[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XXII. Bölüm)
Böyle
olunca onları mekren da'vet ettiği gibi, onlar da mekren icâbet
ettiler. Muhammedî geldi, bildi ki muhakkak Allah'a da'vet, onun Hüviyyeti
haysiyyetiyle değil, ancak esmâsı haysiyyetiyledir. Binâenaleyh, Hak
Teâlâ: …………… (Meryem, 19/85) ya'nî "Biz ol günde muttakîleri
gürûh gürûh Rahmân'a cem' ederiz" buyurdu. İmdi, harf-i gâyeyi
getirdi ve onu isme mukarin kıldı. Öyle ise biz bildik ki, âlem onların
muttakî olmalarını îcâb eden bir
ism-i İlâhî’nin taht-ı hîtasındadır (25).
Ya'nî
dâî (davet
eden) ve med'uvv (davet
edilen) şey'-i vâhid (tek
şey) ve Hak med'uvv (davet edilen) ile berâber
iken Cenâb-ı
Nûh'un, kavmini Allâh'a da'veti mekr (hile,
altatmaca) olduğundan, onların
icâbetleri (kabul
etmeleri) dahi mekr (hile)
ile oldu. Ve onların ne sûretle mekren (hile
ile) icâbet eyledikleri
(kabul
ettikleri) biraz aşağıda îzah olunacaktır. Halbuki da'vete
gelen Muhammedî, ya'nî vâris-i Muhammedî, (Muhammed’in
miasçıları, Evliya) da'vet Hakk'ın hüviyyet-i Ahadiyyesi (Hakk’ın
Zât’ı) cihetinden (yönünden) değil,
esmâsı cihetinden (yönünden) olduğunu bildi. Zîrâ
/ Hakk'ın hüviyyet-i Ahadiyye’si (Hakk’ın
Zât’ı) cemî'-i mezâhirde (bütün
mazhar yerlerinde, birimlerde) sârîdir (yayılmıştır)
ve cemî'-i taayyünâtı (bütün
oluşmuşlar, birimler) sûrî (bedenleri)
ve ma'nevî (rûhları) ihâta-i Zâtiyyesi ile
(Zât’ı ile, kuşatmıştır) muhîttir (kaplamıştır).
Binâenaleyh (nitekim),
hüviyyet-i mutlakası (mutlak
olan Zât’ı) i'tibâriyle (bakımından)
dâî (davet eden) ve med'uvv (davet
edilen) şey'-i vâhid (tek
şey) olduğundan ona da'vet mekr (hile, aldatmaca) olur. Esmâ
cihetinden (yönünden)
da'vet ise böyle değildir. Bu
cihetten (yönden)
med'uvv (davet
edilen), bir
ismin terbiyesinden diğer ismin terbiyesine da'vet
olunur: Meselâ Hâfıd veyâ Müntakım ve Mudill isimlerinin
mazharları (çıktığı
yer) olan kimse, bu isimlerin mukâbili (karşılığı)
olan Râfi' ve Rahîm ve Hâdî isimlerine da'vet olunur. Zîrâ
evvelki isimler, sonrakilerden daha dar ve daha husûsîdir (özeldir)
ve celâlîdir. Sonrakiler ise evvelkilerden daha vâsi' (geniş, rahmeti boldur) ve daha kâmildir
ve cemâlîdir. Şu halde med'uvv (davet
edilen) dıyktan (darlıktan) vüs'ata (genişliğe)
ve Celâl'den Cemâl'e da'vet edilmiş olur. Çünkü
.......................... (A'râf, 7/156) muktezâsınca (gereğince)
rahmet olan Cemâl, Celâl'den evsa' (daha
geniş) ve eşmeldir (daha
şamil, daha kaplayıcıdır).
Suâl:
Mezâhir-i kevniyyeden (evrendeki
görüntü yerlerinden, birimlerden) her birisi, kendi Rabb-i hâssı
(özel has
esması) olan ismin kemâlâtı zâhir olmak (meydana
çıkmak) için, sahrâ-yı vücûda (vücût
çölüne) gelmiştir. Ve ismin sırât-ı müstakîmi (doğru
yolu) ne ise, kendi mazharını (bedenini)
nâsıyesinden (alnından)
tutup çeker, götürür. Ve o tarîkın (yolun)
müntehâsı (varılacak son noktası)
o ismin kemâlidir ve o mazhar (görüntü
yeri, birim) dâimâ o ismin terbiyesi tahtındadır (altındadır) ve onun hakîkâti ve
rûhu odur. Binâenaleyh (nitekim),
bir mazhar (görüntü
mahalli, birim), kendi
Rabb-i hâssı (Rabbi’ndeki
güçlü, has ismi) ve hakîkâti ve rûhu olân ismin Rubûbiyyetinden,
(Rablığından,
terbiyesinden) Rabb-i hâssı (Rabb’inin
güçlü öz esması) olmayan diğer bir ismin Rubûbiyyetine (terbiyesine)
mi da'vet olunur? Bu mümkin midir? Ve birinin terbiyesi tahtından
(altından) çıkıp
diğerinin terbiyesi altına girebilir mi?
Cevap:
Hayır! Bir mazhar, (görüntü
yerinin) kendi hakîkâti olan Rabb-i hâssın (Rabb’ının
idaresi altında olduğu ismin) Rubûbiyyetinden ihrâç
olunup (çıkıp)
diğer bir hakîkate da'vet olunmak muhâldir (olamaz).
Çünkü ............................... (Ahzab, 33/62) âyet-i
kerîmesi mûcibince (gereğince)
hakâyık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi
hakikâtlerin, esmanın) tebdîl (değişmesi)
ve tağyîri (bozulması, başkalaşması) mümkin
değildir. Fakat her bir mazhar (görüntü
mahalli, birim), mertebe-i
ilimden kopup bu âlem-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âleme) sûret-i unsuriyye-i insâniyye ile
(unsurlardan meydana gelen insan şeklinde) zâhir oluncaya (meydana
çıkıncaya) kadar geçtiği yollardan birer sıfat kapar ve o
sıfatların rengine boyanır. Binâenaleyh (nitekim),
bu kaptığı sıfatlardan hangisi diğer sıfatlar üzerine gâlip
(üstün) gelmiş ise, o mazharda, (birimde)
o sıfatın saltanatı zâhir olur
(görülür) .
Ve o mazhar (görüntü
yeri, birim),
o sıfatın münâsibi (uygun) olan ismin tecellîsini (oluşumunu)
üzerine celb edip (kendisine
çekip) kendisinde onun hükmü gâlip (üstün) olur. Ve şu halde o ismin
terbiyesi altına girmiş bulunur. Fakat bunların cümlesi ârızîdir, (gelip
geçicidir) aslî (asıl)
değildir. Zîrâ o mazhar (görüntü
yeri, birim),
aslında hangi ismin mazharı (görüldüğü
yeri) ise, o ismin zevki ve sırât-ı müstakîmi (doğru
yolu) üzerinedir. Meselâ Nâfı' isminin mazharı (göründüğü yer) olan bir
kimsenin zevki ve sırâtı, (yolu)
herkese îsâl-i menfaattir (menfaat
ulaştırmaktır). O kimse her ne kadar muhît-i kevnîsinden
(çevresinden)
kaptığı birtakım sıfât-ı nefsâniyyenin rengine boyanmış
olsa da, yine Rabb-i hâssı (Rabb’inin
has, özel ismi) olan Nâfi' isminin zevkınden hâlî değildir.
Bu sıfât-ı ârıza sâikasıyla (geçici
sıfatların sürmesiyle) birtakım mesâvîde (kötülüklerde) bulunsa bile, yine
nef-i halkı (halkın
faydasını) gözetmedikçe, kalben müsterih olamaz ve halka
zarar îrâs eylese (verse)
müteessir olur; çünkü Rabb-i hâssının (öz
esmasının) zevki budur ve bu isim esmâ-i Cemâliyye’dendir
(Cemâl
ismindendir).
Binâenaleyh (nitekim),
o kimse hadd-i zâtında bir ism-i Cemâl'in (Cemâl
isminin) mazharıdır (göründüğü
yerdir).
Fakat bu âlem-i kesâfette (madde âleminde) ve bu sahrâ-yı
tabîatta (tabiat
çölünde), mezâhire
(görüntü
yerlerine, birimlere) ârız (sonradan,
gelip geçici) olan sıfât, sıfât-ı celâliyye (celâl
sıfatları) olup, onların bu sıfatlara münâsip (uygun) olarak celb ettikleri (kendine
çektikleri) esmâ dahi, esmâ-i Celâliyyedir (Celâl
esmasıdır). Zîrâ bilcümle mesâvî (bütün
kötülüklerin hepsi) kesâfet (madde
âleminin) ve tabîatın muktezâsıdır (gereğidir)
ve hayvâniyyet kesâfetle (yoğunlaşmakla,
madde olmakla) kâimdir (varlık
bulmuşlardır) ve ne kadar sıfât-ı hayvâniyye (hayvan sıfatı) varsa cümlesi Celâlîdir
ve ednâs-ı tabîiyyedendir (tabiatın
aşağılığından, pisliğindendir). Onun
için ezvâc (eşler)
ile mukârenet-i meşrûadan (şeriate
uygun birleşmelerden) sonra bile hâl-i cenâbetten (cenabet
halinden) tatahhur (temizlenme)
lâzımdır. İşte Enbiyânın (Peygamberlerin)
da'veti ism-i Celâl'in
(Celâl isminin) terbiyesinden ism-i
Cemâl'in (Cemâl
isminin) terbiyesinedir.
Suâl:
Enbiyâ (Peygamberler)
esmâ-i Celâliyye’den (Celâl
isimlerinden) esmâ-i Cemâliyye’ye (Cemâl isimlerine) da'vet ediyor.
Fakat asılda bir ism-i Celâl'in (Celâl
isminin) mazharı (çıktığı yer) olan bir kimse, o
Rabb-i hâssın (Rabb’inin
öz esmasının) zevki ve sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde seyredeceğine
(gideceğine)
ve kendi hakîkâti olan bu ismin dâiresinden dışarı çıkamayacağına
göre, kendi Peygamberine tâbi' olup Hâdî ism-i Cemâl'inin (Cemâl
olan Hâdî isminin) terbiyesi tahtına (altına)
girse bile, nef’i (fayda)
olamayacaktır. Zîrâ hakâyık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi hakikâtlerin, esmanın) tebdîli
(değiştirilmesi)
mümkin değildir. Şu halde da'vetin ona ne faidesi vardır?
Cevap:
Da'vetin fâidesi, ancak Hak için hüccet-i bâliğanın (en
yüksek mertebede olan hüccetin, delilin) sübûtudur
(meydana
çıkmasıdır). Zîrâ Peygamber gelip ehl-i Celâl'i
(Celâl
sahiplerini) / da'vet etmese, onların küfür ve
dalâletleri kuvvede kalıp fiile gelmezdi ve şu halde de Hakk'ın
Adl ve
Hakem isimleri zâhir olmazdı (meydana
çıkmazdı). Ehl-i
Cemâl (Cemâl sahipleri) dahi böyledir. İmdi
med'uvv olan (davet edilen) kimseIerde dört sûret (şekil) mutasavverdir (düşünülür):
Birincisi:
Aslında bir ism-i Cemâl'in mazharı (Cemâl
isminin çıktığı yer, birim) olup, Peygamber’in da'vetine
icâbetle (kabul
etmekle) amel-i sâlih işler (iyi
işler yapar). Bu
kimse zâhiren (dış
görünüşle ilgili) ve bâtınen (içte,
rûhen) ism-i Cemâl'in (Cemâl isminin) taht-ı
terbiyesindedir
(terbiyesi altındadır).
İkincisi:
Aslında bir ism-i Celâl'in (Celâl
isminin) mazharıdır (çıktığı
yerdir, birimdir).
Fakat Peygamber’in da'vetine icâbetle (kabûl
etmekle),
zâhirde (görünüşte)
şerîat üzere âmil (iş
yapan) olmakla beraber, Rabb-i hâssı (Rabb’inin idaresi altında olduğu has ismi) olan
o ism-i Celâl'in (Celâl
isminin) zevki ve sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzeredir. Meselâ
namaz kılar, oruç tutar, hac eyler; velâkin söylediği vakit kizb eder
(yalan söyler),
va'd ettiği vakit hulf eyler (sözünü
tutmaz), emânete hıyânet eyler ve bunları
yapmaktan zevk duyar, aslâ nedâmet etmez (pişmanlık
duymaz) . İşte bunlar alâmet-i nifâktır (iki
yüzlülüğün, kâfirliğin işaretidir) .
Binâenaleyh (nitekim),
muvakkaten (geçici
olarak) esmâ-i Cemâliyye’nin (Cemâl
esmasının) taht-ı terbiyesinde (terbiyesi
altında) bulunsa bile fayda vermez. Zîrâ ayn-ı sâbitesinin
(ilmi
suretinin) isti'dâdı
budur. Âkıbet (sonuç olarak) Rabb-i
hâssı olan isim (kendi
has esması olan isim) , onu
sırât-ı müstakîminin (doğru
yolunun) müntehâsına (son noktasına), ya'nî kemâline götürür.
Üçüncüsü:
Aslında bir ism-i Celâl'in mazharı (Celâl
isminin çıktığı yer) olmakla berâber, bu âlem-i şehâdette
(içinde
bulunduğumuz âlemde) dahi, zâhiren (görünüşte)
kendisini da'vet eden Nebî’ye (Peygambere)
tâbi' olmayıp (uymayıp)
inkâr eder. Küffâr bu zümredendir (inkârcı bu toplumdandır) .
Bu kimse bâtınen (ruhen)
ve zâhiren (görünüş
olarak) ism-i Celâl'in (Celâl
isminin) terbiyesi tahtındadır (altındadır).
Dördüncüsü:
Aslında bir ism-i Cemâl'in mazharı (Cemâl
isminin göründüğü yer) olup zâhirde (görünüşte) hicâbiyyât-ı tabîiyye
(tabiat
perdeleriyle) ve te'sîrât-ı muhîtiyye (çevresindeki tesirler) ile
kendisini da'vet eden Nebî’yi tekzîb eder (yalanlar)
ve muvakkaten (geçici olarak) esmâ-i Celâliyye’nin
(Celâl
isminin) taht-ı te'sirinde (etkisi
altında) evkât-güzâr
(vakit geçirici)
olur. Fakat bu eyyâm-ı küfrü (küfürde
olduğu günler) içinde dahi Rabb-i hâssı (kendi
Rabbinin esas ismi) olan ismin zevki üzere bulunur: Meselâ küfr
etmekle berâber yalandan nefret eder; emânete hıyânet etmez; halka zulümden
ictinâb eyler (sakınır)
; nihâyet
nesîm-i hidâyet (hidâyetin
kokusuna) erişip birgün îmân-ı ezelîsi (eski
imanı) zâhir olur (meydana çıkar) .
İşte böyle bir kimse bâtınen (rûhen)
ism-i Cemâl'in ( Cemâl isminin) ve zâhiren (görünüşte)
ism-i Celâl'in (Celâl
isminin) taht-ı terbiyesinde (terbiyesi
altında) bulunur.
İmdi
Peygamber’in da'vetiyle herkesin muktezâ-yı isti'dâdı (istidadının
gereği) ne ise o zâhir olur (meydana
çıkar) ve irâde-i İlâhiyye (Allah’ın
irâdesi) ne sûretle
taalluk etmiş (ilişkili)
ise o vukû' bulur (meydana gelir) .
Bu kazâ ve sırr-ı kader bahsi Fass-ı
Üzeyrı'de tafsîl olunmuştur (açıklanmıştır) ,
oraya mürâcaat buyrulsun. Binâenaleyh (nitekim),
Resûl ile vâris (mirasçısı),
iblâğ cihetinden (ulaşması
bakımından) ,
ancak / emr-i teklîfiye (teklif edilen emirlere) hâdim
olurlar (hizmet
ederler) ; yoksa
emr-i irâdîye (iradi
emre) hâdim değildirler (hizmet
edemezler) . Bunun tafsîli (açıklaması) dahi Fass-ı
Ya'kûbî'dedir. Bundan başka Peygamber, aslında bir ism-i Cemâl'in
(Cemâl
isminin) mazharı (çıktığı yer) olan kimseyi, o
ism-i cüz'înin (ismin
parçasının, kısmının) rubûbiyyetinden (terbiyesinden) daha şümûllü (kapsamlı
içine alan) ve daha cem'iyyetli (toplayıcı)
olan ismin rubûbiyyetine (terbiyesine)
da'vet eder. Bu basîret üzerine da'vettir. Meselâ aslında Hâdî
isminin taht-ı terbiyesinde (terbiyesi
altında) bulunan bir kimse, cemî'-i esmâyı (bütün esmayı) muhît olan (kuşatan,
ihata eden) "Allah" ve "Rahmân" isimlerine
da'vet olunur. Ve bundan hakâyık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi
hakikâtlerin, esmanın) tebdîli (değişmesi)
lâzım gelmez. Bu keyfiyyet, bahr-i muhîtten (denizlerden)
alınan bir bardak suyun yine bahr-ı muhîte (denize)
dökülmesine benzer. Alınan su tebeddül etmedi (değişikliğe
uğramadı) ; belki bahr-i muhîta (denize)
karışıp onda mûstağrak (yok
oldu, gark) oldu. Ve bu ism-i câmi'a (isimlerin bütün hepsinin toplu olarak) mazhariyet
(çıktığı
yer) ancak, İnsân-ı Kâmil’de oIur.
İmdi
Hz. Şeyh (r.a.) da'vet, bir ismin rubûbiyyetinden (terbiyesinden),
diğer ismin rubûbiyyetine (terbiyesine)
olduğunu Hak Teâlâ Hazretlerinin
........................................... (Meryem, 19i85) kelâm-ı münîfiyle
(yüce sözleriyle)
istişhâd buyururlar (şahit
gösterirler).
Ma'lûm
olsun ki, ehl-i âlem (insanlar)
, muttakî
olmaları (çekinmeleri,
korkmaları) cihetinden, (yönünden)
Cebbâr isminin ihâtası (kuşatması)
altındadır. Ve ittikâ (sakınma,
korunma) ceberût (büyüklük,
kibir) ve satvet (ezici kuvvet) sâhibi olan bu ismin
terbiyesinden neş'et eder (çıkar,
vücûda gelir) . Binâenaleyh (nitekim),
muttakî olan (çekinen,
korkan) kimse Cebbâr isminin celîsi (arkadaşı)
ve mazharıdır (görüldüğü
yerdir).
Şu halde onun satvet (ezici
kuvveti) ve ceberûtundan (gururundan,
kibirinden) ittikâ, (korunma)
rahmet-i âmme sâhibi olan Rahmân ismine ilticâdır (sığınmadır)
. Çünkü
Rahmân'ın, rahmâniyyeti cihetinden (yönünden)
muktezâsı (gereği) lütuf ve âtıfet (sevgi)
ve afv ve mağfirettir (bağışlamaktır). Muttakîler (korkanlar) satvet (ezici
kuvvet) ve heybet (büyüklük)
veren ism-i Cebbâr'dan intikâl edip (geçip) ism-i Rahmân indinde cem'
olunca (toplanınca)
, onların
vücûduna rahmet-i âmme (umumi,
genel rahmet) şâmil olacağından, (kaplayacağından,
içine alacağından) artık merhûm (kendisine
rahmet isabet etmiş) ve mağfûr (affedilmiş)
olurlar. Ve müttakîlerin (korkanların, çekinenlerin) adedi
sayılmaz derecede çok olduğu ve her birisi, bir ismin mazharı bulunduğu
(çıktığı
yer olduğu) halde, cümlesinin Rahmân ismi tahtında (altında) toplanması, mazhar (görüntü
yeri) oldukları isimlerden daha şümûllü (içine
alan) ve daha cem'iyyetli (toplayıcı)
olan bir isme da'vet olunduklarını gösterir.
Bunun
aksi de böyledir. Ya'nî muttakî olmayan (korkmayan,
çekinmeyen) kimseler ki, dünyâda Rahmân isminin celîsidir (arkadaşıdır)
; /
âhirette Cebbâr ve Müntakım gibi esmâ-i Celâliyye’ye (Celâl
isimlerine) da'vet olunurlar. Zîrâ, bu kimselerin adedi dahi
pek çoktur. Ve her birerleri Şedîd, Dârr gibi birer esmâ-i' Celâliyye’nin
(Celâl
isminin) mazharıdır (çıktığı
yerdir) . Ve
dünyada ism-i Rahmân tahtında (Rahman
ismi altında) müctemi' olup
(toplanıp) envâ'-ı huzûzât-ı (çeşitli zevklerle) nefsâniyyelerini
(nefislerini)
istîfâ ederler (tatmin
ederler).
Fakat bi'l-âhire (sonunda) Müntakım ismi tahtında (altında)
müctemi' olup
(toplanıp) kendilerinden intikam alınır.
İşte
bu âyet-i kerîmede Hak Teâlâ, harf-i gâye olan (y)’yı cemî'-i esmâya
(bütün
esmayı) şâmil olan (içine alan) "Rahmân"
ismine mukârin (bitişik,
yakın) kıldı ve bundan "Rahmân" isminin kâffe-i
esmâya (bütün
isimleri) şâmil olduğu (içine
aldığı) anlaşılır. Çünkü "Rahmân" ismi ile
"Allâh" ismi arasında fark yoktur. Ve ehl-i âlemden (insanlardan)
her birisi, bir ismin terbiyesi altındadır. Ve herkes kendi
Rabb-i hâssı (Rabb’inin
has ismi) olan ismin abdidir (kuludur)
. Binâenaleyh
(nitekim),
Peygamber o esmâ-i müteferrikadan
(bir kısım
esmadan) ism-i Rahmân veyâ
ism-i Allâh'ın terbiyesine da'vet eder. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
...............................................................(Yûsuf,
12/39) ya'nî "Erbâb-ı müteferrika (akli
düşünce sahipleri) mı hayırlıdır,
yoksa Vâhid-i Kahhâr (tek
Kahhar) olan Allah mı hayırlıdır?" Ve kezâ diğer bir
âyette de buyurur: .................................. (İsrâ, 17/110j
ya'nî "Yâ habîbim! De ki: “Allah'a da'vet ediniz veyâhut Rahmân'â
da'vet ediniz!". Bu da'vet basîret üzere olan bir da'vettir.
Çünkü
erbâb-ı müteferrikanın (ayrı
ayrı kişilerin) abdi (kulu) olmaktan kurtarıp İlâh-ı vâhidin
(tek olan İlâh’ın)
ubûdiyyetine (kulluğuna)
idhâl eder (sokar). Böyle olunca
basîret sâhibi olan Muhammedî indinde da'vet,
Hakk'ın hüviyyeti (Hakk’ın
Zât’ı) haysiyyetiyle (bakımından) değil, esmâ
haysiyyetiyledir (bakımındandır).
Zîrâ hüviyyet-i Hak (Hakk’ın
Zâtı) her mazharda (yerde)
mevcûddur.
Mâdemki
da'vet esmâ haysiyyetiyledir (bakımındandır)
ve biz bildik ki, âlem
ism-i Cebbâr'ın (Cebbar
isminin) ihâtası (kuşatması)
altındadır, şu halde ehl-i âlem (insanlar),
ism-i Rahmân'ın (Rahman isminin) ihâtası (kuşatması)
altına girmek için bu ism-i Cebbâr (Cebbar
ismi) onların müttakî olmalarını (çekinmelerini,
korkmalarını) îcâb etti (gerektirdi)
. Ve
ism-i Rahmân'ın îcâb ettiği (gerektirdiği)
takvânın (Allah’tan korkmanın, çekinmenin) hakîkatı
budur ki, muttakî (sakınan, çekinen kişi) kendinden
sâdır olan (çıkan)
hayrât ve kemâlâtı nefsine muzâf kılmayıp (kendi nefsine bağlamayıp) Fâil-i
hakîkî (fiili
işleyen) Hak'tır, bunların cümlesi ona râci'dir (geri döner) der ve Hakk'ı nefsine
vikâye, ya'nî
siper, ittihâz (kabul)
eder ve şurûr (kötülükler)
ve nekayısı (noksanlıkları) kendi nefsine muzâf
(ait) kılıp
nefsini Hakk'a vikâye, ya'nî siper kılar. Zîrâ nekayıs (noksanlıkların) ve şurûrun (kötülüklerin)
menşei (kökü)
izâfi (bir
şeye göre) ve i'tibârî (nisbî)
olan vücûdât-ı kevniyyedir (kevni
varlıkların vücutlarıdır).
Binâenaleyh (nitekim),
bu nekayıs (noksanlıklar)
ve şurûr (kötülükler)
dahi izâfi-(bir
şeye göre olan) ve i'tibârî olan (gerçekte
olmayıp var kabul edilen, nisbî) bir şeydir ve umûr-ı
ademiyyedir (yok
olan hususlardır).
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
07.05.2002
|