[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XIII. Bölüm)
İmdi
isti'dâdını ârif olan kimse, kabûlünü dahi ârif olur ve kabûlünü
ârif olan her kimse, her ne kadar onu mücmelen ârif ise de isti'dâdını
bilmez, illâ kabûlden sonra bilir. Şu kadar var ki, ukül-i zaîfe ashâbından
olan ehl-i nazarın ba'zısı, kendilerinin indinde sâbit olduğu vakit,
Allâh'ın
...................... olduğunu görürler. Allah üzerine hikmete münâkız
olan şeyi tecvîz ettiler. Halbuki emr, nefsinde onun üzerine değildir.
Ve işte bunun için ba'zı nuzzâr, nefy-i imkâna ve bi'z-zât ve
bi'l-gayr isbât-ı vücûba tecâvüz etti (35).
Hz.
Şeyh (r.a.) atâyâ-yı İlâhiyye’nin (İlâhi
bağışların) mütenevvi' (çeşitli)
oluşu mahallin (yerin)
veyâ hazretin (mertebenin)
iktizâsına (gereğine,
şartlarına) göre mütehavvil olmasından
(değişmesinden) ileri geldiğini beyân buyurduktan (açıkladıktan)
sonra, fassın (bölümün) ibtidâsında
(başında)
mürûr eden (geçen)
...........
kavline (sözüne)
rücû' edip (geri
dönüp) derler ki, "i sti'dâdını bilen kimse; kabûlünü
dahi bilir." Ya'nî Hakk'ın tecellî ettiği (oluştuğu,
meydana çıktığı) hazrette (mertebede)
ismin hakîkatini bilmesi sebebiyle o ismin isti'dâdının kabûl
ettiği şeyi de bilir. Zîrâ her bir isim için, onda mütecellî olan (görülen)
Hak'tan bir kabûl-i mahsûsu (kendine
özel kabulü) vardır. Latîf isminin kabûlü,
Müntakim isminin kabûlünün gayrıdır (başkadır)
ve sâir (diğer)
esmâ da buna mâkıystir (benzetilebilir).
Ve eser-i kevnî (evrendeki eserler)
dahi mütecellî (tecelli
eden, oluşanlar) ile mütecellâ-aleyh (tecelli
etmiş, meydana gelmişler) arasında isim ile zâhir olup (meydana
çıkıp) bu isim ile müsemmâ olur. (isimlenirler)
Ve isti'dâdını kabûlünden bilen kimse her ne kadar isti'dâdını
kable'l-kabûl (kabulden önce) mücmelen
(öz,
özet olarak) bilirse de, tafsîlen (geniş,
teferuatlı olarak) bilmez; ancak kabûlden sonra bilir. Ya'nî
bir kimseye bir feyz ve atâ (bağış)
gelse ve o tecellîyi (oluşumu) kabûl
etse, bu tecellîyi (oluşumu)
kabûl etmesinden bu atâyı (bağışı)
taleb etmiş (istemiş) olan
isti'dâdını bilir. Zîrâ isti'dâdı olmasa idi, o feyzi kabûl etmez
idi. Fakat her atânın (bağışın)
kabûlünü ârif olanların (bilenlerin)
hepsi, isti'dâdlarını mufassalan (etraflıca)
bilmezler. / Çünkü isti'dâda vukûf (anlamak,
bilmek) gâyet güçtür.
Ma'lûm
olsun ki, isti'dâd iki kısımdır: Birisi küllî (bütün
ile ilgili, hepsidir) ve kadîmdir (önceden beri mevcûd
olandır, sonradan yapılmış değildir);
diğeri cüz'î (bir
kısım, parçadır) ve hâdistir (sonradan
oluşmuştur, yapılmıştır). İsti'dâd-ı
küllî-i kadîm (önceden
beri mevcût olan, sonradan meydana getirilmemiş, bütünlük ile ilgili
olan istidad) ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sâbit (mevcut) olan
eşyânın (manâların,
ilmi suretlerin) isti'dâdıdır ki, onunla vücûda istihkâk (vücud
kazanıp) kesb
(elde) edip
onu kabûl ettiler; o da gayr-ı mec'ûldür (sonradan
yapılmamıştır), ya'nî
gayr-ı muhdestir (sonradan
olmamıştır).
İsti'dâd-ı cüz'î-i hâdis (sonradan meydana
gelen cüzi
istidâd) dahi
aynda (kendinde)
mevcûd olan eşyânın (manâların,
ilmi suretlerin) isti'dâdıdır. Bu isti'dâd, eşyânın (varlıkların) ahvâl-i
vücûdiyyeyi (vücudunun
hallerine) ve tavran-ba'de-tavr (bir
tavırdan diğer bir tavra geçerek) birtakım etvârın (hallerin)
kabûlüne bâisdir (sebeptir).
Evvelki isti'dâd vücûdî (vücûtla
ilgili) değildir, belki
a'yân-ı sâbite (esmalar,
hakikâtler) için bir hâlet-i gaybiyyeden (bilinmeyen halden)
ibârettir. İkincisi vücûdî (vücûdla
ilgili) ve
mec'ûldür (meydana
getirilmiş, sonradan yapılmıştır) .
Ve bu her iki isti'dâdın tafsîli (açıklaması)
bâlâda (yukarıda)
mürûr etmiştir (geçmiştir).
İmdi
mezâhirin (görüntü
yerlerinin, birimlerin) atâ-yı İlâhî’yi (İlâhi
bağışları) kabûlleri ve Hakk'ın fiili ve irâde ve kudretin
taalluku (ilişkisi)
onların isti'dâdlarına göre olduğu halde, Eş'ariyye (İmam
Ebü-l-Hasen-il-Es’ariye bağlı olanlar) gibi ukûl-i zaîfe (aklı
zayıf olan) ashâbından (sohbet
arkadaşlarından) ba'zı ehl-i nazar, (görüş
sahipleri) Allah için ..................... sıfatlarının sübûtunu
(meydana çıktıklarını)
müşâhede ettiklerinde (gördüklerinde)
Allah üzerine hikmete muğâyir (aykırı)
olan şeyi tecvîz ettiler (olur
kabul ettiler) de, Hakk'ın mümteni' (imkânsız)
olan şeylere kudreti olduğu i'tikâdında (inanışında)
bulundular ve "i'dâm-ı vücûd" (var
olanı yok etmek) ve "îcâd-ı adem" (yoktan
var etmek) gibi şeyleri câiz (olabilir)
gördüler. Ve halbuki emr (işler),
hakîkatte onların
zannı (düşündükleri)
gibi değildir. Onlar akıllarının za'fı (zayıflığı) hasebiyle
mümteniâta (olmayacak
şeylere) kudretin taallukunu (ilişkisini)
tenzîh
(ayrı) zannettiler. Hakîkatte vücûdun i'dâmı (var olanın yok
olması) ve ademin îcâdı (yokun
var olması) mümkin değildir. Ne var yok olur ve ne de yok var
olur. Evet, Hak dilediğini işler ve murâd ettiği (olmasını
istediği) şeye de hükm eyler (karar
verir).
Fakat onun ilmi şuûnât-ı mâ'lûmesinin
(bilinen fiillerin, işlerin) suveri (sûretleri)
olan a'yân-ı sâbiteye (ilmi
suretlerine) ve irâdesi ilmine ve kudreti dahi irâdesine tâbi'dir
(bağlıdır).
Hükm-i ezelî (ezeli
hükümle) eşyânın (şeylerin)
îcâdını (yaratılmasını)
bu hikmet üzere tertîb buyurmuştur (düzenlenmiştir).
Ve eşyânın îcâdı (şeylerin,
hakikâtlerin, ilmi suretlerin yaratılması) bi'l-kuvve (güç,
kuvvet olarak) Zât-ı Ahadiyyet’inde (Ahad
olan Zât’ında) mevcûd olan şuûnâtının (işlerinin,
fiillerinin) fiilen ızhârıdır (fiil,
iş olarak açığa çıkmasıdır).
Yoksa adem-i mahza (tam
yokluğa),
ya'nî bi'l-kuvve (kuvvet, güç,
olarak) mevcûd olmayan şeye, vücûd vermek değildir. Zîrâ
vücûd birdir. O da Hakk'ın vücûd-ı nâmütenâhîsidir (sonsuz vücûdudur).
Mertebe-i akılda (akıl
mertebesinde) onun verâsı (ötesi)
adem-i mahzdan (tam, tamamen
yokluktan) ibârettir
ve bu gördüğümüz eşyâ (şeyler)
o vücûda muzâf (ait)
olan birer mevcûd-i i'tibârîdir. / (Onun vücûduyla
meydana gelmiş mevcudiyetleri var kabul edilen şeylerdir.) Binânelayh
(nitekim),
onların adem-i mahza (tam
yokluğa) gitmeleri gayr-ı mümkindir (imkânsızdır). Bozulan
suver (sûretler) ancak
tebdîl-i şekl eder (şekil
değiştirirler).İşte bu tâife (grup)
Allah üzerine hikmete münâkız (zıt)
olan şeyi tecvîz ettikleri (olabilir
gördükleri) için, mütekellimînden (kelamcılardan)
olan ehl-i' nazarın (görüş
sahiplerinin) ba'zısı "nefy-i imkân"a (imkân dahilinde
olmayana) ve "bi'z-zât (Zât’ı
ile) ve bi'l-gayr (ve
başkasıyla) vücûbun (zorunluluğun)
ısbâtı"na (var
olduğunu kanıtlamaya) tecâvüz etti (kalkıştı);
ya'nî dedi ki: "Vücûd, vâhiddir (tektir);
o da vâcibü'l-vücûddur; (varlığı zaruri
olan Hakk’ın vücûdudur) ve vücûdda ondan gayrisi (başkası)
yoktur; ve mümteni'in (olamaz,
imkânsız olanın) vücûdu mümteni'dir (olamaz).
Fakat vâcibü'l-vücûdun (varlığı zaruri
olanın, Hakk’ın vücûdunun) bi'z-zât (Zât’ı
ile) ve bi'l-gayr (başkasıyla)
vâcib (zarûri,
zorunlu) olması vardır. Ve bi'z-zât (Zât’ı ile) vâcib
(zarûri,
zorunlu) olan Hakk'ın vücûdudur ve bi'l-gayr (başkasıyla)
vâcib (zarûri, zorunlu) olan
ise âlemin (evrenin)
vücûdudur". Binâenaleyh (nitekim)
"bi'z-zât (Zât’la)
ve bi'l-gayr (başkayla) vâcib"in
(zaruri,
zorunlu olanın) isbâtıyla
(var olduğunu söylemekle) imkân (olabilirlik)
nefy edilmiş (def
edilmiş, olumsuzlaşmış) oldu. Ve onlar "vâcibü'l-vücûdun
(Hakk’ın
vücudunun) bi'l-gayr (başkasıyla)
vâcib (zarûri,
zorunlu) olması vardır" demeleriyle, vücûd-ı hârîcî (vücûdun dışında)
olan mezâhir-i âlemi (alemdeki
görüntü yerlerini, birimleri) hesâba katarlar. Ve akl-ı
nazar"ı erbâbı (akıllarıyla
hareket edenlerden) olan ulemâ-i İslâmiyye’yi (İslâm âlimlerini)
ve bi'l-cümle felâsifeyi (bütün
felsefecileri) ve hattâ erbâb-ı fenni (fenle uğraşanları)
şaşırtan dahi bu mezâhir-i kesîrenin (çok
olan görüntü yerlerinin, meydana gelmiş birimlerin) vücûdudur.
Hepsi vâcibü'l-vücûdu (Hakk’ın
vücûdunu) kabûl ederler; fakat bu eşyâyı (şeyleri)
görünce: "Bu eşyâ (şeyler)
nereden ve nasıl çıkmıştır ve vâcibü'l-vücûd (Hakk’ın vücûdu)
ile revâbıt (bağlılığı)
ve münâsebâtı (ilişkisi)
nedir?"
bunları idrâk edemeyip, her tâife (grup)
bir türlü delîl-i aklî (akıl yürütüp
delil) getirerek müddeâlarını (iddialarını)
isbâta çalışır ve birçok kıyl ü kâle (dedikoduya) düşerler.
Ve
bizden muhakkık, imkânı isbât eder ve onun hazretini ve mümkini ve mümkinin
ne şey olduğunu ve onun nereden mümkin bulunduğunu; ve halbuki onun
bi-aynihi vâcib-bi'l-gayr idiğini; ve kendisi için vücûb iktizâ eden
gayr isminin nereden sahîh olduğunu bilir. Ve bu tafsîli hâssaten ancak
ulemâ-i billâh bilir (36).
Ve
emrin hakîkatini müşâhede eden
(gören) bizim tâifeden (gruptan)
bulunan muhakkık (tahkik
edenler), imtinâ'-i
vücûb (imkânsız)
ile berâber, imkânı (olabilirliği)
isbât eder (var
olduğunu kanıtlar). Zîrâ imkânın (olabilirliğin)
mertebesi vücûd-ı mahz (mutlak
varlık, Zât’ın vücudu)
ile adem-i
mahz (tam, sırf yokluk)
arasındadır. Ve onun hâzır olduğu mahalli (yeri)
bilir ve onun mahall-i huzûru (hazır
olduğu, bulunduğu yer), vücûd-ı
hâricîden
(vücuda
gelmeden) evvel
akıldır. Meselâ "siyah" deriz, onun "ayn"ı (manâsı,
ilmi sureti) akılda hâzırdır; ve o mertebede vücûd ve
ademi
iktizâ etmez (Var
olması ve yok olması gerekmez).
Velâkin hâriçte (dışta) sebebin
vücûd
(vücuda gelmesine sebep olandan yani vacipten) ve ademinden (yokluğundan) /
münfekk (ayrılmış)
değildir. Ve muhâkkık (tahkik
ederek hakikâte vakıf olan), mümkini
(olabilirliği)
ve mümkinin (olanın)
ne şey olduğunu da bilir ve mümkinin (olanın) hakîkati,
adem (yok)
ile vücûddan
(var olmaktan) mürekkebdir (ibarettir)
ve onda ademden (yokluktan) bir
mikdâr-ı mahsûs (kendinde
bir miktar) bulunduğu gibi, vücûddan (varlıktan)
dahi onda sâbit (belli)
ve mütehakkık (gerçek)
olan bir mikdâr vardır. Binâenaleyh (nitekim),
mümkin (olabilir)
hem mümteni'i (imkânsızı)
ve hem de vâcibi (gerekli
olanı) ızhâr eder (açığa çıkarır).
Misâl:
Suyun vücûdunu (varlığını)
vâcib farz (gerekli kabul) etmiş
olsak, ona nazaran (göre)
buz ademden (yokluktan,
yok olmaktan) ibârettir ve buzun mertebesi vücûd (varlık,
yani su) ile adem (yokluk)
arasındadır. Ve vücûd-ı hâricîsinden (meydana
gelmesinden, vücut bulmasından) evvel hâzır olduğu mahal (yer)
akıldır; ve o mertebede vücûdu (varlığı)
ve ademi (yokluğu)
iktizâ etmez (gerekmez)
ve onun vücûdu sebebin vücûd
(var olmasına
sebep olan vücuddan, yani sudan) ve ademinden (yok oluşundan
yokluğundan) ayrılmaz; zîrâ sebeb mevcûd olunca zâhir olur (açığa
çıkar) ve sebeb mürtefi' olunca (kalkınca)
zâil olur (biter,
son bulur).
Ve incimâd (donma)
bir emr-i ademî (olmayan bir şey,
iş) ve izâfî
(oluşması başka
bir varlığa yani suyun var oluşuna bağlı) olduğundan
elimize bir miktar buz aldığımız vakit onda, o emr-i ademî (o olmayan şeyi,
imkânsızı, yani donma işini) ve izâfîden (varlığı
suyun varlığı ile olandan, yani buzdan) bir mikdâr-ı mahsûs
(belli
bir miktar) olduğunu görürüz. Zîrâ "işte âlemde (evrende)
incimâd (buz) bu
kadardır, bu cirmin (cismin)
hâricinde (dışında)
incimâd (buz)
vâki' değildir" (olamaz)
diyemeyiz; ve onda suyun, ya'nî vâcibin, (gerekli, zorunlu
olanın, yani suyun) vücûdundan dahi sâbit (kalıcı)
ve mütehakkık (gerçek)
olan bir mikdar vardır. Zîrâ "'işte suyun vücûdu bu
kadar olup, o da bu buzda müteayyin olmuştur" (meydana
gelmiştir) denemez. Binâenaleyh (nitekim)
buz hem mümteni'in (düşünülemezin,
yani donmanın) ve hem de vâcibin (gerekli
olanın, yani suyun) muzmiri (içinde
saklayanı, gizleyeni) olmuş olur.
Ve
muhakkık, (tahkik
ederek hakikâte vakıf olanlar) mümkinin (olabilirin) nereden
mümkin olduğunu da bilir. Ve "mümkin" (olabilirlik)
vücûdda (varlıkta),
vücûd (varlık)
ile adem (yokluk)
beyninde (arasında)
nisbet-i ademiyyedir (yokluk
vasfıdır) ve o nisbet (vasıf)
vücûd üzerine zâid (ilâve) olarak
gelmiş bir şey değildir.Misâl: La'l rengindeki boya ile yeşil boya yekdîğerine
(birbirine)
karıştırılsa, deniz renginde koyu bir mâî renk hâsıl
olur. Onun vücûd-ı hâricîsi (görünür
varlığı) ma'dûm (yok)
idi. Mevcûd olan iki boyanın imtizâcından (karışmasından)
husûle (meydana) geldi
ve onun vücûdu, iki boyanın vücûdunu tezyid etmedi (artırmadı);
belki onların bi'l-kuvve (kuvvet olarak) mevcûd
ve bi'-l-fiil (fiil
olarak) ma'dûm (yok)
olan bir nisbeti (vasfı)
idi. Ve kezâ buzun vücûdu suya nisbeten (göre) bir
vücûd-ı izâfi (varlığı
suya bağlı) ve ademîdir (yoktur).
Su donup buz olmakla vücûdu ziyâdeleşmedi (fazlalaşmadı).
Ve
kezâ muhakkık, (tahkik
edenler) mümkinin (mümkün
olanın, evrenin vücudunun) "ayn"ıyla (kendisiyle)
vâcib-bi'l-gayr
(başkasıyla
vacip, yani Hakk’ın varlığıyla zorunlu) olduğunu da bilir.
Zîrâ vücûdun vücûbu (varlığının
zarûri olması, gerekliliği) bi'z-zât (kendi
Zât’ı ile) olursa, ona "vâcib-bi'z-zât" derler;
ve eğer bi'l-gayr (başkasıyla) olursa
ona da "vâcib-bi'l-gayr" (başkasıyla
vacip olan, yani Hakk’ın varlığı ile gerekli, zorunlu) derler
ki, bu da âlemin (evrenin)
/ vücûdudur. Ve âlemin (evrenin)
vücûdu ise, vâcibü'l-vücûdun (Mutlak
Vücudun, varlığı kendinden olanın,Hakk’ın vücudunun) taayyününden
(belirmesinden,
meydana çıkmasından, yoğunlaşmasından) ibârettir ve taayyünât
(belirenler,
meydana çıkanlar) dahi bâlâda (yukarda)
îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere,
vücûd (varlık)
ile adem (yokluk)
arasında vâki' (mevcut)
olup hem mümteni' (imkânsız
olanı) ve hem de vâcibin (gerekli
olanın) muzmiridir (gizleyeni, içinde
saklayanıdır).
Bu da vücûd-ı mümkin (mümkün
olan vücut, evrenin vücudu) olup aynıyla vâcib-bi'l-gayrdır.
(Zât’ıyla,
yani başkasıyla vacip, gerekli olmuştur)
Ve
kezâ muhakkık (tahkik edenler),
kendisi için vücûb
iktizâ eden (zorunlu
olmayı gerektiren) "gayr" (başka) isminin
nereden sahîh (gerçek,
kusursuz) olduğunu da bilir. Zîrâ "vâcibü'l-vücûd"
(Mutlak
Vücud, Hakk’ın vücudu) lafzı (sözü),
haddi zâtında (aslında)
"vâcibü'l-vücûd-i bi'z-zât"ın (mutlak vücut
sahibi Zât’ın) ismidir. "Vâcibü'l-vücûd-ı
bi'l-gayr"a (kendi
varlığını bir başkasının varlığı dolasıyla edinene, yani evrenin
vücuduna) bu ismin ıtlâkı (kullanılması), kendi
vasfını (sıfatlarını) giydirmesi
cihetinden (yönünden)
bu gayr (başkası)
üzerine vâki' (mevcut)
olan istîlâsı (üstünlüğü)
sebebiyledir. Zîrâ Hak, Semî', Basîr ve Mürîd olduğu gibi,
bu sıfatlar insanda dahi zâhirdir (meydana
çıkar).
Meselâ buzun vücûdu kable'z-zuhûr (meydana
çıkmadan önce) ma'dûm (yok)
iken, suyun nisbet-i zâtiyyesinden (suyun
zâtına ait sıfatlarından) ibâret bulunan incimâd (donma)
vâki' olunca, (gerçekleşince)
o buz suyun taayyününden (şekillenmesinden)
ibâret olduğu halde, bi-hasebi'z-zâhir (görünüşü
bakımından),
onun gayri (ondan
başka) olur. Ve tahâret (temizlik)
olunamamak ve vaz' edildiği (konulduğu)
kabın şekline tâbi' olmamak (uymamak)
ve cereyan etmemek (akmamak) gibi,
birçok vecihlerden (yönlerden),
aslı olan suya muğâyirdir (terstir,
aykırıdır). Fakat
temâs ettiği şeyi ıslatmak ve susamış olan kimse onu yediği vakit
kandırmak gibi onda suyun birtakım evsâfı (vasıfları,
sıfatları) dahi zâhir olur (meydana
çıkar).
İşte
mümkin (olabilirlik) hakkındaki
bu tafsîlâtı (açıklamayı)
ve vücûhu (cihetler)
arasındaki farkı ve onların envâ'-ı isti'dâdâtını (çeşitli
istidâtlarını),
ancak hâssaten (sadece) ulemâ-i
billâh (Allah’ı
bilen âlimler) bilir. Kesret-i taayyünât (birimlerin
çoklukları) ve niseb (sıfatlar)
ve izâfât (kayıtlılıklar)
ile vücûd-ı vâhid-i hakîkîden (tek
hakiki vücûd sahibi olandan) muhtecib (örtülü)
olan ve ehl-i nazardan (görüş
sahiplerinden) bulunan- ulemâ (âlimler) bu
hakîkati idrâk edememişlerdir. Binâenaleyh (nitekim)
muhakkıkîn indinde (tahkik ehlilerinin
yanında) hakîkatte (gerçekte)
"vücûd-ı mutlak" (Hakk’ın
vücûdu) ile "vücûd-ı mukayyed"den (varlığını
Hakk’ın varlığı ile kazanmış olandan,)
gayrı (başka) bir
şey yoktur. Ve vücûdun hakîkatı ikisinde de birdir ve ıtlâk (kayıtsızlık)
ile takyîd (kayıtlılık) ancak
niseb-i Zâtiyye’den (Zâtının
sıfatlarından) ibârettir.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
05.03.2002
|