19.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XIX. Bölüm)

İmdi eğer sen, tenzîh ile kâil olur isen mukayyid olursun ve eğer teşbîh ile kâil olursan muhaddid olursun (11).

Ya'nî eğer Hakk'ı yalnız tenzîh edecek (yaratılmışlardan beri tutacak) olur isen, O'nu takyîd etmiş (kayıtlamış, kısıtlamış) olursun. Zîrâ Hak, sıfât-ı muhdesâttan (yaratılmış sıfatlardan) ve maddiyyâttan  münezzehtir (arıdır,beridir), denildikde onun sıfatı bunların sıfatından başkadır demek olur ki, bu da Hakk'ı bir sıfat ile takyîdden (kayıt altına almaktan, bağlamaktan) ibârettir; veyâhut Hak mukayyedâttan (kayıtlılıklardan) münezzehtir (arıdır, temizdir) denilince, ıtlâk (kayıtlılıktan kurtarmak, hür bırakmak) kaydıyla takyîd edilmiş (kayıt altına alınmış) olur. Binâenaleyh (nitekim), yalnız tenzîhe (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı tutma) kâil (düşüncesinde) olan mukayyid (kayıtlamış) olur. Ve eğer Hakk'ı, yalnız teşbîh edecek (Hakk’ı yaratılmışlara benzetecek) olur isen, muhaddid (sınırlamış) olursun. Zîrâ teşbîh, Hakk'ı cismâniyyâta (cisme) benzetmektir ve Hak cismâniyyete benzetilince, onda hasredilmiş (bir çerçeve içine alınmış) olur. Bu ise gayr-ı mahdûd (sınırsız) olan Hakk-ı Mutlakı, hudûd-ı cismâniyyât (cismin sınırları) ile tahdîd etmektir (sınırlamaktır).

Ve eğer sen emreyn ile kail olursan müseddid olursun  ve maârifde imâm ve seyyid olursun (12).

Ya'nî eğer sen Hakk'ı hem tenzîh (yaratılmışlardan ayrı, beri görecek) ve hem de teşbîh edecek (yaratılmışlara benzetecek) olur isen, nefsini tarîk-ı sedâd (doğru yolda) ve salâh (iyilik) üzerine sevk etmiş olur ve bu sûrette (şekilde) de maâ­rif-i İlâhiyye’de (İlâhi bilgilerde) imâm (önde olur) ve muktedâ-bih (kendisine uyulan) ve seyyid bulunursun (efendi olursun). Zîrâ bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere Ulûhiyyet’in had (sınır) ve ta'rîfi Hakk'ın zâhir (görünürü, dışı olan madde boyutu) ve bâtını (içi olan rûhunu) ahz edilmekle (birlikte almakla) olur ve Hak, âlemin sûretinin (evrenin madde yapısının) bâtını (rûhu) ve sûret-i âlem (evrenin madde yapısı) onun zâhiridir (görülen dışı, madde boyutudur).  Hak âlemin sûretinin (evrenin madde yapısının) bâtını (rûhu) denilince, bâtınıyyeti (gizli, içi olan rûhu) hasebiyle âlemin sûretlerinden (evrenin sûretlerinden, birimlerinden) tenzîh edilmiş (ayrı tutulmuş) olur ve suver-i âlem (evren suretleri) onun zâhiridir (madde boyutudur),  denilince dâhi teşbîh (benzetilmiş) olur. Binâenaleyh (nitekim), böyle diyen kimse hem tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan beri tutmuş) ve hem de teşbîh (Hakk’ı yaratılmışlara benzetmek) ile kâil (düşüncesine sahip) olup nefsini doğru yola sevk etmiş bulunur. Ve bu maârif-i musîbe (isabetli doğru bilgi) ile hakîkat-ı halden (hakikât halinden) câhil olanlara, imâm (önderlik etmiş) ve muktedâ-bih (kendisine uyulan) olarak onların seyyidi (efendisi) olur. /

Mesnevî: 20
(Tercüme) "Kâh güneş ve kâh deniz olursun. Kâh Kaf dağı ve kâh Ankâ kuşu olursun. Sen kendi Zâtında ne busun, ne de osun. Ey vehimlerden hâriç ve ziyâdeden ziyâde! Ey bî-nakş olan Zât-ı pâk! Bu kadar sûretler ile hem tenzîh eden ve hem de teşbîh eyleyen, senden hayrandır."

İmdi çiftlik ile kâil olan kimse, şerîk isbât edici oldu ve teklik ile kâil olan kimse dahi tevhîd eyleyici. oldu (13).

Ya'nî bir kimse birisi halkın (yaratılmışların) ve diğeri Hakk'ın vücûdu olmak üzere, iki vücûd isbât edip (vardır deyip) varlığı çift görse, Hakk'a şerîk isbât etmiş (benzeri, ortağı vardır demiş) olur. Binâenaleyh (nitekim), böyle bir kimse Hakk'ın vücûdunu ayrı ve halkın (yaratılmışların) vücûdunu da ayrı görüp Hakk'ı halktan (yaratılmışlardan) tenzîh eder (ayırır). Ve vücûd-ı Hakk'ı; ifrâd (tek) edip vâhiddir (tekdir) diyen kimse dahi, onu vahdet (teklik) ile takyîd eder (kayıtlar). Zîrâ evvelen kesreti isbât eder (çokluk, birimler vardır der). Ba'dehû (daha sonra) Hakk'ı kesretten (çokluktan) ihrâç edip (dışarı atıp dışlayıp) tevhîd eyler (birler). Binâenaleyh (nitekim), bu da evvelki gibi haberi olmaksızın şirke (ikiliğe) düşer. Çünkü teklik ve çiftlik muktezâ-yı adeddir (Sayıların gereğidir). Halbuki Hak, ne ikinin ikincisi, ne de kesîrin (çokluğun) vâhidi (teki) değildir.

Eğer sen iki kılıcı isen, teşbîhten sakın! Ve eğer tek kılıcı isen, tenzîhten sakın! (14).

Ya'nî bu kesret-i taayyünâtı (meydana gelmiş çoklukları, birimleri) görüp vücûd-ı halkı (yaratılmışların vücûdu) isbât etmek (vardır demek) sûretiyle vücûd-ı Hakk'ı (Hakk’ın vücûdunu) , iki vücûdun ikincisi olarak telâkkî (alır, kabul) edersen, bu sırf teşbîh (benzetme) olur ki şirktir (Hakk’a ortak koşmaktır,ikiliktir). Binâenaleyh (nitekim), bu şirki mutazammın olan (içine alan) teşbihten (Hakk’ı yaratılmışlara benzetmekten) sakın! Ve eğer bu taayyünâttan (meydana gelmiş birimlerden) ve vücûd-ı halktan (yaratılmışların vücûdundan) vücûd-ı Hakk'ı (Hakk’ın vücûdunu) çıkarıp, Hak bunların cümlesinden (hepsinden) münezzehtir (temizdir, arıdır, uzaktır) diyecek olursan, bu da sırf tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı görmek) olur ki, kezâlik (bu da öylece) şirktir (ortak koşmaktır, ikiliktir).  Zîrâ evvelen (ilk olarak ) bir şeyin vücûdunu isbât etmeyince, (var olduğunu kanıtlamayınca) onun içinden bir şey çıkarmak mutasavver değildir (düşünülemez). Binâenaleyh (nitekim), kezâlik (bu da öylece) şirki mutazammın olan (içinde bulunduran) tenzîhten (varlıkları Hakk’tan ayrı görmekten) dahi sakın!

İmdi sen O değilsin, belki sen O'sun; ve sen O'nu ayn-ı umûrda mutlak ve mukayyed olarak görürsün (15).

Ya'nî sen hazret-i şehâdette, (görülen madde âleminde) kayd-ı zâhir ile (kayıtlı madde bedeninle) mukayyed (kayıtlı, bağlı) olduğun için, vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak vücût sahibi olan Hakk’ın) aynı değilsin. Binâenaleyh (nitekim), bu kayd-ı taayyün içinde (kayıtlı birimselliğinle) sen O değilsin. Fakat senin bu taayyünün (oluşumun, vücudun) vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (mutlak vücût sahibi olan Hakk’ın) min-haysü's-sıfât (sıfatları bakımından) tenezzülünden (inmesinden) husûle gelmiş (meydana gelmiş) bir vücûd-i i'tibârî (gerçekte olmayıp var kabul edilen vücût) olduğu için, hakîkat-i vücûd (vücûdunun hakikati) i'tibâriyle (bakımından) sen O'nun aynısın. Binânelayh (nitekim), sen O'sun. Ve sen O'nu a'yân-ı eşyâ (belli olmuş, aşikâr şeylerin, birimlerin) sûretlerinde müserrah, ya'nî mutlak, (kayıtsız, bağımsız) ve mukayyed (kayıtlı, bağlı) olarak görürsün. Zîrâ suver-i a'yândan (açığa çıkmış suretlerden) her birisi vücûd-ı Mutlak’ın takayyüdünden (bağlı, kayıtlı oluşundan) hâsıl olmuştur (meydana gelmiştir) ve her bir mukayyed (kayıtlı varlık),  diğer mukayyedin (kayıtlı varlıktan) gayrıdır (başkadır) . Fakat cümlesinin (bütün hepsinin) hakîkatı vücûd-ı mutlak (Hakk’ın vücûdu) olmak i'tibâriyle (bakımından) yekdîğerinin (birbirlerinin) aynıdır.

Misâl: Elimize bir iplik alıp onun üzerinde beş düğüm yapsak. Bu düğümlerde zâhir olan (meydana çıkan) ve düğümlerin sûretini (şeklini) vücûda getiren ipliktir. Fakat bu düğümlere iplik tesmiye olunmaz (denemez); onların adı düğümdür. Zîrâ mutlak (kayıtsız, bağımsız) iken mukayyed (kayıtlı) oldu. Ve iplik ile görülen işler düğümlerle görülmez. Binâenaleyh (nitekim), düğümler mukayyediyetleri (bağlı, kayıtlı oluşları) i'tibâriyle (bakımından) iplik değildir. Fakat vücûd-ı müstakil sâhibi (kendilerine has özel vücûdları) olmayıp onların vücûdu ipliğin vücûdundan başka bir şey olmadığından düğümler ipliktir.

Diğer misâl: Bahr-ı muhît (okyanus) ale'l-ıtlâk (kayıtsız, mutlak sûrette) bir deryâdır (denizdir). Fakat, onun suyunu muhtelifü'l-eşkâl (çeşitli şekillerde) beş bardağın içine koysak, bardakların eşkâliyle (şekliyle) mukayyed (bağlı, kayıtlı bulunduğundan) ve onlarda münhasır (her yeri çevrili) olduğundan, o sular bahr-ı muhîtin (okyanusun) aynı değildir ve onlara bahr-ı muhîttir (okyanustur) desek, herkes hande eder (güler). Çünkü bahr-ı muhît (okyanus) gemileri ve insanları gark eylediği (boğduğu) halde, bunlarda o hâssa (hûsusiyet) yoktur; fakat onların vücûdu bahr-ı muhîtin (okyanusun) takayyüdünden (kayıtlı, bağlı oluşundan) husûle gelmiş (meydana gelmiş) birer vücûd olduğundan bu i'tibâr ile (bakımdan) bahr-ı muhîtin (okyanusun) aynıdır.

...... Şûrâ, 42/11) dedi, teşbîh etti, Ve Allah Teâlâ  ................... ..................  dedi, teşbîh ve tesniye kıldı; ..................................dedi, tenzîh ve ifrâd eyledi (16).

Ya'nî Allah Teâlâ .....................kavliyle (sözleriyle) kendisini hem tenzîh (yaratılmışlardan ayrı tuttu) ve hem de teşbîh (yaratılmışlara benzetti) ve tesniye eyledi (iki şeye işaret etti). Zîrâ "ke-mislihi" deki "kâf" zâid i'tibâr olundukda (k’ nin ilâve edilmesi bakımından) "O'nun misli (benzeri) bir şey yoktur" demek olur ki, bu da avâmın anlayışına göre, sırf tenzîhtir (yalnız, sadece Hakk’ı varlıklardan ayrı düşünmektir). Çünkü kâffe-i eşyâdan (şeylerin, birimlerin hepsinden) onun misliyyeti (benzerliği) nefyedilmiş (olumsuzlaştırılmış, uzaklaştırılmış) oluyor ve Hak onlardan münezzehtir (temizdir, arıdır, uzaktır) deniliyor.

Fakat "kâf", gayr-ı zâid (k’ nin ilâve edilmediği) i'tibâr olundukda (kabul edilirse) ..................  nin ma'nâsı  ................ ya'nî "O'nun misli (benzeri) bir misil (benzer) yoktur" demek olur. Bu da havâssın (seçkinlerin) anlayışına göre teşbîh (Hakk’ı yaratılmışlara benzetme) ve tesniyedir (iki şeye işaret etmektir, ikiliktir).  Zîrâ Hak hakkında evvelen misil (benzeri) isbât olunuyor (vardır deniliyor);  ba'dehû (daha sonra) o misilden (benzerlikten) eşyânın misliyyeti (yaratılmışların benzerliği) nefyediliyor. (kaldırılıyor, olumsuzlaştırılıyor) Bu ise vücûdda ikilik ve müşâbehet (benzerlik) isnâdından (atfetmekten) başka bir şey değildir.

Ve kezâ Hak Teâlâ'nın ...................kavli de (sözü de) hem teşbîh (Hakk’ı varlıklara benzetmek) ve tesniyeyi (ikiliği) ve hem de tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı tutmak) ve tefrîdi (tek yapmak, birlemeyi) mutazammındır (içine alır). Zîrâ bu kavl (söz) işitilince vehle-i ûlâda (ilk anda) avâmın zihnine mütebâdir olan (birdenbire aklına gelen) ma'nâ; "işiticilik" ve "görücülük"te Hakk'ın halka (yaratılmışa) müşârik (ortak) olmasıdır. Çünkü halk (yaratılmış) dahi işitir, görür: Halbuki bu ma'nâda  ikilik ve müşâbehet (benzerlik) vardır. Tesniye (ikilik), ya'nî iki kılmak budur ki, işitmek ve görmek hassasını (duyularına) hâiz (sahip) olarak bir Hakk'ın ve bir de halkın (yaratılmışların) vücûdu vardır ve müşâbehet (benzerlik) dahi görmekte ve işitmekte Hakk'ın, halka (yaratılmışa) benzemesidir.

Fakat bu âyet-i kerîmeden ehl-i havâssın (ariflerin, seçkinlerin) anladığı tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı tutmak) ve tefrîd (bir yapma, birleme) ma'nâsına gelince (…….) zamîrinin  evvelen zikri ve haber olan "Semî' ve Basîr" kelimelerinin harf-i ta'rîf ile gelmesi hasr (dar bir çerçeve içine almak) ifâde ettiği cihetle (yönüyle) ma'nâ “Semî ve Basîr olan ancak Hak'tır; başka semî' ve basîr yoktur” demek olur. Bu ise ancak tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı tutmak) ve ifrâddır (aşırı, ileri gitmektir).

Ma'lûm olsun ki, vücûd birdir; o da, Hakk'ın vücûdudur. Bu vücûd, nâmütenâhî (sonsuz) olmakla berâber, hiçbir kayd (bağ) ile mukayyed (kayıtlı, bağlı) değildir. Fakat O'nun zâtında mündemic, (bulunan) nâmütenâhî (sonsuz) birtakım nisbetler (sıfatlar, vasıflar) vardır.Vâhidin (Tek’in) içinde bulunan nısfıyyet, (yarıda bir olan) sülusiyyet (üçte bir olan) ve rub'iyyet, (dörtte bir olan) ilh... gibi. Ve Hakk'ın nisbetleri (vasıfları) ise sıfatları ve onlardan sâdır olan (çıkan) esmâsıdır. Binâenaleyh (nitekim) Hâk, bu nâmütenâhî (sonsuz) olan isimleriyle zâhir olmak (meydana çıkmak) için, âsâra (eserlere) lüzûm vardır. Bu eserler zâhir olmak (meydana çıkmak) için onların sûretleri evvelen (ilk olarak ) ilm-i Hak'ta (Allah’ın ilminde) peydâ olur. Şu halde bu sûretler hayâlât-ı İlâhiyye (Allah’ın hayali) olur. Bu hayâlâta (hayallere) zâhirde (dışarıda) vücûd vermek için, vücûd-ı Hak (Hakkın vücûdu) mertebe-i letâfetten (latif, şeffaf olan mertebeden) mertebe-i kesâfete (yoğun mertebeye) tenezzül buyurur (iner) . İşte bu da Hakk'ın Zâhir ismi ile olan tecellîsidir; (oluşumudur, meydana gelişidir) ve bu tecellî (oluşum) bu nâmütenâhî (sonsuz) vücûdun yine kendi zâtına oları tecellîsidir (oluşumudur). Demek ki, bu suver-i kesîre (çokluk sûretleri, birimler) ve bu taayyünât-ı bî-nihâye (sonsuz oluşumlar, belirmeler) vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın vücûduna) mukayyeden (bağlı olarak) zuhûrundan (meydana çıkmasından) ibârettir. İmdi gayr (başka) nerededir ki, Hak ondan tenzîh (ayrı) ve tefrîd (tek, yalnız) olunsun; veyâhut ona benzetilsin. Teşbîh (benzetme) ve tenzîh (ayrı görmek) ancak Zâhir ve Bâtın dediğimiz iki şe'n-i İlâhî’nin / (İlâhi işin, fiilin) birbirine nisbeti (bağlılığı, ilişkisi) i'tibâriyle (bakımından) söylenen sözlerdir. Yoksa teşbîh (benzetme) ile tenzîh (ayırma) Hakk'ın hakîkâti için Zâtîdir. (Zât’ına aittir) Zîrâ Zâhir ve Bâtın isîmleri Hakk'ın şuûnât-ı Zâtiyye’sidir. (Zât’ına ait işleri, fiilleridir) Ve şuûnât (fiiller, işler) ise O'nun zâtının aynıdır. Binâenaleyh (nitekim), vücûd-ı Hak (Hakk’ın vücûdu) hem tenzîhi (yaratılmışlardan ayrılmayı) ve hem de teşbîhi (yaratılmışlara benzemeyi) câmi'dir (toplamıştır).

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

09
.04.2002


Üst Ana sayfa e-mail