[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XVII. Bölüm)
Zirâ,
Hak için halkın hepsinde zuhûr vardır.
Binâenaleyh, mefhûmun cümlesinde zâhir olan O'dur. Her bir
fehimden bâtın olan dahi O'dur. Ancak "Muhakkak âlem O'nun sûreti
ve Hüviyyeti’dir; ve o, ism-i Zâhir'dir" diyen kimsenin fehminden bâtın
değildir. Nitekim Hak, ma'nâ cihetiyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle
olunca Hak, bâtındır; binâenaleyh Hakk'ın, âlemin sûretlerinden zâhir
olan şeye nisbeti, rûh-ı müdebbirin sûrete nisbeti gibidir(4).
Ya'nî
"halk" (yaratılmış)
dediğimiz şeyler, Hakk'ın şuûnât-ı Zâtiyyesi (Zât’ının fiilleri, işleri) olan
isimlerinin mezâhiri (çıktıkları
yerler) olduğundan Hak, bunların kâffesinden (hepsinden)
zâhirdir (görünür)
ve onların vücûdu, vücûd-ı Mutlak’ın (Hakk’ın
vücûdunun) kisve-i taayyün (oluşum
elbisesi) ve takayyüde (kayıtlılığa)
bürünerek zuhûr etmiş (meydana çıkmış) olmasından başka
bir şey değildir. Vücûd-ı müstakil (Hakk’ın
vücudu) ile vücûd-ı izâfî (yaratılmışların
vücudu) hep Hakk'ın vücûdundan ibâret olunca, halk (yaratılmış)
dediğimiz müteayyinâtın (meydana
çıkanların) ve mukayyedâtın (kayıtlı,
bağlı olanların) mefhûmât-ı zihniyyelerinde zâhir olan (zihinlerinde
meydana gelen kavramlar, manâlar) dahi hep Hak olmuş olur. Binâenaleyh
(nitekim) Hak,
her mevcûd ve melfûzda (söylenmiş
sözde) ve her bir mefhûm (kavram,
manâ) ve melhûzda (hatıra
gelen düşüncelerde), herkesin isti'dadına göre zâhir
olup (meydana
çıkıp) bir hitâb-ı husûsî (özel
hitap) ile hitâb eyler (konuşur).
Mesnevî:
(Tercüme ve îzâh) Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de:
.......................... (Kâf, 50/16) ya'nî "Ben o kuluma şah
damarından daha yakınım" buyurdu. Sen ise bundan gâfil olup tefekkür
(düşünce) okunu
uzağa düşürdün; ya'nî Hakk'ı kendi nefsinde değil, âfâkta (dışarıda)
aradın. Ey okunu ve yayını tertîb etmiş ve akıl ve zekâsını
ulûm-ı sâire (diğer
ilimler) ile mahmûl kılmış (yüklemiş)
olan kimse, av yakındır. Halbuki sen okunu uzağa atmışsın."
Hak
her fehimden (akıllıdan)
zâhir olduğu (görüldüğü) gibi, her bir
fehimden (akıllıdan)
bâtın olan (gizli
olan) dahi
yine Hak'tır. Ya'nî anlayışı mahdûd (sınırlı)
olan kimselerin isti'dâdlarının yetişmediği mefhûmlar (kavramlar,
manâlar) ile bâtındır (gizlidir);
fakat bu bâtınıyyet (gizlilik)
mahdûdu'l-fehm (anlayışı
sınırlı) olanların fehimlerine (anlayışına)
göredir. Yoksa "Âlem (evren)
Hakk'ın sûretidir ve Hüviyyeti’dir; (hakikâtidir, aslıdır) ve âlem (evren)
Hakk'ın ism-i Zâhir'idir" (Hakk’ın
zahir ismidir) diyen ve bunun böyle olduğunu zevkan bilen
kimsenin fehmine (anlayışına)
göre bâtın (gizli) değildir. Çünkü böyle
bir zât-ı şerîfin (şerefli
kimsenin) fehmi (anlayışı)
mahdûd (sınırlı) değildir. Bu zât-ı şerîf,
âlem (evren),
Hakk'ın
Zâtı i'tibâr'ıyle (hususuyla)
değil, belki ism-i Zâhir (zahir ismi) ile takayyüdü (bağlılığı,
kayıtlılığı) ve taayyünü (meydana
gelmesi) i'tibâriyle (bakımıyla)
sûreti ve Hüviyyeti olduğunu bilir. Zîrâ o, Hakk'ı cemî'-i
mezâhirde (bütün
görüntü yerlerinde, birimlerde) müşâhede eder (görür, seyreder). Nitekim
Ebû Yezîd (k.s.) buyurmuştur ki: "Otuz yıldan beri Allâh ile
tekellüm ederim (konuşurum). Halbuki nâs
(insanlar) kendileriyle
tekellüm ederim (konuşurum)
zannederler."
Ma'lûm
olsun ki, esmâ Zât-ı Hakk'ın şuûnudur (fiilidir,
işidir) ve şuûn-ı Hak (Hakk’ın
fiili, işi) ise onun Zâtının aynıdır ve Zâhir (meydana çıkan, görülen) dahi
onun ismidir ve ism-i Zâhir (zahir
ismi) âlemin (evrenin) zuhûrunu (meydana
çıkmasını, görünmesini) iktizâ eder. (gerektirir)
Zîrâ isim bir mazhar (mahal,
yer) olmayınca zâhir olmaz. (meydana
çıkmaz) Binâenaleyh (nitekim)
Hak âlemin (evrenin) aynı olması i'tibâriyle,
(bakımından)
âlem (evren)
Hakk'ın sûreti (bedeni)
ve Hüviyyeti (hakikâti,
aslı) olur. Ve nitekim Hak,
suver-i akliyye (akli
sûretler) ve hissiyye (hissedişler)
ve rûhâniyye ve cismâniyyeden zâhir olan (meydana
çıkan) şeyin ma'nâ cihetiyle (yönüyle)
rûhudur ve Hak Teâlâ, bu cihetten (yönden)
bâtındır (gizlidir).
Binâenaleyh (nitekim)
âlemde (evrende) "zuhûr" (meydana
çıkma, görünme) ve ma'nâda "butûn" (batın) kaydıyla mukayyed (kayıtlı,
izafi) olan Hak'tır ve zuhûr (dış)
ve butûn (iç)
Hakk'ın Hüviyyetidir (hakikâtidir,
aslıdır).
Ve Hak, zâhirin (dışın, madde yapının) ve bâtının
(için, ruhun)
Hüviyyeti (aslı)
olunca, bâtınıyyetin (için, gizliliğin) zâhiriyyete (dışa,
görünüşe) nisbeti (ilişkisi),
sûretin (madde
bedenin) müdebbiri (idare
edicisi) olan rûhun sûrete (madde
bedene) nisbeti (ilişkisi)
gibidir.
Misâl:
Bi'l-farz (farz edelim),
"insan" kelimesini bu kâğıt üzerine nakşettik (yazdık);
gözümüzün önünde bir sûret (şekil)
zâhir oldu (meydana
geldi). Bizi bu sûreti nakşa (şekli
yazmaya) sevk eden (götüren)
onun ma'nâsı idi. Binâenaleyh (nitekim),
bu ma'nâ o sûretin (şeklin) müdebbiridir (idare
edicisidir).
/ Ve bu kelime zâhir, (meydana
çıkmış) onun rûhu olan ma'nâsı da bâtındır (gizlidir).Ve bu sûret (yazı)
ma'nânın gayrı (başkası)
değildir; belki zâhiri (görünürü)
bâtınının (ruhunun)
aynıdır. Eğer gayrı (başka) olsa idi, o sûreti (yazıyı,
şekli) görünce ma'nâsına ve ta'bîr-i diğerle (diğer
bir ifade ile) , zâhirden (dıştan) bâtına (içe) intikâl edilmemek (geçilmemek)
lâzım gelir idi; ve kezâ ilimdeki ma'nâyı ızhâr (dışarı
çıkarmak) için bu sûret nakşedilmemek
(yazının yazılmaması) îcâb eyler (gerekir)
idi.
İşte
her mevtında (mertebede)
zâhir olan (meydana çıkan) sûretlerin bâtınları
(ruhları) vardır.
Ve her mevtında (mertebede)
zâhir (görülen)
ve bâtın olan (görülmeyen)
Hak'tır. Meselâ ilm-i Hak'ta (Hakk’ın
ilminde) zâhir olan (meydana
çıkan) a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) bâtını (matbaa hatası (zahiri)
olması lazım) esmâ;
ve âlem-i ervâhda (rûhlar
mertebesinde yani esma
mertebesinde) zâhir olan (meydana
çıkan) suverin (sûretlerin)
batını (ruhu) a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) ve âlem-i misâlde (hayal,
misal aleminde) zâhir olan (meydana
çıkan, görülen) sûretlerin bâtını (ruhu)
ervah (rûhlar
yani esmalar) ve âlem-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde) zâhir olan (meydana
çıkan, görülen) suverin (sûretlerin)
bâtını (ruhu) dahi suver-i misâliyyeleridir
(misallerdir,
hayallerdir).Ve bunların cümlesinde (hepsinde) zâhir olan (meydana
çıkan, görülen) Hak'tır ve Hak, cümlesinin (hepsinin) ebtan-ı butûnudur (gizlilerin
en gizlisi, batınların batınıdır).
İmdi,
insanın haddinde, meselâ onun zâhir ve bâtını ahz olunur. Ve her mahdûd
dahi böyledir. Binâenaleyh Hak, her bir had ile mahdûddur. Halbuki âlemin
sûretleri, ancak her âlem için onun sûretlerinden hâsıl olduğu kadar
munzabıt olur ve ihâta olunur ve her bir sûretin hudûdu bilinir. İşte
bunun için Hakk'ın haddi mechûl olur. Zîrâ Hakk'ın haddi, ancak her sûretin
haddini bilmek ile ma'lûm olur. Bunun husûlü ise muhâldir. O öyle ise
Hakk'ın haddi muhâldir.(5)
Ya'nî
insanı ta'rîf ve tahdîd edeceğimiz (sınırlayacağımız)
vakit "hayvân-ı nâtık"tır (konuşan
hayvandır) deriz. "Nâtık" (konuşan) onun bâtını (ruhu)
ve "hayvan" zâhiridir (dış
görünüşüdür). Cins ve
fasıldan (kısımlardan) hâsıl olan hey'et-i
müctemia-i zâhiresi (cem
olmuş, bir araya getirilmiş sureti) ile onda sırr-ı Ahadiyyet
(Teklik sırrı)
vardır. Ve her ikisinin hakâyık-ı müştereke (müşterek
hakikâtleri) ve mümeyyizesi (temyiz
edeni, ayıranı) mevcûddur ki, onda bâtındır (gizlidir)
ve Hak, / onun hadd (sınır)
ve ta'rîfinde me'hûzdur (çıkarılmış,
alınmıştır).
İşte her bir ta'rîf ve tahdîd olunan
(sınırlanan) şey dahi böyledir. Çünkü her mahdûdda (tarif
edilmişte, sınırlanmışta),
bir emr-i âmm-ı müşterek (umumi
ortak şey) ve emr-i hâss-ı mümeyyiz (hususi
ayırıcı şey) lâzımdır. Ve bunların her ikisi de Hakk'a müntehî
(nihayet, son)
olur.
Ve Hak her bir şeyin hadd (sınır)
ve ta'rîfinde bâtındır (gizlidir).
Binâenaleyh (nitekim),
her ne vakit bir şeyi ta'rîf ve tahdîd eylesek (sınırlasak)
Hakk'ı tâ'rîf ve tahdîd etmiş (sınırlamış)
oluruz. Çünkü o şeyin zâhiri (görünüşü,
dışı, sureti) Hakk'ın Zâhir isminin mazharı (göründüğü
yer) ve bâtını (içi,
ruhu) dahi, Hakk'ın Bâtın isminin mazharıdır (göründüğü
yerdir) ve mazhar (görüntü
yeri, birim) ise ahadiyyet (zat’ın
ahad’lığı, bölünmez parçalara ayrılmaz tekliği) i'tibâriyle
(bakımından Zâhir'in
(görünenin) aynıdır.
Ve âlemin (evrenin)
sûretleri ve cüz'iyyâtı (kısımları,
parçaları) mufassalan (tafsilatlı,
geniş olarak) mazbût (belirtilmiş)
ve münhasır (sınırlanmış) değildir, nâmütenâhîdir
(sonsuzdur).Halbuki
hudûd (sınır),suver-i
eşyâyı (mevcutların
sûretleri) ve onların hakâyıkını (hakikâtlerini)
ihâtadan (kavradıktan) sonrâ ma'lûm olur (bilinir).
Onları ihâta (kavramak,
idrak etmek) mümkin olmadığından, hudûdunu (sınırını) bilmek dahi muhâldir (imkânsızdır).Ve
mâdemki onların hudûdu (sınırı)
bilinmiyor, o halde Hakk'ın had (sınır)
ve ta'rîfi dahi muhâldir (imkânsızdır).
Ancak munzabıt (sınırlı) olan ve ihâta olunan
(idrak edilen, kavranan) ve hudûd (sınırı)
ve ta'rifâtı bilinen (bildirilen, öğretilen) şey, her
âlem için o âlemin sûretlerinden hâsıl olan kadardır. Ve'l-hâsıl âlemin
(evrenin) sûretleri
munzabıt (sınırlı)
olmadığı için, Hakk'ın had (sınır)
ve ta'rîfi dahi mechûl olur (bilinmez).
Âlemin (evrenin)
sûretlerinin munzabıt (sınırlı)
olmaması budur ki, Hakk'ın şuûnât-ı Zâtiyye’si (Zât’ının
fiilleri, işleri) olan esmânın nihâyeti (sonu)
yoktur. Bu esmâsıyla Hak, ezelen (başlangıcı
olmayan geçmiş zamandan) ve ebeden (ebediyen)
tecellî eder (oluşur)
durur ve bu esmânın sûretleri olan a'yân (ilmi
suretler) dahi, o tecelliyâtı (oluşumları,
meydana gelmeleri) ale'd-devâm (devamlı
olarak) kabûl eder ve bu suver (sûretler)
ve nukûş-ı âlem (âlemin
nakışları yani suretleri, tecellileri) mütemâdiyen mütekevvin
olur (meydana
gelir).
Ondan sonra fesâda gider (yok
olur) ve fesâd (yok olmak) dahi tecellîdir (oluşumdur).
Meselâ bahar gelince ağaçların yaprakları, çiçekleri,
meyveleri tekevvün eder (meydana
gelir).
Güller açar, dağlar yeşillenir. Kış mevsiminde fesâda
gider (bozulur) . Ve'l-hâsıl küre-i arz (dünya)
üzerindeki suver-i bî-nihâye (sonsuz sûretler) böylece tekevvün (meydana gelir) ve tefessüd eyler (bozulup
gider).
Fezâ-yı bî-nihâyedeki (sonsuz
evrendeki) avâlimin (âlemlerin)
ve onların üzerlerindeki suverin (sûretlerin)
tekevvün (meydana
geliş) ve tefessüdü (bozulmaları)
dahi böyledir. Suver-i mütekevvinenin (meydana gelen sûretlerin) hudûd (sınır)
ve teârîfi (tarifleri)
Hakk'ın bildirdiği kadar ma'lûmumuz (haberimiz, bilgimiz) olur. Halbuki
henüz tekevvün etmemiş (meydana
gelmemiş) olan sûretlerin hudûdunu (sınırını)
bilmek muhâldir (imkânsızdır). Binâenaleyh (nitekim) Hakk'ın haddini (sınırını)
bilmek dahi muhâl (imkânsız)
olur.
Ve
Hakk'ı tenzîh etmeyip teşbîh eden kimse dahi böyledir. O, muhakkak onu
takyîd ve tahdîd etti ve onu bilmedi (6).
Ya'nî
Hakk'ı teşbîhsiz (hak’ı bir şeye benzetmeden) tenzîh
eden (varlıklardan
ayrı tutan, ayıran) kimse, onu tahdîd (sınırladığı) ve takyîd eylediği
(kayıt altına
aldığı) gibi, tenzîhsiz (Hakk’ı
varlıklardan ayrı tutmadan, ayırmadan) teşbîh eden (benzeten)
kimse dahi, münezzih olan (tenzih
eden, Hakk’ı varlıklardan ayıran)
kimse gibi, onu tahdîd (sınırlamış)
ve takyîd etmiş (kayıt
altına almış) olur ve Hakk'ı bilmez. Çünkü teşbîh eden (Hakk’ı
yaratılmışlara benzeten) kimse, Hakk'ı cismâniyyâta (cisimlere,
madde bedene) benzetip onda hasreder. (onunla
sınırlar, kısıtlar) Halbuki bu, gayr-ı mahdûd (sınırsız)
olan Mutlakı (salt
Teki) takyîd (kayıt altına almak) ve tahdîddir (sınırlamaktır)
. Ve
kezâ tenzîh eden kimse dahi, Hakk'ı cismâniyyâttan tenzîh eder; (maddeden
ayırır) ve bundan, Hakk'ın haddi (sınırı)
cismâniyyâtın (maddenin) hudûdundan (sınırından)
hâriçtir (dışındadır)
, ma'nâsı
çıkar. Ve mukayyedâttan (bağlı,
kayıtlı olanlardan, mevcutlardan) tenzîh olundukda (ayrı
tutuldukça) dahi, Hak kayd-ı ıtlâk (serbest bırakma, hür olma
kaydı) ile takyîd edilmiş (kayıtlanmış)
olur.
Ve
Hakk'ın ma'rifetinde tenzîh ve teşbîh beynini cem' eden ve onu iki vasf
ile vasf eyleyen kimse, nasıl ki kendi nefsini tafsîl üzere değil; mücmelen
ârif oldu ise, Hakk'ı dahi tafsîl üzere değil, mücmelen , ârif olur.
Zîrâ âlemde suverden olan şeyin adem-i ihâtasından, nâşî, onu iki
vasf ile tafsîl üzere vasf etmek müstahîldir (7).
Ya'nî
ârif-i muhakkık (tahkik
sahibi bilir kişiler) Hakk'ı, Ahadiyyet-i Zâtiyye’si (Ahad olan, bölünmez parçalanmaz sınırsız
Zât’ı) ve hakîkat-ı vâhidesi (tek
hakikât olması) i'tibâriyle (bakımından)
taayyünâtın (oluşumlarının,
meydana gelenlerin) kâffesinden (hepsinden)
tenzîh eder ve âlemin (evrenin)
sûretlerinde zuhûru (görünmesi,
meydana çıkması) ve tecellîsi (oluşumu,
belirmesi) ve ism-i Zâhir cihetinden (zahir
ismi yönünden) âlem (evren)
Hakk'ın Hüviyyeti (aslı, hakikâti) olması i'tibâriyle
(bakımından)
de teşbîh eder
ve Hak hakkında bu sûretle tenzîh (yaratılmışlardan
ayrı tutmak, ayırmak) ve teşbîh (yaratılmışlara
benzetmek) beynini (arasını)
cem' eder (toplar, birler) . Ve
şu halde Hakk'ı, muktezâ-yı tenzîh olan
(Hakk’ı şeylerden ayrı tutmayı gerektiren) butûn (batın, öz) ve vahdet (Teklik)
ve teşbîhin muktezâsı
(gereği) olan zuhûr (meydana
çıkış) ve kesret (çokluk)
vasıflarıyla tâvsîf eyler (vasıflandırır,
anlatır).
Fakat, bu tavsîf (vasıflandırma, anlatma) tafsîlen (geniş
olarak) değil, mücmelendir (öz,
özet olaraktır). Çünkü
Hakk'ı bu iki vasf ile tafsîl üzere
(etraflı olarak) tavsîf etmek (iç yüzünü ve nasıl bir şey olduğunu
anlatmak) muhâldir (olanaksızdır).
Zîrâ âlemin (evrenin)
sûretlerinin kâffesini (hepsini)
ihâta eylemek (kavramak,
kuşatmak, idrak etmek) mümkin değildir. Binâenaleyh (nitekim),
böyle bir kimse Hakk'ı, tafsîl üzere (geniş,
etraflı olarak) değil, belki icmâl üzere (öz,
özet olarak) / ârif olur (bilir).
Zîrâ
nâmütenâhî olan
(sonu olmayan) şeyin def’a-i vâhidede (bir
defada tekliği) ihâta (kavramak)
ve tafsîli (etraflı açıklama) mümkin değildir.
Fakat Hak, suver-i âlemi (evren
sûretlerinin) bilâ-inkıtâ' (arası
kesilmeksizin) ve ebedü'l-âbâd (ebediyata
kadar) nâmütenâhî (sonsuz) olarak tafsîl eder. Ve
nitekim o ârif-i muhakkık (hakikâte
eren arifler), kendi nefsini dahi tafsîlen (geniş
olarak) değil, mücmelen (öz
olarak) ârif oldu (bildi).
Ya'nî bilir ki, kendi nefsi esmâ-i İlâhiyye’den (esma-i
hüsnadan) bir ism-i hâssın (bir
özel ismin) mazharı
(göründüğü
yer) ve sûretidir
ve isim, onun rûhu ve bâtınıdır ve kendi nefsinde müşâhede
ettiği (gördüğü)
kemalâtın ba'zısı, o ismin hazînesinde mahfûz (gizli)
olan şeylerdendir. Binâenaleyh (nitekim),
Rabb-i hâssı olan ismin
(tasarrufu altında olduğu kendi öz isminin) hazînesindeki kemâlâtın
kâffesini (hepsini)
tafsîlen (geniş
olarak) bilmez. Belki o kemâlât, pey-der-pey (aşama,
aşama) zâhir oldukça (meydana çıktıkça) bilir. Şu
halde, onun Rabb'ine (esma
terkibine) olan ilmi, icmâlî (öz,
özet) olmuş olur. Yâhut ârifin kendi nefsini tafsîlen (geniş
olarak) bilmeyip de mücmelen (öz,
özet olarak) bilmesinin sebebi budur ki; âlem-i kebîrde (büyük
âlemde, evrende) her ne mevcûd ise, onun nefsinde de mündemicdir
(bulunur) ve
âlem-i kebîrin (evrenin)
sûretleri ise munzabıt (sınırlı)
değildir ve ihâta olunmaz; (kavranılamaz,
idrak edilemez) ve onları tafsîl üzere
(geniş, açık, teferruatlı) bilmek mümkin değildir. Belki
icmâl üzere (özet
olarak) bilinir. Binâenaleyh (nitekim),
ârif dahi kendi nefsini tafsîlen (geniş
olarak) değil, mücmelen (özet,
öz olarak) bilir.
Misâl:
Bir kayısı çekirdeğinin içinde
bir ağaç olduğunu ve o ağacın üzerinde binlerce kayısı bulunduğunu
ve her birinin çekirdeği içinde kezâ birer ağaç ve ağaçlarda nice
bin kayısı olduğunu ve ağaçlar ve meyvelerin nâmütenâhî (sonsuz)
bir sûrette (şekilde)
teselsül ederek (birbirine
bağlı olarak) gideceğini biliriz. İşte bu ma'rifet icmâlîdir
(öz biliştir).
Zîrâ,
nâmütenâhî (sonsuz)
olan ağaçların ve kayısıların birdenbire ihâtası (kavramak,
idrak etmek) ve tafsîli kâbil değildir (imkânsızdır).
Pey-der-pey (aşama
aşama) zuhûr ettikçe (meydana çıktıkça) bilinir. Ve çekirdek
Ahadiyyet-i Zâtiyyesi (Ahad
olan Zât’ı) ve hakîkat-ı vâhidesi (hakikâtinin
tekliği) i'tibâriyle (yönüyle)
müteselsilen (peş peşe) zâhir olan (meydana
çıkan) ağaçlardan ve meyvelerden münezzehtir (temizdir,
arıdır). Fakat, zâhir olan (görülen)
ağaçlar ve meyveler onun Hüviyyeti (aslı,
hakikâti) olması i'tibâriyle
çekirdeğin gayri (başkası)
değildir. Şu halde bu çekirdek, iki vasıf ile tavsîf olunur (vasıflanır,
anlatılır): Birisi butûn (ruhu,
özü) ve vahdet (tek
oluş),
diğeri de zuhûr (meydana
çıkış) ve kesrettir (çokluktur).
Ve bu vasıflar, tafsîlen (geniş
olarak) değil, mücmelendir (öz,
özet olaraktır). Zîrâ, ağaçların ve meyvelerin ihâtası (bilmek
kavramak) kâbil (imkânı)
olmadığından çekirdeği tafsîlen (geniş
olarak, teferruatlı) tavsîf edemeyiz (anlatamayız,
vasıflandıramayız).
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
02.04.2002
|