek olur.
Abdullah Bosnevî Hazretleri her iki / şıkkı dahi beyân buyurmuştur (açıklamıştır).
Ve “tahakkuk
ettirmek”ten (gerçekleştirmekten)
murâd (maksat) âlem-i his ve şehâdete (madde
boyutuna) ihrâç etmektir (çıkarmaktır).
Zîrâ Yûsuf (a.s.), evvelce gördüğü rü’yâ eserinin (rüyanın neticesi) âlem-i şehâdette
(içinde
bulunduğumuz alemde) zuhûru (meydana
çıkması) üzerine .................................. (Yûsuf,
12/100) demiş idi. Bu bahse dâir olan hakayık (bu
konuya ait hakikatler) Fass-ı
Yûsufî’de gelecektir.
“Niyeti
hâlis kılmak” tan murâd
dahi, bu kitâbı behemehâl (mutlaka)
nâsa ihrâç etmektir (insanlara
ulaştırmaktır). Ve
“tedrîd-i kasd ve himmet” ten
murâd dahi, bu kitâbın hîn-i tahrîrinde (yazma
sırasında) akl-ı nazarî (akli
görüş) ve ağrâz-ı nefsâniyye sâikasıyla (nefisten gelen sebeplerle) bir harf
bile yazmayıp Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in tahdîd (sınır) buyurduğu ilim ve hikemi (hikmetleri)
bir kelime bile ziyâde (fazla)
ve noksan olmaksızın, tamâmiyle ızhâr etmektir
(açıklamaktır) .
Bu hâl ise ancak vâris-i
ekmelin (en kâmil
mirasçının) şânıdır. Zîrâ onlar akl-ı nazarîlerinin
evhâmından (akıllarının
yanıltmalarından) ve nefislerinin iğvââtından (nefislerinin arzularından) kurtulmuşlardır.
Ve
Allah Teâlâ’dan taleb ve niyâz ettim ki, onu ibrâzda ve cemî’-i ahvâlimde
beni üzerlerine şeytanın tasallutu olmayan kullarından eyleye. Ve
parmaklarımın yazdığı ve lisânımın söylediği ve kalbimin üzerine
şâmil olduğu cemî’-i şeyde te’yîd-i
i’tisâmî ile rû’-i nefsîde beni ilka-i Subbûhî’ye ve
nefh-i rûhîye tahsîs ede. Hattâ mütehakkim değil, mütercim olayım. Tâ
ki ashâb-ı kulûb olan ehlullâhdan ona vâkıf olan kimse mütehakkık
olsun ki, / muhakkak o, telbîs giren ağrâz-ı nefsiyyeden münezzeh
bulunan makam-ı takdîsten münzeldir. (5)
Fass-ı
Âdemî ile
Fass-ı Eyyûbî’de beyân olunacağı (açıklanacağı) üzere, şeytanın
hakîkati baîddir. (uzaktır) Zîrâ şeytanet,
“bu’d” (uzaklık) ma’nâsınadır. Çünkü
şeytan nârdan (ateşten)
mahlûktur. Ve nâr (ateş)
âlem-i tabîattandır.
Ve âlem-i tabîat ise, cemî’-i müştemelâtiyle (bütün
her şeyi içine almakla) berâber Hak’tan bu’d-i ma’nevî (manevî
uzaklık) ile baîd (uzak)
olup cemâl-i Hakk’ın hicâbıdır (Hakk’ın
perdesidir) . Binâenaleyh
(nitekim),
şeytan ibâdı (kulları)
bu vesâit-ı tabîiyye ile
(tabiatı sayesinde) iğfâl (baştan çıkarır) ve iğvâ eyler (şaşırtır).
Ve kitâbet (yazma)
ve nutuk (konuşma)
ve kalbin zâhiri (dış
görüntüsü) olan cenândaki havâtır
(gönüldeki hatıralar) ve hevâcis (kötü
düşünceler), hep bu âlem-i tabîatta
vâkı’ olan (tabiat
âleminde gerçekleşen) ahvâldendir (hallerdendir)
. Böyle
olunca bunlar şeytanın tasallut ettiği (sataştığı,
musallat olduğu) mevâzı’dandır. (yerlerdir)
Maahâzâ (bununla
beraber) Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de şeytana
hitâben ..................... (Hicr, 15/42) ya’nî
“Muhakkak benim kullarım vardır ki, senin onların üzerine
tasallutun (musallat
olduğun etkilediğin) yoktur”
buyurur. Zîrâ bunlar Evliyâullah’tır. Ve tabîatın hüküm ve
nüfûzu altından çıkmışlardır. Ve onlar üzerinde şeytanın vesâit-ı
tasallutu (sataşacağı
araç) kalmamıştır. Ve vâris-i ekmel (en
mükemmel mirasçı) olan Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) onlardan
biridir. Fakat Hak Teâlâ’ya karşı edeben (nezâket
icâbı) kendisinin şeytanın tasallutu olmayan
(sataşmadığı) kullardan olmasını taleb eder (ister). Nitekim (S.a.v.) Efendimiz:
“Muhakkak cennette bir derece vardır ki, ancak bir adama sâlihtir (uygundur). Ve ben bu adam olmayı umarım”
buyururlar. Halbuki o racül nefs-i
nefîs-i (değerli,
aziz adam) risâlet-penâhîleridir (Risâlet
görevlisidir) . Edeben (nezâketleriyle) böyle buyurmuşlardır.
“Te’yîd-i
i’tisâmî” “âsım”
olan (günahlardan
koruyan) Allah Teâlâ tarafından, ilkaât-ı şeytâniyye (şeytanın
telkinleri) ve havâtır-ı nefsâniyyeden (nefisten gelen arzulardan) muhâfaza
sûretiyle nusret (yardım)
etmekten ibârettir.
“Rû’-i
nefsî”: “Rû’”
(kalbin
tabiat âlemine dönük tarafı) “Rûh” vezninde
(ölçüsünde)
“sadır”
(meydana
çıkma) ma’nâsınadır ki, kalbin âlem-i tabîata (Tabiat âlemine) müteveccih (dönük)
olan yüzüdür. Zîrâ, kalbin iki yüzü vardır: Birisi âlem-i
ervâha (rûhlar
âlemine) ve diğeri âlem-i tabîata müteveccihdir (dönüktür).
Ve âlem-i tabîata müteveccih (dönük) olan yüzü, hevâcis-i
nefsâniyye (nefsin
kuruntularının, kötü düşüncelerinin) ve vesâvis-i şeytâniyyenin
(şeytânın
vesveselerinin) mahallidir (alanıdır).
Te’yîd-i i’tisâmî (günâhlardan
sakınma) ile müeyyed (desteklenmiş)
olunca “nefs-i rûhî”
ye ( ........ ) mahal olduğu vakit, nûr-i ilâhî (ilâhi nûr) ile münevver (nûrlanmış)
ve rezâil (rezâletler)
ondan zâil (yok)
olur.
“İlka-i
Subbûhî” (Ahadiyyet mertebesinden olan ilham,vahiy):
Mertebe-i
Ahadiyyetten vâkı’ olan ilkadır (ilhâmdır).
Zîrâ,
mertebe-i Ahadiyyet, kesretten (çokluk
görüntüsünden) münezzeh (arı)
olduğundan bu mertebeden vâkı’ olan ilkaât (ilhâm)
dahi, âlem-i kesretin îcâbâtından bulunan
(çokluk görüntüsünden kaynaklanan bir durum olan) nefis ve
şeytanın ilkaâtı (ilhâmı)
olan evhâm ve hayâlât gibi şâibelerden berîdir
(kusurlardan arınmıştır).
“Nefs-i
rûhî” : Ervâh-ı âliyye-i külliyye-i melekiyyeden (rûhul kudüsden, hakîkati
Muhammediyye’den) ilka (ilhâm)
olunup kalbin âlem-i ervâha (rûhlar
âlemine) müteveccih (dönük) olan yüzünde zuhûr eden (meydana
çıkan) kelâm-ı rûhânî sûretidir. Ve o kelâm-i rûhânînin
sûreti Rûhu’l-Kuds’ten kalbin bâtınına
menfûhdur (üflenmiştir).
Nitekim (S.a.v.) Efendimiz: ..................................
hadîs-i şerîfiyle buna işâret buyururlar.
İmdi,
Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)’in bu kitaba yazdığı ulûm-i hikem (ilmin
hikmetleri), evvelen (ilk
olarak) mertebe-i Ahadiyyetten (Zat
mertebesinden) âlem-i ervâha (esma
mertebesine) ve sâniyen (ikinci olarak) âlem-i ervâhtan
onun kalbinin bâtınına (kendi özüne) ve sâlisen (üçüncü
olarak) kalbinin zâhirine ilka (ilham)
olununca, kendisi mütercim (tercûman)
vaziyetinde olur. Zîrâ mütercim, ancak ma’nâyı nakl eder (aktarır).
“Mütehakkim”
ise, bir ma’nânın ızhârında (açığa
çıkarmasında) kendi re’yini isti’mâl eder
(görüşünü de katar) .
Binâenaleyh (nitekim) Hz. Şeyh bu kitapta
“mütehakkim” (kendi
görüşünü kullanmış) değildir. Bu kitabın mâânîsi, (manâlarının)
elfâzı (lafızları),
nazmı (dizimi)
ve tertîbi (sıralaması)
ve kitâbeti (yazılması)
ve ahvâl-i sâiresi (başka
halleri) te’yîd-i (sağlamlaştıması)
i’tisâmî (günahlardan
sakınılması) ile hep ilka-i Hak’tır.
(Hak’tan gelen ilhâmdır). Ve
bu kitabın makam-ı takdîsten, (mukaddes
makamdan) ya’nî makam-ı Ahadiyyetten, tahâret-i asliyye (aslı
gibi temiz olmak) üzere nâzil olduğunu (indiğini)
ve makam-ı Ahadiyyette kesret (çokluk)
olmadığı için, oradan nâzil olan (inen)
maânîye (manâlara)
mahall-i telbîs (hile, aldatma yeri) olan ağrâz-ı
nefsâniyye (nefsin
arzuları) ârız (gelip
geçici) olamayacağını Ehlullah’tan (Evliyâdan)
meşreb-i kemâlî-i ahadî-i cem’î ashâbı bilirler. Zîrâ
onlar .......................................... (Kaf, 50/37) âyet-i kerîmesinde
beyân buyrulan (açıklanan)
tâifedendirler. Onların indinde bu ma’nâ zevkan mütehakkaktır
(onlar
bu manâyı gerçek olarak hissederler yaşarlar).
Ve
umarım ki, Hak Teâlâ benim duâmı istimâ’ ettikde nidâmı kabûl
eyleye! İmdi ben, ancak bana ilka olunan şeyi ilka ederim. Ve ben bu mastûr
içinde, ancak benim üzerime onunla nâzil olan şeyi inzâl ederim.
Halbuki ben Nebî değilim, Resûl de değilim; velâkin vârisim. Ve âhiretim
için hârisim (6).
Ya’nî
umarım ki, Hak Teâlâ benim bâlâda (yukarıda)
zikrettiğim duâmı istimâ’ buyurduğu (işittiği)
vakit nidâmı (haykırışımı),
yanî
bu âlem-i his (duyularda)
ve şehâdette (görünürde)
harf ve savt (ses)
ile vâkı’ olan bu duâmı, .................... (Mü’min,
40/60) âyet-i kerîmesindeki va’d-i ilâhîsi mûcibince (Allah’ın
vaâdi sözü gereği) kabûl ede. Ve ben ancak hakîkat-i
Muhammediyye mertebesinden bana ilka (ilham)
olunan hikem ve esrârı (hikmetler
ve esrarları) ve ulûm ve maârifi (ilim
ve bilgileri) yazmak sûretiyle bu kitabın kari’lerine (okuyucularına)
ilka ederim (bildiririm). Ve bu
kitabta bir hikmete mahsûs (ait)
olan her bir fasta (konuda) , sûret-i Muhammediyye-i kemâliyye-i
hatmiyyede zâhir olan (meydana
çıkan), Allah tarafından benim üzerime nâzil olan (inen)
ilmi inzâl ederim (açıklarım)
. Fakat
bana cenâb-ı ilâhîden vârid olan (gelen)
feyz ve ilhâmı beyân ettiğimden (açıkladığımdan)
dolayı efhâm-ı zaîfe ashâbı (zayıf
idrâk sahipleri) Nübüvvet-i teşrîiyye da’vâ ettiğimi (Nübüvvet, Peygamberlik davasında bulunduğumu)
zannetmesinler. Ben ne Nebîyim ve ne de Resûlüm. Velâkin
........... ......................................
hadîs-i şerîfleri mûcibince (gereğince)
ben vârisim. (mirasçıyım)
/ Ve verâsetim (mirasçı
oluşum) sebebiyle Hakîkat-i Muhammediyye’den aldığım ulûm
(ilimler) ve
hikemi (hikmetleri)
neşrederim (yayınlarım). Ve âhiretim
için hârisim (iyi
amel işlerim). Ya’nî arz-ı cismimde meknûz
(madde bedenimde saklı, gömülü) olan ulûmu (ilimleri),
merci’im (dönülecek
yer) ve âkıbetim (sonum)
olan Hakîkat-i Muhammediyye ve Zât-ı Ahadiyye için ihrâç
eylerim (açıklarım).
Şiir:
İmdi
Allah’tan dinleyiniz ve Allah’a rücû ediniz! (7)
Ya’nî
bu kitapta mastûr (yazılmış) olan maârif (bilgiler)
ve hakayık hakikatler), mâdemki Hakîkat-i Muhammediyye
mertebesinden kalbime nâzil olur (iner)
ve ben onları beyân husûsunda (açıklamak
ile) aslâ mütehakkim (hükmedici)
olmayıp mütercimim, (tercümanım)
ve onları olduğu gibi naklederim ve Hakîkat-i Muhammediyye
mertebesi ise, Zât-ı Ahadiyye’nin (Ahad olan Zât’ın) bu mertebe ile
taayyününden (meydana
gelmesinden) ibârettir; şu halde siz bu ilim ve hikmetleri
Allah’tan dinleyiniz. Ve bu hikem (hikmetleri)
ve maârifi (bilgileri) dinlediğiniz vakit, kelâmımın
hakîkatine (kelimelerle
anlatılmak istenen manâ) adem-i ilminizden (yok
olan ilminizden) dolayı tâkat getiremeyecek (anlayamayacak) olursanız, i’tirâz
etmeyip Allah’a rücû ediniz (sığınınız)
ki, o kelâmın maânîsi (kelimenin
manâsı) ism-i câmi’ hazretinden (bütün isimleri kendinde toplamış olan zattan) sizin
kalbinize tulû’ etsin (doğsun).
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
21.08.2001
|