[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XVI. Bölüm)
"Subbûh"
(O’nu noksan sıfatlardan
arı, temiz kılmak) vech-i mübâlağa üzere
"tesbîh" ma'nâsınadır ve "tesbîh" Allâh'ı
ahkâm-ı imkâniyyeden (görülen
görülmeyen mümkün
olan bütün
hakikâtleri kendinde toplamış esma boyutu, kulluk mertebesi,
olabilirlik
hükümlerinden)
tehzîh etmektir.
Ve Kelime-i Nûhiyye'nin (Nuh
kelimesinin) "hikmet-i subbûhiyye"ye (subbuh’un
hikmetine) mukârin kılınmasındaki (beraber
olmasındaki) sebeb budur ki: Nûh (a.s.) Ulü'l-azm (hem
Resül hem Nebi ve
kitap gelmiş) olan Rusülün birincisidir ve Risâletin (Peygamberlik
görevinin) en birinci hükmü, Resûl’ün
ümmetinî (kendisine
uyanları) tevhîd-i Hakk'a (Hakk’ın
birliğine) da'veti ve şerîk (ortak)
ve nazîrden (benzer,
eş koşmaktan) tenzîhidir.
Zîrâ Risâlet (Peygamberlik
görevi) isneyniyyet (ikilik)
üzerinedir. Ve bu keserât (çokluğun,
birimlerin) ve mukayyedâtın (kayıtlılığın)
ahkâmına (hükümlerine) aldanıp
her birisini birer müstakil (ayrı)
vücûd farz eden halkın (insanların)
gözlerini tevhîd-i Hakk'a (Hakk’ın
birliğine) açmak lâzımdır ki, hilkat-i eşyâdan (mevcutların
yaratılmasından) maksûd (gaye)
olan ma'rifet (bilmek)
ve bu ma'rîfetin (bilmenin)
netîcesi olan ibâdet ve ubûdiyyet (kulluk)
husûle gelsin. Bu da ancak mukayyedât-ı mütekessireden (kayıtlı
mevcutların çokluğundan) i'râz edip (sakınıp)
vücûd-ı vâhid-i (tek
vücûd sahibi) Hakk'a teveccüh (yönelmek)
ile olur........................................ (Bakara, 2/31)
âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)
ibtidâ (ilk
olarak) esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi isimlerin)
kâffesiyle (hepsiyle)
mütehakkık (tahakkuk
eden) ve sûret-i İlâhiyye (İlâhi
sûret) ile zâhir olan (meydana
çıkan) Âdem oldu. Ba'dehû (daha
sonra) nesl-i Âdem (insan
nesli) tekessür etti (çoğaldı)
.
Her biri birer ismin mazharı (çıktığı yer) olan
suver-i âdemiyyeye (insan
suretlerine),
kâbiliyetleri hasebiyle, o esmâ ifâza-i vücûd etmekle (vücût
vermekle) mezâhir-i esmâ (esmânın
çıkış mahalleri, birimler) bu sûretle (şekilde)
tekessür (çoğalıp)
ve taaddüd etti (sayısı
arttı) .
Ve Şîs (a.s.) ile Nûh (a.s.) mâbeyninde (arasında)
fetret vâki' (geçen
belli bir zaman mevcut) olduğundan, Nûh (a.s.)’in kavmi, esmâ-yı
müteaddide-i muhtelifeyi (çeşitli
bir çok esmayı) birtakım ecsâmdan (maddeden)
ibâret zannedip vehimlerinde peydâ olan (çıkan)
sûretler üzerine Vedd, Süvâ' ve 'Yeğûs ve Yaûk isimleriyle
putlar i'mâl ederek onlara taptılar. Ve esmâ-i kesîre (esmanın
çokluğu) sebebiyle tasnî ettikleri (yaptıkları)
müteaddid (birçok)
ilâhlara tapmakla vahdet-i Hak'tan (Hakk’ın
tekliğinden) hicâba düştüler. (perdelendiler)
Binâenaleyh (nitekim) Nûh
(a.s.) kavmini bu halde görünce, kendine gayret ve kavmine de gazab (hiddet, öfke) gâlip
oldu.
Hattâ kemâl-i gayretinden .................................... (Nûh, 71/26) Ya'nî: "Yâ Rab! yeryüzünde kâfirlerden
devreden bir kimse bırakma!" diye onların helâkini taleb etti.
Burada
bir suâl vârid olur (soru
gelir) :
"Kâffe-i
eşyâ (şeylerin,
mevcutların hepsi) mezâhir-i esmâ-yı İlâhiyye’dir (İlâhi
esmanın göründüğü yerlerdir) ve onların vücûdu ise, vücûd-ı
Mutlak’ın (Hakk’ın
vücûdu ile) takayyüd (kayıtlı)
ve taayyününden (meydana
gelmesinden) ibârettir. Binâenaleyh (nitekim)
kavm-i Nûh'un taptıkları asnâm (putlar)
dahi, vücûd-ı Mutlak’ın (Hakk’ın
vücûdu ile) takayyüd (kayıtlı)
ve taayyünü olduğundan
(meydana geldiğinden) kavm-i Nûh onlara tapmakla Hakk'ın
gayrisine (Hak’tan
başkasına) tapmış olmazlar". Bu suâlin cevâbı bu
fass-ı münîfde (kıymetli eserde)
tafsîlen beyân buyrulmuştur (geniş olarak açıklanmıştır).
Heman (hemen)
Cenâb-ı Hak zevk-i selîm (kusursuz,
sağlam) ve fehm-i sahîh (doğru
anlamayı) ihsân buyursun.
Gülşen-i
Râz'dan
:
(Tercüme)
"Mâdemki eşyâ (şeyler, meydana
gelmiş mevcutlar) vücûdun (tek
varlığın) mezâhiridir (göründüğü
yerdir), nihâyet
put dahi o cümleden birisidir. Ey âkıl olan âdem (insan)!
İyi
düşün ki, put vücûd (varlık)
cihetinden (yönünden) bâtıl
değildir. Bil ki, Hak Teâlâ onun hâlikıdır (yaratıcısıdır).
İyiden her ne sâdır oldu (çıktı)
ise iyidir. O makamda ki vücûd ola, mahz-ı hayırdır (sadece, sırf hayırdır).
Eğer onda şer (kötülük)
var ise o gayrdandır. Eğer müslümân bilse idi ki, "put
nedir?" Bilir idi ki, din putperestliktedir. Ve eğer müşrik (puta
tapan) puttan âgâh (haberdar)
ola idi, dîninde dalâlete (yanlış
yola) düşer mi idi? O, puttan ancak halk-ı zâhiri (yaratılmış
dış yönünü, madde yapısını) gördü. Bu sebeble şerîatte
kâfir oldu. Eğer sen dahi, ondan Hakk-ı pinhânı (gizlenmiş
Hakk’ı) görmez isen, şerîatte sana da müslüman
demezler." /
Ma'lûmunı
olsun ki, muhakkak, ehl-i
hakâyık indinde Cenâb-ı İlâhî'de tenzîh, ayn-ı tahdîd ve
takyîddir (1).
Ya’nî
Cenâb-ı İlâhî sıfât-ı muhdesâttan (yaratılmış
olan sıfatlardan) ve cismâniyyetten (cisimlerden)
ve maddiyyâttan münezzehtir (temizdir,
arıdır),
dediğimiz vakitte, O'nun sıfâtı bunların sıfâtından ayrıdır,
demiş oluruz. Binâenaleyh (nitekim),
Hak bir sıfat ile takyîd edilmiş
(sıfat ile kayıt altına almış, bağlanmış) olur. Ve kezâ
bundan, Hakk'ın haddi (sınırı)
bunların haddinden hâriçtir (sınırının
dışındadır),
ma'nâsı da çıktığı için, aynı zamanda Hakk'ı bir hadd (sınır)
ile de tahdîd etmiş (sınırlamış)
oluruz; veyâhut Hak bilcümle mukayyedâttan (izafilerden, kayıtlılardan,
yaratılmışlardan) münezzehtir (temizdir,
arıdır) desek, kayd-ı ıtlâk (kayıtlılıktan
kurtulma) ile takyîd etmiş (kayıtlamış)
oluruz. Halbuki ehl-i hakâyık indinde (hakikât
sahipleri yanında) Allah Teâlâ için ne ıtlâk (serbest
kalma) ve ne de takyîd (kayıtlılık)
vardır. Zîrâ Cenâb-ı İlâhî, ya'nî hazret-i Ulûhiyyet,
cemî'-i (bütün)
esmâ-yı İlahiyye’yi câmi'dir (toplamıştır).
Ve
esmâ dahi O'nun şuûnâtı (fiilleri,
işleri) olup zâtının muktezâsıdır (Zât’ının
gereklerindendir) ve eşyâ dahi esmâsının meclâsıdır (aynasıdır).
Ve esmânın hazret-i ilmiyyede (ilim
mertebesinde) ve âlem-i ervâhda (rûhlar
mertebesinde) ve âlem-i misâlde (hayal,
misal mertebesinde) ve âlem-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz madde aleminde) meşhûd olan (görülen)
sûretleri yine Hakk'ın tenezzülât-ı vücûdundan (vücûdun
inişlerinden, yoğunlaşmalarından) peydâ olduğundan, her bir
mertebede meşhûd olan
(görülen) ancak kendi Zât’ıdır. Binâenaleyh (nitekim) gayr
(başka) nerededir
ki, onun bir haddi (sınırı)
olsun da Hakk'ı ondan tahdîd edelim (sınırlayalım)
ve
mukayyedin (kayıtlı,
izafi olanın) vücûdu var mıdır ki, onun muvâcehesinde (karşısında)
Hakk'ı ıtlâk eyleyelim (serbest
bırakalım salıverelim) ?
Tenzîhin
tahdîd (sınırlı)
ve takyîd (kayıtlı) oluşu
mertebe-i Ulûhiyet’tedir. Mertebe-i Ahadiyyet’te tenzîh ise, isbât-ı
şirktir (Allah’a ortak koşmaktır).
Çünkü
Zât-ı Ahadî’yi tenzîh (Ahad
olan Zât’ını her türlü vasıflardan beri tutmak) için
ondan gayri (başka)
bir şey isbât etmek (var
olduğunu kanıtlamak) lâzım gelir. Halbuki o mertebede ne isim
ve ne de sıfat ve na't (vasıflar)
mevcûd değildir. Cümlesi Zât-ı Ahadiyye’de (Zât’ının
Ahadiyet’inde, tekliğinde) muzmahildir (yok
olmuştur);
ve Zât’ın gayrı (Zât’ından
başka) i'tibâr olunacak (kabul
edilecek) bir şey yoktur.
İmdi
tenzîh eden kimse ya câhildir veyâhut sû'-i edeb sâhibidir. Velâkin câhil
ve sû'-i edeb / sâhibi tenzîhi ıtlâk edip onunla kâil oldukları
vakit, mü'min olan ve şerâyi' ile kâil bulunan kimse, tenzîh edip tenzîh
indinde tevakkuf ettikde ve bundan gayri görmedikde, muhakkak edebe isâet
eder ve Hakk'ı ve Resûlleri tekzîb eyler. Halbuki onun şuûru yoktur ve
o, hâsılda olduğunu tahayyül eder, halbuki o kimse fâittedir ve o ba'zısına
îman eden ve ba'zısına kâfir olan kimse gibidir (2).
Ya'nî
Hakk'ı nakâyıs-ı imkâniyyeden (olabilirliğin,
yaratılmışların noksanlıklarından) ve kemâlât-ı insâniyyeden
(insanların
kemalinden) tenzîh eden (ayıran,
ayrı tutan) kimse, ya câhildir, Ya'nî tenzîh, Hakk'ı, cemî'-i
mevcudâttan (Hakk’ı
bütün yaratılmış varlıklardan) ayırmak ve onun-zuhûrunu (meydana
çıkışını) ba'zı merâtibe (mertebelere)
tahsîs etmek (mahsus
kılmak, ayırmak) olduğunu ve halbuki kâffe-i mevcudâtın (mevcût
olanların hepsinin) kendi zâtları ve vücûdları ve kemâlatları
ile Hakk'ın mezâhiri (göründüğü
yerler) olup, Hakk'ın onlarda zâhir (meydana çıkması,
görünmesi) ve onlara mütecellî bulunduğunu (onlarda
tecelli ettiğini, oluştuğunu) ve onlar nerede bulunurlarsa
bulunsunlar, Hak onların zâtlarıyla, vücûdlarıyla ve bakâlarıyla (bakîlikleriyle,
devamlılıklarıyla) ve bütün sıfatlarıyla berâber olduğunu
ve belki bu sûretlerin kâffesiyle (sûretlerin
hepsiyle) zâhir olan (görülen)
ancak Hak bulunduğunu ve bu sûretler bi'l-asâle (asıl
olarak, asaleten) Hakk'ın ve -bi't-tebaiyye (tâbi’
olmak, uymak suretiyle) halkın (yaratılmışların)
idiğini bilmez. Binâenaleyh (nitekim)
Hak üzerine bu cehli (bilgisizliği)
ile hükmedip (karar
verip) onu ba'zı merâtib (mertebeler)
ile mukayyed kılar (kayıtlar,
kayıt altına alır).
Veyâhut tenzîh eden (Hakk’ı varlıklardan
ayrı tutan) kimse bu zikrolunan (adı
geçen) hakâyıkı (hakikâtleri)
âlimdir (bilir).
Bu sûrette o kimse Allâh'a ve Resûlüne karşı sû'-i edebde
bulunmuş (edepsizlik etmiş)
olur. Ve tenzîh eden (Hakk’ı
varlıklardan ayrı tutan) câhil ile sû'-i edeb sâhibi (edepsizlik
eden kişi);
ya mü'min veyâhut gayr-ı mü'min olur (Müslüman
olmayabilir) Eğer tenzîh eden mü'min olup da, bu tenzîhi
indinde durur (tenzihte
kalır) ve
oradan ileriye gitmez ve makâm-ı teşbihde,
teşbîh edip (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetip) âlemin (evrenin)
kemâlâtını Hak hakkında isbât etmez (Hakk’a
ait olduğunu söylemez) ise, sû'-i edeb (edepsizlik)
etmiş ve Peygamberleri ve kütûb-i İlâhiyye’yi (İlâhi
kitapları) tekzîb eylemiş (yalanlamış)
olur. Zîrâ kütüb-i İlâhiyye’ de, (İlâhi
kitaplarda) Hak kendisinin Semî' ve Basîr ve Hayy ve Kayyûm ve
Mürîd olduğunu beyân buyurmuş (açıklamıştır)
ve Peygamberler dahi, bu gibi sıfât-ı İlâhiyye’yi (İlâhi
sıfatları) haber vermişlerdir. Tenzîh eden (Hakk’ı
varlıklardan ayrı tutan) kimseler ise, bu tekzîblerinin (yalanlamalarının)
farkına varmazlar ve bu tekzîb (yalanlama)
ile kendilerinde ma'rifet (bilgi)
hâsıl olduğunu ve mü'min ve
muvahhid olduklarını (Hakk’ın birliğine
inandıklarını) zannederler. Halbuki, bu zanlarıylâ maârif-i
hakîkî (hakiki
bilgileri) ve îmân-ı yakînî ve tevhîd-i sırftan (sadece
Allah’ın birliğine
inanmış
olmaktan) uzak düştüklerini bilmezler. Ve onlar kütüb-i İlâhiyye’nin
(İlâhi
kitapların) ba'zılarına îmân ve ba'zılarını inkâr eden
kimseler gibidir. İşte mü'min olup şerâyi' (şeriat hükümleri)
ile / kâil (düşünen)
münezzihin (tenzih
edenin) hâli budur. Gayr-i
mü'min olanlara gelince, bunlar, ister erbâb-ı fen (fen
ile uğraşanlar) ve felâsife (felsefe) gibi
yalnız akıllarının muktezâsına (gereklerine)
tâbi' olan (uyan)
kısımdan olsun, ister bunlara tâbi' olan (uyan)
mukallidîn-i mütefelsife (felsefecileri
taklid edenler) olsun, zâten onlar hayret ve dalâlete (yanlış
yola) düşmüş ve "Biz bir muallimin (öğretmenin)
ta'lîmine (öğretisine) muhtâç
olmaksızın fen ve akıl ile hakîkatı idrâk edebiliriz" iddiâsında
kalmış bulunduklarından kelâmlarının
vuzûh-ı butlânı (belli
saçmalıkları) hasebiyle bu tâifeyi (grubu)
Hz. Şeyh (r.a.) kâle bile almayıp (umursamayıp)
yalnız ................................ kavliyle (sözü
ile) iktifâ buyurdu. (yetindi)
Husûsiyle
bilindi ki, muhakkak elsine-i şerâyi'-i İlâhiyye, Hak hakkında söylediği
vakit, onu ancak umûmda mefhûm-i evvel ûzere, husûsta dahi, o lafız
herhangi lisân ile olursa olsun, o lisânın vaz'ında, o lafzın vücûhundan
anlaşılan diğer bir mefhûm üzere söylediği şeyle getirdiler (3).
Ya'ni
min-indillah (Allah
tarafından) münzel
(indirilmiş)
olan şerîatların (hükümlerin)
lisânı, Hak Teâlâ Hazretleri hakkında bir
şey söylediği vakit, Peygamber
onu kavminin (kendi
milletinin) lisânı
üzere söyler
ve öyle lafızlar (sözler) ile
söyler ki, kavmin'ın kâffesi (kendine
bağlı halkın hepsi) o elfâzı (sözleri)
işittikleri vakit, vehle-i ûlâda (ilk
anda) zihinlerine mütebâdir olan (birdenbire
akıllarına gelen) ma’nâlarını
bilâ-te'vîl (tevil
etmeksizin, başka manâsını
düşünmeden) zâhiri
üzere (dış
yönüyle) alırlar. Zîrâ,
Hakk'ın hitâbı umûmadır (herkesedir). Maahâzâ
(bununla beraber) o
lisân Arabî,
(Arapça)
İbrânî
(Yahudi
lisanı) gibi
her hangi
lisândan olursa olsun, Peygamber’in
umûma (herkese)
söylediği o elfâzın (sözlerin),
o
lisânın vaz'ı i'tibâriyle (sözün
tayini bakımından) muhakkıkîn (gerçeği
bulup meydana çıkaranların) ve muvahhidîn (Allah’ın
birliğine inananların) ve
ulemâ-i zâhireden (dış
ilimlerle uğraşanlardan) her bir tâifeye (gruba)
nisbetle
(göre),
husûsi
mefhûmları (özel
kavramları, manâları)
,
birçok
vecihleri (yönleri,
hakikâtleri)
ve
müteaddid (çeşitli)
ma'nâları vardır. Hak onlara o elfâzda (sözlerde) -bilsinler
bilmesinler- o mefhûmât (manâlar)
ve
vücûh (tarzlar)
ve maânî (manâlar)
ile
tecellî buyurur.
Nitekim Câfer Sâdık Hazretleri:
....................................................... ya'nî "Hak Teâlâ
ibâdına (kullarına)
kendi kelâmında tecellî eyler; (ilham
eder)
velâkin,
onlar bilmezler" buyurur. Ve (S.a.v.) Efendimiz hadîs-i şerîflerinde
.................................... ya'nî "Kur'ân'ın zahrı (zahir
manâsı)
ve
batnı (batın
manâsı)
ve
haddi (sınırı)
ve matla'ı (başlangıcı) vardır".
Ve kezâ: ........................ya'nî "Kur'ân yedi batın üzere nâzil
oldu" (indi)
buyururlar.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
26.03.2002
|