20.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XX. Bölüm)

Eğer Nuh, kavmi için iki da'vet arsını cem' edeydi, elbette onlar ona icâbet ederlerdi. Böyle olunca, onları cihâren da'vet eyledi; ba'dehû onları isrâren da'vet etti. Sonra onlara "Rabbinize istiğfâr edin ki, muhakkak O gaffârdır" (NÛh, 71/10) dedi. Ve Nûh (a.s.) "Yâ Rab ben, kavmimi gece gündüz da'vet ettim, benim da'vetim onlara fırârdan gayrı ziyâde etmedi" (Nûh, 71/6) dedi (17).

Ya'nî Nûh (a.s.), Muhammed (s.a.v.) Hazretleri gibi tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı tutmak) ve teşbîh (Hakk’ı yaratılmışlara benzetmek) da'veti arasını cem' edeydi (toplasaydı), elbette kavmi ona icâbet ederlerdi (kabullenirlerdi).Halbuki onun kavmi, mezâhir-i esmâiyyenin (esmanın görüntü mahallerinin, birimlerin) kesreti (çokluğu) ile vahdetten (teklikten) hicâba (perdelenmeye, sıkıntıya) düşmüşlerdi. Nûh (a.s.) tenzîhde mübâlağa edip (aşırılığa giderek) mezâhir-i esmâiyye (esmanın görüldüğü yer) olan asnâmdan (putlardan) vahdet-i sırfa (sadece, sırf tekliğe) da'vet etti. Zîrâ her bir Nebî’ye (Peygamber’e) ilm-i Risâletten (Peygamberlik ilminden) verilen şey, ümmetinin isti'dâdına göredir. Nûh (a.s) bu hakîkâti bildiği için, ümmetini bir sûretle (şekilde) da'vet eyledi. Halbuki onlar, mezâhir-i kesîre (çok olan görüntü yerlerinin, birimlerin) müşâhedesinde (seyrinde, görüşünde) müstağrak (boğulmuş, gark olmuş) olduklarından bu da'vete icâbet (kabul) etmediler ve kendilerini Hakk'ın gayrı (Hakk’tan ayrı, başka) bildiklerinden, asnâma (putlara) taptılar. Binâenaleyh (nitekim) Nûh (a.s.), onları cihâren (apaçık) da'vet etti; ya'nî ism-i Zâhir'e (zahir ismine) da'vet edip “eğer siz Hakk'ı kendinizden baîd (uzak) ve münezzeh (temiz, arı, uzak) gördünüz ise, sizin putlarınızdan dahi münezzehtir (temizdir, arıdır, uzaktır)dedi. Velâkin, onların isti'dâdlarının muktezâsı (gereği) küfür olduğundan bu sûret-i cismâniyyede (cisim, madde olan sûrette) dahi küfr-i kesret ile (çoklukları, birimleri görmekle)  vech-i Ahadiyyeti (Zât’ın Ahadiyet’ini) setrettiler (örttüler). Ba'dehû (daha sonra) onları isrâren (gizleyerek, ismi batınla ilgili olarak), ya'nî ism-i Bâtın'a (batın ismine) da'vet edip dedi ki: “Hak nasıl ki sizin putlarınızın sûretinde  mevcûd ise, sizin sûretlerinizde (bedenlerinizde) dahi mevcûddur.” Hz. Nûh'un bu da'veti dahi ma'rifet-i Nübüvvete (Peygamberlik bilgilerine) lâyık bir da'vet idi. Çünkü ümmetinin isti'dâdına vâkıf idi (istidâtlarını biliyordu). Halbuki onlar kesret-i zâhire (kendi dışındaki çokluklar, birimler) ile iştigâlleri (meşguliyetleri) hasebiyle vahdet-i bâtıneden (gizlenmiş teklikten) baîd (uzak) oldukları için, bunu da anlamadılar. Ondan sonra Cenâb-ı Nûh kavmine dedi ki: “Rabbinizden gafrı (mağfiret) isteyin, tâ ki sizi bu taayyünât (oluşanların, görülenlerin) perdelerinden ve zulmânî hicablardan (karanlık olan perdelerden) örtsün. Ve siz dahi vahdet-i Hakk'a (Hakk’ın tek olduğunu) nâzır olun (görün) ; zîrâ Rabbinizin mağfiret taleb edenler (isteyenler) hakkındaki gafrı (mağfireti) mübâlağa üzere (aşırılığa kaçmakla) olur.” Nûh (a.s.)’ın kavmini kâh ism-i Zâhir'e ve kâh ism-i Bâtın'a da'vet etmesinden nâşî (dolayı),onlar hayrete düşüp bu da'vet-i furkâniyyeye (farka olan daveti)  icâbet etmediler (kabullenmediler) . Cenâb-ı Nûh onları Rabb'ine şikâyet edip dedi ki: “Yâ Rab, ben kavmimi leylen (geceleyin) Bâtın'a (özlerine, ruhlarına) ve nehâren (gündüzün) Zâhir'e (dış görünüşlerine) da'vet ettim ve gece gündüz da'vetten zâil (güçsüz) olmadım. Benim onlara olan da'vetim firârdan (kaçmaktan) başka bir şey artırmadı.”

Ve Cenâb-ı Nûh, kavmi tarafından zikreyledi ki, onlar onun icâbet-i da'vetinden vâcib olan şeyi bildikleri için, onun da'vetinden tesâmüm ettiler. Böyle olunca ulemâ-i billâh Cenâb-ı Nûh'un kavmi hakkında lisân-ı zemm ile onlar üzerine senâdan işâret ettiği şeyi bildi ve onda Furkân olduğu için, onun da'vetine icâbet etmediklerini dahi bildi. Halbuki emr, Kur'ân'dır, Furkân değildir. Ve Kur'ân'da ikâme olunan kimse her ne kadar onun içinde olsa da, Furkân'ı ısğâ etmez; zîrâ Kur'ân, Furkân'ı mutazammındır (18).

Ya'nî Nûh (a.s.) ............................................. (Nûh, 71/7) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere kavminin hâlinden bahisle (söz ederek) dedi ki: "Yâ Rab, ben onları her ne vakit, senin gafr (mağfiret) etmene da'vet ettim ise, onlar bu da'vete icâbetin, (kabul etmenin) Hakk'ın nûr-ı vücûdu (Hakk’ın nuru) ile  taayyünât-ı hicâbiyye (meydana gelmiş birimlerin perde olmasından) ve hucüb-i zulmâniyyeden (zulmani perdelerden) gafr / (mağfiret) ve setri mûcib (lazım olan örtme) olduğunu bildikleri ve bunu kendi dinlerine ve hallerine muvâfık (uygun) olmayan bir şey olduğunu anladıkları için, parmaklarıyla kulaklarını tıkâyıp tesâmüm ettiler (duymamazlıktan geldiler) ve esvâblarına (örtülerine) büründüler. Ve bunu Nûh (â.s.)’ın da'vetini işitmemek için yaptılar. Halbuki kavm-i Nûh (Nuh’un kavmi),  bu da'vete inkâr sûretinde (şeklinde) icâbet ettiler (kabullendiler).  Zîrâ Cenâb-ı Nûh, onları istiğfâra (tövbe etmeye), ya'nî taleb-i gafra (af dilemeye) ve istitâra (örtünmeye) da'vet etti. Onlar sûrette (görünüşte) inkâr ettiler; fakat fiilen (fiil olarak) icâbet ettiler (kabullendiler). Çünkü parmaklarıyla sâmialarını (kulaklarını) ve elbiseleriyle vücûdlarını örttüler. Ve kesret-i taayyünât (oluşmuş çokluklar, birimler) ile vech-i Ahadiyyeti (Zât’ın Ahadiyetini) setrettiler (örttüler). Ve icâbetleri (kabulleri), ism-i Zâhir'in (zahir isminin) sûretine (dış görünüşüne) ve Hakk'ın mufassal (tafsilatlı) ve furkânî olan kitâbına oldu. Zîrâ âlem (evren) , Hakk'ın nefes-i Rahmânî’de (Rahman’ın nefesinde) tekellüm ettiği (konuştuğu) kelâmın (kelimelerin) sûret-i manzûmesidir. Ve'l-hâsıl kavm-i Nûh, kavlen (sözleri ile) Nebîlerini (Peygamberlerini) inkâr ettiler; fakat sanemlerinin (putlarının) mezâhiri (bedenleri) ile vech-i Mutlak’ı (Mutlak Zât’ı) setrettikleri (örttükleri) için, fiilen (fiil olarak) icâbet  etmiş (kabullenmiş) oldular. Binâenaleyh (nitekim), Nûh (a.s.) dahi onlara zemm sûretinde (kötülemek şeklinde) senâ edip (övüp, takdir edip)  ............................. (Nûh, 71/26) ya'nî "Yâ Rab, yeryüzünde kâfirlerden devreden (gelen) bir kimse bırakma!" dedi ki, bu onların bâtına (ruhlarına, özlerine) ve cem'a vusûlleri (cem’e erişmeleri) için duâdır. Zîrâ ism-i Zâhir'in (zahir isminin) sûretlerinden birer sûret olan onların ecsâdı (madde bedenleri) fânî olmakla (yok olmakla) bâtına ve cem'a vâsıl olurlar (ulaşırlar). İşte ulemâ-i billâh (Evliya) ,  Cenâb-ı Nûh'un kavmi hakkında, lisân-ı zemm (sözle kötülemek) ile onlar üzerine senâdan (övgüden) ne şeye işâret ettiğini bildiler ve o muhakkıkîn-ı ulemâ (tahkik eden ilim sahipleri) Cenâb-ı Nûh'un da'vetinde Furkân (fark) olduğu için kavminin o da'vete icâbet etmediğini (kabullenmediklerini) de bildiler. Zîrâ kesretten (çokluktan) vahdete (tekliğe) ve teşbîhten (yaratılmışlara benzetmekten) tenzîhe (Hakk’ı varlıklardan ayrı tutmaya) da'vet, ayn-ı Furkân'dır. Halbuki emr-i vücûd (Hakk’ın vücudu) Kur'ân'dır, Furkân  değildir. Ya'nî cemî'-i esmâ-yı İlâhiyyeyi câmi' (bütün İlâhi isimleri toplamış) ve hakâyık-ı mütebâyine (birbirine zıt) ve mütekâbileyi (karşıt olan hakikâtleri) hâvî olan (ihtiva eden) Ahadiyyet-i Zâtiyye’nin (Ahad olan Zât’ının) ihâtasından (kuşatmasından, kavramasından) hâriç (başka) hiçbir şey yoktur. Ve esmâ-i İlâhiyye ise, Hakk'ın şuûnât-ı Zâtiyyesi (Zât’ının fiilleri, işleri) olup, kendisinin aynıdır ve O'nun şuûnâtı (fiilleri, işleri) ise Zât’ının muktezâsıdır (gereğidir). Binâenaleyh (nitekim), Zât-ı Ahadiyye (Ahad olan Zât) bi-hasebi'l-mahal (mahaller, birimler bakımından), esmâsıyla mezâhir-i- imkâniyyede (olmuş veya olabilecek görüntü yerlerinde, birimlerde) zuhûru (meydana çıkışı) ve tecellîsi (oluşması) i'tibâriyle (bakımından) bir şeyden tenzîh olunmaz (ayrı tutulmaz). Zîrâ hiçbir şey kendi zâtının muktezâsından (gereğinden) tenzîh olunmaz (ayrılmaz). Böyle olunca emr-i vücûd (Hakk’ın vücudu) Kur'ân'dır, Furkân (fark) değildir. Ve Kur'ân, ya'nî cem' mertebesinde ikâme olunan (bulunan) kimse Furkân'a, ya'nî farka, müteallık (ilgili) olan ihbârâtı (haberleri, anlatımları) kabûl etmez. Çünkü ayn-ı cem'de (kendisi cemde) olduğu için farkın ne olduğunu bilmez ve o kimse her ne kadar fark içinde olsa bile, yine Furkân'a müteallık (bağlı) ihbârâtı (haberleri, söylentileri) kabûl etmez. Zîrâ Kur'ân, Furkân'ı  mutazammındır (içine alır).  Ya'nî / farkın ne kadar merâtib-i tafsîliyyesi (ayrıntılı, tafsilatlı mertebeleri) varsa, Kur'ân ve cem' mertebesinde hepsi müctemi'dir (cem olmuş, toplanmıştır).  Halbuki Furkân  Kur'ân'ı, ya'nî fark cem'i,  mutazammın değildir. (içine almaz) Çünkü Kur'ân'da, ya'nî mertebe-i cem'de; müctemi' (toplanmış) olan a'yânın (hakikâtlerin, ilmi suretlerin) her birisinde mahal (yer, birim olmak) hasebiyle Hakk'ın zuhûru (meydana çıkışı) furkânîdir, ya'nî fark üzerinedir. Şu halde Furkân, Kur'ân'ı mutazammın olmadığından (içine almadığından), mertebe-i Kur'ân'da ve makâm-ı cem'de bulunan Furkân'a, ya'nî makâm-ı farka,  da'vet olundukda (olunduğunda) kabûl etmez.

Ve bunun için, Kur'ân'a, ancak Muhammed (s.a.v.) ve nâs için ihrâç olunan ümmetin hayırlısı olan bu ümmet, mahsûs kılındı. Binâenaleyh ............................... (Şûrâ, 42/11) emri,  emr-i vâhidde cem' etti (19)

Ya'nî emr-i vücûd (Hakk’ın vücûdu) Furkân (fark) olmayıp Kur'ân olduğu ve Kur'ân Furkân'ı mutazammın bulunduğu (içine aldığı) için, makâm-ı cem', ancak (S.a.v.) Efendimiz'e ve ümmetlerin hayırlısı olan onların ümmetlerine mahsûs oldu. Ve onlar teşbîh  (Hakk’ı yaratılmışlara benzetme) ve tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan beri, ayrı tutma) beynini (ikisinin arasını) cem'a (toplamaya)  me'mûr oldular. Halbuki ondan evvelki mürselîn (Resûller) ve onların ümmetleri Furkân (fark, evrenin madde boyutunu) şuhûduna (müşâhede etmeye, görmeye) me'mûr idiler. Binâen­aleyh (nitekim) mürselîn-i müşârun-ileyhim hazarâtı (adı geçen Hz. Resûller) ümmetlerini Nûh (a.s.) gibi kâh Furkân'a (farka) ve kâh Kur'ân'a (cem’e) da'vet eder; ya'nî kâh teşbîhe ve kâh tenzîhe ya'nî müteferrık sûrette (çeşitli şekillerde) da'vet eyler idi ve Mûsâ (a.s.) gibi sırf tenzîhe (Hakk’ı yaratılmışlardan ayrı görmeye) ve Îsâ (a.s.) gibi sırf teşbîhe (Hakk’ı yaratılmışlara benzetmeye) da'vet ederdi.
Ümmet-i Muhammed (a.s.) ise Kur’ân'a me'mûrdur ve Kur'ân teşbîh ve tenzîh beynini (arasını) câmi'dir (kendinde toplar).

İmdi edyân-ı kadîmede (önceki dinlerde) güçlük ve bu edyân (din) ile mütedeyyin (dine bağlı) olan ümem (ümmetler) üzerine de şiddet vardır. ...................................(Bakara, 2/185) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (açıklandığı) üzere dîn-i Muhammedî'de kolaylık ve bu din ile mütedeyyin (dine bağlı) olanlar için dahi tahfif (hafifletme) vardır. Böyle olunca, dîn-i Muhammedî teşbîh ve tenzîh emrini emr-i vâhidde, ya'nî / ..............................  âyet-i kerîmesi gibi bir âyette cem' etti (topladı).

Mürselîn-i sâirenin (diğer Resullerin) da'veti  ile, risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz'in, da'veti arasındaki farkın sebebi budur ki, her bir Resûle ilm-i Risâletten (Peygamberlik ilminden) verilen şey, bilâ-ziyâde (ne fazla) ve lâ-noksân (ne de noksan), ümmetinin isti'dâdına göredir. Ve ism-i Zâhir hasebiyle kemâlât-ı ilâhiyyenin hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) zuhûru (meydana çıkması) ise tedrîcîdir, (aşama aşamadır) def’î (bir defada) değildir. Bu hakîkat kitâb-ı tabîatı (tabiat kitabını) tedkîk eden (inceleyen) hükemâ (filozoflar) ve erbâb-ı fen (fen ilmi ile uğraşan kişiler) gibi ukûl-i nazariyye ehlince (akıllarıyla hareket edenlerce) de müsellemdir (kabul olunmuştur). Ve suver-i âlemden (evrendeki sûretlerden) her bir sûretin kendisine mahsûs birtakım istihâlâtı (değişik halleri), ibtidâî (başlangıcı),  vasatî (iki halin arası) ve intihâî halleri (sonu) vardır. İnsanların zekâ ve irfanları dahi bu kâideye tâbi'dir. Binâenaleyh (nitekim), evvelki Resûllerin getirdikleri şerâyi' (şeriat kanunlarını), kendi ümmetlerinin muktezâ-yı isti'dâdlarıdır (istidâtlarının gereği kadardır). Onun için kimi sırf teşbîhe, kimi sırf tenzîhe ve kimi müteferrık sûrette (değişik şekilde) kâh tenzîhe ve kâh teşbîhe da'vet etti. Fakat (S.a.v.) Efendimiz Nebiyy-i âhiru'z-zamân (en son Peygamber) olup ümmeti en sonra geldiğinden ve onların zekâ ve irfanları, el-yevm meşhûd (gördüğümüz, bugünkü günümüzde) olduğu  üzere, derece-i kemâl  bulduğundan Kur'ân ile geldi. Zîrâ bugün küre-i arz (dünya) üzerinde bulunan ve muhtelif edyâna (çeşitli dinlere) sâlik olan (bağlı, Allah yolunda yürüyen) insanların cümlesi, Kur'ân'a da'vet olunduğu için, hepsi ümmet-i Muhammed'dir. Şu kadar ki, bunlardan üç yüz milyonu bu da'vete icâbet (kabul) etmiş ve diğerleri el-ân (şu anda) da'vet  edilmekte bulunmuştur. Ve pey-der-pey (birbiri ardına) hakâyık-ı ahvâlin, (hakikâtlerin halleri) mütefekkirîn-i zekiyye (zeki düşünce sahipleri) taraflarından kabûlü me'mûldür (umulur). Nitekim, Avrupa erbâb-ı fünûnu (Avrupa’da fen ilmi ile uğraşanlar) şimdiden vahdet-i vücûdu idrâke bile başlamışlardır.

İmdi, eğer Nûh (a.s.) kavmine, lâfzan bu âyet mislini getireydi, ona icâbet ederlerdi. Zîrâ âyet-i vâhidede, belki nısf-ı âyette, teşbîh ve tenzîh eyledi. Nûh (a.s.) ise / onların ukül ve rûhâniyyetleri haysiyyetiyle kavmini leylen da'vet etti; zîrâ onlar gaybdır. Ve onları sûretlerinin ve cüsselerinin zâhiri haysiy­yetiyle nehâren dahi kezâlik da'vet eyledi ve da'vette ............................ (Şûrâ, 42/11) gibi cem' etmedi. Böyle olunca bu Furkân'dan dola­yı onların bevâtınları nefret etti; onların firârını artırdı (20).

Ya'nî kavm-i Nûh'un Kur'ân'a isti'dâdları olup da Cenâb-ı Nûh dahi onlara lafzan (söz ile) makâm-ı cem'i gösteren bu âyetin mislini (benzerini) getireydi, icâbet ederlerdi (kabullenirlerdi). Zîrâ Muhammed (s.a.v.), âyet-i vâhidede (tek ayette) , ya'nî  ...........................  âyet-i kerîmesinde ve belki bu âyetin nısfında; (yarısında) bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (açıklandığı) vech (yön) ile teşbîh ve tenzîh beynini (arsını) cem' etti (topladı).  Fakat, onlarda bu isti'dâd olmadığı için teşbîh ve tenzîhe sûret-i müteferrikada (dağınık çeşitli şekilde) da'vet etti. Şöyle ki, onların ukûl (akıl) ve rûhâniyyetleri cihetinden (yönünden), onları leylen (geceleyin), ya'nî bâtına (rûha, öze) ve gayba, (bilinmeyene) da'vet eyledi. Çünkü ukûl (akıl) ve rûhâniyyet gaybdır (gizlidir).

Ma'lûm olsun ki, gayb ikidir: Birisi "gayb-ı hakîkî"dir (gerçek gaybdır) ki, Zât-ı Mutlak’a (mutlak, salt Zât) ve mefâtîh-i gayb (gaybın anahtarları) olan hakâyık-i esmâiyyedir (esmanın hakikâtleri olan ilmi suretlerdir). Zîrâ Zât-ı Mutlak’a (Mutlak Zât) lâ-taayyün mertebesi (taayyünlerin olmadığı, görülmediği Zât mertebesinde) olduğundan, ondan sonraki merâtibin kâffesinin (mertebelerin hepsinin) ebtan-ı butûnudur (gizlilerin en gizlisidir).  Ve mefâtîh-i gayb (gaybın anahtarları) olan hakâyık-ı esmâiyye (esmanın hakikâtleri) , ya'nî a'yân-ı sâbite, (ilmi suretler)  her ne kadar lâ-taayyün (Ahadiyet) mertebesinden sonra ise de, mertebe-i ilmiyye (ilim mertebesi) olmak hasebiyle âlem-i ibdâ' (örneksiz olarak en güzel şekilde yaratma, icad etme âlemi) olan ervâh (rûhlar, esma mertebesi) ve misâl (hayal alemi) ve hazret-i şehâdet mertebelerine nazaran gaybdır (batındır gizlidir) ve Zât-ı Mutlak’ın şuûnâtıdır (Zât’ın fiilleri, işleridir).  İkincisi "gayb-ı izâfi"dir (izafi gaybdır) ve o da âlem-i emrdir (emir alemi, esma mertebesidir) ve ukûl (akıl) ve nüfûs (nefisler) ve ervâhın (rûhların) âlem-i ibdâ'ıdır (yaratıldığı âlemdir).  Ve âlem-i emr  (esma mertebesi) ve ibdâ' (yaratmak, icad etmek) dahi bize izâfetle (göre) gayb (gizli, batın) ve karânlık olduğu için gecedir. Ve gayb-ı hakîkî (gerçek gizli) olan Zât-ı Mutlak’a (Zât mertebesi) ve âlem-i maânî (manâ âlemi) olan hakâyık-ı esmâ-yı (esmanın hakikâti olan ilmi suretler) Zâtiyye’ye nisbetle (Zât’a göre) şehâdet (görülür) ve aydınlık olduğu için gündüzdür. Bu cihetten Cenâb-ı Nûh'un da'veti, kavminin ukül (akıl) ve rûhâniyetleri haysiyyetiyle âlem-i gayba (görülmeyen gizli âleme) ve küdûret-i beşeriyyeden (beşeriyet bulanıklığından) tecerrüde (soyunmaya) ve ahkâm-ı imkâniyyeden (imkâniyyenin hükümlerinden) insilâha (sıyrılıp çıkmaya) idi. Bu ise onların muktezâ-yı isti'dâdlarına (istidadlarının gerektirdiklerine) muhâlif (aykırı) olmakla icâbet  etmediler (kabullenmediler).  Ba'dehû (daha sonra) onların muktezâ-yı isti'dâdları (istidâtlarının gereği) olan şeye, ya'nî sûretlerinin ve cisimlerinin zâhiri (görünüşleri) cihetinden (yönünden) mesâlih-i cismâniyye (bedensel işlere) maişetleri (yaşamaları ve geçinmeleri) hakkındaki ahkâma (hükümlere) da'vet etti. Bu iki da'vetin yekdîğerine (birbirine) münâfî (zıt) olduğun gördüklerinden kavminin hayret / ve dalâleti ziyâde oldu (fazlalaştı) . Ve Nûh (a.s.)  ..................................... âyet-i kerîmesinde olduğu gibi da'vette tenzîh ve teşbîh beynini (arasını) cem' etmeyip (toplamayıp, birlemeyip) böyle kâh bâtına (içe, rûha) ve kâh zâhire (dışa, bedene) da'vet ettiği için kavminin bevâtını (batınlardan) nefret etti. Binâenaleyh (nitekim), bu da'vet onların firârını (uzaklaşmasını) artırdı. Ve Cenâb-ı Nûh'un bu sûretle (şekilde) da'veti, ba'zı ukül-i nâkısa erbâbının (bazı noksan akıllı kimselerin) zannettiği gibi noksân-ı ma'rifeti (bilgisinin az olduğunu) değil, belki kemâl-i ma'rifeti (kemâle ermiş bilgiyi) gösterir.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

09
.04.2002


Üst Ana sayfa e-mail