[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XVIII. Bölüm)
Ve
bunun için Nebî (s.a.v.) Hakk'ın ma'rifetini, nefsin ma'rifetine rabt
eyledi de:
“Nefsini bilen kimse, muhakkak Rabb'ini bildi". buyurdu. Hak
Teâlâ dahi buyurdu ki: "An-karîb biz âyâtımızı onlara âfâkta
gösteririz" ve o senden hâriç olan şeydir. "Ve biz âyâtımızı
nefislerinde onlara gösteririz"; o da' senin aynındır. "Tâ
ki onlara", ya'nî nâzırîne "mütebeyyin olsun, ki, muhakkak
o Hak'tır." Sen Hakk'ın sûreti olduğun ve o senin rûhun olduğu
haysiyyetle. İmdi, sen onun için sûret-i cismiyye gibisin ve o, senin
cesedinin sûreti için rûh-i müdebbir gibidir. Ve hadd senin zâhir ve
bâtınına şâmildir. Zîrâ sûret-i bâkıyye, onu müdebbir olan rûh
ondan zâil olduğu vakit, insan olarak bâkî kalmaz; fakat onun hakkında
"o, insan sûretine müşâbih bir sûrettir" denilir. Binâenaleyh,
o sûret ile ağaçtan ve taştan olan sûret-i insâniyye arasında fark
yoktur ve o sûrete ism-i insân ıtlâkı hakîkat ile değil, mecâz
iledir (8).
Ya'nî
nefsin icmâlen (öz olarak) bilinmesi,
Hakk'ın icmâlen (öz
olarak) bilinmesini müstelzim olduğu (gerektirdiği) için
(S.a.v.) Efendimiz, Hakk'ın ma'rifetini (bilinmesini),
nefsin ma'rifetine (bilinmesine) merbût
(bağlı)
kılıp ................................ " buyurdu. Zîrâ
vücûd-ı Mutlak (Hakk’ın
vücûdu),
nasıl ki âfâkta (dışarıda)
mevcûd ise, enfüste (içte)
dahi öylece mevcûttur. Nitekim Hakîm Senâî Hazretleri bu
ma'nâya işâreten buyururlar:
(Tercüme)
"Kendi nefsini tanıyamayan, bilmeyen kimse, Hâlık'ı (Yaratanı)
nerede bilir? Sen kendi nefsinin elinde zebûn (aciz, güçsüz) oluyorsun,
nasıl ârif-i Kird-gâr olursun?"(Tanrıyı
bilirsin)
İmdi
Râbb'ini bilmek için kişi evvelen kendi nefsini bilmek lâzımdır.
Nefsini icmâlen (öz
olarak) ârif olan (bilen),
Rabb'ini de icmâlen (öz olarak) ârif
olur (bilir).
Çünkü nefs-i insâniyye, (insan
nefsi) merâtib-i kevniyye (kevni mertebeleri,
meydana gelmiş bütün mertebeleri)
ve İlâhiyye’nin cümlesini (hepsini)
müştemildir (kavramış,
içine almıştır).Ve Hak dahi bu merâtibde (mertebelerde)
zuhûru (meydana
çıkışı) hasebiyle, onların cümlesini (hepsini)
müştemildir (kavra,
içine alır).
Ve ârif (bilirkişi)
Rabb'inin merâtibini (mertebelerini),
nasıl ki mücmelen (öz
olarak) bilirse, kendi nefsini dahi, gâliben (sağlam bir
ihtimale göre) ancak icmâl üzere (öz
olarak) bilir. Ve nefsini tafsîlen (geniş olarak) ârif
olan (bilen)
zât, ancak
kuyûd-ı zâhire (dışla
ilgili bağlılıklardan, beden kayıtlılığından) ve taayyünât-ı
bâtıneden (içinde,
kalbinde belirenlerden) muntalık (kurtulmuş)
ve ahkâm-ı vücûbiyye (gerekli
olan hükümler) ve imkâniyye (olmuş
veya olabilecek şeyler) kendisinde muntabı' olan (görünen,
intibâ eden) kimsedir. Binâenaleyh (nitekim) bu
zât (kişi),
Rabb'ini de tafsîlen (geniş olarak) ârif
olur (bilir)
ve ma'rifet-i hakîkiyyenin (hakikât
bilgilerinin) husûlü (çıkması), ancak
suver-i âfâkıyyede (dış
sûretlerde, birimlerde) münteşir (dağılmış,
yayılmış) olan âyât-ı İlâhiyye (İlâhi
âyetler) ile enfüsteki (içte,
ruhta bulunan) âyât-ı İlâhiyye (İlâhi
âyetler) ma'rifeti beynini (arasını
bilmekle) cem' etmekle (toplamakla,
birlemekle) olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: "Biz âyâtımızı
(âyetlerimizi)
an-karîb (yakında)
onlara âfâkta (dışında)
gösteririz." (Fussılet, 41/53) Ve "âfâk"
dediğimiz şey, senden hâriç (senin
dışında) olan şeydir; ya'nî taayyünât-ı âfâkıyye (senin
dışında meydana gelenler) senin taayyününe (oluşumuna,
vücuduna) nisbeten (göre)
başka bir taayyündür (oluşumdur,
birimdir).
Ve Hak her bir taayyünde (meydana
gelen birimde) başka başka tecellîler (oluşumlar,
belirmeler) ile zâhir oldu (açığa
çıktı, görüldü). Ve kezâ,
Hak Teâlâ buyurur: "Biz âyâtımızı (âyetlerimizi)
onların nefislerinde onlara gösteririz." (Fussılet,
41/53) Ve o "nefis" dahi senin "ayn"ındır (aslın,
hakikâtin, zâtındır). Ve Hak,
cemî'-i merâtib-i kevniyye
(meydana gelmiş bütün
mertebeler) ve İlâhiyye ile kalb-i mü'mine (müminin
kalbine) müstevî
oldu (istivâ
etti, kapladı, kuşattı).
Tâ ki onlara, ya'nî nâzır olanlara (bakanlara),
mütebeyyin (aşikar)
olsun ki, âfâk (dışta)
ve enfüste (içte)
görünen Hak'tır. Ve Hakk'ın âfâkta (dışında)
ve enfüste (içinde) görünmesi,
sen Hakk'ın sûreti (bedeni,
vücûdu) olduğun
ve Hak da senin rûhun olduğu haysiyyetledir. Şu halde sen, / Hakk'ın sûret-i
cismiyyesi (madde
bedeni) gibisin ve Hak senin cesedinin sûretine, onu idâre
eden rûh gibidir. Ya'nî âfâk (insanın
kendi dışı) ve enfüste (kendi
içinde) meşhûd olan (gözle görülen)
mezâhirde (görüntü
yerlerinde, birimlerde) Hakk'ın zâhir olması (meydana
çıkması) ve âfâk (dışın)
ve enfüsün (için, ruhun) Hak
ile kâim (mevcut)
bulunması, rûhun cesedde (madde
bedende) zuhûru (meydana
çıkışı) ve cesedin rûh ile kıyâmı (ayakta
durması, mevcut olması) gibidir. Binâenaleyh (nitekim),
Hak senin hüviyyetin (Zât’ın) ve
bâtının (ruhun)
ve sen Hakk'ın sûreti (vücûdu,
bedeni) ve
zâhirisin (dış
görünüşüsün).
Maahâzâ (diyelim
ki) Hak, rûh değildir; belki rûhun rûhudur. Çünkü vücûd-ı
Mutlak’ın (Mutlak
vücût sahibi olan Hakk’ın)
tenezzülâtı (inişi),
merâtibine (mertebelerine)
göre âlem-i ervâh (rûhlar
mertebesi) üçüncü mertebedir. Ömer Hayyâm buyurur:
(Tercüme)
"Hak cihânın (evrenin)
cânıdır (hakikâti,
ruhudur) ve cihân (evren)
hey'et-i mecmûasıyla (bütün
hepsiyle bir) bedendir. Ervâh-ı melâike (meleklerin rûhu) dahi
bu bedenin havâssidir (duyu
organlarıdır).
Eflâk (yıldızlar)
ve anâsır (unsurlar, hava,
su, toprak, ateş) ve mevâlîd (maden,
bitki, hayvan) ise bu bedenin a'zâsıdır (organlarıdır). İşte
tevhîd (birleme) budur;
bunun gayrisi (başkası)
hep hicâb-ı kesrettir:"(çokluk
perdeleridir).
Ve
insanı ta'rîf etmek istediğimiz vakit, onun zâhirini (bedenini)
ve bâtınını
(duyularını,
ruhunu) nazar-ı i'tibâre (dikkâte)
alıp "insan hayvân-ı nâtıktır" (konuşan
hayvandır) deriz. Nâtıkıyyet (konuşmak),
insanın bâtınına (ruhunu) şâmil
olur (içine
alır, kapsar).
Çünkü rûh, nefs-i nâtıkadır (konuşan
nefistir) ve hayvâniyyet ise zâhirine (bedenini)
şâmildir (kapsar).
Zîrâ "hayvan" dediğimizde nâmî (büyüyüp
gelişen) ve hassâs (duygusal) ve
müteharrik-bi'l-irâde olan
(iradesi ile hareket eden) bir cismi murâd ederiz. İmdi Hak,
senin zâhir (madde
bedeninden) ve bâtından (ruhundan)
mürekkeb (bir
araya gelmiş, birleşik) olan sûretine rûh gibidir. Ve insanın
ta'rîfinde zâhir (görülen,
madde bedenin) ve bâtının (gizlin
olan, ruhun) ahz edilmesi (alınması)
lâzım geldiğinin delîli budur ki, ruh ile bâki (ebedi)
ve kâim (mevcut,
ayakta duran, var) olan insanın sûretinden, bu sûreti idâre
eden rûh zâil olunca (yok
olup gidince),artık o sûrete (madde
bedene) insan denilmez. Belki, insan sûretine (bedenine)
müşâbih (benzer)
bir sûrettir, denilir. Binâenaleyh (nitekim),
rûhu zâil olmuş (yok
olmuş) olan sûret-i insâniyye (insan
bedeni) ile ağaçtan ve taştan masnû' (yapılmış)
olan insan heykelleri arasında hiçbir fark yoktur. Eğer o sûrete
(bedene)
"insan" denirse, / hakîkat değil (doğru
değil), belki "evvelce insan idi" demek ma'nâsında
kevn-i'sâbık alâkasıyla (önceki
oluşu ile ilgili) mecâz olur.
Ve
âlemin sûretinden Hakk'ın zevâli aslâ mümkin değildir. Böyle
olunca ulûhiyyetin haddi, onun için hakîkat iledir; mecâz ile değildir.
Diri olduğu vakit insanın haddi gibi. Ve insanın sûretinin zâhiri,
kendisini müdebbir olan rûhuna ve nefsine, kendi lisânı ile, nasıl ızhâr-ı
senâ eder ise, kezâlik Allah Teâlâ dahi sûret-i âlemi, Hakk'ın
hamdi ile müsebbih kıldı; velâkin biz onların tesbîhini idrâk
etmeyiz. Zîrâ biz, âlemde suverden olan şeyleri ihâta edemeyiz.
Ya'nî
insanı târif ederken "hayvân-ı nâtıktır" (konuşan
hayvandır) deyip, "hayvân" ta'bîriyle onun cesedini,
(madde
bedenini) zâhirini; (dış
görünüşünü) ve "nâtık" (konuşma)
tâ'bîriyle hüviyyet-i bâtınesini (gizli
olan hakikatini, zâtını) ,
rûhunu alırız. Ve insanın zâhiri (bedeni)
bâtınından (ruhundan) ve
bâtını (ruhu)
da zâhirinden (bedeninden)
zâil
olmaz (yok
olup gitmez). Bunun
gibi Hak dahi âlemin (evrenin)
sûretinin (madde
yapısının) bâtını
(rûhu)
ve âlemin (evrenin) sûreti
(madde
yapısı),
O'nun zâhiridir (bedenidir).
Ve Hak bâtınıyyeti (rûhu)
cihetiyle (yönünden)
sûret-i âlemden (evrenin madde
bedeninden) aslâ zâil olmaz (yok
olup son bulmaz).
Eğer zâil (sona
erse, yok) olsa, insanın rûhu cesedinden zâil olduğu (son
bulup gittiği) vakit, nasıl fânî (yok)
olursa, sûret-i âlem (evrenin madde yapısı)
dahi öylece fenâya (yokluğa)
gider. İmdi insan, hayatta olduğu vakit nasıl ki, zâhir (beden) ve
bâtını (rûhu,
duyuları) ile ta'rîf olunursa, Ulûhiyyet dahi öylece zâhir
ve bâtın-ı Hak (Hakk’ın
batını ve zahiri) alınmak sûretiyle (şekliyle)
hadd (sınırı) ve
tâ'rîf, olunur (anlatılır).
Ve hadd-i Ulûhiyyet (Uluhiyetin
sınırı, gerçek değeri) Hak için, mecâzen değil, hakîkaten
sâbittir (gerçekten
vardır). Zîrâ
me'lûh (İlâh edinen) gibi
değildir. Hak, me'lûhun, (İlâh
edinenin, kulun)
ya'nî suver-i âlemin (evren
sûretlerinin) Kayyûm'udur (kudret
ve iradesiyle ayakta tutanıdır). Çünkü
İlâh olmayınca, me'lûhun (İlâh
edinenin, kulun) kıyâmı (ayakta
durması) mutasavver olmaz (düşünülemez).
Ma'lûm
olsun ki, / sırası geldikçe diğer faslarda (bölümlerde)
dahi îzah olunduğu üzere Hak, Ahadiyyet-i zâtiyye (Ahad
olan Zât’ının) mertebesi i'tibâriyle (bakımından) cemî'-i
(bütün)
sıfât ve esmâdan müstağnîdir (doygundur,
zengindir). Binâenaleyh (nitekim)
bu mertebeyi îzâh için hiçbir ta'bîr yoktur. Lisân-ı hâdis
bu husûsta lâl (dilsiz)
ve ebkemdir (söz
söylemeye muktedir değildir).
Ve bu mertebeyi tefekkür (düşünmek), abesle
iştigâldir (boşuna
uğraşmaktır).
Onun için Peygamberimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm)
Efendimiz .............................. ya'nî "Zât-ı Hak'ta (Hakk’ın Zâtını)
tefekkür etmeyiniz" (düşünmeyiniz)
buyurmuşlardır. Ahadiyyet-i Zâtiyye mertebesinde Hakk'ın
bi'l-kuvve (güç, kuvvet
olarak) mevcûd olan sıfâtı ve bu sıfâtın muktezâları (gerekleri)
bulunan esmâsı mahv (yok
olmuş) ve müstehlektir (helak
olmuştur).
"İlâh" denemez, çünkü "me’lûh" (İlâh
edinen, kul, yaratılmış) yoktur. "Hâlık (Yaratan) denemez,
çünkü "mahlûk (yaratılmış)
yoktur". "Musavvir" (sûret meydana
getiren) denemez, çünkü "sûret" yoktur. Ve kıs-aleyhi'l-bevâkî
(diğerlerini
bununla kıyas et).
Ve'l-hâsıl hiçbir şeyle tavsîf olunamaz (vasıflandırılamaz,
anlatılamaz).
Fakat bi'l-kuvve (güç,
kuvvet olarak) zâtında mevcûd ve mündemic olan (içinde yerleşmiş
bulunan) sıfât ve esmâ, öylece mahbûs (habis)
kalamaz; zuhûr etmek (meydana çıkmak) isterler.
Nitekim, kendisinde ressâmiyet sıfatı bulunan bir adam, hayâtının nihâyetine
(sonuna)
kadar bir levha tasvîr etmeyebilir (çizmeyebilir)
mi? İçinde dâimâ o sıfatın takâzâsı (isteği)
vardır. Ve o sıfat, bir levha tersîm et (çiz)
ki, senin "ressâm" ismin zâhir olsun (meydana
çıksın) der durur. Bunun gibi Hakk'ın sıfat ve esmâ-i bî-nihâyesi
(sonsuz
esması) dahi kemâllerinin zuhûru (görünmesi)
için bu mertebede takâzâ ederler (istekte
bulunurlar).İşte bu takâzâya mebnî (isteğe
dayalı, bu istekten dolayı),Hak dahi rahmeten-li'l-esmâ, (isimlerine
rahmet olarak) mertebe-i Ahadiyyet’ten (Ahadiyet, Zât
mertebesinden) mertebe-i vahdete (Uluhiyet
mertebesine) tenezzül buyurmuştur (inmiştir).
Binâenaleyh
(nitekim)
Hak, bu mertebede "Ulûhiyyet" sıfatıyla muttasıf
olur (vasıflanır).
Ve
Ulûhiyyet, esmâ-i İlâhiyye'nin (İlâhi
esmanın) suver-i ilmiyye (ilmi
sûretler, manâlar) ile taayyünü (meydana
gelme, belirme) mertebesi olan mertebe-i vâhidiyyete (manâ
boyutuna) tenezzül edince (inince)
bu mertebede vücûd-ı vâhid (tek
olan vücûd) esmâ ile müteayyin olur (görülür,
meydana çıkar). Ve
suver-i âlem (evren
sûretleri) dahi a'yân-ı gaybiyyenin, ya'nî a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin,
manâların) sûretleridir. Bu halde suver-i âlem (evren
sûretleri) esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi
esmanın) mezâhiri (göründüğü
yerler) olur ve eğer bu mezâhir (görüntü
yerleri, birimler) olmasa, esmâ müteayyin olmaz (görülmez,
meydana gelmez) idi. Binâenaleyh (nitekim),
Ulûhiyyet’in
zâhirde
tahakkuku (görünüşte,
dışta, madde yapıda meydana çıkması), âlemin
(evrenin) vücûduna
mütevakkıftır (bağlıdır,
ancak onunla olabilir).Ve suver-i âlem (evren
sûretleri, birimler) zâhir (meydana
çıkmış), esmâ
dahi bâtındır (gizlidir).
Ve zâhir (aşikâr,
meydana çıkmış, madde) olan suver-i âlemin kıyâmı, (evren sûretlerinin
ayakta durması, mevcudiyeti) onun bâtını (onda
gizli ruhu) olan esmâ iledir. Binâenaleyh (nitekim)
insanı ta'rîf ederken zâhirini (madde
bedenini) ve bâtınını (rûhunu, onda
gizli olan esma) aldığımız gibi, Ulûhiyyet’i ta'rîf
ederken, onun zâhiri (dış görünüşü)
olan suver-i âlemi (evren
sûretlerini, evrenin madde bedenini) ve bâtını (Rûhu) olan
esmâyı alırız. / Ve insanın sûretinin zâhiri (madde
bedeni),
kendisini müdebbir olan (idare eden) rûhuna
ve nefsine, lisân-ı zâhir ile
(dış haliyle) hâmid (övgüye
değer) olduğu gibi, Allah Teâlâ dahi sûret-i âlemi (evrenin
suretini, madde bedenini)
kendi nefsine hâmid (övgüye
değer) kıldı. Çünkü sûret-i insanın bakâsı
(devamlılığı) ve
hayâtı ve insanlığı ve kemâlât-ı İlâhiyye tahsîli ye sûret-i İlâhiyye
(İlâhi sûret) üzere
mahlûk olmasıyla tavsîfi (nitelendirilmesi),
bâtını
olan rûh sebebiyledir. Ve kezâ zâhir (görünen,
madde beden) ve bâtının (rûhunun)
mecmûu (toplamı) olan
sûret-i âlemin (evren
suretlerinin) bakâsı (devamlılığı)
ve kıyâmı (ayakta
durması, mevcudiyeti) dahi, kendisinin bâtını (hakikâti)
ve rûhu olan Hak'la olduğu için ona hâmiddir (övgüye değerdir).
Velâkin,
bizim vücûd-ı mukayyedimiz (Hakk’ın
varlığı ile var olan kayıtlı vücûdumuz) ve taayyünümüz (madde
bedenimiz) perde olduğundan, onların tesbîhlerini idrâk
edemiyoruz. Zîrâ âlemin sûretlerinin ecnâs (cinsleri)
ve envâ'ı (çeşitleri)
çoktur. Biz o sûretlerin kâffesini (hepsini) ihâta
edemeyiz (kavrayamayız).
Çünkü her cinsin sûreti, ancak kendi cinsinin lisânı üzere
olan hamd ve senâsını anlayabilir. İmdi suver-i âlem (evren
suretleri, birimleri) kendilerinin ervâh (rûhlarını)
ve esmâsını nakâyıs-ı imkâniyyeden (olmuş
ve olacakların, olabilirlerin noksanlıklarından) tenzîh
etmeleri
hasebiyle müsebbih (tesbih
eden) olurlar ve kendilerinden zâhir olan (çıkan) kemâlât
hasebiyle de hamd ederler:
Böyle
olunca âlemin sûretlerinin hepsi, Hakk'ın lisanları olup Hakk'a senâ
ile nâtıktır. Ve işte bunun için
........................................... (Fâtiha, 111) Ya'nî
"Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh'a mahsûstur" dedi ki, senânın,
âkıbetleri, ona râcidir demek olur: Binâenaleyh, senâ eden ve senâ
olunan ancak O'dur (10).
Ma'lûm
olsun ki, "Kelâm" Hakk'ın sıfatlarından bir sıfattır. Ve vücûd
ancak Hakk'ın vücûdu olduğundan sıfat-ı kelâm (kelâm
sıfatı) ile ittisâf (vasıflanması) dahi,
ancak o vücûd-i vâhide (tek
olan vücûda) mahsûstur. Ve suver-i âlemin (evren sûretlerin)
kâffesi (hepsi),
vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak
vücût sahibi olan hakk’ın) bi't-tenezzül; (inerek) bi-hasebi’l-esmâ
(sayısız
esmalar ile) taayyününden (belirmesinden)
ibâret olmakla, bunların hepsinde zâhir olan (görülen)
Hak'tır. Ve âlemin sûretleri (evrenin
sûretleri) Hakk'ın zâhiridir (dış
görünüşüdür). Binâenaleyh
(nitekim) sıfât-ı
Hak (Hakk’ın
sıfatları) bu mezâhirde (görüntü
mahallerinde, birimlerde) / onların ist'idâdları ve taayyünlerinin
muktezâsı (belli
başlı birim olmanın gerektirdiği) vech
ile zâhir olur (görülür).
Ve onlardan kelâmın sudûru (çıkışı)
dahi, muktezâ-yı hallerine (hallerinin
gereklerine) göredir. Ve bu sûretlerin cümlesinden (bütün
hepsinde) mütekellim olan (konuşan)
Hak olduğundan, her birisi, ayrı ayrı Hakk'ın birer lisânıdır.
Nitekim Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı
Mekkiyye'nin on ikinci bâbında (bölümünde)
buyururlar ki: "Nebât (bitkilerin)
ve cemâdın (toprak, taş gibi
cansızların) ervâhı (rûhları)
vardır ki, ehl-i keşiften (keşif
sahiplerinden) gayrisinin (başkasının)
idrâkinden bâtındır (gizlidir).
Binâenaleyh (nitekim)
hayvandan idrâk olunan (anlaşılan)
şey, onlarda hissolunmaz (hisler
yoktur). Ve insan tesmiye olunan (ismi
ile adlandırılan) bu mizâc-ı hâssın gayri (bu
tabiat özelliğinden başka) olarak, ehl-ı keşf indinde (keşif
sahiplerince) her bir şey hayvân-ı nâtıktır (konuşan
hayvandır).Ve bizim keşfimiz dahi ona şâhiddir (tanıktır).
Zîrâ biz lisân-ı nâtık ile
(konuşmak sûretiyle) taşların Hakk'ı zikrettiklerini
kulaklarımızla işittik." Ve yine o bâbın (bölümün)
diğer bir mahallinde buyururlar: "Bu tesbîh, keşif sâhibi
olmayan ehl-i nazarın (görüş
sahiplerinin) dediği gibi; lisân-ı hâl ile
değildir."
Ve yine "Elli dördüncü suâlin cevâbı"nda buyururlar ki:
"Ulemâ-i rüsûmdan (usul
alimlerinden) âmme indinde (avam
katında) Allâh'ın sâmit (cansız) olan
eşyâdaki (şeylerdeki)
kelâmı, kelâm-ı hâldir. Ya'nî şöyle ve böyle olduğu
onun hâlinden anlaşılır; hattâ eğer o sâmit (cansız
şeyler) lisâna geleydi, (konuşsalardı)
anlaşılan şeyi söylerdi. Bu tâife (grup)
misâl îrâd edip (verip)
derler ki: “Arz, (yer,
toprak) çiviye niçin beni yarıyorsun der ve arz (yer)
dahi, beni , mıhlayana (çivileyene)
nazar et! (bak)”
der. İşte onların indinde bu, kelâm-ı hâldir (halle
konuşmaktır).Binâenaleyh (nitekim)
onlar; Hak Teâlâ'nın .........................(İsrâ, 17/44)
ve ........................................(Ahzâb, 33/72) kelâmıyla ihbâr
buyrulan (bildirilen)
her bir şeyin tesbîhini ve semâvât (gökler) ve
arzın (yerin,
dünyanın) emânet-i Hakk'ı (Hakk’ın
emanetini) yüklenmekten ibâ ettiklerini (çekindiklerini) bu
esâsa binâ etmişlerdir. Halbuki ehl-i keşf indinde (keşif
sahipleri yanında) cemâd (toprak,
taş gibi cansızların) ve nebât (bitkilerin)
ve hayvandan her bir şeyin nutku (konuşması)
işitilir: Abd (kul),
nâstan
(insandan) mütekellim
olan (konuşan)
kimselerin nutkunu (konuşmasını)
nasıl işitir ise; eşyâ-yı sâmitenin (cansız şeylerin)
nutkunu (konuşmasını)
dahi hayâlde değil, âlem-i histe (hissederek)
kulağıyla öylece işitir."
İmdi
âlemlerin (evrendeki) sûretlerinin
kâffesi (hepsi)
Hakk'ın lisanları (Hakk’ın
konuşması) olduğundan
onlar..................................... (Fâtiha, 1/1) dediler. Ve senânın
(takdir
etmenin, övmenin) âkıbetleri (nihayetleri)
Allâh'a râci'dir (geri
döner).
Şu halde hâmid (yalvaran,
hamd eden) ve mahmûd (hamd
edilen) Hak olmuş olur: Zîrâ bu sûretlerde müteayyin olup (meydana
çıkıp) hamd eden
(şükranlarını
bildiren) Hak'tır ve sûretlerin cümlesinin (hepsinin) rûhu
olmakla mahmûd olan (hamd
edilen) yine Hâk'tır.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
09.04.2002
|