[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XV. Bölüm)
Sürh-i
Mesnevî-i Şerîf:
Tercüme:
"Hak Teâlâ Hazretlerinin atâsı (bağışı) ve
kudreti, kâbiliyyete mevkûf (bağlanmış) olan
halâikın (mahlukatın)
atâsı (bağışı)
ve kudreti gibi, kâbiliyyete mevkûf (bağlanmış)
değildir. Zîrâ atâ-yı Hak (Hakk’ın
bağışı) kadîm (önceden
olmuş, ezeli) ve kâbiliyyet ise hâdistir (sonradan yaratılmıştır).
Atâ
(bağış)
, Hakk'ın
sıfatı ve kâbiliyyet ise, mahlûkun sıfatıdır ve kadîm, (önce
olan) hâdise (sonradan olana) mevkûf
(bağlı)
olmaz."
Şerh:
Bu fass-ı münîfin (değerli
eserin) ibtidâsında (başlangıcında)
îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere
atâyâ (bağışlar)
,
biri zâtî (Zât
ile ilgili) ,
diğeri esmâî (esma
ile ilgili) olmak üzere iki kısımdır: Atâyâ-yı Zâtiyye, (Zât’i
bağışlar) Zât-ı
Ahadiyyet’te (Zât’ın
Ahadlığında) mahfî (gizli)
ve müstehlek (yok
olmuş) olup, zuhûr (dışarı çıkma)
talebinde (isteğinde)
bulunan sıfât ve esmâya, Hakk'ın kendi Zât’ında, kendi Zât’ıyla,
kendi Zât’ına tecellîsi (oluşumu)
sûretiyle (şekliyle),
ilm-i
İlâhî’sinde vücûd bahş etmesidir (hayat
vermesidir) ki, buna "feyz-i akdes" derler. Ve bu atâ (bağış),
Hakk'ın
iktizâ-i Zâtîsi (Zât’ının
gereği) olduğundan mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde)
peydâ olan (meydana
gelen) ve suver-i esmâdan (esmanın
suretlerinden) ibaret bulunan a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) için
kâbiliyyet şart değildir. Zîrâ a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) Hakk'ın niseb (sıfat) ve
şuûnâtının (fiillerinin,
işlerinin) sûretleridir ve Hakk'ın şuûnâtı (fiilleri, işleri)
ise,
kendi vücûdunun aynıdır ve Hakk'ın vücûduyla berâber kadîmdir (önceden
beri mevcuttur) . Binâenaleyh
(nitekim),
Hakk'ın atâ-yı Zâtîsi (Zâti
bağışları) kadîm (önceden,
eskiden beri mevcut)
olur. Fakat vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak olan
Hakk’ın vücûdunun) "mertebe-i ilim"den (ilim
mertebesinden) "mertebe-i ayn"a (manalar
mertebesine) tenezzülü (inişi)
ve mezâhir-i kevniyye sûretlerinde (birer
görüntü yerleri olan birimlerde) takayyüdü (kayıtlanmaları),
a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) hasebiyle
olduğundan ve âlem-i kevnde (evrende)
her bir mazhara (görüntü
yerine, birime) vârid olan (gelen)
atâyâ (bağışlar,
feyzler) kendi ism-i hâssının (idaresi
altında bulunduğu kendi has isminin) isti'dâdına göre
bulunduğundan, bu atâyâ-yı esmâiyyede (esmanın
bağışlarında) kâbiliyyet şarttır. Ve âlem-i kevnde (evrende)
vâki' (mevcut)
olan / bu tecelliyât-ı esmâiyyeye (esma oluşumlarına)
"feyz-i mukaddes" derler.
Mesnevî:
Tercüme:
"O gönlün çâresi bir mübdilin (değiştiricinin)
atâsıdır (bağışıdır).Onun
dâd (verdiği
ihsanlara) ve atâsına (bağışlarına),
kâbiliyyet şart değildir. Belki şart-ı kâbiliyyet O'nun atâsıdır
(bağışıdır): Atâ iç
(istidâd)
ve kâbiliyyet kabuk gibidir."
Şerh:
Taştan daha katı olan kalbin çâresi bir mübdilin (değiştiricinin),
ya'nî
mübeddilü'l-ahvâl olan (halleri
değiştiren) Hakk'ın atâsıdır (bağışıdır).
Ve böyle kimse Mudill isminin (eğri
yola saptıran isimlerin) taht-ı te'sîrinde (tesiri,
etkisi altında) bulunduğu halde, atâ-yı İlâhî, (İlâhi
bağışlar) ism-i Hâdî'nin (doğru
yolu gösteren isimlerin) iki eli üzere, ona vâsıl olmalıdır
(ulaşmalıdır)
ki, o dalâletten (sapıklıktan)
kurtulabilsin. Zîrâ atâ-yı İlâhî (İlâhi
bağışlar) esmâ hâdimlerinden (hizmet
eden isimlerden) bir hâdim (hizmetçi)
vâsıtasıyla gelir. "Hakk'ın atâsı (bağışı)
için kâbiliyyet şart mıdır? diye suâl olunursa, “değildir”
cevâbı verilir. Zîrâ, hidâyete kâbiliyyet birçok kimselerin zannettiği
gibi, mutlakâ a'mâl-i sâlihayâ (iyi
işler) muvâzabat (uğraşma)
ve maâsîden (itaatsizlikten,
asilikten) mücânebet (sakınmak,
çekinmek) değildir. Hakk'ın inâyeti (lûtfu,
iyiliği) bî-illettir (sebebsizdir).
Nice anadan doğma kâfirler vardır ki, Hakk'ın hidâyeti imdâdlarına
erişmiştir ve nice ehl-i fısk (günah
işleyen) ve ısyân vardır ki, Hak onlara bilâhire mertebe-i
Velâyeti (Velilik)
ihsân etmiştir (vermiştir).
İbâdât (ibâdetler)
ve tâât (itaatler)
ise esbâb-ı âdiyyeden (alışılmış
sebeplerden) ibârettir. Onun için Hak Teâlâ
buyurur:........................................... (Zümer, 39/53) Ya'nî:
"Ey nefislerini isrâf eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin!". Binâenaleyh (nitekim),
onun atâsı (bağışı)
için kâbiliyyet şart değildir. Belki kâbiliyyetin şartı,
O'nun atâsıdır (bağışıdır).
Zîrâ "feyz-i akdes" denilen onun atâ-yı Zâtîsi (Zâti
bağışları) bi-hasebi'l-isti'dâd (sayısız
istidâdlara) a'yân-ı sâbiteye (ilmi
suretlere) kâbiliyyet bahş etmiştir (bağışlamıştır)
ki, "feyz-i mukaddes" denilen tecelliyât-ı esmâiyye (esmanın
tecellileri, oluşumları) bu kâbiliyyet üzerine vârid olur (gelir).Bu
sûrette atâ-yı Zâtî iç;
ve a'yân-ı kevniyyenin (açığa çıkmış
esmanın) kâbiliyyeti kabuk gibi olur. Eğer bir kimsenin ayn-ı
sâbitesi (ilmi sureti) ezelde
ism-i Hâdî'nin (doğru
yola sevkeden isim) sûreti üzere ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sübût bulmuş (çıkmış)
ise, bu âlem-i süflîde (madde
aleminde) bir müddet sahrâ-yı dalâlette (delâlet
çöllerinde) pûyân (koşmuş)
olsa ve hidâyete sûretâ (görünüşte)
kâbiliyyeti olmasa bile, mazharı (görüntü
yeri) olduğu ismin hazînesindeki atâyâ (bağışlar)
vakti gelince ona vâsıl olur (ulaşır).
Mesnevî:
80
Tercüme:
"İşte asâ, Mûsâ için yılan olur. Bir güneş gibi, onun avcunun
içi ziyâdâr (aydınlık)
olur. Daha bizim zamîrimize ve aklımıza sığmayan yüz
binlerce mu'cizât-ı Enbiyâ (Peygamberlerin
mûcizeleri) vardır."
Şerh:
Ya'nî, eğer sen atâ-yı Zâtî’nin
iç; ve a'yân-ı kevniyyenin (açığa
çıkmış esmanın)
kâbiliyyeti kabuk gibi olduğunun misâlini görmek istersen, işte
biri Mûsâ (a.s.)'ın asâsı (sopası)
ve yed-i beyzâsıdır (mucize
olarak gösterdiği parlak elidir) ki, bir ağaç parçasıyla yılanın;
ve et ile kemikten ibâret bulunan bir el ile ziyânın (ışığın) zâhirde
(görünüşte)
münâsebetleri olmadığı halde, "asâ" (sopa)
yılan ve "el" dahi güneş gibi parlak oldu. Zîrâ o
asânın (sopanın)
ve elin içi ki, onların ayn-ı sâbiteleridir (ilmi
suretleridir) , atâ-yı
Zâtî (Zâti
bağış) bunlar hakkında bu sûretle (şekilde)
vârid oldu (ulaştı)
ve atâ-yı Zâtî, (Zât’i bağış)
vârid olmak (ulaşması)
için, "Bu ağaçtır ve bu eldir; bunlarda yılan ve ziyâ-pâş
olmağa (ışık
saçmaya) kâbiliyyet yoktur" demez. Bir hârika olmak üzere
onların kabukları olan vücûd-ı kevnîleri (bedenleri)
açıldığı vakit, a'yân-ı kevniyye nazarında (esmaların açığa
çıkması bakımından)
onların içi zâhir olur (meydana
çıkar).
İşte her şeyi sebebe bağlı gören aklımızın ve zamîrimizin
(iç
yüzümüzün, gönlümüzün) almadığı yüz binlerce mu'cizât-ı
Enbiyâ ' (Peygamberlerin
mûcizeleri) dahi buna kıyâs olunmak lâzımdır. Şu kadar var
ki, o kabukların açılıp içlerinin
çıkması dahi a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi
suretlerinin) iktizâsındandır (gereğindendir).
Ve
bu fevka'l-âdelik (olağanüstülük)
dahi, Cenâbı Hakîm-i mutlak (Allah)
tarafından her kabuğun içi olduğunu
merhameten kullarına anlatmak ve kışırdan (kabuktan)
lübbe (öze) da'vet
etmek içindir.
Mesnevî:
Tercüme:
"Tasrîf-i Hudâdır (istediği
gibi idare eden Allah’tır), esbâbdan
(sebeplerden) değildir;
yoklara kâbiliyyet neredendir? Eğer kâbiliyyet fiil-i Hakk'ın (Hakk’ın
fiillerinin) şartı olaydı, hiçbir ma'dûm (mevcut
olmayan) vücûda gelmezdi."
/Şerh:Ya'nî
tasarrufât-ı İlâhiyye (İlâhi
tasarruflar) esbâbın (sebeblerin) vücûduna
mütevakkıf (bağlı)
değildir. Zîrâ esbâb (sebepler)
dediğimiz şeyler dahi, vücûd-ı Hâkk'ın (Hakk’ın vücûdunun)
niseb (vasıfları)
ve izâfâtıdır (gereklerindendir).
Ve niseb (sıfatlar)
ise umûr-ı ademiyyedendir (yok
olan hususlardandır). Vücûd-ı
halk' (yaratılmışların
vücudu) dediğimiz,
mezâhir-i âlemin (görüntü
yeri olan, görülen âlemin) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi),
vücûd-ı
izâfiden (varlığı
Allah’a bağlı olanlardan) ibâret olunca, o ârızî (sonradan
çıkan, gelip geçici olan) ve ademî (yokluğu)
olan şeylere kâbiliyyet nereden gelir? Belki onların kâbiliyyetlerinin
şartı âta-yı Zâtî’den (Zât’ın bağışlarından)
inbiâs eder (ileri
gelir). Eğer
Hakk'ın fiili zuhûra
gelmek için kâbiliyyet şart olaydı, Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahad olan Zât’ta)
mahfî (gizli)
olan nisep (sıfatlar)
ve şuûnât-ı İlâhiyye’nin (İlâhi
fiillerin, işlerin) hiçbirisi vücûda gelmez idi. Zîrâ Hakk'ın
şuûnât-ı esmâiyyesi
(Hakk’ın işleri fiilleri olan esma) ile zuhûru (meydana
çıkması) Zâtının
muktezâsıdır; (Zât’ının gereğidir)
ve bu zuhûr (meydana
çıkış) için kâbiliyyet şart değildir. Çünkü kâbiliyyet
sebebdir ve Hakk'ın vücûd-ı mutlakı (mutlak
vücût sahibi olan Hakk) ve onda mündemic olan (bulunan)
niseb (sıfatlar) hiçbir
sebeb tahtında (altında)
mevcûd olmuş değildir.
Mesnevi
Tercüme:
"Hak Teâlâ, tâliblere (isteyenlere),
bu
mâî (mavi)
perdenin altında, bir âdet
ve esbâb (sebepler)
ve turuk (tarikler, yollar) vaz'
etti (koydu).
Ekser-i ahvâl (çoğu
haller), âdet
üzere cârî olur (cereyan
eder). Ba'zan
kudret-i Hak (Hakk’ın
kudreti) âdeti yırtar. Âdeti
letâfetle (incelikle)
vaz' etmiş (koymuş),
ba'dehû (daha
sonra) mu'cizeyi hark-ı âdet kılmıştır (mucizeyi
alışılmışlığın dışında yapmıştır).Eğer izzet (ikrâm)
bize sebebsiz mevsûl (ulaştırılmış)
değil ise,
kudret-i İlâhî sebebin azlinden ma'zûl (azl
edilmiş, uzaklaştırılmış) değildir. Ey sebebe giriftâr (tutkun)
olan, dışarıya uçma! Lâkin sebebin azlini müsebbib (sebep olan) zannetme!
/ O müsebbib (sebep
olan) her ne dilerse getirir. Kudret-i Mutlak (Allah’ın
kudreti) sebebleri yırtar. Lâkin bir tâlib (istekli),
murâd
istemeyi bilsin diye işlerin bitimini sebeb üzere sürer. Sebeb olmayınca
mürîd, ne yol arar? Binâenaleyh (nitekim)
sebeb, yolda âşikâr olmak lâzımdır. Bu sebebler, nazarlar (bakışlar,
düşünceler) üzerinde perdedir. Zîrâ her dîdâr (yüz, çehre) O'nun
sun'una (yapısına)
lâyık değildir."
Şerh:
Ya'nî Hak Teâlâ Hazretleri, bu âlem-i his (hislerde)
ve şehâdette (görülen
alemde), tâlib-i
atâ olanlara (bağış
isteyenlere), bir
âdet
(usul) ve esbâb (sebepler)
ve yol vaz' etti (koydu)
ki, atâ-yı İlâhî (İlâhi
bağışlar) tâliblere (isteklilere) bu
âlem-i şehâdetin (dünyanın)
âdeti üzere birtakım sebebler vâsıtasıyla bir tarîk-i mahsûstan
(özel yollardan) gelir.
Meselâ bir kimse elindeki kayısı çekirdeğinden kayısı yemek murâd
etse, evvelâ onu toprağa gömmeli, ba'dehû (daha
sonra) sulamalı, sonra da teâkub-i sinîne (birbirini takip
eden seneleri) intizâr etmelidir (beklemelidir).
Zîrâ dünyanın âdeti budur. Ve bu atâ (bağış),
atâ-yı Zâtî (Zât’ın
bağışı) değil, atâ-yı esmâîdir (esmanın
bağışıdır) .
Ve atâ-yı İlâhî (İlâhi
bağışlar, esmanın bağışları) birtakım hademe-i (hizmetçi) esmânın
hizmetiyle vâki' olur (gerçekleşir).
Ve suver-i âlemden (âlemdeki
suretlerden, birimlerden) her bir sûret bir ismin mazharıdır (göründüğü
yerdir).
Ve bir işin görülmesine bu sûretlerden birinin veyâ birkaçının
hizmeti, onların mazhar oldukları
esmânın (esmanın
göründüğü yerin, birimin) hizmeti olur. İşte dünyânın
ekser-i ahvâli (çoğu
halleri) böyle âdet üzerine cârîdir (cereyan
eder). Fakat
ba'zan kudret-i Hak (Hakk’ın
kudreti) bu âdeti yırtıverir. Meselâ buzun vücûdu için su,
suyun vücûdu için buhar, buharın vücûdu için de havâ-yı nesîmî (hava
atmosferi) lâzımdır. Bunlar alâ-merâtibihim (mertebelerine göre)
yekdîğerinin (birbirlerinin)
vücûduna sebebdir. Ve havâ-yı nesîmî (hava
atmosferi) bu istihâlâtı (değişiklikleri)
geçirdikten sonra buz olur. Âdet-i tabîiyye (tabiatın
âdeti) budur. Hak, buzun vücûdu için bu tarîki (yolu)
vaz' etti (koydu).
Fakat
bir Nebiyy-i zî-şân (şeref
sahibi Peygamber) mu'cize; ve onun vârisi (mirasçısı)
bulunan bir Veliyy-i kâmil, kerâmet olmak üzere, yed-i mübârekini
(mubarek
elini) havâ-yı nesîmî içine (havaya)
uzatıp bir buz pârçası istihsâl (elde)
edebilir. Zîrâ onlar sıfât-ı beşeriyyelerinden (yaratılmışlık
sıfatlarından) fânî (yok) olup
Hak'la bâkî (daimi)
olmuş olduklarından, onların kudret ve fiilleri, Hakk'ın
kudreti ve fiilidir ve kudret-i Hak ba'zan âdeti yırtar; böyle hâriku'l-âde
(fevkalade) ahvâl
(haller)
zuhûra (meydana)
gelir. Hak Teâlâ âdeti,
latîf ve mümtezic (uyuşan)
birtakım sebebler üzerine vaz' etmiştir (koymuştur).
Ba'dehû
(daha
sonra) bu âlem-i esbâbın (sebepler
aleminin) verâsında, (gerisinde)
avâlim-i sâire (başka haller) mevcûd
olduğunu ızhar (açığa
çıkarmak) için mu'cize-i Enbiyâyı, (Peygamberlerin
mûcizeleri) âdeti
hark edici kılmıştır
(âdetleri yarıp yırtmış,
alışılmışlığın dışına çıkmıştır).
Bu dünyâda izzet (ikram) ve
ni'met dahi bize alâ-tarîkı'l-âde (âdet
üzerine, alışılmış olunduğu şekilde) birtakım sebebler vâsıtasıyla
gelir. Fakat zâhirde (görünüşte)
izzet ve ni'mete vâsıta olabilecek esbâbın (sebeplerin)
zâil (yok)
olduğunu müşâhede edersen (görürsen),
sebebin ma'zûl olduğu (çıkarıldığı,
uzaklaştırıldığı) gibi, kudret-i İlâhînin (İlâhi
kudretin) dahi ma'zûl (uzaklaştırılmış)
olduğunu zannetme! Mâdemki müsebbib (sebep
olan, Yaratıcı) ma'zûl (uzaklaşmış)
değildir, onun diğer esmâsı yediyle (eliyle)
sana atâ-yı İlâhî (İlâhi
bağışlar, esmanın bağışları) gelir. O müsebbib (sebep olan,
yaratan) ezelde her neyi kazâ ve takdîr etmiş ise, meydanda
sebeb görünmese bile, / kudret-i Mutlak (Allah’ın
kudreti) o sebebleri ızhâr eder (açığa
çıkarır). Ve
meselâ esbâb-ı nıkmet (belâ
sebebi) mevcûd iken o sebebleri yırtıp, onun yerine esbâb-ı
ni'meti (nimet
sebebini) müheyyâ kılar (hazırlar).
....................................................................
(Mü'min,
40/60) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)
bir tâlib (isteyen)
,
murâdını taleb etsin (istesin)
diye, Hak Teâlâ işlerin bitmesini sebeb üzerine binâ etmiştir.
Binâenaleyh (nitekim),
herkes gözünü esbâba (sebeplere)
dikmiştir. Meselâ zengin olmak isteyen kimse ticârete sülûk
eder (yönelir)
ve "Yâ Rab benim ticaretime revâc (sürüm)
ver!" diye duâ eder. Eğer bu gibi esbâb-ı gınâ (zenginliğe
sebep) mevcûd olmasa idi, mürîd-i gınâ (zenginliği
dileyen) neye tevessül ile
(sarılarak) zengin olunabileceğini bilemeyip şaşırır kalır
idi. Böyle olunca taleb (istek)
sâhibinin târîkında (yolunda)
sebeb bulunmak îcâb-ı hikmettir (hikmetin
gereğidir). İmdi
sen bu âlemde işlerin esbâb (sebepler)
tahtında (altında)
görülmesi âdet (alışılmış
usul, kaide) olduğuna bakıp da müsebbibden (sebep olandan,
Yaratıcı’dan) gâfil olma! Bu sebebler gözlerde perdedir. O
perdelerin arkasında müsebbib (Yaratan)
vardır. Fakat her didâr, (çehre,
yüz) onun san'atını ve efâlini (fiillerini)
görmeğe lâyık değildir. Bunu görmek için "tevhîd-i
efâl" mertebesine vusûl (ulaşmak) lâzımdır.
Halbuki milyonlarca halk esbâba (sebeplere)
sarılmışlar ve kendilerine gelen ni'met ve nıkmeti (kötülüğü,
belâyı) o esbâbdan (sebeplerden) bilmişlerdir.
Mesnevî:
Tercüme:
"Hicâbları (perdeleri)
kökünden ve dibinden koparmak için, sebebî delici bir göz lâzımdır.
Tâ ki lâ-mekânda (mekânsız)
müsebbibi (Yaratan’ı,
sebep olanı) görsün ve cehdi (çalışmasını)
ve sebebleri ve dükkânı boş ve beyhûde olarak müşâhede
etsin (görsün).
Her hayır ve şer müsebbibden (sebep olandan,
Yaratan’dan) gelir. Ey peder, esbâb (sebepler)
ve vesâit (araçlar)
,
gaflet devri bir zaman kalmak için, şâh-râhda (ana
yolda) mün'akid olmuş (yapılmış,
kurulmuş) bir hayalden başka bir şey değildir."
Şerh:
Ya'nî bi-hasebi'l-esmâ (sayısız
esma) vücûd-ı Mutlak-ı Hakk'ın (mutlak
vücûd sahibi olan Hakk’ın) takayyüdünden (kayıtlılığından)
ibâret bulunan bu mezâhirin (görüntü
yerlerinin, birimlerin) ve bu esbâbın (sebeplerin) vücûd-i
izâfîlerini / delip de, mekân ile muttasıf (vasıflanmış)
bulunan âlem-i cismâniyyet (madde
aleminin) hâricinde (dışında),
lâ-mekânda (mekânsızlıkta)
müsebbibin (sebep
olanın, Yaratan’ın) vücûd-ı vâhid-i hakîkîsini (hakikât
olan tek vücudu) görecek; ve binâenaleyh (nitekim)
mesâîyi (çalışmaları)
ve sebebleri ve dükkânı, ya'nî üzerinde âdet cârî (geçerli âdet) olan
cismâniyyeti (maddenin)
fânî (ölümlü
olduğunu) müşâhede edecek (görecek)
bir göz lâzımdır. Bir sebeb-i zâhirî (görülen
sebebin) tahtında (altında)
gelen her bir hayır ve şer, esmâsı hasebiyle (bakımından)
müsebbibden (sebep olandan,
Yaratıcı’dan) gelir. Eğer sen "Müsebbib (Yaratıcı)
niçin esbâb (sebepler) perdesi
arkasına gizlenmiştir; keşke zâhir (görülür)
olaydı da herkes hakîkat-i hâli (gerçeği)
bile idi" diyecek olursan, onun cevâbı budur ki, bu esbâb
(sebepler) ve
vesâit (araçlar)
âhıretin caddesi olan bu hazret-i şehâdette, (içinde
bulunduğumuz âlemde) bir hayli zaman gaflet devri devâm etsin
diye mün'akid olmuş (yapılmış,
kurulmuş) bir hayâlden başka bir şey değildir. Ve bu hayâlât
(hayaller)
körler ile gözlüleri tefrîk (ayırmak)
için li-hikmetin (bir
hikmetten dolayı) vaz' olunmuş (konmuş)
bir âlet-i tecrübe (tecrübe aleti) ve
kalb ile nakd-ı ceyyidi (iyi
parayı, iyileri) temyîz (ayırmak)
için mevzû' (konulmuş) bir
mihektir (ölçektir).
Bu âlemde göz vardır ki, esbâbı (sebepleri)
müsebbibin gayrı (sebep olandan,
Yaratıcı’dan başkasını) görmez ve sebebde müsebbibi (sebep
olanı, Yaratıcı’yı) müşâhede eder (görür)
ve göz vardır ki, körün değneğine i'timâd etdiği (güvenip dayandığı)
gibi, esbâbdan (sebeplerden)
gayrı (başka)
bir şeyi görmez.
Rebîu'l-âhir
1335/28 Kânûn-sânî
1332
Leyle-i sebt, saat 2.5.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
19.03.2002
|