17.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XVII. Bölüm)

Zirâ, Hak için halkın hepsinde zuhûr vardır.  Binâenaleyh, mefhûmun cümlesinde zâhir olan O'dur. Her bir fehimden bâtın olan dahi O'dur. Ancak "Muhakkak âlem O'nun sûreti ve Hüviyyeti’dir; ve o, ism-i Zâhir'dir" diyen kimsenin fehminden bâtın değildir. Nitekim Hak, ma'nâ cihetiyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle olunca Hak, bâtındır; binâenaleyh Hakk'ın, âlemin sûretlerinden zâhir olan şeye nisbeti, rûh-ı müdebbirin sûrete nisbeti gibidir(4).

Ya'nî "halk" (yaratılmış) dediğimiz şeyler, Hakk'ın şuûnât-ı Zâtiyyesi (Zât’ının fiilleri, işleri) olan isimlerinin mezâhiri (çıktıkları yerler) olduğundan Hak, bunların kâffesinden (hepsinden) zâhirdir (görünür) ve onların vücûdu, vücûd-ı Mutlak’ın (Hakk’ın vücûdunun) kisve-i taayyün (oluşum elbisesi) ve takayyüde (kayıtlılığa) bürünerek zuhûr etmiş (meydana çıkmış) olmasından başka bir şey değildir. Vücûd-ı müstakil (Hakk’ın vücudu) ile vücûd-ı izâfî (yaratılmışların vücudu) hep Hakk'ın vücûdundan ibâret olunca, halk (yaratılmış) dediğimiz müteayyinâtın (meydana çıkanların) ve mukayyedâtın (kayıtlı, bağlı olanların) mefhûmât-ı zihniyyelerinde zâhir olan (zihinlerinde meydana gelen kavramlar, manâlar) dahi hep Hak olmuş olur. Binâenaleyh (nitekim) Hak, her mevcûd ve melfûzda (söylenmiş sözde) ve her bir mefhûm (kavram, manâ) ve melhûzda (hatıra gelen düşüncelerde), herkesin isti'dadına göre zâhir olup (meydana çıkıp) bir hitâb-ı husûsî (özel hitap) ile hitâb eyler (konuşur).

Mesnevî:
(Tercüme ve îzâh) Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de: .......................... (Kâf, 50/16) ya'nî "Ben o kuluma şah damarından daha yakınım" buyurdu. Sen ise bundan gâfil olup tefekkür (düşünce) okunu uzağa düşürdün; ya'nî Hakk'ı kendi nefsinde değil, âfâkta (dışarıda) aradın. Ey okunu ve yayını tertîb etmiş ve akıl ve zekâsını ulûm-ı sâire (diğer ilimler) ile mahmûl kılmış (yüklemiş) olan kimse, av yakındır. Halbuki sen okunu uzağa atmışsın."

Hak her fehimden (akıllıdan) zâhir olduğu (görüldüğü) gibi, her bir fehimden (akıllıdan) bâtın olan (gizli olan)   dahi yine Hak'tır. Ya'nî anlayışı mahdûd (sınırlı) olan kimselerin isti'dâdlarının yetişmediği mefhûmlar (kavramlar, manâlar) ile bâtındır (gizlidir); fakat bu bâtınıyyet (gizlilik) mahdûdu'l-fehm (anlayışı sınırlı) olanların fehimlerine (anlayışına) göredir. Yoksa "Âlem (evren) Hakk'ın sûretidir ve Hüviyyeti’dir; (hakikâtidir, aslıdır) ve âlem (evren) Hakk'ın ism-i Zâhir'idir" (Hakk’ın zahir ismidir) diyen ve bunun böyle olduğunu zevkan bilen kimsenin fehmine (anlayışına) göre bâtın (gizli) değildir. Çünkü böyle bir zât-ı şerîfin (şerefli kimsenin) fehmi (anlayışı) mahdûd (sınırlı) değildir. Bu zât-ı şerîf, âlem (evren),  Hakk'ın Zâtı i'tibâr'ıyle (hususuyla) değil, belki ism-i Zâhir (zahir ismi) ile takayyüdü (bağlılığı, kayıtlılığı) ve taayyünü (meydana gelmesi) i'tibâriyle (bakımıyla) sûreti ve Hüviyyeti olduğunu bilir. Zîrâ o, Hakk'ı cemî'-i mezâhirde  (bütün görüntü yerlerinde, birimlerde) müşâhede eder (görür, seyreder).  Nitekim Ebû Yezîd (k.s.) buyurmuştur ki: "Otuz yıldan beri Allâh ile tekellüm ederim (konuşurum).  Halbuki nâs (insanlar) kendileriyle tekellüm ederim (konuşurum) zannederler."

Ma'lûm olsun ki, esmâ Zât-ı Hakk'ın şuûnudur (fiilidir, işidir) ve şuûn-ı Hak (Hakk’ın fiili, işi) ise onun Zâtının aynıdır ve Zâhir (meydana çıkan, görülen) dahi onun ismidir ve ism-i Zâhir (zahir ismi) âlemin (evrenin) zuhûrunu (meydana çıkmasını, görünmesini) iktizâ eder. (gerektirir) Zîrâ isim bir mazhar (mahal, yer) olmayınca zâhir olmaz. (meydana çıkmaz) Binâenaleyh (nitekim) Hak âlemin (evrenin) aynı olması i'tibâriyle, (bakımından) âlem (evren) Hakk'ın sûreti (bedeni) ve Hüviyyeti (hakikâti, aslı) olur. Ve nitekim Hak, suver-i akliyye (akli sûretler) ve hissiyye (hissedişler) ve rûhâniyye ve cismâniyyeden zâhir olan (meydana çıkan) şeyin ma'nâ cihetiyle (yönüyle) rûhudur ve Hak Teâlâ, bu cihetten (yönden) bâtındır (gizlidir). Binâenaleyh (nitekim) âlemde (evrende) "zuhûr" (meydana çıkma, görünme) ve ma'nâda "butûn" (batın) kaydıyla mukayyed (kayıtlı, izafi) olan Hak'tır ve zuhûr (dış) ve butûn (iç) Hakk'ın Hüviyyetidir (hakikâtidir, aslıdır). Ve Hak, zâhirin (dışın, madde yapının) ve bâtının (için, ruhun) Hüviyyeti (aslı) olunca, bâtınıyyetin (için, gizliliğin) zâhiriyyete (dışa, görünüşe) nisbeti (ilişkisi), sûretin (madde bedenin) müdebbiri (idare edicisi) olan rûhun sûrete (madde bedene) nisbeti (ilişkisi) gibidir.

Misâl: Bi'l-farz (farz edelim), "insan" kelimesini bu kâğıt üzerine nakşettik (yazdık); gözümüzün önünde bir sûret (şekil) zâhir oldu (meydana geldi). Bizi bu sûreti nakşa (şekli yazmaya) sevk eden (götüren) onun ma'nâsı idi. Binâenaleyh (nitekim), bu ma'nâ o sûretin (şeklin) müdebbiridir (idare edicisidir). / Ve bu kelime zâhir, (meydana çıkmış) onun rûhu olan ma'nâsı da bâtındır (gizlidir).Ve bu sûret (yazı) ma'nânın gayrı (başkası) değildir; belki zâhiri (görünürü) bâtınının (ruhunun) aynıdır. Eğer gayrı (başka) olsa idi, o sûreti (yazıyı, şekli) görünce ma'nâsına ve ta'bîr-i diğerle (diğer bir ifade ile) , zâhirden (dıştan) bâtına (içe) intikâl edilmemek (geçilmemek) lâzım gelir idi; ve kezâ ilimdeki ma'nâyı ızhâr (dışarı çıkarmak) için bu sûret nakşedilmemek (yazının yazılmaması) îcâb eyler (gerekir) idi.

İşte her mevtında (mertebede) zâhir olan (meydana çıkan) sûretlerin bâtınları (ruhları) vardır. Ve her mevtında (mertebede) zâhir (görülen) ve bâtın olan (görülmeyen) Hak'tır. Meselâ ilm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) zâhir olan (meydana çıkan) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) bâtını (matbaa hatası (zahiri) olması lazım)  esmâ; ve âlem-i ervâhda (rûhlar mertebesinde yani  esma mertebesinde) zâhir olan (meydana çıkan) suverin (sûretlerin) batını (ruhu) a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ve âlem-i misâlde (hayal, misal aleminde) zâhir olan (meydana çıkan, görülen) sûretlerin bâtını (ruhu) ervah (rûhlar yani esmalar) ve âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) zâhir olan (meydana çıkan, görülen) suverin (sûretlerin) bâtını (ruhu) dahi suver-i misâliyyeleridir (misallerdir, hayallerdir).Ve bunların cümlesinde (hepsinde) zâhir olan (meydana çıkan, görülen) Hak'tır ve Hak, cümlesinin (hepsinin) ebtan-ı butûnudur (gizlilerin en gizlisi, batınların batınıdır).

İmdi, insanın haddinde, meselâ onun zâhir ve bâtını ahz olunur. Ve her mahdûd dahi böyledir. Binâenaleyh Hak, her bir had ile mahdûddur. Halbuki âlemin sûretleri, ancak her âlem için onun sûretlerinden hâsıl olduğu kadar munzabıt olur ve ihâta olunur ve her bir sûretin hudûdu bilinir. İşte bunun için Hakk'ın haddi mechûl olur. Zîrâ Hakk'ın haddi, ancak her sûretin haddini bilmek ile ma'lûm olur. Bunun husûlü ise muhâldir. O öyle ise Hakk'ın haddi muhâldir.(5)

Ya'nî insanı ta'rîf ve tahdîd edeceğimiz (sınırlayacağımız) vakit "hayvân-ı nâtık"tır (konuşan hayvandır) deriz. "Nâtık" (konuşan) onun bâtını (ruhu) ve "hayvan" zâhiridir (dış görünüşüdür).  Cins  ve fasıldan (kısımlardan) hâsıl olan hey'et-i müctemia-i zâhiresi (cem olmuş, bir araya getirilmiş sureti) ile onda sırr-ı Ahadiyyet (Teklik sırrı) vardır. Ve her ikisinin hakâyık-ı müştereke (müşterek hakikâtleri) ve mümeyyizesi (temyiz edeni, ayıranı) mevcûddur ki, onda bâtındır (gizlidir) ve Hak, / onun hadd (sınır) ve ta'rîfinde  me'hûzdur (çıkarılmış, alınmıştır). İşte her bir ta'rîf ve tahdîd olunan (sınırlanan) şey dahi böyledir. Çünkü her mahdûdda (tarif edilmişte, sınırlanmışta), bir emr-i âmm-ı müşterek (umumi ortak şey) ve emr-i hâss-ı mümeyyiz (hususi ayırıcı şey) lâzımdır. Ve bunların her ikisi de Hakk'a müntehî (nihayet, son) olur. Ve Hak her bir şeyin hadd (sınır) ve ta'rîfinde bâtındır (gizlidir). Binâenaleyh (nitekim), her ne vakit bir şeyi ta'rîf ve tahdîd eylesek (sınırlasak) Hakk'ı tâ'rîf ve tahdîd etmiş (sınırlamış) oluruz. Çünkü o şeyin zâhiri (görünüşü, dışı, sureti) Hakk'ın Zâhir isminin mazharı (göründüğü yer) ve bâtını (içi, ruhu) dahi, Hakk'ın Bâtın isminin mazharıdır (göründüğü yerdir) ve mazhar (görüntü yeri, birim) ise ahadiyyet  (zat’ın ahad’lığı, bölünmez parçalara ayrılmaz tekliği) i'tibâriyle (bakımından Zâhir'in (görünenin) aynıdır. Ve âlemin (evrenin) sûretleri ve cüz'iyyâtı (kısımları, parçaları) mufassalan (tafsilatlı, geniş olarak) mazbût (belirtilmiş) ve münhasır (sınırlanmış) değildir, nâmütenâhîdir (sonsuzdur).Halbuki hudûd (sınır),suver-i eşyâyı (mevcutların sûretleri) ve onların hakâyıkını (hakikâtlerini) ihâtadan (kavradıktan) sonrâ ma'lûm olur (bilinir). Onları ihâta (kavramak, idrak etmek) mümkin olmadığından, hudûdunu (sınırını) bilmek dahi muhâldir (imkânsızdır).Ve mâdemki onların hudûdu (sınırı) bilinmiyor, o halde Hakk'ın had (sınır) ve ta'rîfi dahi muhâldir (imkânsızdır). Ancak munzabıt (sınırlı) olan ve ihâta olunan (idrak edilen, kavranan) ve hudûd (sınırı) ve ta'rifâtı bilinen (bildirilen, öğretilen) şey, her âlem için o âlemin sûretlerinden hâsıl olan kadardır. Ve'l-hâsıl âlemin (evrenin) sûretleri munzabıt (sınırlı) olmadığı için, Hakk'ın had (sınır) ve ta'rîfi dahi mechûl olur (bilinmez). Âlemin (evrenin) sûretlerinin munzabıt (sınırlı) olmaması budur ki, Hakk'ın şuûnât-ı Zâtiyye’si (Zât’ının fiilleri, işleri) olan esmânın nihâyeti (sonu) yoktur. Bu esmâsıyla Hak, ezelen (başlangıcı olmayan geçmiş zamandan) ve ebeden (ebediyen) tecellî eder (oluşur) durur ve bu esmânın sûretleri olan a'yân (ilmi suretler) dahi, o tecelliyâtı (oluşumları, meydana gelmeleri) ale'd-devâm (devamlı olarak) kabûl eder ve bu suver (sûretler) ve nukûş-ı âlem (âlemin nakışları yani suretleri, tecellileri) mütemâdiyen mütekevvin olur (meydana gelir). Ondan sonra fesâda gider (yok olur) ve fesâd (yok olmak) dahi tecellîdir (oluşumdur). Meselâ bahar gelince ağaçların yaprakları, çiçekleri, meyveleri tekevvün eder (meydana gelir). Güller açar, dağlar yeşillenir. Kış mevsiminde fesâda gider (bozulur) . Ve'l-hâsıl küre-i arz (dünya) üzerindeki suver-i bî-nihâye (sonsuz sûretler) böylece tekevvün (meydana gelir) ve tefessüd eyler (bozulup gider). Fezâ-yı bî-nihâyedeki (sonsuz evrendeki) avâlimin (âlemlerin) ve onların üzerlerindeki suverin (sûretlerin) tekevvün (meydana geliş) ve tefessüdü (bozulmaları) dahi böyledir. Suver-i mütekevvinenin (meydana gelen sûretlerin) hudûd (sınır) ve teârîfi (tarifleri) Hakk'ın bildirdiği kadar ma'lûmumuz (haberimiz, bilgimiz) olur. Halbuki henüz tekevvün  etmemiş (meydana gelmemiş) olan sûretlerin hudûdunu (sınırını) bilmek muhâldir (imkânsızdır). Binâenaleyh (nitekim) Hakk'ın haddini (sınırını) bilmek dahi muhâl (imkânsız) olur.

Ve Hakk'ı tenzîh etmeyip teşbîh eden kimse dahi böyledir. O, muhakkak onu takyîd ve tahdîd etti ve onu bilmedi (6).

Ya'nî Hakk'ı teşbîhsiz (hak’ı bir şeye benzetmeden) tenzîh eden (varlıklardan ayrı tutan, ayıran) kimse, onu tahdîd (sınırladığı) ve takyîd eylediği (kayıt altına aldığı) gibi, tenzîhsiz (Hakk’ı varlıklardan ayrı tutmadan, ayırmadan) teşbîh eden (benzeten) kimse dahi, münezzih olan (tenzih eden, Hakk’ı varlıklardan ayıran)  kimse gibi, onu tahdîd (sınırlamış) ve takyîd etmiş (kayıt altına almış) olur ve Hakk'ı bilmez. Çünkü teşbîh eden (Hakk’ı yaratılmışlara benzeten) kimse, Hakk'ı cismâniyyâta (cisimlere, madde bedene) benzetip onda hasreder. (onunla sınırlar, kısıtlar) Halbuki bu, gayr-ı mahdûd (sınırsız) olan Mutlakı (salt Teki) takyîd (kayıt altına almak) ve tahdîddir (sınırlamaktır) . Ve kezâ tenzîh eden kimse dahi, Hakk'ı cismâniyyâttan tenzîh eder; (maddeden ayırır) ve bundan, Hakk'ın haddi (sınırı) cismâniy­yâtın (maddenin) hudûdundan  (sınırından) hâriçtir (dışındadır) , ma'nâsı çıkar. Ve mukayyedâttan (bağlı, kayıtlı olanlardan, mevcutlardan) tenzîh olundukda (ayrı tutuldukça) dahi, Hak kayd-ı ıtlâk (serbest bırakma, hür olma kaydı) ile takyîd edilmiş (kayıtlanmış) olur.

Ve Hakk'ın ma'rifetinde tenzîh ve teşbîh beynini cem' eden ve onu iki vasf ile vasf eyleyen kimse, nasıl ki kendi nefsini tafsîl üzere değil; mücmelen ârif oldu ise, Hakk'ı dahi tafsîl üzere değil, mücmelen , ârif olur. Zîrâ âlemde suverden olan şeyin adem-i ihâtasından, nâşî, onu iki vasf ile tafsîl üzere vasf etmek müstahîldir (7).

Ya'nî ârif-i muhakkık (tahkik sahibi bilir kişiler) Hakk'ı, Ahadiyyet-i Zâtiyye’si (Ahad olan, bölünmez parçalanmaz sınırsız Zât’ı) ve hakîkat-ı vâhidesi (tek hakikât olması) i'tibâriyle (bakımından) taayyünâtın (oluşumlarının, meydana gelenlerin) kâffesinden (hepsinden) tenzîh eder ve âlemin (evrenin) sûretlerinde zuhûru (görünmesi, meydana çıkması) ve tecellîsi (oluşumu, belirmesi) ve ism-i Zâhir cihetinden (zahir ismi yönünden) âlem (evren) Hakk'ın Hüviyyeti (aslı, hakikâti) olması i'tibâriyle (bakımından) de teşbîh eder ve Hak hakkında bu sûretle tenzîh (yaratılmışlardan ayrı tutmak, ayırmak) ve teşbîh (yaratılmışlara benzetmek) beynini (arasını) cem' eder (toplar, birler) .  Ve şu halde Hakk'ı, muktezâ-yı tenzîh olan (Hakk’ı şeylerden ayrı tutmayı gerektiren) butûn (batın, öz) ve vahdet (Teklik) ve teşbîhin  muktezâsı (gereği) olan zuhûr (meydana çıkış) ve kesret (çokluk) vasıflarıyla tâvsîf eyler (vasıflandırır, anlatır). Fakat, bu tavsîf (vasıflandırma, anlatma) tafsîlen (geniş olarak) değil, mücmelendir (öz, özet olaraktır).  Çünkü Hakk'ı bu iki vasf ile tafsîl üzere (etraflı olarak) tavsîf etmek (iç yüzünü ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak) muhâldir (olanaksızdır). Zîrâ âlemin (evrenin) sûretlerinin kâffesini (hepsini) ihâta eylemek (kavramak, kuşatmak, idrak etmek) mümkin değildir. Binâenaleyh (nitekim), böyle bir kimse Hakk'ı, tafsîl üzere (geniş, etraflı olarak) değil, belki icmâl üzere (öz, özet olarak) / ârif olur (bilir).  Zîrâ nâmütenâhî olan (sonu olmayan) şeyin def’a-i vâhidede (bir defada tekliği) ihâta (kavramak) ve tafsîli (etraflı açıklama) mümkin değildir. Fakat Hak, suver-i âlemi (evren sûretlerinin) bilâ-inkıtâ' (arası kesilmeksizin) ve ebedü'l-âbâd (ebediyata kadar) nâmütenâhî (sonsuz) olarak tafsîl eder. Ve nitekim o ârif-i muhakkık (hakikâte eren arifler), kendi nefsini dahi tafsîlen (geniş olarak) değil, mücmelen (öz olarak) ârif oldu (bildi). Ya'nî bilir ki, kendi nefsi esmâ-i İlâhiyye’den (esma-i hüsnadan) bir ism-i hâssın (bir özel  ismin) mazharı (göründüğü yer) ve sûretidir ve isim, onun rûhu ve bâtınıdır ve kendi nefsinde müşâhede ettiği (gördüğü) kemalâtın ba'zısı, o ismin hazînesinde mahfûz (gizli) olan şeylerdendir. Binâenaleyh (nitekim), Rabb-i hâssı olan ismin (tasarrufu altında olduğu kendi öz isminin) hazînesindeki kemâlâtın kâffesini (hepsini) tafsîlen (geniş olarak) bilmez. Belki o kemâlât, pey-der-pey (aşama, aşama) zâhir oldukça (meydana çıktıkça) bilir. Şu halde, onun Rabb'ine (esma terkibine) olan ilmi, icmâlî (öz, özet) olmuş olur. Yâhut ârifin kendi nefsini tafsîlen (geniş olarak) bilmeyip de mücmelen (öz, özet olarak) bilmesinin sebebi budur ki; âlem-i kebîrde (büyük âlemde, evrende) her ne mevcûd ise, onun nefsinde de mündemicdir (bulunur) ve âlem-i kebîrin (evrenin) sûretleri ise munzabıt (sınırlı) değildir ve ihâta olunmaz; (kavranılamaz, idrak edilemez) ve onları tafsîl üzere (geniş, açık, teferruatlı) bilmek mümkin değildir. Belki icmâl üzere (özet olarak) bilinir. Binâenaleyh (nitekim), ârif dahi kendi nefsini tafsîlen (geniş olarak) değil, mücmelen (özet, öz olarak) bilir.

Misâl: Bir kayısı çekirdeğinin içinde bir ağaç olduğunu ve o ağacın üzerinde binlerce kayısı bulunduğunu ve her birinin çekirdeği içinde kezâ birer ağaç ve ağaçlarda nice bin kayısı olduğunu ve ağaçlar ve meyvelerin nâmütenâhî (sonsuz) bir sûrette (şekilde) teselsül ederek (birbirine bağlı olarak) gideceğini biliriz. İşte bu ma'rifet icmâlîdir (öz biliştir).  Zîrâ, nâmütenâhî (sonsuz) olan ağaçların ve kayısıların birdenbire ihâtası (kavramak, idrak etmek) ve tafsîli kâbil değildir (imkânsızdır). Pey-der-pey (aşama aşama) zuhûr ettikçe (meydana çıktıkça) bilinir. Ve çekirdek Ahadiyyet-i Zâtiyyesi (Ahad olan Zât’ı) ve hakîkat-ı vâhidesi (hakikâtinin tekliği) i'tibâriyle (yönüyle) müteselsilen (peş peşe) zâhir olan (meydana çıkan) ağaçlardan ve meyvelerden münezzehtir (temizdir, arıdır). Fakat, zâhir olan (görülen) ağaçlar ve meyveler onun Hüviyyeti (aslı, hakikâti) olması i'tibâriyle çekirdeğin gayri (başkası) değildir. Şu halde bu çekirdek, iki vasıf ile tavsîf olunur (vasıflanır, anlatılır): Birisi butûn (ruhu, özü) ve vahdet (tek oluş), diğeri de zuhûr (meydana çıkış) ve kesrettir (çokluktur). Ve bu vasıflar, tafsîlen (geniş olarak) değil, mücmelendir (öz, özet olaraktır). Zîrâ, ağaçların ve meyvelerin ihâtası (bilmek kavramak) kâbil (imkânı) olmadığından çekirdeği tafsîlen (geniş olarak, teferruatlı) tavsîf edemeyiz (anlatamayız, vasıflandıramayız).

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

02
.04.2002


Üst Ana sayfa e-mail