15.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XV. Bölüm)

Sürh-i Mesnevî-i Şerîf:

Tercüme: "Hak Teâlâ Hazretlerinin atâsı (bağışı) ve kudreti, kâbiliyyete mevkûf (bağlanmış) olan halâikın (mahlukatın) atâsı (bağışı) ve kudreti gibi, kâbiliyyete mevkûf (bağlanmış) değildir. Zîrâ atâ-yı Hak (Hakk’ın bağışı) kadîm (önceden olmuş, ezeli) ve kâbiliyyet ise hâdistir (sonradan yaratılmıştır).  Atâ (bağış) , Hakk'ın sıfatı ve kâbiliyyet ise, mahlûkun sıfatıdır ve kadîm, (önce olan) hâdise (sonradan olana) mevkûf (bağlı) olmaz."

Şerh: Bu fass-ı münîfin (değerli eserin) ibtidâsında (başlangıcında) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere atâyâ (bağışlar) , biri zâtî (Zât ile ilgili) , diğeri esmâî (esma ile ilgili) olmak üzere iki kısımdır: Atâyâ-yı Zâtiyye, (Zât’i bağışlar) Zât-ı  Ahadiyyet’te (Zât’ın Ahadlığında) mahfî (gizli) ve müstehlek (yok olmuş) olup, zuhûr (dışarı çıkma) talebinde (isteğinde) bulunan sıfât ve esmâya, Hakk'ın kendi Zât’ında, kendi Zât’ıyla, kendi Zât’ına tecellîsi (oluşumu) sûretiyle (şekliyle),  ilm-i İlâhî’sinde vücûd bahş etmesidir (hayat vermesidir) ki, buna "feyz-i akdes" derler. Ve bu atâ (bağış),  Hakk'ın iktizâ-i Zâtîsi (Zât’ının gereği) olduğundan mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) peydâ olan (meydana gelen) ve suver-i esmâdan (esmanın suretlerinden) ibaret bulunan a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) için kâbiliyyet şart değildir. Zîrâ a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) Hakk'ın niseb (sıfat) ve şuûnâtının (fiillerinin, işlerinin) sûretleridir ve Hakk'ın şuûnâtı (fiilleri, işleri) ise, kendi vücûdunun aynıdır ve Hakk'ın vücûduyla berâber kadîmdir (önceden beri mevcuttur) .  Binâenaleyh (nitekim), Hakk'ın atâ-yı Zâtîsi (Zâti bağışları) kadîm (önceden, eskiden beri mevcut) olur. Fakat vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak olan Hakk’ın vücûdunun) "mertebe-i ilim"den (ilim mertebesinden) "mertebe-i ayn"a (manalar mertebesine) tenezzülü (inişi) ve mezâhir-i kevniyye sûretlerinde (birer görüntü yerleri olan birimlerde) takayyüdü (kayıtlanmaları), a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) hasebiyle  olduğundan ve âlem-i kevnde (evrende) her bir mazhara (görüntü yerine, birime) vârid olan (gelen) atâyâ (bağışlar, feyzler) kendi ism-i hâssının (idaresi altında bulunduğu kendi has isminin) isti'dâdına göre bulunduğundan, bu atâyâ-yı esmâiyyede (esmanın bağışlarında) kâbiliyyet şarttır. Ve âlem-i kevnde (evrende) vâki' (mevcut) olan / bu tecelliyât-ı esmâiyyeye (esma oluşumlarına) "feyz-i mukaddes" derler.

Mesnevî:

Tercüme: "O gönlün çâresi bir mübdilin (değiştiricinin) atâsıdır (bağışıdır).Onun dâd (verdiği ihsanlara) ve atâsına (bağışlarına), kâbiliyyet şart değildir. Belki şart-ı kâbiliyyet O'nun atâsıdır (bağışıdır): Atâ iç (istidâd) ve kâbiliyyet kabuk gibidir."

Şerh: Taştan daha katı olan kalbin çâresi bir mübdilin (değiştiricinin),  ya'nî mübeddilü'l-ahvâl olan (halleri değiştiren) Hakk'ın atâsıdır (bağışıdır). Ve böyle kimse Mudill isminin (eğri yola saptıran isimlerin) taht-ı te'sîrinde (tesiri, etkisi altında) bulunduğu halde, atâ-yı İlâhî, (İlâhi bağışlar) ism-i Hâdî'nin (doğru yolu gösteren isimlerin) iki eli üzere, ona vâsıl olmalıdır (ulaşmalıdır) ki, o dalâletten (sapıklıktan) kurtulabilsin. Zîrâ atâ-yı İlâhî (İlâhi bağışlar) esmâ hâdimlerinden (hizmet eden isimlerden) bir hâdim (hizmetçi) vâsıtasıyla gelir. "Hakk'ın atâsı (bağışı) için kâbiliyyet şart mıdır? diye suâl olunursa, “değildir” cevâbı verilir. Zîrâ, hidâyete kâbiliyyet birçok kimselerin zannettiği gibi, mutlakâ a'mâl-i sâlihayâ (iyi işler) muvâzabat (uğraşma) ve maâsîden (itaatsizlikten, asilikten) mücânebet (sakınmak, çekinmek) değildir. Hakk'ın inâyeti (lûtfu, iyiliği) bî-illettir (sebebsizdir). Nice anadan doğma kâfirler vardır ki, Hakk'ın hidâyeti imdâdlarına erişmiştir ve nice ehl-i fısk (günah işleyen) ve ısyân vardır ki, Hak onlara bilâhire mertebe-i Velâyeti (Velilik) ihsân etmiştir (vermiştir). İbâdât (ibâdetler) ve tâât (itaatler) ise esbâb-ı âdiyyeden (alışılmış sebeplerden) ibârettir. Onun için Hak Teâlâ buyurur:........................................... (Zümer, 39/53) Ya'nî: "Ey nefislerini isrâf eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!". Binâenaleyh (nitekim), onun atâsı (bağışı) için kâbiliyyet şart değildir. Belki kâbiliyyetin şartı, O'nun atâsıdır (bağışıdır). Zîrâ "feyz-i akdes" denilen onun atâ-yı Zâtîsi (Zâti bağışları) bi-hasebi'l-isti'dâd (sayısız istidâdlara) a'yân-ı sâbiteye (ilmi suretlere) kâbiliyyet bahş etmiştir (bağışlamıştır) ki, "feyz-i mukaddes" denilen tecelliyât-ı esmâiyye (esmanın tecellileri, oluşumları) bu kâbiliyyet üzerine vârid olur (gelir).Bu sûrette atâ-yı Zâtî iç; ve a'yân-ı kevniyyenin (açığa çıkmış esmanın) kâbiliyyeti kabuk gibi olur. Eğer bir kimsenin ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) ezelde ism-i Hâdî'nin (doğru yola sevkeden isim) sûreti üzere ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sübût bulmuş (çıkmış) ise, bu âlem-i süflîde (madde aleminde) bir müddet sahrâ-yı dalâlette (delâlet çöllerinde) pûyân (koşmuş) olsa ve hidâyete sûretâ (görünüşte) kâbiliyyeti olmasa bile, mazharı (görüntü yeri) olduğu ismin hazînesindeki atâyâ (bağışlar) vakti gelince ona vâsıl olur (ulaşır).

Mesnevî: 80

Tercüme: "İşte asâ, Mûsâ için yılan olur. Bir güneş gibi, onun avcunun içi ziyâdâr (aydınlık) olur. Daha bizim zamîrimize ve aklımıza sığmayan yüz binlerce mu'cizât-ı Enbiyâ (Peygamberlerin mûcizeleri) vardır."

Şerh: Ya'nî, eğer sen atâ-yı Zâtî’nin iç; ve a'yân-ı kevniyyenin (açığa çıkmış esmanın) kâbiliyyeti kabuk gibi olduğunun misâlini görmek istersen, işte biri Mûsâ (a.s.)'ın asâsı (sopası) ve yed-i beyzâsıdır (mucize olarak gösterdiği parlak elidir) ki, bir ağaç parçasıyla yılanın; ve et ile kemikten ibâret bulunan bir el ile ziyânın (ışığın) zâhirde (görünüşte) münâsebetleri olmadığı halde, "asâ" (sopa) yılan ve "el" dahi güneş gibi parlak oldu. Zîrâ o asânın (sopanın) ve elin içi ki, onların ayn-ı sâbiteleridir (ilmi suretleridir) ,  atâ-yı Zâtî (Zâti  bağış) bunlar hakkında bu sûretle (şekilde) vârid oldu (ulaştı) ve atâ-yı Zâtî, (Zât’i bağış) vârid olmak (ulaşması) için, "Bu ağaçtır ve bu eldir; bunlarda yılan ve ziyâ-pâş olmağa (ışık saçmaya) kâbiliyyet yoktur" demez. Bir hârika olmak üzere onların kabukları olan vücûd-ı kevnîleri (bedenleri) açıldığı vakit, a'yân-ı kevniyye nazarında (esmaların açığa çıkması bakımından) onların içi zâhir olur (meydana çıkar). İşte her şeyi sebebe bağlı gören aklımızın ve zamîrimizin (iç yüzümüzün, gönlümüzün) almadığı yüz binlerce mu'cizât-ı Enbiyâ ' (Peygamberlerin mûcizeleri) dahi buna kıyâs olunmak lâzımdır. Şu kadar var ki, o kabukların açılıp içlerinin çıkması dahi a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) iktizâsındandır (gereğindendir).  Ve bu fevka'l-âdelik (olağanüstülük) dahi, Cenâbı Hakîm-i mutlak (Allah) tarafından her kabuğun içi  olduğunu merhameten kullarına anlatmak ve kışırdan (kabuktan) lübbe (öze) da'vet etmek  içindir.

Mesnevî:

Tercüme: "Tasrîf-i Hudâdır (istediği gibi idare eden Allah’tır),  esbâbdan (sebeplerden) değildir; yoklara kâbiliyyet neredendir? Eğer kâbiliyyet fiil-i Hakk'ın (Hakk’ın fiillerinin) şartı olaydı, hiçbir ma'dûm (mevcut olmayan) vücûda gelmezdi."

/Şerh:Ya'nî tasarrufât-ı İlâhiyye (İlâhi tasarruflar) esbâbın (sebeblerin) vücûduna mütevakkıf (bağlı) değildir. Zîrâ esbâb (sebepler) dediğimiz şeyler dahi, vücûd-ı Hâkk'ın (Hakk’ın vücûdunun) niseb (vasıfları) ve izâfâtıdır (gereklerindendir). Ve niseb (sıfatlar) ise umûr-ı ademiyyedendir (yok olan hususlardandır).  Vücûd-ı halk' (yaratılmışların vücudu) dediğimiz, mezâhir-i âlemin (görüntü yeri olan, görülen âlemin) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi),  vücûd-ı izâfiden (varlığı Allah’a bağlı olanlardan) ibâret olunca, o ârızî (sonradan çıkan, gelip geçici olan) ve ademî (yokluğu) olan şeylere kâbiliyyet nereden gelir? Belki onların kâbiliyyetlerinin şartı âta-yı Zâtî’den (Zât’ın bağışlarından) inbiâs eder (ileri gelir).  Eğer Hakk'ın fiili zuhûra­ gelmek için kâbiliyyet şart olaydı, Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahad olan Zât’ta) mahfî (gizli) olan nisep (sıfatlar) ve şuûnât-ı İlâhiyye’nin (İlâhi fiillerin, işlerin) hiçbirisi vücûda gelmez idi. Zîrâ Hakk'ın şuûnât-ı esmâiyyesi (Hakk’ın işleri fiilleri olan esma) ile zuhûru (meydana çıkması) Zâtının muktezâsıdır; (Zât’ının gereğidir) ve bu zuhûr (meydana çıkış) için kâbiliyyet şart değildir. Çünkü kâbiliyyet sebebdir ve Hakk'ın vücûd-ı mutlakı (mutlak vücût sahibi olan Hakk) ve onda mündemic olan (bulunan) niseb (sıfatlar) hiçbir sebeb tahtında (altında) mevcûd olmuş değildir.

Mesnevi

Tercüme: "Hak Teâlâ, tâliblere (isteyenlere),  bu mâî (mavi) perdenin altında, bir âdet ve esbâb (sebepler) ve turuk (tarikler, yollar) vaz' etti (koydu). Ekser-i ahvâl (çoğu  haller), âdet üzere cârî olur (cereyan eder).  Ba'zan kudret-i Hak (Hakk’ın kudreti) âdeti yırtar. Âdeti letâfetle (incelikle) vaz' etmiş (koymuş), ba'dehû (daha sonra) mu'cizeyi hark-ı âdet kılmıştır (mucizeyi alışılmışlığın dışında yapmıştır).Eğer izzet (ikrâm) bize sebebsiz mevsûl (ulaştırılmış) değil  ise, kudret-i İlâhî sebebin azlinden ma'zûl (azl edilmiş, uzaklaştırılmış) değildir. Ey sebebe giriftâr (tutkun) olan, dışarıya uçma! Lâkin sebebin azlini müsebbib (sebep olan) zannetme! / O müsebbib (sebep olan) her ne dilerse getirir. Kudret-i Mutlak (Allah’ın kudreti) sebebleri yırtar. Lâkin bir tâlib (istekli),  murâd istemeyi bilsin diye işlerin bitimini sebeb üzere sürer. Sebeb olmayınca mürîd, ne yol arar? Binâenaleyh (nitekim) sebeb, yolda âşikâr olmak lâzımdır. Bu sebebler, nazarlar (bakışlar, düşünceler) üzerinde perdedir. Zîrâ her dîdâr (yüz, çehre) O'nun sun'una (yapısına) lâyık değildir."

Şerh: Ya'nî Hak Teâlâ Hazretleri, bu âlem-i his (hislerde) ve şehâdette (görülen alemde),  tâlib-i atâ olanlara (bağış isteyenlere),  bir âdet (usul) ve esbâb (sebepler) ve yol vaz' etti (koydu) ki, atâ-yı İlâhî (İlâhi bağışlar) tâliblere (isteklilere) bu âlem-i şehâdetin (dünyanın) âdeti üzere birtakım sebebler vâsıtasıyla bir tarîk-i mahsûstan (özel yollardan) gelir. Meselâ bir kimse elindeki kayısı çekirdeğinden kayısı yemek murâd etse, evvelâ onu toprağa gömmeli, ba'dehû (daha sonra) sulamalı, sonra da teâkub-i sinîne (birbirini takip eden seneleri) intizâr etmelidir (beklemelidir). Zîrâ dünyanın âdeti budur. Ve bu atâ (bağış), atâ-yı Zâtî (Zât’ın bağışı) değil, atâ-yı esmâîdir (esmanın bağışıdır) . Ve atâ-yı İlâhî (İlâhi bağışlar, esmanın bağışları) birtakım hademe-i (hizmetçi) esmânın hizme­tiyle vâki' olur (gerçekleşir). Ve suver-i âlemden (âlemdeki suretlerden, birimlerden) her bir sûret bir ismin mazharıdır (göründüğü yerdir). Ve bir işin görülmesine bu sûretlerden birinin veyâ birkaçının hizmeti, onların mazhar oldukları esmânın (esmanın göründüğü yerin, birimin) hizmeti olur. İşte dünyânın ekser-i ahvâli (çoğu halleri) böyle âdet üzerine cârîdir (cereyan eder).  Fakat ba'zan kudret-i Hak (Hakk’ın kudreti) bu âdeti yırtıverir. Meselâ buzun vücûdu için su, suyun vücûdu için buhar, buharın vücûdu için de havâ-yı nesîmî (hava atmosferi) lâzımdır. Bunlar alâ-merâtibihim (mertebelerine göre) yekdîğerinin (birbirlerinin) vücûduna sebebdir. Ve havâ-yı nesîmî (hava atmosferi) bu istihâlâtı (değişiklikleri) geçirdikten sonra buz olur. Âdet-i tabîiyye (tabiatın âdeti) budur. Hak, buzun vücûdu için bu tarîki (yolu) vaz' etti (koydu).  Fakat bir Nebiyy-i zî-şân (şeref sahibi Peygamber) mu'cize; ve onun vârisi (mirasçısı) bulunan bir Veliyy-i kâmil, kerâmet olmak üzere, yed-i mübârekini (mubarek elini) havâ-yı nesîmî içine (havaya) uzatıp bir buz pârçası istihsâl (elde) edebilir. Zîrâ onlar sıfât-ı beşeriyyelerinden (yaratılmışlık sıfatlarından) fânî (yok) olup Hak'la bâkî (daimi) olmuş olduklarından, onların kudret ve fiilleri, Hakk'ın kudreti ve fiilidir ve kudret-i Hak ba'zan âdeti yırtar; böyle hâriku'l-âde (fevkalade) ahvâl (haller) zuhûra (meydana) gelir. Hak Teâlâ âdeti, latîf ve mümtezic (uyuşan) birtakım sebebler üzerine vaz' etmiştir (koymuştur).  Ba'dehû (daha sonra) bu âlem-i esbâbın (sebepler aleminin) verâsında, (gerisinde) avâlim-i sâire (başka haller) mevcûd olduğunu ızhar (açığa çıkarmak) için mu'cize-i Enbiyâyı, (Peygamberlerin mûcizeleri) âdeti hark edici kılmıştır (âdetleri yarıp yırtmış,  alışılmışlığın dışına çıkmıştır). Bu dünyâda izzet (ikram) ve ni'met dahi bize alâ-tarîkı'l-âde (âdet üzerine, alışılmış olunduğu şekilde) birtakım sebebler vâsıtasıyla gelir. Fakat zâhirde (görünüşte) izzet ve ni'mete vâsıta olabilecek esbâbın (sebeplerin) zâil (yok) olduğunu müşâhede edersen (görürsen), sebebin ma'zûl olduğu (çıkarıldığı, uzaklaştırıldığı) gibi, kudret-i İlâhînin (İlâhi kudretin) dahi ma'zûl (uzaklaştırılmış) olduğunu zannetme! Mâdemki müsebbib (sebep olan, Yaratıcı) ma'zûl (uzaklaşmış) değildir, onun diğer esmâsı yediyle (eliyle) sana atâ-yı İlâhî (İlâhi bağışlar, esmanın bağışları) gelir. O müsebbib (sebep olan, yaratan) ezelde her neyi kazâ ve takdîr etmiş ise, meydanda sebeb görünmese bile, / kudret-i Mutlak (Allah’ın kudreti) o sebebleri ızhâr eder (açığa çıkarır).  Ve meselâ esbâb-ı nıkmet (belâ sebebi) mevcûd iken o sebebleri yırtıp, onun yerine esbâb-ı ni'meti (nimet sebebini) müheyyâ kılar (hazırlar). ....................................................................

(Mü'min, 40/60) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) bir tâlib (isteyen) , murâdını taleb etsin (istesin) diye, Hak Teâlâ işlerin bitmesini sebeb üzerine binâ etmiştir. Binâenaleyh (nitekim), herkes gözünü esbâba (sebeplere) dikmiştir. Meselâ zengin olmak isteyen kimse ticârete sülûk eder (yönelir) ve "Yâ Rab benim ticaretime revâc (sürüm) ver!" diye duâ eder. Eğer bu gibi esbâb-ı gınâ (zenginliğe sebep) mevcûd olmasa idi, mürîd-i gınâ (zenginliği dileyen) neye tevessül ile (sarılarak) zengin olunabileceğini bilemeyip şaşırır kalır idi. Böyle olunca taleb (istek) sâhibinin târîkında (yolunda) sebeb bulunmak îcâb-ı hikmettir (hikmetin gereğidir). İmdi sen bu âlemde işlerin esbâb (sebepler) tahtında (altında) görülmesi âdet (alışılmış usul, kaide) olduğuna bakıp da müsebbibden (sebep olandan, Yaratıcı’dan) gâfil olma! Bu sebebler gözlerde perdedir. O perdelerin arkasında müsebbib (Yaratan) vardır. Fakat her didâr, (çehre, yüz) onun san'atını ve efâlini (fiillerini) görmeğe lâyık değildir. Bunu görmek için "tevhîd-i efâl" mertebesine vusûl (ulaşmak) lâzımdır. Halbuki milyonlarca halk esbâba (sebeplere) sarılmışlar ve kendilerine gelen ni'met ve nıkmeti (kötülüğü, belâyı) o esbâbdan (sebeplerden) bilmişlerdir.

Mesnevî:

Tercüme: "Hicâbları (perdeleri) kökünden ve dibinden koparmak için, sebebî delici bir göz lâzımdır. Tâ ki lâ-mekânda (mekânsız) müsebbibi (Yaratan’ı, sebep olanı) görsün ve cehdi (çalışmasını) ve sebebleri ve dükkânı boş ve beyhûde olarak müşâhede etsin (görsün). Her hayır ve şer müsebbibden (sebep olandan, Yaratan’dan) gelir. Ey peder, esbâb (sebepler) ve vesâit (araçlar) , gaflet devri bir zaman kalmak için, şâh-râhda (ana yolda) mün'akid olmuş (yapılmış, kurulmuş) bir hayalden başka bir şey değildir."

Şerh: Ya'nî bi-hasebi'l-esmâ (sayısız esma) vücûd-ı Mutlak-ı Hakk'ın (mutlak vücûd sahibi olan Hakk’ın) takayyüdünden (kayıtlılığından) ibâret bulunan bu mezâhirin (görüntü yerlerinin, birimlerin) ve bu esbâbın (sebeplerin) vücûd-i izâfîlerini / delip de, mekân ile muttasıf (vasıflanmış) bulunan âlem-i cismâniyyet (madde aleminin) hâricinde (dışında), lâ-mekânda (mekânsızlıkta) müsebbibin (sebep olanın, Yaratan’ın) vücûd-ı vâhid-i hakîkîsini (hakikât olan tek vücudu) görecek; ve binâenaleyh (nitekim) mesâîyi (çalışmaları) ve ­sebebleri ve dükkânı, ya'nî üzerinde âdet cârî (geçerli âdet) olan cismâniyyeti (maddenin) fânî (ölümlü olduğunu) mü­şâhede edecek (görecek) bir göz lâzımdır. Bir sebeb-i zâhirî (görülen sebebin) tahtında (altında) gelen her bir hayır ve şer, esmâsı hasebiyle (bakımından) müsebbibden (sebep olandan, Yaratıcı’dan) gelir. Eğer sen "Müsebbib (Yaratıcı) ni­çin esbâb (sebepler) perdesi arkasına gizlenmiştir; keşke zâhir (görülür) olaydı da herkes hakî­kat-i hâli (gerçeği) bile idi" diyecek olursan, onun cevâbı budur ki, bu esbâb (sebepler) ve ve­sâit (araçlar) âhıretin caddesi olan bu hazret-i şehâdette, (içinde bulunduğumuz âlemde) bir hayli zaman gaflet devri devâm etsin diye mün'akid olmuş (yapılmış, kurulmuş) bir hayâlden başka bir şey değildir. Ve bu hayâlât (hayaller) körler ile gözlüleri tefrîk (ayırmak) için li-hikmetin (bir hikmetten dolayı) vaz' olunmuş (konmuş) bir âlet-i tecrübe (tecrübe aleti) ve kalb ile nakd-ı ceyyidi (iyi parayı, iyileri) temyîz (ayırmak) için mevzû' (konulmuş) bir mihektir (ölçektir). Bu â­lemde göz vardır ki, esbâbı (sebepleri) müsebbibin gayrı (sebep olandan, Yaratıcı’dan başkasını) görmez ve sebebde müsebbibi (sebep olanı, Yaratıcı’yı) müşâhede eder (görür) ve göz vardır ki, körün değneğine i'timâd etdiği (güvenip dayandığı) gibi, esbâbdan (sebeplerden) gayrı (başka) bir şeyi görmez.

Rebîu'l-âhir 1335/28 Kânûn-sânî

1332 Leyle-i sebt, saat 2.5.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

1
9.03.2002


Üst Ana sayfa e-mail