[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XX. Bölüm)
Eğer
Nuh, kavmi için iki da'vet arsını cem' edeydi, elbette onlar ona icâbet
ederlerdi. Böyle olunca, onları cihâren da'vet eyledi; ba'dehû onları
isrâren da'vet etti. Sonra onlara "Rabbinize istiğfâr edin ki,
muhakkak O gaffârdır" (NÛh, 71/10) dedi. Ve Nûh (a.s.) "Yâ
Rab ben, kavmimi gece gündüz da'vet ettim, benim da'vetim onlara fırârdan
gayrı ziyâde etmedi" (Nûh, 71/6) dedi (17).
Ya'nî
Nûh (a.s.), Muhammed (s.a.v.) Hazretleri gibi tenzîh (Hakk’ı
yaratılmışlardan ayrı tutmak) ve teşbîh (Hakk’ı yaratılmışlara
benzetmek) da'veti arasını cem' edeydi (toplasaydı),
elbette kavmi ona icâbet ederlerdi
(kabullenirlerdi).Halbuki onun kavmi, mezâhir-i esmâiyyenin (esmanın
görüntü mahallerinin, birimlerin) kesreti (çokluğu)
ile vahdetten (teklikten)
hicâba (perdelenmeye,
sıkıntıya) düşmüşlerdi. Nûh (a.s.) tenzîhde mübâlağa
edip (aşırılığa
giderek) mezâhir-i esmâiyye (esmanın
görüldüğü yer) olan asnâmdan (putlardan)
vahdet-i sırfa (sadece,
sırf tekliğe) da'vet etti. Zîrâ her bir Nebî’ye (Peygamber’e) ilm-i
Risâletten (Peygamberlik
ilminden) verilen şey, ümmetinin isti'dâdına göredir. Nûh
(a.s) bu hakîkâti bildiği için, ümmetini bir sûretle (şekilde)
da'vet eyledi. Halbuki onlar, mezâhir-i kesîre (çok
olan görüntü yerlerinin, birimlerin) müşâhedesinde (seyrinde, görüşünde)
müstağrak (boğulmuş,
gark olmuş) olduklarından bu da'vete icâbet (kabul) etmediler
ve kendilerini Hakk'ın gayrı (Hakk’tan
ayrı, başka) bildiklerinden, asnâma (putlara) taptılar.
Binâenaleyh (nitekim)
Nûh (a.s.), onları cihâren (apaçık)
da'vet etti; ya'nî ism-i Zâhir'e (zahir
ismine) da'vet edip “eğer siz Hakk'ı kendinizden baîd (uzak)
ve münezzeh (temiz, arı, uzak)
gördünüz ise, sizin putlarınızdan dahi münezzehtir (temizdir,
arıdır, uzaktır)”
dedi. Velâkin, onların isti'dâdlarının muktezâsı (gereği)
küfür olduğundan bu sûret-i cismâniyyede (cisim,
madde olan sûrette) dahi küfr-i kesret ile
(çoklukları, birimleri görmekle)
vech-i Ahadiyyeti (Zât’ın
Ahadiyet’ini) setrettiler (örttüler).
Ba'dehû (daha
sonra) onları isrâren (gizleyerek, ismi
batınla ilgili olarak),
ya'nî ism-i Bâtın'a (batın
ismine) da'vet edip dedi ki: “Hak nasıl ki sizin putlarınızın
sûretinde mevcûd
ise, sizin sûretlerinizde (bedenlerinizde)
dahi mevcûddur.” Hz. Nûh'un bu da'veti dahi ma'rifet-i Nübüvvete
(Peygamberlik
bilgilerine) lâyık bir da'vet idi. Çünkü ümmetinin isti'dâdına
vâkıf idi (istidâtlarını
biliyordu). Halbuki onlar kesret-i zâhire (kendi dışındaki
çokluklar, birimler) ile iştigâlleri (meşguliyetleri)
hasebiyle vahdet-i bâtıneden (gizlenmiş
teklikten) baîd (uzak) oldukları
için, bunu da anlamadılar. Ondan sonra Cenâb-ı Nûh kavmine dedi ki:
“Rabbinizden gafrı (mağfiret)
isteyin, tâ ki sizi bu taayyünât (oluşanların,
görülenlerin) perdelerinden ve zulmânî hicablardan (karanlık
olan perdelerden) örtsün. Ve siz dahi vahdet-i Hakk'a (Hakk’ın
tek olduğunu) nâzır olun (görün)
;
zîrâ Rabbinizin mağfiret taleb edenler (isteyenler)
hakkındaki gafrı (mağfireti)
mübâlağa üzere (aşırılığa
kaçmakla) olur.” Nûh (a.s.)’ın kavmini kâh ism-i Zâhir'e
ve kâh ism-i Bâtın'a da'vet etmesinden nâşî (dolayı),onlar
hayrete düşüp bu da'vet-i furkâniyyeye (farka
olan daveti)
icâbet etmediler (kabullenmediler)
.
Cenâb-ı Nûh onları Rabb'ine şikâyet edip dedi ki: “Yâ
Rab, ben kavmimi leylen (geceleyin)
Bâtın'a (özlerine,
ruhlarına) ve nehâren (gündüzün)
Zâhir'e (dış görünüşlerine)
da'vet ettim ve gece gündüz da'vetten zâil (güçsüz)
olmadım. Benim onlara olan da'vetim firârdan (kaçmaktan)
başka bir şey artırmadı.”
Ve
Cenâb-ı Nûh, kavmi tarafından zikreyledi ki, onlar onun icâbet-i
da'vetinden vâcib olan şeyi bildikleri için, onun da'vetinden tesâmüm
ettiler. Böyle olunca ulemâ-i billâh Cenâb-ı Nûh'un kavmi hakkında
lisân-ı zemm ile onlar üzerine senâdan işâret ettiği şeyi bildi ve
onda Furkân olduğu için, onun da'vetine icâbet etmediklerini dahi
bildi. Halbuki emr, Kur'ân'dır, Furkân değildir. Ve Kur'ân'da ikâme
olunan kimse her ne kadar onun içinde olsa da, Furkân'ı ısğâ etmez;
zîrâ Kur'ân, Furkân'ı mutazammındır (18).
Ya'nî
Nûh (a.s.) ............................................. (Nûh, 71/7) âyet-i
kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere kavminin hâlinden bahisle (söz
ederek) dedi ki: "Yâ Rab, ben onları her ne vakit, senin
gafr (mağfiret) etmene
da'vet ettim ise, onlar bu da'vete icâbetin, (kabul
etmenin) Hakk'ın nûr-ı vücûdu
(Hakk’ın nuru) ile taayyünât-ı
hicâbiyye (meydana
gelmiş birimlerin perde olmasından) ve hucüb-i zulmâniyyeden
(zulmani
perdelerden) gafr / (mağfiret)
ve setri mûcib (lazım olan örtme)
olduğunu bildikleri ve bunu kendi dinlerine ve hallerine muvâfık
(uygun) olmayan
bir şey olduğunu anladıkları için, parmaklarıyla kulaklarını tıkâyıp
tesâmüm ettiler (duymamazlıktan
geldiler) ve esvâblarına (örtülerine)
büründüler. Ve bunu Nûh (â.s.)’ın da'vetini işitmemek
için yaptılar. Halbuki kavm-i Nûh (Nuh’un kavmi),
bu
da'vete inkâr sûretinde (şeklinde)
icâbet ettiler
(kabullendiler).
Zîrâ
Cenâb-ı Nûh, onları istiğfâra (tövbe
etmeye),
ya'nî taleb-i gafra (af
dilemeye) ve istitâra (örtünmeye)
da'vet etti. Onlar sûrette
(görünüşte) inkâr ettiler; fakat fiilen (fiil
olarak) icâbet ettiler
(kabullendiler). Çünkü
parmaklarıyla sâmialarını (kulaklarını)
ve elbiseleriyle vücûdlarını örttüler. Ve kesret-i taayyünât
(oluşmuş çokluklar,
birimler) ile vech-i Ahadiyyeti (Zât’ın
Ahadiyetini) setrettiler (örttüler). Ve icâbetleri
(kabulleri),
ism-i Zâhir'in (zahir isminin) sûretine
(dış
görünüşüne) ve Hakk'ın mufassal (tafsilatlı)
ve furkânî olan
kitâbına oldu. Zîrâ âlem (evren)
, Hakk'ın
nefes-i Rahmânî’de (Rahman’ın
nefesinde) tekellüm ettiği (konuştuğu)
kelâmın (kelimelerin) sûret-i
manzûmesidir.
Ve'l-hâsıl kavm-i Nûh, kavlen (sözleri
ile) Nebîlerini
(Peygamberlerini)
inkâr ettiler; fakat sanemlerinin (putlarının) mezâhiri
(bedenleri)
ile vech-i Mutlak’ı (Mutlak
Zât’ı) setrettikleri (örttükleri)
için, fiilen (fiil olarak) icâbet
etmiş
(kabullenmiş) oldular.
Binâenaleyh (nitekim),
Nûh (a.s.) dahi onlara zemm sûretinde
(kötülemek şeklinde) senâ edip (övüp,
takdir edip)
............................. (Nûh, 71/26) ya'nî
"Yâ Rab, yeryüzünde kâfirlerden devreden (gelen)
bir kimse bırakma!" dedi ki, bu onların bâtına (ruhlarına, özlerine)
ve cem'a vusûlleri (cem’e
erişmeleri) için duâdır. Zîrâ ism-i Zâhir'in (zahir isminin) sûretlerinden
birer sûret olan onların ecsâdı (madde
bedenleri) fânî olmakla (yok
olmakla) bâtına ve cem'a vâsıl olurlar (ulaşırlar).
İşte ulemâ-i billâh (Evliya)
,
Cenâb-ı Nûh'un kavmi hakkında, lisân-ı zemm (sözle
kötülemek) ile onlar üzerine senâdan (övgüden)
ne şeye işâret ettiğini bildiler ve o muhakkıkîn-ı ulemâ
(tahkik eden ilim
sahipleri) Cenâb-ı Nûh'un da'vetinde Furkân (fark)
olduğu için kavminin o da'vete icâbet etmediğini (kabullenmediklerini)
de bildiler. Zîrâ kesretten (çokluktan)
vahdete (tekliğe) ve
teşbîhten (yaratılmışlara
benzetmekten) tenzîhe (Hakk’ı
varlıklardan ayrı tutmaya) da'vet, ayn-ı Furkân'dır.
Halbuki emr-i vücûd (Hakk’ın
vücudu) Kur'ân'dır, Furkân değildir.
Ya'nî cemî'-i esmâ-yı İlâhiyyeyi câmi' (bütün
İlâhi isimleri toplamış) ve hakâyık-ı mütebâyine (birbirine
zıt) ve mütekâbileyi (karşıt
olan hakikâtleri) hâvî olan (ihtiva
eden) Ahadiyyet-i
Zâtiyye’nin (Ahad olan Zât’ının)
ihâtasından (kuşatmasından,
kavramasından) hâriç (başka)
hiçbir şey yoktur. Ve esmâ-i İlâhiyye ise, Hakk'ın şuûnât-ı
Zâtiyyesi (Zât’ının
fiilleri, işleri) olup, kendisinin aynıdır ve O'nun şuûnâtı
(fiilleri,
işleri) ise Zât’ının muktezâsıdır (gereğidir).
Binâenaleyh (nitekim),
Zât-ı Ahadiyye (Ahad
olan Zât) bi-hasebi'l-mahal (mahaller,
birimler bakımından),
esmâsıyla mezâhir-i- imkâniyyede (olmuş
veya olabilecek görüntü yerlerinde, birimlerde) zuhûru (meydana
çıkışı) ve tecellîsi (oluşması)
i'tibâriyle (bakımından)
bir şeyden tenzîh olunmaz (ayrı
tutulmaz).
Zîrâ hiçbir şey kendi zâtının muktezâsından (gereğinden)
tenzîh olunmaz (ayrılmaz). Böyle
olunca emr-i vücûd (Hakk’ın
vücudu) Kur'ân'dır, Furkân (fark)
değildir. Ve Kur'ân, ya'nî cem' mertebesinde ikâme olunan (bulunan) kimse
Furkân'a, ya'nî farka, müteallık (ilgili)
olan ihbârâtı (haberleri,
anlatımları) kabûl etmez. Çünkü ayn-ı cem'de (kendisi
cemde) olduğu için farkın ne olduğunu bilmez ve o kimse her
ne kadar fark içinde olsa bile, yine Furkân'a
müteallık (bağlı)
ihbârâtı (haberleri, söylentileri)
kabûl etmez. Zîrâ Kur'ân,
Furkân'ı mutazammındır
(içine
alır). Ya'nî
/ farkın ne kadar merâtib-i tafsîliyyesi (ayrıntılı,
tafsilatlı mertebeleri) varsa, Kur'ân ve cem' mertebesinde
hepsi müctemi'dir (cem
olmuş, toplanmıştır). Halbuki
Furkân Kur'ân'ı, ya'nî
fark cem'i, mutazammın
değildir. (içine
almaz) Çünkü Kur'ân'da, ya'nî mertebe-i cem'de;
müctemi' (toplanmış)
olan a'yânın (hakikâtlerin,
ilmi suretlerin) her birisinde mahal (yer,
birim olmak) hasebiyle Hakk'ın zuhûru (meydana çıkışı)
furkânîdir,
ya'nî fark üzerinedir. Şu halde Furkân,
Kur'ân'ı mutazammın olmadığından (içine
almadığından),
mertebe-i Kur'ân'da ve makâm-ı cem'de bulunan Furkân'a, ya'nî
makâm-ı farka, da'vet
olundukda (olunduğunda)
kabûl etmez.
Ve
bunun için, Kur'ân'a, ancak Muhammed (s.a.v.) ve nâs için ihrâç
olunan ümmetin hayırlısı olan bu ümmet, mahsûs kılındı. Binâenaleyh
............................... (Şûrâ, 42/11) emri,
emr-i vâhidde cem' etti (19)
Ya'nî
emr-i vücûd (Hakk’ın
vücûdu) Furkân (fark) olmayıp
Kur'ân olduğu ve Kur'ân Furkân'ı
mutazammın bulunduğu (içine
aldığı) için, makâm-ı cem', ancak (S.a.v.) Efendimiz'e ve
ümmetlerin hayırlısı olan onların ümmetlerine mahsûs oldu. Ve onlar
teşbîh (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetme) ve tenzîh (Hakk’ı
yaratılmışlardan beri, ayrı tutma) beynini (ikisinin arasını)
cem'a (toplamaya)
me'mûr oldular. Halbuki ondan evvelki mürselîn (Resûller)
ve onların ümmetleri Furkân (fark,
evrenin madde boyutunu) şuhûduna (müşâhede
etmeye, görmeye) me'mûr idiler. Binâenaleyh (nitekim) mürselîn-i
müşârun-ileyhim hazarâtı (adı
geçen Hz. Resûller) ümmetlerini Nûh (a.s.) gibi kâh Furkân'a
(farka)
ve kâh Kur'ân'a (cem’e)
da'vet eder; ya'nî kâh teşbîhe ve kâh tenzîhe ya'nî müteferrık
sûrette (çeşitli
şekillerde) da'vet eyler idi ve Mûsâ (a.s.) gibi sırf tenzîhe
(Hakk’ı
yaratılmışlardan ayrı görmeye) ve Îsâ (a.s.) gibi sırf
teşbîhe (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetmeye) da'vet ederdi.
Ümmet-i
Muhammed (a.s.) ise Kur’ân'a me'mûrdur ve Kur'ân teşbîh ve tenzîh
beynini (arasını)
câmi'dir (kendinde toplar).
İmdi
edyân-ı kadîmede (önceki
dinlerde) güçlük ve bu edyân (din)
ile mütedeyyin (dine bağlı) olan
ümem (ümmetler)
üzerine de şiddet vardır.
...................................(Bakara, 2/185) âyet-i kerîmesinde beyân
buyrulduğu (açıklandığı)
üzere dîn-i Muhammedî'de kolaylık ve bu din ile mütedeyyin (dine
bağlı) olanlar için dahi tahfif (hafifletme)
vardır. Böyle olunca, dîn-i Muhammedî teşbîh ve tenzîh
emrini emr-i vâhidde, ya'nî / ..............................
âyet-i kerîmesi gibi bir âyette cem' etti (topladı).
Mürselîn-i
sâirenin (diğer
Resullerin) da'veti
ile, risâlet-penâh (s.a.v.) Efendimiz'in, da'veti arasındaki farkın
sebebi budur ki, her bir Resûle ilm-i Risâletten (Peygamberlik
ilminden) verilen şey, bilâ-ziyâde (ne fazla) ve
lâ-noksân (ne
de noksan),
ümmetinin isti'dâdına göredir. Ve ism-i Zâhir hasebiyle kemâlât-ı
ilâhiyyenin hazret-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde) zuhûru (meydana
çıkması) ise tedrîcîdir, (aşama
aşamadır) def’î (bir
defada) değildir. Bu hakîkat kitâb-ı tabîatı (tabiat
kitabını) tedkîk eden (inceleyen) hükemâ
(filozoflar)
ve erbâb-ı fen (fen
ilmi ile uğraşan kişiler) gibi ukûl-i nazariyye ehlince (akıllarıyla
hareket edenlerce) de müsellemdir (kabul
olunmuştur). Ve
suver-i âlemden (evrendeki
sûretlerden) her bir sûretin kendisine mahsûs birtakım istihâlâtı
(değişik
halleri),
ibtidâî (başlangıcı),
vasatî
(iki halin arası) ve
intihâî halleri
(sonu) vardır. İnsanların zekâ ve irfanları dahi bu kâideye
tâbi'dir. Binâenaleyh (nitekim),
evvelki Resûllerin getirdikleri şerâyi' (şeriat
kanunlarını), kendi
ümmetlerinin muktezâ-yı isti'dâdlarıdır (istidâtlarının
gereği kadardır).
Onun için kimi sırf teşbîhe, kimi sırf tenzîhe ve kimi müteferrık
sûrette (değişik
şekilde) kâh tenzîhe ve kâh teşbîhe da'vet etti. Fakat
(S.a.v.) Efendimiz Nebiyy-i âhiru'z-zamân (en
son Peygamber) olup ümmeti en sonra geldiğinden ve onların zekâ
ve irfanları, el-yevm meşhûd (gördüğümüz,
bugünkü günümüzde) olduğu
üzere, derece-i kemâl
bulduğundan Kur'ân ile geldi. Zîrâ bugün küre-i arz (dünya)
üzerinde bulunan ve muhtelif edyâna (çeşitli
dinlere) sâlik olan (bağlı,
Allah yolunda yürüyen) insanların cümlesi, Kur'ân'a da'vet
olunduğu için, hepsi ümmet-i Muhammed'dir. Şu kadar ki, bunlardan üç yüz
milyonu bu da'vete icâbet (kabul)
etmiş ve diğerleri el-ân (şu
anda) da'vet
edilmekte bulunmuştur. Ve pey-der-pey (birbiri ardına) hakâyık-ı
ahvâlin, (hakikâtlerin
halleri) mütefekkirîn-i zekiyye (zeki
düşünce sahipleri) taraflarından kabûlü me'mûldür (umulur).
Nitekim, Avrupa erbâb-ı fünûnu (Avrupa’da
fen ilmi ile uğraşanlar) şimdiden vahdet-i vücûdu idrâke
bile başlamışlardır.
İmdi,
eğer Nûh (a.s.) kavmine, lâfzan bu âyet mislini getireydi, ona icâbet
ederlerdi. Zîrâ âyet-i vâhidede, belki nısf-ı âyette, teşbîh ve
tenzîh eyledi. Nûh (a.s.) ise / onların ukül ve rûhâniyyetleri
haysiyyetiyle kavmini leylen da'vet etti; zîrâ onlar gaybdır. Ve onları
sûretlerinin ve cüsselerinin zâhiri haysiyyetiyle nehâren dahi kezâlik
da'vet eyledi ve da'vette ............................ (Şûrâ, 42/11) gibi
cem' etmedi. Böyle olunca bu Furkân'dan dolayı onların bevâtınları
nefret etti; onların firârını artırdı (20).
Ya'nî
kavm-i Nûh'un Kur'ân'a isti'dâdları olup da Cenâb-ı Nûh dahi onlara
lafzan (söz
ile) makâm-ı cem'i gösteren bu âyetin mislini (benzerini)
getireydi, icâbet
ederlerdi (kabullenirlerdi).
Zîrâ Muhammed (s.a.v.), âyet-i vâhidede (tek
ayette) ,
ya'nî
...........................
âyet-i kerîmesinde ve belki bu âyetin nısfında; (yarısında) bâlâda
(yukarıda)
îzâh olunduğu (açıklandığı)
vech (yön)
ile teşbîh ve tenzîh beynini (arsını)
cem' etti (topladı).
Fakat,
onlarda bu isti'dâd olmadığı için teşbîh ve tenzîhe sûret-i müteferrikada
(dağınık
çeşitli şekilde) da'vet etti. Şöyle ki, onların ukûl (akıl) ve
rûhâniyyetleri cihetinden (yönünden),
onları leylen (geceleyin),
ya'nî bâtına (rûha,
öze) ve gayba, (bilinmeyene)
da'vet eyledi. Çünkü ukûl (akıl)
ve rûhâniyyet gaybdır (gizlidir).
Ma'lûm
olsun ki, gayb ikidir: Birisi "gayb-ı hakîkî"dir (gerçek
gaybdır) ki, Zât-ı Mutlak’a (mutlak,
salt Zât) ve mefâtîh-i gayb (gaybın
anahtarları) olan hakâyık-i esmâiyyedir (esmanın
hakikâtleri olan ilmi suretlerdir).
Zîrâ Zât-ı Mutlak’a (Mutlak Zât) lâ-taayyün
mertebesi (taayyünlerin
olmadığı, görülmediği Zât mertebesinde) olduğundan, ondan
sonraki merâtibin kâffesinin (mertebelerin
hepsinin) ebtan-ı butûnudur (gizlilerin
en gizlisidir). Ve
mefâtîh-i gayb (gaybın
anahtarları) olan hakâyık-ı esmâiyye (esmanın hakikâtleri)
,
ya'nî a'yân-ı sâbite, (ilmi
suretler) her
ne kadar lâ-taayyün (Ahadiyet)
mertebesinden sonra ise de, mertebe-i ilmiyye (ilim mertebesi) olmak
hasebiyle âlem-i ibdâ' (örneksiz
olarak en güzel şekilde yaratma, icad etme âlemi) olan ervâh (rûhlar,
esma mertebesi) ve misâl (hayal
alemi) ve hazret-i şehâdet mertebelerine nazaran gaybdır (batındır
gizlidir) ve Zât-ı Mutlak’ın şuûnâtıdır (Zât’ın
fiilleri, işleridir). İkincisi
"gayb-ı izâfi"dir (izafi
gaybdır) ve o da âlem-i emrdir (emir
alemi, esma mertebesidir) ve ukûl (akıl)
ve nüfûs (nefisler)
ve ervâhın (rûhların)
âlem-i ibdâ'ıdır (yaratıldığı
âlemdir). Ve
âlem-i emr (esma
mertebesi) ve ibdâ' (yaratmak,
icad etmek) dahi bize izâfetle (göre)
gayb (gizli,
batın) ve karânlık olduğu için gecedir. Ve gayb-ı hakîkî (gerçek
gizli) olan Zât-ı Mutlak’a (Zât
mertebesi) ve âlem-i maânî (manâ
âlemi) olan hakâyık-ı esmâ-yı (esmanın
hakikâti olan ilmi suretler) Zâtiyye’ye nisbetle (Zât’a
göre) şehâdet (görülür)
ve aydınlık olduğu için gündüzdür. Bu cihetten Cenâb-ı Nûh'un
da'veti, kavminin ukül (akıl)
ve rûhâniyetleri haysiyyetiyle âlem-i gayba (görülmeyen
gizli âleme) ve küdûret-i beşeriyyeden (beşeriyet
bulanıklığından) tecerrüde (soyunmaya)
ve ahkâm-ı imkâniyyeden (imkâniyyenin
hükümlerinden) insilâha (sıyrılıp
çıkmaya) idi. Bu ise onların muktezâ-yı isti'dâdlarına (istidadlarının
gerektirdiklerine) muhâlif (aykırı)
olmakla icâbet etmediler
(kabullenmediler).
Ba'dehû
(daha sonra) onların
muktezâ-yı isti'dâdları (istidâtlarının
gereği) olan şeye, ya'nî sûretlerinin ve cisimlerinin zâhiri
(görünüşleri)
cihetinden (yönünden)
mesâlih-i cismâniyye (bedensel
işlere) maişetleri (yaşamaları
ve geçinmeleri) hakkındaki ahkâma (hükümlere)
da'vet etti. Bu iki da'vetin yekdîğerine (birbirine)
münâfî (zıt) olduğun
gördüklerinden kavminin hayret / ve dalâleti ziyâde oldu (fazlalaştı)
.
Ve Nûh (a.s.)
..................................... âyet-i kerîmesinde olduğu
gibi da'vette tenzîh ve teşbîh beynini (arasını)
cem' etmeyip (toplamayıp,
birlemeyip) böyle kâh bâtına (içe,
rûha) ve kâh zâhire (dışa,
bedene) da'vet ettiği için kavminin bevâtını (batınlardan)
nefret etti. Binâenaleyh (nitekim),
bu da'vet onların firârını (uzaklaşmasını)
artırdı. Ve Cenâb-ı Nûh'un bu sûretle (şekilde)
da'veti, ba'zı ukül-i nâkısa erbâbının (bazı noksan akıllı
kimselerin) zannettiği gibi noksân-ı ma'rifeti (bilgisinin
az olduğunu) değil, belki kemâl-i ma'rifeti (kemâle
ermiş bilgiyi) gösterir.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
09.04.2002
|