22.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XXII. Bölüm)

Böyle olunca onları mekren da'vet ettiği gibi, onlar da mekren icâbet ettiler. Muhammedî geldi, bildi ki muhakkak Allah'a da'vet, onun Hüviyyeti haysiyyetiyle değil, ancak esmâsı haysiyyetiyledir. Binâenaleyh, Hak Teâlâ: …………… (Meryem, 19/85) ya'nî "Biz ol günde muttakîleri gürûh gürûh Rahmân'a cem' ederiz" buyurdu. İmdi, harf-i gâyeyi getirdi ve onu isme mukarin kıldı. Öyle ise biz bildik ki, âlem onların muttakî olmalarını îcâb eden bir  ism-i İlâhî’nin taht-ı hîtasındadır (25).

Ya'nî dâî (davet eden) ve med'uvv (davet edilen) şey'-i vâhid (tek şey) ve Hak med'uvv (davet edilen) ile berâber iken      Cenâb-ı Nûh'un, kavmini Allâh'a da'veti mekr (hile, altatmaca) olduğundan, onların    icâbetleri (kabul etmeleri) dahi mekr (hile) ile oldu. Ve onların ne sûretle mekren (hile ile) icâbet   eyledikleri (kabul ettikleri) biraz aşağıda îzah olunacaktır. Halbuki da'vete gelen Muhammedî, ya'nî vâris-i Muhammedî, (Muhammed’in miasçıları, Evliya) da'vet Hakk'ın hüviyyet-i Ahadiyyesi (Hakk’ın Zât’ı) cihetinden (yönünden)  değil, esmâsı cihetinden (yönünden) olduğunu bildi. Zîrâ / Hakk'ın hüviyyet-i Ahadiyye’si (Hakk’ın Zât’ı) cemî'-i mezâhirde (bütün mazhar yerlerinde, birimlerde) sârîdir (yayılmıştır) ve cemî'-i taayyünâtı (bütün oluşmuşlar, birimler) sûrî (bedenleri) ve ma'nevî (rûhları) ihâta-i Zâtiyyesi ile (Zât’ı ile, kuşatmıştır) muhîttir (kaplamıştır). Binâenaleyh (nitekim),   hüviyyet-i mutlakası (mutlak olan Zât’ı) i'tibâriyle (bakımından) dâî (davet eden) ve med'uvv (davet edilen) şey'-i vâhid (tek şey) olduğundan ona da'vet mekr (hile, aldatmaca) olur. Esmâ cihetinden (yönünden) da'vet ise böyle değildir. Bu      cihetten (yönden) med'uvv (davet edilen), bir ismin terbiyesinden diğer ismin terbiyesine da'vet       olunur: Meselâ Hâfıd veyâ Müntakım ve Mudill isimlerinin mazharları (çıktığı yer) olan kimse, bu isimlerin mukâbili (karşılığı) olan Râfi' ve Rahîm ve Hâdî isimlerine da'vet olunur. Zîrâ evvelki isimler, sonrakilerden daha dar ve daha husûsîdir (özeldir) ve celâlîdir. Sonrakiler ise evvelkilerden daha vâsi' (geniş, rahmeti boldur) ve daha kâmildir ve cemâlîdir. Şu halde med'uvv (davet edilen) dıyktan (darlıktan) vüs'ata (genişliğe) ve Celâl'den Cemâl'e da'vet edilmiş olur. Çünkü .......................... (A'râf, 7/156) muktezâsınca (gereğince) rahmet olan Cemâl, Celâl'den evsa' (daha geniş) ve eşmeldir (daha şamil, daha kaplayıcıdır).

Suâl: Mezâhir-i kevniyyeden (evrendeki görüntü yerlerinden, birimlerden) her birisi, kendi Rabb-i hâssı (özel has esması) olan ismin kemâlâtı zâhir olmak (meydana çıkmak) için, sahrâ-yı vücûda (vücût çölüne) gelmiştir. Ve ismin sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) ne ise, kendi mazharını (bedenini) nâsıyesinden (alnından) tutup çeker, götürür. Ve o tarîkın (yolun) müntehâsı (varılacak son noktası) o ismin kemâlidir ve o mazhar (görüntü yeri, birim) dâimâ o ismin terbiyesi tahtındadır (altındadır) ve onun hakîkâti ve rûhu odur. Binâenaleyh (nitekim), bir mazhar (görüntü mahalli, birim),  kendi Rabb-i hâssı (Rabbi’ndeki güçlü, has ismi) ve hakîkâti ve rûhu olân ismin Rubûbiyyetinden, (Rablığından, terbiyesinden) Rabb-i hâssı (Rabb’inin güçlü öz esması) olmayan diğer bir ismin Rubûbiyyetine (terbiyesine) mi da'vet olunur? Bu mümkin midir? Ve birinin terbiyesi tahtından (altından) çıkıp diğerinin terbiyesi altına girebilir mi?

Cevap: Hayır! Bir mazhar, (görüntü yerinin) kendi hakîkâti olan Rabb-i hâssın (Rabb’ının idaresi altında olduğu ismin) Rubûbiyyetinden  ihrâç olunup (çıkıp) diğer bir hakîkate da'vet olunmak muhâldir (olamaz). Çünkü ............................... (Ahzab, 33/62) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) hakâyık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi hakikâtlerin, esmanın) tebdîl (değişmesi) ve tağyîri (bozulması, başkalaşması) mümkin değildir. Fakat her bir mazhar (görüntü mahalli, birim),  mertebe-i ilimden kopup bu âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âleme) sûret-i unsuriyye-i insâniyye ile (unsurlardan meydana gelen insan şeklinde) zâhir oluncaya (meydana çıkıncaya) kadar geçtiği yollardan birer sıfat kapar ve o sıfatların rengine boyanır. Binâenaleyh (nitekim), bu kaptığı sıfatlardan hangisi diğer sıfatlar üzerine gâlip (üstün) gelmiş ise, o mazharda, (birimde) o sıfatın saltanatı zâhir olur (görülür) .  Ve o mazhar (görüntü yeri, birim), o sıfatın münâsibi (uygun) olan ismin tecellîsini (oluşumunu) üzerine celb edip (kendisine çekip) kendisinde onun hükmü gâlip (üstün) olur. Ve şu halde o ismin terbiyesi altına girmiş bulunur. Fakat bunların cümlesi ârızîdir, (gelip geçicidir) aslî (asıl) değildir. Zîrâ o mazhar (görüntü yeri, birim), aslında hangi ismin mazharı (görüldüğü yeri) ise, o ismin zevki ve sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinedir. Meselâ Nâfı' isminin mazharı (göründüğü yer) olan bir kimsenin zevki ve sırâtı, (yolu) herkese îsâl-i menfaattir (menfaat ulaştırmaktır). O kimse her ne kadar muhît-i kevnîsinden (çevresinden) kaptığı birtakım sıfât-ı nefsâniyyenin rengine boyanmış olsa da, yine Rabb-i hâssı (Rabb’inin has, özel ismi) olan Nâfi' isminin zevkınden hâlî değildir. Bu sıfât-ı ârıza sâikasıyla (geçici sıfatların sürmesiyle) birtakım mesâvîde (kötülüklerde) bulunsa bile, yine nef-i halkı (halkın faydasını) gözetmedikçe, kalben müsterih olamaz ve halka zarar îrâs eylese (verse) müteessir olur; çünkü Rabb-i hâssının (öz esmasının) zevki budur ve bu isim esmâ-i Cemâliyye’dendir (Cemâl ismindendir). Binâenaleyh (nitekim), o kimse hadd-i zâtında bir ism-i Cemâl'in (Cemâl isminin) mazharıdır (göründüğü yerdir). Fakat bu âlem-i kesâfette (madde âleminde) ve bu sahrâ-yı tabîatta (tabiat çölünde),  mezâhire (görüntü yerlerine, birimlere) ârız (sonradan, gelip geçici) olan sıfât, sıfât-ı celâliyye (celâl sıfatları) olup, onların bu sıfatlara münâsip (uygun) olarak celb ettikleri (kendine çektikleri) esmâ dahi, esmâ-i Celâliyyedir (Celâl esmasıdır). Zîrâ bilcümle mesâvî (bütün kötülüklerin hepsi) kesâfet (madde âleminin) ve tabîatın muktezâsıdır (gereğidir) ve hayvâniyyet kesâfetle (yoğunlaşmakla, madde olmakla) kâimdir (varlık bulmuşlardır) ve ne kadar sıfât-ı hayvâniyye (hayvan sıfatı) varsa cümlesi Celâlîdir ve ednâs-ı tabîiyyedendir (tabiatın aşağılığından, pisliğindendir).  Onun için ezvâc (eşler) ile mukârenet-i meşrûadan (şeriate uygun birleşmelerden) sonra bile hâl-i cenâbetten (cenabet halinden) tatahhur (temizlenme) lâzımdır. İşte Enbiyânın (Peygamberlerin) da'veti  ism-i Celâl'in (Celâl isminin) terbiyesinden ism-i Cemâl'in (Cemâl isminin) terbiyesinedir.

Suâl: Enbiyâ (Peygamberler) esmâ-i Celâliyye’den (Celâl isimlerinden) esmâ-i Cemâliyye’ye (Cemâl isimlerine) da'vet ediyor. Fakat asılda bir ism-i Celâl'in (Celâl isminin) mazharı (çıktığı yer) olan bir kimse, o Rabb-i hâssın (Rabb’inin öz esmasının) zevki ve sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde seyredeceğine (gideceğine) ve kendi hakîkâti olan bu ismin dâiresinden dışarı çıkamayacağına göre, kendi Peygamberine tâbi' olup Hâdî ism-i Cemâl'inin (Cemâl olan Hâdî isminin) terbiyesi tahtına (altına) girse bile, nef’i (fayda) olamayacaktır. Zîrâ hakâyık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi hakikâtlerin, esmanın) tebdîli (değiştirilmesi) mümkin değildir. Şu halde da'vetin ona ne faidesi vardır?

Cevap: Da'vetin fâidesi, ancak Hak için hüccet-i bâliğanın (en yüksek mertebede olan hüccetin, delilin) sübûtudur   (meydana çıkmasıdır). Zîrâ Peygamber gelip ehl-i Celâl'i (Celâl sahiplerini) / da'vet etmese, onların küfür ve   dalâletleri kuvvede kalıp fiile gelmezdi ve şu halde de Hakk'ın Adl ve        Hakem isimleri zâhir olmazdı (meydana çıkmazdı).  Ehl-i Cemâl (Cemâl sahipleri) dahi böyledir. İmdi med'uvv olan (davet edilen) kimseIerde dört sûret (şekil) mutasavverdir (düşünülür):

Birincisi: Aslında bir ism-i Cemâl'in mazharı (Cemâl isminin çıktığı yer, birim) olup, Peygamber’in da'vetine icâbetle (kabul etmekle) amel-i sâlih işler (iyi işler yapar).  Bu kimse zâhiren (dış görünüşle ilgili) ve bâtınen (içte, rûhen) ism-i Cemâl'in (Cemâl isminin) taht-ı terbiyesindedir (terbiyesi altındadır).

İkincisi: Aslında bir ism-i Celâl'in (Celâl isminin) mazharıdır (çıktığı yerdir, birimdir). Fakat Peygamber’in da'vetine icâbetle (kabûl etmekle), zâhirde (görünüşte) şerîat üzere âmil (iş yapan) olmakla beraber, Rabb-i hâssı (Rabb’inin idaresi altında olduğu has ismi) olan o ism-i Celâl'in (Celâl isminin) zevki ve sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzeredir. Meselâ namaz kılar, oruç tutar, hac eyler; velâkin söylediği vakit kizb eder (yalan söyler), va'd ettiği vakit hulf eyler (sözünü tutmaz), emânete hıyânet eyler ve bunları yapmaktan zevk duyar, aslâ nedâmet etmez (pişmanlık duymaz) . İşte bunlar alâmet-i nifâktır (iki yüzlülüğün, kâfirliğin işaretidir) . Binâenaleyh (nitekim), muvakkaten (geçici olarak) esmâ-i Cemâliyye’nin (Cemâl esmasının) taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) bulunsa bile fayda vermez. Zîrâ ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin)  isti'dâdı budur. Âkıbet (sonuç olarak) Rabb-i hâssı olan isim (kendi has esması olan isim) ,  onu sırât-ı müstakîminin (doğru yolunun) müntehâsına (son noktasına), ya'nî kemâline götürür.

Üçüncüsü: Aslında bir ism-i Celâl'in mazharı (Celâl isminin çıktığı yer) olmakla berâber, bu âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) dahi, zâhiren (görünüşte) kendisini da'vet eden Nebî’ye (Peygambere) tâbi' olmayıp (uymayıp) inkâr eder. Küffâr bu zümredendir (inkârcı bu toplumdandır) . Bu kimse bâtınen (ruhen) ve zâhiren (görünüş olarak) ism-i Celâl'in (Celâl isminin) terbiyesi tahtındadır (altındadır).

Dördüncüsü: Aslında bir ism-i Cemâl'in mazharı (Cemâl isminin göründüğü yer) olup zâhirde (görünüşte) hicâbiyyât-ı tabîiyye (tabiat perdeleriyle) ve te'sîrât-ı muhîtiyye (çevresindeki tesirler) ile kendisini da'vet eden Nebî’yi tekzîb eder (yalanlar) ve muvakkaten (geçici olarak) esmâ-i Celâliyye’nin (Celâl isminin) taht-ı te'sirinde (etkisi altında)  evkât-güzâr (vakit geçirici) olur. Fakat bu eyyâm-ı küfrü (küfürde olduğu günler) içinde dahi Rabb-i hâssı (kendi Rabbinin esas ismi) olan ismin zevki üzere bulunur: Meselâ küfr etmekle berâber yalandan nefret eder; emânete hıyânet etmez; halka zulümden ictinâb eyler (sakınır) ;  nihâyet nesîm-i hidâyet (hidâyetin kokusuna) erişip birgün îmân-ı ezelîsi (eski imanı) zâhir olur (meydana çıkar) . İşte böyle bir kimse bâtınen (rûhen) ism-i Cemâl'in ( Cemâl isminin) ve zâhiren (görünüşte) ism-i Celâl'in (Celâl isminin) taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) bulunur.

İmdi Peygamber’in da'vetiyle herkesin muktezâ-yı isti'dâdı (istidadının gereği) ne ise o zâhir olur (meydana çıkar) ve irâde-i İlâhiyye (Allah’ın irâdesi) ne sûretle taalluk etmiş (ilişkili) ise o vukû' bulur (meydana gelir) . Bu kazâ ve sırr-ı kader bahsi Fass-ı Üzeyrı'de tafsîl olunmuştur (açıklanmıştır) , oraya mürâcaat buyrulsun. Binâenaleyh (nitekim), Resûl ile vâris (mirasçısı), iblâğ cihetinden (ulaşması bakımından) , ancak / emr-i teklîfiye (teklif edilen emirlere) hâdim olurlar (hizmet ederler) ;  yoksa emr-i irâdîye (iradi emre) hâdim değildirler (hizmet edemezler) . Bunun tafsîli (açıklaması) dahi Fass-ı Ya'kûbî'dedir. Bundan başka Peygamber, aslında bir ism-i Cemâl'in (Cemâl isminin) mazharı (çıktığı yer) olan kimseyi, o ism-i cüz'înin (ismin parçasının, kısmının) rubûbiyyetinden (terbiyesinden) daha şümûllü (kapsamlı içine alan) ve daha cem'iyyetli (toplayıcı) olan ismin rubûbiyyetine (terbiyesine) da'vet eder. Bu basîret üzerine da'vettir. Meselâ aslında Hâdî isminin taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) bulunan bir kimse, cemî'-i esmâyı (bütün esmayı) muhît olan (kuşatan, ihata eden) "Allah" ve "Rahmân" isimlerine da'vet olunur. Ve bundan hakâyık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi hakikâtlerin, esmanın) tebdîli (değişmesi) lâzım gelmez. Bu keyfiyyet, bahr-i muhîtten (denizlerden) alınan bir bardak suyun yine bahr-ı muhîte (denize) dökülmesine benzer. Alınan su tebeddül etmedi (değişikliğe uğramadı) ; belki bahr-i muhîta (denize) karışıp onda mûstağrak (yok oldu, gark) oldu. Ve bu ism-i câmi'a (isimlerin bütün hepsinin toplu olarak) mazhariyet (çıktığı yer) ancak, İnsân-ı Kâmil’de oIur.

İmdi Hz. Şeyh (r.a.) da'vet, bir ismin rubûbiyyetinden (terbiyesinden), diğer ismin rubûbiyyetine (terbiyesine) olduğunu Hak Teâlâ Hazretlerinin ........................................... (Meryem, 19i85) kelâm-ı münîfiyle (yüce sözleriyle) istişhâd buyururlar (şahit gösterirler).

Ma'lûm olsun ki, ehl-i âlem (insanlar) ,  muttakî olmaları (çekinmeleri, korkmaları) cihetinden, (yönünden) Cebbâr isminin ihâtası (kuşatması) altındadır. Ve ittikâ (sakınma, korunma) ceberût (büyüklük, kibir) ve satvet (ezici kuvvet) sâhibi olan bu ismin terbiyesinden neş'et eder (çıkar, vücûda gelir) . Binâenaleyh (nitekim), muttakî olan (çekinen, korkan) kimse Cebbâr isminin celîsi (arkadaşı) ve mazharıdır (görüldüğü yerdir). Şu halde onun satvet (ezici kuvveti) ve ceberûtundan (gururundan, kibirinden) ittikâ, (korunma) rahmet-i âmme sâhibi olan Rahmân ismine ilticâdır (sığınmadır) .  Çünkü Rahmân'ın, rahmâniyyeti cihetinden (yönünden) muktezâsı (gereği) lütuf ve âtıfet (sevgi) ve afv ve mağfirettir (bağışlamaktır). Muttakîler (korkanlar) satvet (ezici kuvvet) ve heybet (büyüklük) veren ism-i Cebbâr'dan intikâl edip (geçip) ism-i Rahmân indinde cem' olunca (toplanınca) , onların vücûduna rahmet-i âmme (umumi, genel rahmet) şâmil olacağından, (kaplayacağından, içine alacağından) artık merhûm (kendisine rahmet isabet etmiş) ve mağfûr (affedilmiş) olurlar. Ve müttakîlerin (korkanların, çekinenlerin) adedi sayılmaz derecede çok olduğu ve her birisi, bir ismin mazharı bulunduğu (çıktığı yer olduğu) halde, cümlesinin Rahmân ismi tahtında (altında) toplanması, mazhar (görüntü yeri) oldukları isimlerden daha şümûllü (içine alan) ve daha cem'iyyetli (toplayıcı) olan bir isme da'vet olunduklarını gösterir.

Bunun aksi de böyledir. Ya'nî muttakî olmayan (korkmayan, çekinmeyen) kimseler ki, dünyâda Rahmân isminin celîsidir (arkadaşıdır) ; / âhirette Cebbâr ve Müntakım gibi esmâ-i Celâliyye’ye (Celâl isimlerine) da'vet olunurlar. Zîrâ, bu kimselerin adedi dahi pek çoktur. Ve her birerleri Şedîd, Dârr gibi birer esmâ-i' Celâliyye’nin (Celâl isminin) mazharıdır (çıktığı yerdir) .  Ve dünyada ism-i Rahmân tahtında (Rahman ismi altında) müctemi' olup (toplanıp) envâ'-ı huzûzât-ı (çeşitli zevklerle) nefsâniyyelerini (nefislerini) istîfâ ederler (tatmin ederler). Fakat bi'l-âhire (sonunda) Müntakım ismi tahtında (altında) müctemi' olup (toplanıp) kendilerinden intikam alınır.

İşte bu âyet-i kerîmede Hak Teâlâ, harf-i gâye olan (y)’yı cemî'-i esmâya (bütün esmayı) şâmil olan (içine alan) "Rahmân" ismine mukârin (bitişik, yakın) kıldı ve bundan "Rahmân" isminin kâffe-i esmâya (bütün isimleri) şâmil olduğu (içine aldığı) anlaşılır. Çünkü "Rahmân" ismi ile "Allâh" ismi arasında fark yoktur. Ve ehl-i âlemden (insanlardan) her birisi, bir ismin terbiyesi altındadır. Ve herkes kendi Rabb-i hâssı (Rabb’inin has ismi) olan ismin abdidir (kuludur) .  Binâenaleyh (nitekim), Peygamber o esmâ-i müteferrikadan (bir kısım esmadan) ism-i Rahmân veyâ ism-i Allâh'ın terbiyesine da'vet eder. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ...............................................................(Yûsuf, 12/39) ya'nî "Erbâb-ı müteferrika (akli düşünce sahipleri) mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr (tek Kahhar) olan Allah mı hayırlıdır?" Ve kezâ diğer bir âyette de buyurur: .................................. (İsrâ, 17/110j ya'nî "Yâ habîbim! De ki: “Allah'a da'vet ediniz veyâhut Rahmân'â da'vet ediniz!". Bu da'vet basîret üzere olan bir da'vettir.
Çünkü erbâb-ı müteferrikanın (ayrı ayrı kişilerin) abdi (kulu) olmaktan kurtarıp İlâh-ı vâhidin (tek olan İlâh’ın) ubûdiyyetine (kulluğuna) idhâl eder (sokar). Böyle olunca  basîret sâhibi olan Muhammedî indinde da'vet,  Hakk'ın hüviyyeti (Hakk’ın Zât’ı) haysiyyetiyle (bakımından) değil, esmâ haysiyyetiyledir (bakımındandır). Zîrâ hüviyyet-i Hak (Hakk’ın Zâtı) her mazharda (yerde) mevcûddur.

Mâdemki da'vet esmâ haysiyyetiyledir (bakımındandır) ve biz bildik  ki, âlem ism-i Cebbâr'ın (Cebbar isminin) ihâtası (kuşatması) altındadır, şu halde ehl-i âlem (insanlar), ism-i Rahmân'ın (Rahman isminin) ihâtası (kuşatması) altına girmek için bu ism-i Cebbâr (Cebbar ismi) onların müttakî olmalarını (çekinmelerini, korkmalarını) îcâb etti (gerektirdi) .  Ve ism-i Rahmân'ın îcâb ettiği (gerektirdiği) takvânın (Allah’tan korkmanın, çekinmenin) hakîkatı budur ki, muttakî (sakınan, çekinen kişi)  kendinden sâdır olan (çıkan) hayrât ve kemâlâtı nefsine muzâf kılmayıp (kendi nefsine bağlamayıp) Fâil-i hakîkî (fiili işleyen) Hak'tır, bunların cümlesi ona râci'dir (geri döner) der ve Hakk'ı nefsine vikâye, ya'nî siper, ittihâz (kabul) eder ve şurûr (kötülükler) ve nekayısı (noksanlıkları) kendi nefsine muzâf (ait) kılıp nefsini Hakk'a vikâye, ya'nî siper kılar. Zîrâ nekayıs (noksanlıkların) ve şurûrun (kötülüklerin) menşei (kökü) izâfi (bir şeye göre) ve i'tibârî (nisbî) olan vücûdât-ı kevniyyedir (kevni varlıkların vücutlarıdır). Binâenaleyh (nitekim), bu nekayıs (noksanlıklar) ve şurûr (kötülükler) dahi izâfi-(bir şeye göre olan) ve i'tibârî olan (gerçekte olmayıp var kabul edilen, nisbî) bir şeydir ve umûr-ı ademiyyedir (yok olan hususlardır).  

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

07.05.2002


Üst Ana sayfa e-mail