[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XXI. Bölüm)
Ba'dehû
Nûh (a.s.) kendi nefsinden haber verdi ki, tahkîkan o onları Hakk'ın keşfetmesine
değil, gafr ve setretmesine da'vet etti. Ve onlar Nûh (a.s.)’dan bunu
anladılar. Bunun için parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve libâslarına
büründüler. Bunun hepsi Nûh'un onları da'vet
eylediği setrin sûretidir. İmdi onlar Nûh'un da'vetine, lebbeyk
ile değil, fiil ile icâbet eylediler. Halbuki
............................... âyet-i kerîmesinde mislin isbâtı ve
nefyi vardır. Ve işte bunun için (S.a.v.) muhakkak kendisine cevâmi'-i
kelim i'tâ olunduğunu kendi nefsinden ihbâr eyledi. İmdi Muhammed
(aleyhi's-salâtü ve's-selâm), kavmini leylen ve nehâren da'vet etmedi.
Belki onları gündüzde geceye ve gecede gündüze da'vet etti (21).
Ya'nî
Nûh (a.s.), kendi kendine Hakk'a hitâben (konuşarak)
kavmini Hakk'ın nûr-ı vücûdu (Hakk’ın
nur olan vücûdu) ile taayyünât-ı hicâbiyyenin (Hakk’ı görmeye
perde olan meydana gelmişleri, birimleri) setrine (örtmeye),
ya'nî gayb cânibine (rûh
tarafına, bilinmeyene) ve ism-i Bâtın'a (batın
ismine) da'vet ettiğini ve yoksa vücûdât-ı imkâniyyenin (evren
ve evrendeki suretlerin) keşfine, ya'nî şehâdet cânibine (görülen
tarafına, madde yapısına) ve ism-i Zâhir'e (zahir
ismine) da'vet etmediğini söyledi. Ve kavmi ise Cenâb-ı Nûh'un
bu gafr (mağfiret)
ve setre (örtmeye) olan
da'vetini, setr-i sûrî (sûreti,
bedeni örtmek) anladılar. Böyle anladıkları için parmaklarını
kulaklarına tıkadılar;
sem'lerini (kulaklarını)
setr ettiler (örttüler)
ve libâslarına (elbiselerine)
bürünüp vücûdlarını setr eylediler (örttüler).
İsti'dâdlarının
iktizâsı (gereği)
bu idi. Bu yaptıkları şeyin hepsi, Cenâb-ı Nûh'un da'vet
ettiği setrin sûretidir (örtünmenin
görünüşle ilgili şeklidir) . /
Zîrâ parmakla kulak tıkamak ve libâsa (elbiseye)
bürünmek "setr" (örtünmek)
fiilinden başka bir şey değildir. Binâenaleyh (nitekim),
Cenâb-ı Nûh'un da'vetine onlar fiilen-icâbet ettiler (fiil
olarak kabul ettiler) ;
"lebbeyk" ile (baş üstüne
deyip) icâbet (kabul)
etmediler. Eğer "'lebbeyk" ile (buyrun
efendim emir sizindir deyip) icâbet (kabul)
edeydiler, böyle fiil-i setri (fiili
bir örtünmeyi) icrâ etmezlerdi (yerine
getirmezlerdi).
Halbuki, Muhammed (aleyhi's-salâtü ve'sselâm)'ın da'veti, Cenâb-ı
Nûh'un da'veti gibi, müteferrık (değişik) sûrette
(şekilde)
kâh farka ve kâh cem'a değildir. Belki onun
.............................. âyet-i kerîmesiyle vâki' olan da'vetinde
mislin (benzerliğin)
hem isbâtı (mevcut olması) ve
hem de nefyi olduğundan
(olumsuzlaştırıldığından)
fark ve cem' müctemi'dir (toplanmış,
birleşmiştir).
Ve onun da'veti fark ve cem', teşbîh ve tenzîh beynini (arasını)
câmi' olduğu (topladığı)
için .......................... ya'nî "Bana cevâmi'-i
kelim (bir
çok manâyı içinde toplayan sözler) i'tâ olundu" (verildi)
hadîs-i şerîfiyle kendi nefsinden haber verdi. Ya'nî
"esmâ-yı İlâhiyye (İlâhi
isimler) ve onların kâffe-i muktezayâtı (bütün
hepsinin gerekleri, lazım olanları) bana verildi" demek
olur. Böyle olunca Muhammed (s.a.v.) kavmini sûret-i müteferrikada (değişik
şekillerde) leylen (geceleyin),
ya'nî mücerred (maddeden
soyunmaya, sırf) bâtına (rûha)
ve tenzîhe
ve nehâren (gündüzün),
ya'nî münhasıran (sadece,
özellikle) zâhire (dışa,
görünüşe) ve teşbîhe da'vet etmedi; belki nehârda (gündüzde)
leyle, (geceye)
ya'nî zâhirde ve teşbîhte bâtına ve
leylde (gecede) nehâra
(gündüze), ya'nî
bâtında ve
tenzîhte zâhire
ve
teşbîhe da'vet eyledi.
İmdi
Nûh (a.s.) hikmetinde kavmine dedi ki: "Hak Teâlâ 'üzerinize yağmur
yağdırıcı olduğu halde semâyı irsâl eder." (Nûh, 71/11) Ve o
maânîde maârif-i akliyye ve nazar-ı i'tibârîdir. "Ve size emvâl
ile, ya'nî sizi ona meylettiren şey ile, imdâd eder." (Nûh; 71/12)
İmdi sizi ona meylettirdiği vakit, onda sûretinizi , görürsünüz. - Böyle
olunca sizden muhakkak onu gördüğünü tahayyül eden kimse, ârif olmadı
ve sizden muhakkak nefsini gördüğünü ârif olan kimse, âriftir. İşte
bunun için / nâs âlim-i billâha ve gayr-ı âlim-i billâha münkasim
oldu. Ve "onun veledi" nazar-ı fikrîlerinin intâc eylediği şeydir
ve emr-i ma',rifetin ilmi, müşâhedeye mevkûf olup netâyic-i fikirden baîddir,
"ancak hasârdır." (Nûh, 71/21) İmdi onların ticâretleri
menfaat vermedi ve onlar mühtedî olmadılar (22).
Ya'nî
Nûh (a.s.) istiğfar (tövbe)
ile maksûd (gaye)
olan hikmetinin beyânında (bildirisinde)
kavmine dedi ki: Eğer siz tenzîh-i aklînin muktezâsı (gereği)
üzere bana icâbet ederseniz (kabul eder uyarsanız)
,
Allah Teâlâ semâyı, (gökyüzünü)
ya'nî sehâbı, (bulutları)
yağmurları rîzân olduğu
(yağar) halde, sizin üzerinize gönderir. Ve o yağmurlar dahi,
ma'nâlarda maârif-i akliyyedir (akli
bilgilerdir) ve nazar-ı i'tibârîdir (akli
görüştür). Ve size
emvâl (mallar)
ile, ya'ni sizi tecelliyât-ı hubbiyye (sevilen
tecellilerle)
ve cevâzib-i cemâliyyeden (cazip
güzelliklerle) Hak tarafına meylettiren (yönelten)
şeyle imdâd
eder. (yetişir)
Zîrâ "mâl" kalb-i insânînin (insan
kalbinin) mâil (yönelmiş) olduğu
şeye denir. Ve o tecellîler
(ilhamlar) ve câzibeler (hoş
gelen şeyler) sizi Hâk tarafına meyl ettirdiği, (yönelttiği)
ya'nî sizi makâm-ı fenâya (yokluk
makamına) îsâl eylediği (ulaştırdığı)
ve Hak o makâmda size tecellî-i Zâtî (Zât’ın
tecellileri) ile tecellî ettiği (belirdiği,
ilham ettiği) vakit, siz o makâmda kendi sûretinizi, ya'nî
a'yân-ı sâbitenizin (esma
terkibinizin, kendi manâlarınızın) sûretini, müşâhede
edersiniz (görürsünüz)
. İmdi
bu makâmda sizden biriniz gördüğü sûreti Hak
zannedip, “ben Hakk'ı müşâhede ettim (gördüm)”
diye tahayyül ederse (düşünürse)
,
hatâ eder ve Hakk'ı bilmemiş olur. Zîrâ Hak bir sûrete sığmaktan
ecell (ulu)
ve a'lâdır (yücedir).
Ve
sizden biriniz eğer bu makâmda gördüğü sûretin kendi nefsi olduğunu
ve mir'ât-ı Hak'ta (Hakk’ın aynasında)
kendini veyâhut kendi mir'âtında (aynasında)
Hakk'ı müşâhede ettiğini (seyrettiğini)
bilse, o kimse âriftir. Zîrâ Hak herkesin ayn-ı sâbitesinin (ilmî
suretinin) husûsiyyeti hasebiyle tecellî eder (belirir)
ve abdin (kulun)
ma'rifet-i sahîhası (gerçek
doğru bilgisi) ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) sûretinde olan nefsinin ma'rifetidir (bilgisidir).
Binâenaleyh (nitekim)
o ârifin müşâhede ettiği (gördüğü)
kendi nefsidir. Ve ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) ise esmâ-i İlâhiyye’den bir ismin sûretidir. Ve sülûkten
(bir yola
girmekten) maksûd (gaye)
olan dahi mazhar olduğu
ismin (ismin
çıktığı yer, birim olduğu) , ya'nî
Rabb-i hâssının (Rabbinin
tasarrufu altında olduğu kendi öz isminin) ma'rifetidir (bilgisidir) ve
bu kimse evvelki kimse gibi sâhib-i tahayyül (hayal
sahibi) değildir.
İşte
buraya kadar olan kelâm (sözler)
Cenâb-ı Nûh'un kavmine olan kelâmının tefsîridir (sözlerin
açıklamasıdır) . Zîrâ
Cenâb-ı Nûh, kavminin makam ve halleri iktizâsınca (gereğince),
icâbet-i fiiliyyelerini (yaptıkları
fiiller) , ya'nî
istihzâ (alay etme) ve
istihfâf (küçümseme)
ile istiğfâra (tövbeye)
ve istitâra (örtünmeye)
/ parmaklarını kulaklarına tıkamak ve esvâblarına (elbiselerine)
bürünmek sûretiyle (şekliyle)
tevessül ettiklerini (sarıldıklarını)
müşâhede ettiği (gördüğü)
vakit, onların muttali' olamayacakları
vechile (anlayamayacakları
bakımından),
onlara hidâyet etmek için, kendi makâmından mekren nüzûl
etti (oyun, hile ile
indi) .
Ve
bâlâda (yukarıda) zikrolunan
(adı
geçen) kelâmı (sözlerini)
, zâhiri
(dış görünüşle
ilgili) onların zâhirden anladıkları şeye münâsip (uygun)
olmak ve bâtını (gizli, içi) onların
efkâr (düşünceleri)
ve ukûlü (akılları)
ile idrâklerine (anlamalarına)
muvâfık bulunmak
(uygun olmak) üzere söyledi ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bunları
îzah buyurdu (açıkladı).
Şimdi
de Hz. Şeyh ârif (bilen)
ve gayr-ı ârifi (bilmeyeni) beyânen
(bildirerek)
buyururlar: Şöyle ki, nâs (insanlar)
"âlim-i billâh" (Allah’ı
bilen) ve "gayr-ı âlim-i billâh" (Allah’ı
bilmeyenler) olmak üzere iki kısımdır. Âlim-i billâh
olanlar (Allah’ı
bilenler), mir'ât-ı
Hak'ta (Hakk’ın
aynasında) onların zâhir (görülen,
meydanda) olan isti'dâdları hasebiyle ancak nefisleri olduğunu
bilenlerdir. Ve gayr-ı âlim-i billâh olanlar (Allah’ı
bilmeyenler) dahi, Allâh'ı bildiklerini ve onu müşâhede
ettiklerini (gördüklerini)
tahayyül (hayal) eden
kimselerdir. Halbuki onlar mir'ât-ı Hak'ta (Hakk’ın
aynasında) isti'dâdları hasebiyle ancak nefislerini müşâhede
ederler (görürler).
Nitekim hadîs-i şerîfte ...............................
buyrulmuştur. Ve gayr-ı âlim olanların (Allah’ı
bilmeyenlerin) "veled"i (evlatları)
onların nazar-ı fikrîlerinin (akli
görüşlerinin), Hak
hakkında teşbîh
ve tekeyyüften (keyiflenmekten)
birtakım kıyâsât-ı burhâniyye (karşılaştırdıkları
deliller) ile çıkardıkları netîcedir (sonuçtur).
Halbuki Allâh'ın ma'rifetinde (ilminde)
matlûb olan (arzu edilen) emrin
ilmi (bilme
işi), âfâk
(dışta) ve
enfüste (içte)
olan âyâtullâhı (Allah’ın
ayetlerini) müşâhedeye (görmeye)
mevkûftur (bağlanmıştır,
vakf edilmiştir). Ve
emr-i ma'rifetin (öğrenilen
hususların) ilmi netâyic-i (ilmi
sonuçları) fikirden uzaktır. Ve ben kitâb-ı tabîatı (tabiat
kitabını) tedkîk edip (inceleyip)
aklım ile hakîkâti idrâk ederim; dirâyetim (kavramak
için bilgim var) ve zekâvetim vardır (çabuk
anlarım) ; Enbiyâya
(Peygambere)
ihtiyâcım yoktur, diyen felâsifenin (felsefecilerin)
ve erbâb-ı fennin (fen
sahiplerinin) netâyic-i fikriyyeleri (fikirlerinin
sonucu) hasârdan (zarar
ziyandan) başka bir şey değildir. Onlar bu hezeyânlar (saçma
sapan sayıklamaları) ile ömürlerini ve isti'dâdlarını zâyi'
(ziyan)
ederler ve onların sermâyeleri olan ömürleri ve isti'dâdları
boşuna sarf edilmiş olduğundan ticâretlerinde menfaat (fayda)
yoktur. Binâenaleyh (nitekim) nûr-ı
hakîkata (hakikât
nuruna) rehyâb-ı zafer olamazlar (bulamazlar,
eremezler).
İmdi
onların mülküdür diye tahayyül eyledikleri şeyden ellerinde bulunan şey,
onlardan zâil oldu. Ve o mülk Muhammedîler hakkında
........................ (Hadîd, 57/7)’dır. Ve Nûh ile Nûhîler hakkında
..................................... (İsrâ, 17/2)’dır.
İmdi,
onlar için mülkü ve Allah için onda vekâleti isbât eyledi. Böyle
olunca onlar, onda müs'tahlefûndur. Binâenaleyh, mülk Allah içindir ve
Allah onların vekîlidir. Şu halde mülk onlar içindir. Ve bu, mülk-i
istihlâftır ve bu sebeble Hak mülkün meliki oldu. Nitekim Tirmizî dedi
(23).
Ya'nî,
netâyic-i fikriyye (fikirlerinin
neticesi) ile onların ellerinde hâsıl olan ulûmdan (ilimlerden)
kendilerinin mülkü olduğunu tahayyül eyledikleri (hayal
ettikleri, düşündükleri) şey onlardan zâil (yok) oldu.
Çünkü o ilim îmân ve şuhûda (görmeğe,
şahid olmaya) mukârin
(yakın) değildir; belki zan ve hayâldir. Nitekim Hak Teâlâ
buyurur: ................................................. (Câsiye, 45/24)
Ve onların zunûn (zanlarının)
üzerine mebnî (kurulmuş) olan
amelleri serâb gibi zâil (yok)
olur: Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
.........................................................................(Nûr,
24/39) Ve o mülk, Muhammedîler hakkında:
................................. (Hadîd, 57/7) âyet-i kerîmesinin medlûlü
(anlaşılan
manâsı) mûcibince (gereğince) mülk-i
istihlâftır (mülkün
halifesidir).
Ma'nâ-yı münîfi (yüce
manâsı) :
"Allah Teâlâ'nın onda sizi müstahlefîn (halife)
kıldığı şeyden, ya'nî ilimden infâk ediniz (veriniz)
;
ya'nî fukarâ-i tâlibîne (isteyen
fakirlere) isti'dâdlarına göre veriniz" demek olur. Binâenaleyh
(nitekim),
bu kavlin (sözden)
medlûlü (anlaşılan manâ)
mûcibince (gereğince)
"ilim" Allah'ın mülküdür ve Muhammedîler onda
istihlâf (halife) olunmuştur.
Bi'l-asâle (asıl
olarak, aslında) onların mülkü değildir. Ve o mülk Cenâb-ı
Nûh ile
onun zevki üzere olan Nûhîler hakkında ............
.......................... (İsrâ, 17/2) âyet-i kerîmesinin medlûlü (anlaşılan
manâ) mûcibince (gereğince) onların
mülküdür; fakat onda tasarrufa (idare
etmeye) me'mûr (vazifeli)
değillerdir. Zîrâ âyet-i kerîmenin medlûlü (anlaşılan
manâ) budur ki: Mülk ve malınızdan ve ulûmunuzdan (ilimlerinizden)
elinizde bulunan şey, sizin mülkünüzdür; fakat siz, onun üzerine
beni vekîl ittihâz (kabul)
edin; benden gayri vekil ittihâz (kabul)
etmeyin! İmdi, Allah Teâlâ bu âyette Nûhîler (Nuh
Peygamber’in ümmeti) için mülkü ve mülkte Allah için vekâleti
isbât etti (var
olduğunu söyledi).
Zîrâ onlar Allah Teâlâ'nın, kendilerinin a'yânı (esması)
sûretlerinde zâhir
olduğunu (meydana
çıktığını) bilmediler. / Ve Hakk'ın temlîki
(verdiği
mülk) ile mülkün kâffesine (hepsine),
mâlikiyyetlerine (sahip
olmalarına) adem-i vukûfları (anlayışlarının
olmayışı) hasebiyle, hilâfete (halifeliğe)
istihkâkları olmadı (hak
kazanmadılar).
Fakat Muhammedîler ma'rifetleri (bilmeleri)
cihetiyle (yönüyle)
hilâfete müstehak (lâyık)
oldular. Muhammedîler, her ne kadar mülkte istihlâf (halife)
olunmuş iseler de, mülk bi'l-asâle (aslında,
asıl olarak) Allah içindir. Fakat Allah Nûhîlerin vekîlidir.
Ve Allah onların vekîli olunca, mülk onlar için olmuş olur; velâkin bu
temlîk (verilmiş
mülk) temlîk-i hakîkî (hakiki
verilmiş mülk) değildir.
Suâl:
Kur'ân-ı Kerîm'de Muhammedîlere hitâben:
..........................................(Müzzemmil, 73/9) buyrulur. Binâenaleyh
(nitekim),
vekâlet-i İlâhiyye (İlahi
vekillik) husûsunda Muhammedîler ile Nûhîlerin ne farkı vardır?
'
Cevap:
Nûhîler (Nuh
a.s. ümmeti) için istihlâf (halifelik)
yoktur, yalnız temlîk (verilmiş
mal) sâbittir (mevcuttur).
Fakat Muhammedîler için hem istihlâf (halifelik)
ve hem de temlîk (verilmiş
mal) sâbittir (mevcuttur). Binâenaleyh
(nitekim) Muhammedîlerin
zevki, Nûhîlerin zevkini de câmi'dir (toplamıştır)
.
Velâkin Nûhîlerde Muhammedîlerin zevki yoktur.
Bu
temlîk (verilen mal), temlîk-i
hakîkî (gerçek
verilmiş) olmayıp mecâzî olduğu için, Hz. Şeyh, bu mülk mülk-i
istihlâftır (mülke halife
yapmaktır) ; bu
sebeble, Hak Tirmizî'nin dediği gibi, mülkün meliki (sahibi)
olur, buyurdu. Zîrâ onların vücûdu bi'l-asâle (asıl
olarak, aslında) Hakk'ındır ve Hakk'ın mülküdür. Çünkü
onların vücûdlarında mâlik (sahip)
ve mutasarrıf (kullanan, idare
eden, tasarruf eden) ve kayyûm (ayakta
tutan) Hak'tır. Ve bi'l-mukâbele (karşılık
olarak) Hak, onların melikidir (sahibidir)
.
Zîrâ onların vücûdu, Hâkk'ın vücûd-ı izâfîsidir (vücûtları
Hakk’ın vücûdu ile var olmuştur). Ve
onlar o vücûdda istihlâfen (halife
olarak) muttasarrıftırlar (idare
ederler, tasarruf ederler). Nitekim,
Hz. Şeyh-i Ekber'in velâyetinden iki yüz sene evvel gelen Şeyh Ebû
Abdullah Muhammed b. Ali el-Hakîm Tirmizî (k.s.) birtakım suâller irâd
edip (sormuşlar)
"Onların cevâbını hâtem-i evliyâ (son
evliya) , ya'nî
evliyâ-yı vakt (zamanın
evliyası) verecektir" buyurmuş ve Hz. Şeyh, onların
cevaplarını Fütûhât-ı Mekkiyye'nin
dört yüz kırk dördüncü bâbında (bölümünde)
vermişlerdir. Suâlin birisi dahi "Hak mülkün
melikidir" (sahibidir)
kelâmı idi.
"Ve
mekr-i azîm île mekreylediler." (Nûh, 71/22) Zîrâ Allâh'a da'vet,
da'vet olunana mekrdir. Çünkü o bidâyetten ma'dûm
kılınmadı ki gâyeye da'vet oluna
................ (Yûsuf, 12/108). İşte bu, "basîret üzerine'',
ayn-ı mekrdir. Binâenaleyh Nebî (a.s.) emrin küllîsi Allah'a mahsûs
olduğuna tenbîh eyledi (24).
Ya'nî
Nûh (a.s.)’ın da'vetine karşı, kavmi mekr-i azîm (büyük aldatma,
hile) ile mekr ettiler (aldattılar)
.
Çünkü Allâh'a da'vet, da'vet olunan için mekrdir (aldatmacadır)
. Esâsen
da'vetullah (Allah’ın
daveti) ,
Allah'tan Allâh'adır. Zîrâ Allah, da'vet eden ile da'vet
olunanın "ayn"ıdır. Ve da'vet olunan bidâyette (başlangıçta)
ma'dûm (yok) olmalı
ve Hak onunla berâber farz olunmamalıdır ki, müntehâ (varılacak
en son yer) olan Allâh'a da'vet olunsun. Halbuki
...................................(Hadîd;
57/4) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu (bildirildiği)
üzere, biz nerede olursak olalım Hak dâimâ bizimle berâberdir.
Binâenaleyh (nitekim)
Hak, bidâyette (başlangıçta)
bizde ma'dûm (yok)
değildir ki, biz nihâyette (sonradan)
ona da'vet olunalım ve biz mevcûd oldukça o bizimle berâberdir.
Şu halde Hakk'a nasıl da'vet olunuruz! İşte bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de
buyrulan .......................... (Yûsuf; 12/108) Ya'nî "Allah'a
da'vet ediniz!" hitâbı ayn-ı mekrdir (hile,
aldatmacadır). Fakat
(S.a.v.) Efendimizin emr-i Hak'la (Hakk’ın
emriyle) ümmetine olan hitâbı (sözü)
"Allah'a basîret ve ilim üzerine da'vet ediniz!" sûretinde
(şeklinde) olduğundan,
bu da'vet Allah'tan Allâh'a olur. Binâenaleyfi (nitekim),
zevk-i Muhammedî üzere da'vet aslâ mekr (aldatmaca)
değildir. Zîrâ Muhammedîlerin da'veti, Furkân'a (farka)
değil, Kur'ân'a ve cem'adır.
Onun için Nebî (a.s.) .............. (Yûsuf, 12/108) ya'nî
"Basîret üzere" kaydiyle emrin küllîsi (bütün
emrin, işlerin) Allâh'a mahsûs olduğunu, ya'nî onun şuhûdunda
(görüşünde)
da'vet eden, da'vet olunan ve kendisine da'vet kılınan ve
kendisinden da'vet edilen hep bir şeyden ibâret bulunduğunu ve o şey-i vâhidin
(tek
olan şeyin), muhtelif
(çeşitli) mertebelerde
birtakım mütekâbil (birbirine
karşıt, zıt olan) esmâ ile zâhir olduğunu (meydana çıktığını)
tenbîh eyledi.
Bosnevî,
Kâşânî, Ya'kûb Hân ve Te'vîl-i Muhkem "tenbîh''i (S.a.v.)
Efendimiz'e râci' kılmışlar ve Dâvûd Kayserî Nûh (a.s.)'a veyâhut
Hakk'a ve Mevlânâ Câmî ise mutlak dâîye veyâ Hakk'a ve Abdü'l-Ganî
Nâblusî dahi şerhinde ....................... tarzında yazıp mutlak
Hakk'a; ve Bâlî Efendi dahi Cenâb-ı Nûh'a nisbet eylemişlerdir. Maahâzâ
/ cümlesinin vechi (hakikâti)
vardır. Zîrâ Cenâb-ı Nûh kendi kavmini hem farka ve hem de
cem'a da'vet etti; fakat sûret-i müteferrikada (muhtelif
şekillerde) da'vet etti. Şu halde onun da'veti dahi hadd-i zâtında
basîret üzeredir. Çünkü vahdete (tekliğe)
da'vet etmiştir. Ve , kezâ bi'l-cümle Enbiyâ (bütün
Peygamberler) dahi kavmini vahdete (tekliğe)
da'vet eder. Ve Hak ise Peygamberlerini ma'rifet-i Hakk'a (Hakk’ı bilmeğe)
da'vet için göndermiştir. Binâenaleyh (nitekim),
elsine-i Enbiyâ (Peygamberlerin
kendi lisanları) ile basîret üzere da'vet eder ve Fahr-i âlem
(s.a.v.) Efendimiz'in da'veti basîret üzerine olduğuna ise Kur'ân şâhiddir.
İmdi
Nûh (a.s.), kavmini Hak'la berâber iken, Hakk'a da'vet ettiği ve bu da
bir mekr (aldatmaca) olduğu
için ona karşı kâvmi dahi mekr-i azîm (büyük
oyun, hile) etti, ya'nî onun mekrinden (aldatmasından)
daha büyük mekr (oyun,
hile) etti.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
30.04.2002
|