23.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XXIII. Bölüm)

İmdi mekrlerinde "Âlihenizi terk etmeyiniz ve Vedd'i, ve Süvâ'-ı ve Yeğûs'u ve Yaûk'u ve Nesr'i de terk etmeyiniz" (Nûh, 71/23) dediler. Zirâ muhakkak onlar âlihelerini terk ettikleri vakit, onlardan terk ettikleri kadar, Hak'tan câhil olurlar. Zîrâ Hak için her bir ma'bûdda bir vech vardır. Onu bilen bilir ve bilmeyen de bilmez. Ve Hak Teâlâ Muhammedîler hakkında: "Ey Habîbim! senin Rabb'in ancak ona ibâdet etmenizi kazâ eyledi, ya'nî hükmetti" (İsrâ, 17/23) buyurdu (26).

Ya'nî dâî (davet eden) ile med'uvv (davet edilen) min-haysü'l-hüviyye (hüviyeti, zâtı bakımından) şey'-i vâhid (tek şey) olduğu halde, Cenâb-ı Nûh'un kavmini da'vet etmesi mekr (hile) olduğu cihetle (yönüyle) kavmi dahi ona mekr (hile, aldatmaca) olmak üzere birbirlerine hitâben dediler ki: “Sakın âlihelerinizi (ilâhlarınızı) terk etmeyiniz ve insan şeklinde masnû' (meydana getirilmiş) olan Vedd'i ve deve sûretindeki Süvâ'ı ve arslan sûretinde musavver (şekillendirilmiş) Yeğûs'u ve at şeklindeki Yaûk'u ve kartal biçimindeki Nesr'i terk etmeyiniz. Zîrâ bunlar mezâhir-i İlâhiyye’dir. (İlâhiyye’nin görüntü yerleridir) Ve bizi da'vet eden Peygamber ise, Hakk'ı bu mezâhirden (görüntü yerlerinden, birimlerden) ihrâc edip, (atıp) bu asnâmda (putlarda) vech-i Hakk'ı (Hakk’ın Zât’ını) müşâhededen (seyretmekten) bizi men' eder ve biz ayn-ı cem'de (kendimiz cemde) olduğumuz halde, bizi farka da'vet eyler dediler. Filhakîka (doğrusu) da kavm-i Nûh âlihelerini (İlâhlarını) terk ettikleri vakit, onlardan terk ettikleri kadar, Hak'tan câhil olurlar. Çünkü Hak, Hüviyyetiyle (Zât’ı ile) cemî'-i zerrâtta (bütün zerrelerde) mevcûddur. Binâenaleyh (nitekim), O'nun her ma'bûdda (tapınılanda) bir vech-i hâssı (Zât’ ın hususiyeti) vardır. O vechi (hakikâti) bilen kimse, Hakk'ı  bilir ve bilmeyen kimse dahi, bilmez. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: ............................ (Bakara, 2/115) "Ne tarafa teveccüh ederseniz edin (yönelir, dönerseniz dönün);   Allâh'ın vechi  (Zât’ı) vâkı'dır. (oradadır) "

Ârif i billâh Hasan Sencerî buyurur:
Beyit:

(Tercüme) "Kâfirler, putların yüzüne secde ederler. Bütün yüzler senin cânibinedir (tarafınadır), bütün yüzler senin cânibine!... (tarafına...) " 

Ve bu îzâhtan (açıklamadan), putperestliğin câiz olduğu anlaşılmasın. Belki putperestlik vazî' (bayağı, alçak) olan kimselerin ve Hudâ-perestlik (Hakk’a inanmak) ise şerîf (şerefli) olanların kârıdır.

Ma'lûm olsun ki, Ulûhiyyet ve me'lûhiyyet (İlâhı bulunmak) ve âbidiyyet (kulluk) ve ma'bûdiyyet (tapınılan) ve sâcidiyyet (secde edicilik) ve mescûdiyyet, (kendisine secde edilen) her bir aynda (kaynakta, birimde) zâhirdir (görülür).  Eğer bir kimse o mazharın (görüntü yerinin, kişinin) hicâbiyyetine (perdeli olduğu) ve sanemiyyetine (putuna) ibâdet etse veyâhut o ma'bûd-i masnû'da İlâh’ın tahayyülüne (hayalinde canlandırdığı  puta, İlâh’a) tapsa, kendi hayâline ve hevâsına (arzularına) tapmış olur. Ve bunda yalnız putperestlerin putu değil, mü'min geçinen birtakım kimselerin İlâh-ı mu'tekad (düşüncelerinde inandığı İlâh) ve muhayyelleri (hayalleri) dahi dâhildir. Fakat bir kimse her ma'bûdda (tapınılan) ve her mazharda (görüntü yerinde, birimlerde) hasr ve ta'yîn bulunmaksızın (çerçeve içine alınmamış, tahdîd edilmemiş belirlenmemiş) vâhid (Tek), Ahad olan Allah Teâlâ'ya ibâdet etse, o kimse ârif ve mükâşif olmuş (sırları görmüş) olur. Bunun için Allah Teâlâ, Muhammedîler hakkında: "Yâ habîbim, küllün Rabb'i olan senin Rabb''ın, âncak O'na ibâdet etmenizi kazâ, ya'nî hükm eyledi" buyurdu. Zîrâ, her kim puta tapsa veyâhut tahayyül eylediği (hayalinde canlandırdığı) bir ma'bûda (İlâh’a) ibâdet etse, mutlaka Hakk'a ibâdet etmiş olur. Çünkü gerek mezâhir-i sûrîde (görüntü yerleri olan sûretlerde) ve gerek hayâlât gibi mezâhir-i ma'nevîde (düşüncelerde) zâhir olan (görülen) hep Hak'tır. Vücûd birdir; o da ancak Hakk'ın vücûdudur.

Beyt:
(Tercüme) "Gayreti cihanda gayri koymadı; şübhesiz bütün eşyânın"ayn"ı oldu."

İmdi, âlim olan bilir ki, ibâdet olunan kimdir ve hangi sûrette zâhir oldu, tâ ki ibâdet olundu. Ve bilir ki, muhakkak tefrîk ve kesret suver-i mahsüsede a'zâ gibi ve suver-i rûhâniyyede kuvâ-yı ma'neviyye gibidir. Böyle olunca, her bir ma'bûdda Allâh'ın gayrisine ibâdet olunmadı. Binâenaleyh, âbidin ednâsı onda Ulûhiyyet tahayyül eden kimsedir. Eğer bu tahayyül olmasaydı, taşa ve onun gayrisine ibâdet olunmazdı. Ve işte bunun için, Hak Teâlâ buyurdu ki: "Sen onlara, ma'bûdlarınızı tesmiye edin, de!" (Ra'd, 13/33) İmdi eğer onlar o ma'bûdları tesmiye edeydiler, onlar onları taş, ağaç ve yıldız isimleriyle tesmiye ederlerdi (27).

Ya'nî Evliyâ-i Muhammediyyîn’den (Hz.Muhammed’e bağlı Velilerden olan) âlim-i billâh olan (Allah’ı bilen) kimse, putperestlerin ibâdeti vaktinde (ibadet ettikleri vakit) kime ibâdet olunduğunu ve ibâdet olunanın hangi sûrette zâhir idiğini bilir ve kezâ o âlim-i billâh  olan (Allah’ı bilen kişi) bilir ki, ma'bûd-ı vâhiddeki (tek İlah’taki) tefrîk (farklı olma) ve kesret (çokluk), insanın suver-i mahsüsede (insan bedenindeki organlar gibi), eli, ayağı, kulağı, gözü ve emsâli (benzer) a'zâsı (organları) gibidir; ve suver-i rûhâniyyede (rûhi sûretlerde) dahi kuvve-i basar (görme gücü); kuvve-i sem', (işitme gücü) kuvve-i şemm (koku alma gücü,) kuvve-i lems (dokunma gücü) , kuvve-i müfekkire (düşünme gücü), kuvve-i hâfıza (hafıza gücü) ve kuvve-i hayâliyyesi (hayal gücü) ve emsâli (benzeri) kuvâ-yı ma'neviyyesi (manevi güçleri) gibidir. Ya'nî insanın a'zâ (organlarının) ve kuvâsının (güçlerinin) kesreti (çokluğu) sûretinin Ahadiyyetine (tekliğine, tek oluşuna) halel (eksiklik) vermediği gibi, ma'bûdâtın (İlâhların) kesreti (çokluğu) ve teferruku (farklı oluşları) dahi Hakk'ın Ahadiyyetini   mâni’ (engel) değildir. Binâenaleyh (nitekim), herhangi ma'bûda (İlâh’a, puta) ibâdet olunursa olunsun,  yine Hakk'a ibâdet olunmuş olur. O'nun gayrine (O’ndan başkasına) ibâdet olunmak mutasavver değildir (düşünülemez). Şu halde, âbidin (kulun) en aşağısı, her bir ma'bûdda (İlâh’ta) Hakk'ı müşâhede etmeyip (görmeyip) onda Ulûhiyyet (Allah’lık) tahayyül eden (düşünen) kimsedir. Böyle olan kimse ilâhdan gâfil (gaflete düşmüş) ve mahcûbdur (perdelidir). Eğer her ibâdet olunan şeyde Ulûhiyyet (Allah’lık) ma'nâsı tahayyül olunmasaydı, (düşünülmeseydi) taşa ve onun gayrı (ondan başka) ay ve güneş gibi şeylere ibâdet olunmazdı. İşte her ma'bûdda (İlâh’ta) Ulûhiyyet (Allah’lık) tahayyül olunduğu (düşünüldüğü) için, Hak Teâlâ Hazretleri: / Yâ habîbim! sen kavmine: "Siz ma'bûdlarınızı (İlâhlarınızı) adlarıyla çağırınız de!" (Ra'd, 13/33) buyurdu. Şu halde, eğer onlar o ma'bûdları (İlâhlarını) adlarıyla çağıraydılar, elbette onlara taş, ağaç ve yıldız namlannı (adlarını) verip onları "Allah" ismiyle tesmiye etmezlerdi (adlandırmazlardı).

Ve eğer onlara: "Kime ibâdet ettiniz?" denilse, "Bir İlâh’a" derlerdi. Allâh'a ve İlâh’a demezlerdi. Ve âbidin a'lâsı, onda Ulûhiyyet tahayyül etmedi. Belki bu, meclâ-yı İlâhîdir; onun ta'zîmi iktizâ eder, dedi. Böyle olunca o iktisâr etmez. Sâhib-i tahayyül olan âbid-i ednâ ise: "Biz, bunlara bizi Allâh'a kurbeti  yaklaştırsınlar diye taparız" (Zümer, 39/3) derler. Ve âbid-i a'lâ, der ki: "Sizin İlâhınız ancak İlâh-ı Vâhiddir"; binâenaleyh nerede zâhir olursa "O'na inkıyâd edin"; ve nâr-ı tabîatı sönmüş olan "muhbitlere müjde ver!" (Hac, 22/34) Îmdi onlar "ilâh" dediler ve "tabîat" demediler (28).

Ya'nî kavm-i Nûh'a veyâ müteaddid (çeşitli) putlara tapan kimselere "kime ibâdet ettiniz?" diye sorulsa, onlar cevaplarında elbette bir İlâh’a, ya'nî  İlâh-ı mukayyede (kayıtlı olan İlâh’a) taptık derlerdi. Yoksa Allah Teâlâ'ya ve İlâh-ı Mutlak’a (Mutlak olan İlâh’a, Allah’a) taptık demezlerdi. Demek ki, onlar dahi, ma'bûdlarında (İlâhlarında) Ulûhiyyet-i Mutlaka’yı (Allah’ı) hasr etmiyorlar (dar bir çerçeve içine almıyorlar, kayıtlamıyorlar); belki Ulûhiyyet’i (Allah’ı) tahayyül (hayal) ediyorlar. Fakat her mazhârda (görüntü yerlerinde, birimlerde) ve cemî'-i zerrâtta (bütün zerrelerde) Hakk'ı müşâhede eden (gören) âbid-i a'lâ (yüce kul),  o asnâmda (putlarda) Ulûhiyyet (Allah’lık) tahayyül (hayal) etmez; belki bu meclâ-yı İlâhî’dir, (Allah’ın görünen aynasıdır) ta'zîmi (saygısını göstermesi) îcâb eder, der. Binâenaleyh (nitekim) o, Hakk'ı ma'bûd-ı müteayyen (taptıkları belli varlıklar ile) ve mukayyede (kayıtlanmışlar ile) münhasır kılmaz (sınırlamaz) .  Çünkü bu âbid (kul) / cemî -i merâyâ-yı eşyâda (ayna olan bütün varlıklarda) Hakk'ı müşâhede eder (görür) ve bu ma'bûd (tapınılan) dahi o âyînelerden (aynalardan) birisidir. Ve Hak, zâtı cihetinden (Zât’ı yönünden) vâhid (tek) ve o âyînelerde (aynalardan) mün'akis olan (yansıyan) esmâsının sûretleriyle kesîrdir (çoktur) . Ve bu ma'bûdda (tapınılanlarda) Ulûhiyyeti (Allah’lık) tahayyül eden (düşünen) âbid-i ednâ (aşağı mertebede olan kul) ise, âbid-i a'lânın (yüksek mertebede olan kulun) müşâhedesinden (seyrinden) bî-haber (habersiz) olduğundan, biz bunlara bizim Allâh'a yakınlığımızı yaklaştırsın diye tapıyoruz  derler. Nitekim el-yevm (günümüzdeki) Îsevîlere Hz. Îsâ'nın ve Hz. Meryem'in tasvirleri (resimleri) önünde niçin tapındıkları sorulduğu vakit aynı cevâbı veriyorlar. Fakat âbid-i a'lâ (yüksek mertebede olan kul) onlarâ hitâben: “Sizin ilâhınız ancak ilâh-ı vâhiddir. (tek olan ilâhtır) Nerede zâhir olursa olsun (nerede meydana çıkarsa çıksın) ona inkıyâd edin; (teslim olun) Hakk'ın tecelliyât-ı kesîresi (oluşumlarının, meydana gelenlerin çokluğu) sizi zât-ı vâhidden (tek zat’tan) hicâba düşürmesin (perdelemesin) , der.

Ey-me'mûr (görevli) olan zât! Nâr-ı tabîatları (tabiat ateşleri) sönmüş ve Hakk'a perde olan enâniyetleri (benlikleri) münkesir olmuş (kırılmış) olan muhbitîn (mütevâzi olanlar), ya'nî mütezellilîn-i hâşi'în (çok mütevâzi olan huşû sahipleri),  "İlâh" dediler, "tabîat" demediler. Zîrâ kendilerinde gâlip (üstün) olan şey ne ise onu bildiler. Ve onların nâr-ı tabîatları (tabiat ateşleri) söndüğü vakit, İlâhiyyet zâhir (meydana çıkar) ve gâlip (üstün) olur ve kendilerinde olan nâr-ı tabîatın (tabiat ateşinin) sönmesinden, tabîatın müteessir olan (etkilenen) bir şey olduğunu ve tasarrufun (idare etmenin, kullanmanın, sahiplenmenin) tabîat için değil, Hak için sâbit (mevcut) olduğunu bilirler. Binâenaleyh (nitekim), onlar "İlâh" ismini verirler. Eski ve yeni feylesoflar (filosoflar) gibi "Tabîat şöyle yaptı, böyle yaptı" demezler. Halbuki tabîat, mutasarrıf (idare eden) değildir; belki kendisi mahall-i tasarruf (idare edilen yer, mahal) ve infiâldir (etkiyi kabul eden, etkilenendir).

"Ve birçoğunu ıdlâl eylediler. "Ya'nî vâhidin vücûh ve niseb ile ta'dâdında hayrete düşürdüler. Ve kitâba vâris kılınıp  mustafeyn olan, nefislerine "zulmedenler" ziyâde etmediler." Ve o üçün evvelidir. İmdi, Hak onu "muktesıd" ve "sâbık" üzerine takdîm etti. Ancak dalâlen, ya'nî hayreten, ziyâde eyledi. , Muhammedî ise "Sen'de hayreti bana ziyâde et!" dedi. Her ne vakit onlara aydınlık olsa, onun içinde yürürler ve üzerlerine karanlık bastıkda kaim olurlar. İmdi hâir için devr vardır ve hareket-i devriyye kutbun etrâfındadır; ondan ayrılmaz (29).

Ya'nî kavm-i Nûh vücûd-ı vâhidi (tek olan vücûdu), mezâhir âyînelerine mün'akis olan (görüntüyü aksettiren aynalarda) onun muhtelif (çeşitli) vücûh (vecihlerini, yüzlerini) ve sûretlerini ve kendisinde olan esmâ ve sıfât nisbetlerini (vasıflarını) ta'dâd etmek (saymak) sûretiyle halkın bir çoğunu şaşırtıp hayrete düşürdüler.

Misâl: Bir odanın duvarlarına muka'ar (çukur) ve muhaddeb (tümsekli) ve muka'ariyyet (çukur olan) ve muhaddebiyyeti (tümsek olanla) mümtezic (karışık) on âyîne (ayna) ta'lîk edilse (asılsa) , odanın ortasında kâim olan (ayakta duran) şahs-ı vâhidin (tek şahsın) zıll (gölgesi) ve hayâli hepsine mün'akis olur (yansır) ve şahıs bir iken  on sûret görünür ve âyînelerin (aynaların) tarz-ı i'mâli (yapılış şekli) başka başka olduğundan her birine mün'akis olan (yansıyan) hayâl dahi birbirine benzemez. Birinde uzun bir vecih (yüz), ince bacaklar ve diğerinde yamyassı ve müdevver (yuvarlak) bir vecih (çehre) ve top gibi yuvarlak bir gövde, kısacık bacaklar ve birisinde uzun bir vecih (çehre) ve şişman bir gövde ve sâirlerinde (diğerlerinde) de bunlara makıys (benzer) birer sûret müşâhede olunur (görülür).  Halbuki, cümlesi (hepsi) bir şahsın zıllidir (gölgesidir). Bu ihtilâf (farklılık) ancak âyînelerin (aynaların) ihtilâfından (farklılığından) münbaisdir (ileri gelir).  Şimdi odaya giden diğer bir kimse o hayâlâtı görüp her birini başlı başına birer vücûd zannetse ve zıllin (gölgenin) sâhibi olan şahs-ı vâhidden (tek olan şahıstan) gâfil olsa, bu, şaşkınlıktan başka birşey değildir. Böyle bir kimse, bu gördüğü hayâlâta vücûd verdiği için şaşkın olduğu gibi, bu iddiâsına başkalarını da da'vet etse, onları da şaşırtıp hayrete düşürür. /  İşte bu tâifenin (grubun) hayreti, cehle (bilgisizliğe) müstenid (dayanan) bir şaşkınlıktan mütevellid olduğu (meydana geldiği) için, hayret-i mezmûmedir (yerilmiş, ayıplanmış hayrettir) . Fakat bu merâyâ-yı muhtelifede (çeşitli aynalarda) zâhir olan (görülen) sûretle  hep şahs-ı vâhidin (tek kişinin) zılli (gölgesi) olup, mahallin ihtilâfı (yerin farklılığı) hasebiyle böyle   muhtelif (çeşitli) vücûh ile göründüğünü bilen kimselerin hayreti, ilme müstenid (dayalı) olduğu için hayret-i mahmûdedir (beğenilmiş hayrettir) . Zîrâ bu tâife: .......................... (Bakara, 2/115) âyet-i kerîmesi muktezâsınca (gereğince), her cihetten (yönden) vücûd-ı vâhid-i (tek vücûdu) Hakk'ın tecellîsini (görüntüsünü) görürler. Ve o tecellîde (görünende) istihlâk ve hayretlerinden ve vücûd-ı vâhidin (tek vücûdun) müşâhedesinden (seyrinden) nâşî (dolayı) bir vechi (hakikâti) diğer vecihten (hakikâtten) ve bir ciheti (yönü) diğer cihetten (yönden) fark ve temyîz edemezler (ayıramazlar).

Beyit:
( Tercüme )
"Cilvelenme bana beyhûde emîr-i hac ki, 
Gördüğün Kâ'be senin; ben görürüm beyti Hudâ"

(Tercüme )
"Vech, birden gayri değildir.
Sen âyîneleri saydığın vakit, taaddüd eder. (sayısı artar)"

İmdi bu şuhûd (görme) ,  zevk-i Muhammedî üzere olan şuhûddur (görmedir) . Ve bu şuhûd (görüş) sâhibi olanlar nefislerine zulmedenlerdir ki, onlar kitâb-ı Kur'ân ve Furkân'a, ya'nî cem' ve farka, vâris kılınan (mirasçı olan) güzîdegândır (seçkinlerdir). Ve onların nefislerine zulmü, vücûd-i imkânîlerinin (bedenlerinin) muktezâsı (gereği) olan şehevâtı (zevkleri) terk etmeleri ve zılâl-i esmâiyyeden (esmanın gölgelerinden) ibâret vücûdât-ı mukayyede (kayıtlı vücûtlarını) ve müteayyenelerini (belirmiş, meydana çıkmış vücutlarını) nefyeylemeleridir (negatif olumsuz hale getirmeleri, yok etmeleri, sürgün etmeleridir). Ve bu "nefislerine zâlim olanlar": ...............................................................(Fâtır, 35/32) âyet-i kerîmesinde zikrolunan (adı geçen) üç tâifenin evvelkisidir. Ve Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bu üç / tâife hakkında: ............................................. ya'nî "Onların cümlesi (hepsi) vâhid (teklik) menzilesindedir (rütbesindedir) ve hepsi cennettedir" buyurdular: İmdi "nefsine zâlim olan" kimse vâhid-i hâkîkîyi (tek gerçek olanı) birtakım i'tibârât (kabul edişler) ile teksîr edip (çoğaltıp) bu kesrette (çokluk âleminde) de vahdeti (tekliği) müşâhede eder (seyreder) ve"muktesıd" (orta yolu tutan, dengeli, ölçülü olan) ise vâhidde kesreti (teklikte çokluğu) ve kesrette vâhidi (çoklukta tekliği) müşâhede edip (görüp) bu iki şuhûd (görüş) arâsını cem' eder (toplar) ve "sâbık" (rütbe olarak önde olan) ise adedi birleştirip kesîri vâhid (çoklukları tek) müşâhede eder (görür) . Binâenaleyh (nitekim) "muktesıd" (orta yolu tutan, dengeli, ölçülü olan) ile "sâbık" (rütbe olarak önde olan) Hakk'ın ve halkın (yaratılmışların) vücûdlarını i'tibâr (kabul) ve isbât ettiklerinden (vardır dediklerinden) ehl-i hayret (hayret sahibi) değildirler. Fakat "zâlim"-i Muhammedî (hakikat daha kendilerine açılmamış Müslümanlar, karanlıkta olan Muhammediler) vâhidi i'tibârât (tekliği kabul ediş) ile kesîr (çok) gördüğü ve halkın (yaratılmışların) vücûdunu i'tibâr (kabul) ve isbât etmediği (vardır demediği) için hayrettedir. ................................... (Nûh, 71/24) Şu halde Hak, onun hayretini ziyâde eder (artırır). Nitekim Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz …………………………………………  ya'nî "Yâ Rab, benim hayretimi sende ziyâde et! (artır) " buyurur. Ve bu hayret hayret-i mahmûdedir (beğenilmiş hayrettir) .

Ma'lûm olsun ki, bu âyet-i kerîme sûre-i Nûh'da vâki': (Nuh suresinde mevcut) .......................... (Nûh, 71/24) âyet-i kerîmesini müteâkıben (sonra, ardı sıra) şeref-vârid olur; (şereflenir) ve şu halde ................................... (Nûh, 71/24) kavli (sözü) kavm-i Nûh'a (Nuh’un kavmine) âit bulunur. Çünkü "zulm"ün ma'nâ-yı lügavîsi (lûgat manâsı) "Bir şeyi mevziinin gayri olan (kendi yerinden başka) bir yere vaz' etmek"tir (koymaktır).  Kavm-i Nûh ise, hacer (taş) ve şecerden (ağaçtan) yaptıkları mezâhir-i asnâmda (görüntü yerlerinden olan putlarda) Ulûhiyyet (Allah’lık) tahayyül edip (düşünüp) onlara taabbüd ettikleri (tapındıkları) için, Ulûhiyyeti (Allah’ı) mevziinin gayri olan mahalle (bulunduğu yerden başka bir yere) vaz' etmekle (koymakla) zâlim oldular. Ve nefislerine zulmeden zâlim-i Muhammedîler ise şehevât-ı nefsâniyyelerini (nefislerindeki şehvetlerini) mahalline (yerine) vaz' etmediler (koymadılar) .  Belki muhâlefet edip (karşı gelip) terk ettiler; ve vücûd-ı vâhidi (tek olan vücûd) birtakım niseb-i ademiyye (yok olan sıfatlar) ile teksîr etmekle (çoğaltmakla) zulm eylediler. Onun için Şeyh (r.a,) sûre-i Nûh'da (Nuh sûresinde) olan bu âyet-i kerîmede vâki' (geçmiş olan) "zâlimîn" kavlini (sözünü) lisân-ı işâretle "ehl-i kemâl" tarafına (kemâl sahiplerine) işâreten tefsîr buyurdular (yorumladılar).

O hayret-i mahmûde (beğenilen  hayret) sâhibi olan Muhammedîlere Hak, her ne vakit nûr-ı Ahadiyyet (Ahadiyet nurları) ile tecellî edip izâe eylese (aydınlatsa), onlar o nûr içinde yürürler. Zîrâ tecellî-i Ahadî (Tek’in bilinmesi) ile keserât (çokluk) ve hicâb-ı taayyünât (meydana gelmişlerden ileri gelen perdelenmeler) kalkar. Binâenaleyh (nitekim), mûcib-i hayret olan (hayret gerektiren) taaddüdât (çokluklar) dahi mürtefi' olur (kalkar) ve taayyünât-ı kesîre (meydana çıkan çokluk) perdelerinin karanlığı çöktüğü vakit hayrete düştükleri halde dururlar, yürümezler ve kat'-ı merhale etmezler (yol alamazlar). Ve hayrette olanlar ise devrederler (aynı yerde dönerler). Ve hareket-i devriyye (dönme hareketi) ise kutup etrafındadır, ondan ayrılmaz. Binâenaleyh (nitekim) onun devrinin / evveli ve âhiri (sonu) yoktur.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

14.05.2002


Üst Ana sayfa e-mail