[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XXIII. Bölüm)
İmdi
mekrlerinde "Âlihenizi terk etmeyiniz ve Vedd'i, ve Süvâ'-ı ve Yeğûs'u
ve Yaûk'u ve Nesr'i de terk etmeyiniz" (Nûh, 71/23) dediler. Zirâ
muhakkak onlar âlihelerini terk ettikleri vakit, onlardan terk ettikleri
kadar, Hak'tan câhil olurlar. Zîrâ Hak için her bir ma'bûdda bir vech
vardır. Onu bilen bilir ve bilmeyen de bilmez. Ve Hak Teâlâ Muhammedîler
hakkında: "Ey Habîbim! senin Rabb'in ancak ona ibâdet etmenizi kazâ
eyledi, ya'nî hükmetti" (İsrâ, 17/23) buyurdu (26).
Ya'nî
dâî (davet
eden) ile med'uvv (davet
edilen) min-haysü'l-hüviyye (hüviyeti,
zâtı bakımından) şey'-i vâhid (tek
şey) olduğu halde, Cenâb-ı Nûh'un kavmini da'vet etmesi mekr
(hile) olduğu
cihetle (yönüyle)
kavmi dahi ona mekr (hile,
aldatmaca) olmak üzere birbirlerine hitâben dediler ki: “Sakın
âlihelerinizi (ilâhlarınızı)
terk etmeyiniz ve insan şeklinde masnû' (meydana getirilmiş)
olan Vedd'i ve deve sûretindeki Süvâ'ı ve arslan sûretinde
musavver (şekillendirilmiş)
Yeğûs'u ve at şeklindeki Yaûk'u ve kartal biçimindeki Nesr'i
terk etmeyiniz. Zîrâ bunlar mezâhir-i İlâhiyye’dir. (İlâhiyye’nin
görüntü yerleridir) Ve bizi da'vet eden Peygamber ise, Hakk'ı
bu mezâhirden (görüntü
yerlerinden, birimlerden) ihrâc edip, (atıp)
bu asnâmda (putlarda)
vech-i Hakk'ı (Hakk’ın
Zât’ını) müşâhededen (seyretmekten) bizi
men' eder ve biz ayn-ı cem'de (kendimiz
cemde) olduğumuz
halde, bizi farka da'vet eyler dediler. Filhakîka (doğrusu)
da kavm-i Nûh âlihelerini (İlâhlarını)
terk ettikleri vakit, onlardan terk ettikleri kadar, Hak'tan câhil
olurlar. Çünkü Hak, Hüviyyetiyle (Zât’ı
ile) cemî'-i zerrâtta (bütün
zerrelerde) mevcûddur. Binâenaleyh (nitekim),
O'nun her ma'bûdda (tapınılanda)
bir vech-i hâssı (Zât’
ın hususiyeti) vardır. O vechi (hakikâti)
bilen kimse, Hakk'ı
bilir ve bilmeyen kimse dahi, bilmez. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:
............................ (Bakara, 2/115) "Ne tarafa teveccüh
ederseniz edin (yönelir, dönerseniz
dönün); Allâh'ın
vechi (Zât’ı)
vâkı'dır. (oradadır)
"
Ârif
i billâh Hasan Sencerî buyurur:
Beyit:
(Tercüme)
"Kâfirler, putların yüzüne secde ederler. Bütün yüzler senin cânibinedir
(tarafınadır),
bütün yüzler senin cânibine!...
(tarafına...) "
Ve
bu îzâhtan (açıklamadan),
putperestliğin câiz olduğu
anlaşılmasın. Belki putperestlik vazî' (bayağı,
alçak) olan kimselerin ve Hudâ-perestlik (Hakk’a
inanmak) ise şerîf (şerefli)
olanların kârıdır.
Ma'lûm
olsun ki, Ulûhiyyet ve me'lûhiyyet (İlâhı
bulunmak) ve âbidiyyet (kulluk) ve
ma'bûdiyyet (tapınılan)
ve sâcidiyyet (secde
edicilik) ve mescûdiyyet, (kendisine
secde edilen) her bir aynda (kaynakta,
birimde) zâhirdir (görülür).
Eğer
bir kimse o mazharın (görüntü
yerinin, kişinin) hicâbiyyetine (perdeli
olduğu) ve sanemiyyetine (putuna)
ibâdet etse veyâhut o ma'bûd-i masnû'da İlâh’ın
tahayyülüne
(hayalinde canlandırdığı
puta, İlâh’a) tapsa, kendi hayâline ve hevâsına (arzularına)
tapmış olur. Ve bunda yalnız putperestlerin putu değil, mü'min
geçinen birtakım kimselerin İlâh-ı mu'tekad (düşüncelerinde
inandığı İlâh) ve muhayyelleri (hayalleri)
dahi dâhildir. Fakat bir kimse her ma'bûdda (tapınılan)
ve her mazharda (görüntü
yerinde, birimlerde) hasr ve ta'yîn bulunmaksızın
(çerçeve içine alınmamış, tahdîd edilmemiş belirlenmemiş) vâhid
(Tek),
Ahad
olan Allah Teâlâ'ya ibâdet etse, o kimse ârif ve mükâşif olmuş (sırları
görmüş) olur. Bunun için Allah Teâlâ, Muhammedîler hakkında:
"Yâ habîbim, küllün Rabb'i olan senin Rabb''ın, âncak O'na ibâdet
etmenizi kazâ, ya'nî hükm eyledi" buyurdu. Zîrâ, her kim puta
tapsa veyâhut tahayyül eylediği (hayalinde
canlandırdığı) bir ma'bûda (İlâh’a)
ibâdet etse, mutlaka Hakk'a ibâdet etmiş olur. Çünkü gerek
mezâhir-i sûrîde (görüntü
yerleri olan sûretlerde) ve gerek hayâlât gibi mezâhir-i
ma'nevîde (düşüncelerde)
zâhir olan (görülen)
hep Hak'tır. Vücûd birdir; o da ancak Hakk'ın vücûdudur.
Beyt:
(Tercüme) "Gayreti cihanda gayri koymadı; şübhesiz bütün eşyânın"ayn"ı
oldu."
İmdi,
âlim olan bilir ki, ibâdet olunan kimdir ve hangi sûrette zâhir oldu, tâ
ki ibâdet olundu. Ve bilir ki, muhakkak tefrîk ve kesret suver-i mahsüsede
a'zâ gibi ve suver-i rûhâniyyede kuvâ-yı ma'neviyye gibidir. Böyle
olunca, her bir ma'bûdda Allâh'ın gayrisine ibâdet olunmadı. Binâenaleyh,
âbidin ednâsı onda Ulûhiyyet tahayyül eden kimsedir. Eğer bu tahayyül
olmasaydı, taşa ve onun gayrisine ibâdet olunmazdı. Ve işte bunun için,
Hak Teâlâ buyurdu ki: "Sen onlara, ma'bûdlarınızı tesmiye edin,
de!" (Ra'd, 13/33) İmdi eğer onlar o ma'bûdları tesmiye edeydiler,
onlar onları taş, ağaç ve yıldız isimleriyle tesmiye ederlerdi (27).
Ya'nî
Evliyâ-i Muhammediyyîn’den (Hz.Muhammed’e
bağlı Velilerden olan) âlim-i billâh olan (Allah’ı bilen) kimse,
putperestlerin ibâdeti vaktinde (ibadet
ettikleri vakit) kime ibâdet olunduğunu ve ibâdet olunanın
hangi sûrette zâhir idiğini bilir ve kezâ o âlim-i billâh
olan (Allah’ı
bilen kişi) bilir ki, ma'bûd-ı vâhiddeki (tek
İlah’taki) tefrîk (farklı
olma) ve kesret (çokluk),
insanın suver-i mahsüsede (insan
bedenindeki organlar gibi), eli,
ayağı, kulağı, gözü ve emsâli (benzer)
a'zâsı (organları)
gibidir; ve suver-i rûhâniyyede (rûhi
sûretlerde) dahi kuvve-i basar (görme
gücü);
kuvve-i sem', (işitme
gücü) kuvve-i şemm (koku
alma gücü,) kuvve-i
lems (dokunma gücü)
, kuvve-i
müfekkire (düşünme
gücü), kuvve-i hâfıza (hafıza
gücü) ve kuvve-i hayâliyyesi (hayal
gücü) ve emsâli (benzeri) kuvâ-yı
ma'neviyyesi (manevi
güçleri) gibidir. Ya'nî insanın a'zâ (organlarının)
ve kuvâsının (güçlerinin) kesreti
(çokluğu)
sûretinin Ahadiyyetine (tekliğine,
tek oluşuna) halel (eksiklik)
vermediği gibi, ma'bûdâtın (İlâhların)
kesreti (çokluğu)
ve teferruku (farklı
oluşları) dahi Hakk'ın Ahadiyyetini
mâni’ (engel)
değildir. Binâenaleyh (nitekim),
herhangi ma'bûda (İlâh’a,
puta) ibâdet olunursa olunsun, yine
Hakk'a ibâdet olunmuş olur. O'nun gayrine (O’ndan
başkasına) ibâdet olunmak mutasavver değildir (düşünülemez). Şu
halde, âbidin (kulun)
en aşağısı, her bir ma'bûdda (İlâh’ta)
Hakk'ı müşâhede etmeyip (görmeyip)
onda Ulûhiyyet (Allah’lık)
tahayyül eden (düşünen)
kimsedir. Böyle olan kimse ilâhdan gâfil (gaflete
düşmüş) ve mahcûbdur (perdelidir).
Eğer her ibâdet olunan şeyde Ulûhiyyet (Allah’lık)
ma'nâsı tahayyül olunmasaydı, (düşünülmeseydi)
taşa ve onun gayrı (ondan
başka) ay ve güneş gibi şeylere ibâdet olunmazdı. İşte
her ma'bûdda (İlâh’ta)
Ulûhiyyet (Allah’lık)
tahayyül olunduğu (düşünüldüğü)
için, Hak Teâlâ Hazretleri: / Yâ habîbim! sen kavmine:
"Siz ma'bûdlarınızı (İlâhlarınızı)
adlarıyla çağırınız de!" (Ra'd, 13/33) buyurdu. Şu
halde, eğer onlar o ma'bûdları (İlâhlarını)
adlarıyla çağıraydılar, elbette onlara taş, ağaç ve yıldız
namlannı (adlarını)
verip onları "Allah" ismiyle tesmiye etmezlerdi (adlandırmazlardı).
Ve
eğer onlara: "Kime ibâdet ettiniz?" denilse, "Bir İlâh’a"
derlerdi. Allâh'a ve İlâh’a demezlerdi. Ve âbidin a'lâsı, onda Ulûhiyyet
tahayyül etmedi. Belki bu, meclâ-yı İlâhîdir; onun ta'zîmi iktizâ
eder, dedi. Böyle olunca o iktisâr etmez. Sâhib-i tahayyül olan âbid-i
ednâ ise: "Biz, bunlara bizi Allâh'a kurbeti
yaklaştırsınlar diye taparız" (Zümer, 39/3) derler. Ve âbid-i
a'lâ, der ki: "Sizin İlâhınız ancak İlâh-ı Vâhiddir"; binâenaleyh
nerede zâhir olursa "O'na inkıyâd edin"; ve nâr-ı tabîatı sönmüş
olan "muhbitlere müjde ver!" (Hac, 22/34) Îmdi onlar "ilâh"
dediler ve "tabîat" demediler (28).
Ya'nî
kavm-i Nûh'a veyâ müteaddid (çeşitli)
putlara tapan kimselere "kime ibâdet ettiniz?" diye
sorulsa, onlar cevaplarında elbette bir İlâh’a, ya'nî
İlâh-ı mukayyede (kayıtlı
olan İlâh’a) taptık derlerdi. Yoksa Allah Teâlâ'ya ve İlâh-ı
Mutlak’a (Mutlak
olan İlâh’a, Allah’a) taptık demezlerdi. Demek ki, onlar
dahi, ma'bûdlarında (İlâhlarında)
Ulûhiyyet-i
Mutlaka’yı (Allah’ı)
hasr etmiyorlar (dar
bir çerçeve içine almıyorlar, kayıtlamıyorlar);
belki Ulûhiyyet’i (Allah’ı)
tahayyül (hayal)
ediyorlar. Fakat her mazhârda (görüntü
yerlerinde, birimlerde) ve cemî'-i zerrâtta (bütün
zerrelerde) Hakk'ı müşâhede eden (gören)
âbid-i a'lâ (yüce kul),
o
asnâmda (putlarda)
Ulûhiyyet
(Allah’lık) tahayyül
(hayal)
etmez; belki bu meclâ-yı İlâhî’dir, (Allah’ın
görünen aynasıdır) ta'zîmi (saygısını
göstermesi) îcâb eder, der. Binâenaleyh (nitekim) o,
Hakk'ı ma'bûd-ı müteayyen (taptıkları
belli varlıklar ile) ve mukayyede (kayıtlanmışlar
ile) münhasır kılmaz (sınırlamaz)
.
Çünkü
bu âbid (kul) /
cemî -i merâyâ-yı eşyâda (ayna
olan bütün varlıklarda) Hakk'ı müşâhede eder (görür)
ve bu ma'bûd (tapınılan)
dahi o âyînelerden (aynalardan)
birisidir. Ve Hak, zâtı cihetinden (Zât’ı yönünden)
vâhid (tek)
ve o âyînelerde (aynalardan)
mün'akis olan (yansıyan)
esmâsının sûretleriyle kesîrdir (çoktur)
.
Ve bu ma'bûdda (tapınılanlarda)
Ulûhiyyeti (Allah’lık)
tahayyül eden (düşünen) âbid-i
ednâ (aşağı
mertebede olan kul) ise, âbid-i a'lânın (yüksek
mertebede olan kulun) müşâhedesinden (seyrinden)
bî-haber (habersiz)
olduğundan, biz bunlara bizim Allâh'a yakınlığımızı yaklaştırsın
diye tapıyoruz
derler. Nitekim el-yevm (günümüzdeki) Îsevîlere
Hz. Îsâ'nın ve Hz. Meryem'in tasvirleri (resimleri)
önünde niçin tapındıkları sorulduğu vakit aynı cevâbı
veriyorlar. Fakat âbid-i a'lâ (yüksek mertebede
olan kul) onlarâ hitâben: “Sizin ilâhınız ancak ilâh-ı vâhiddir.
(tek olan ilâhtır)
Nerede zâhir olursa olsun (nerede
meydana çıkarsa çıksın) ona inkıyâd edin; (teslim olun) Hakk'ın
tecelliyât-ı kesîresi (oluşumlarının,
meydana gelenlerin çokluğu) sizi zât-ı vâhidden (tek zat’tan) hicâba
düşürmesin (perdelemesin)
,”
der.
Ey-me'mûr
(görevli) olan
zât! Nâr-ı tabîatları (tabiat
ateşleri) sönmüş ve Hakk'a perde olan enâniyetleri (benlikleri) münkesir
olmuş (kırılmış)
olan muhbitîn (mütevâzi
olanlar),
ya'nî mütezellilîn-i hâşi'în (çok mütevâzi
olan huşû sahipleri), "İlâh"
dediler, "tabîat" demediler. Zîrâ kendilerinde gâlip (üstün) olan
şey ne ise onu bildiler. Ve onların nâr-ı tabîatları (tabiat
ateşleri) söndüğü vakit, İlâhiyyet zâhir (meydana
çıkar) ve gâlip (üstün)
olur ve kendilerinde olan nâr-ı tabîatın (tabiat
ateşinin) sönmesinden, tabîatın müteessir olan (etkilenen)
bir şey olduğunu ve tasarrufun (idare
etmenin, kullanmanın, sahiplenmenin) tabîat için değil, Hak için
sâbit (mevcut)
olduğunu bilirler. Binâenaleyh (nitekim),
onlar "İlâh" ismini verirler. Eski ve yeni
feylesoflar (filosoflar)
gibi "Tabîat şöyle yaptı, böyle yaptı" demezler.
Halbuki tabîat, mutasarrıf (idare eden) değildir;
belki kendisi mahall-i tasarruf (idare
edilen yer, mahal) ve infiâldir (etkiyi kabul eden, etkilenendir).
"Ve
birçoğunu ıdlâl eylediler. "Ya'nî vâhidin vücûh ve niseb ile
ta'dâdında hayrete düşürdüler. Ve kitâba vâris kılınıp
mustafeyn olan, nefislerine "zulmedenler" ziyâde
etmediler." Ve o üçün evvelidir. İmdi, Hak onu "muktesıd"
ve "sâbık" üzerine takdîm etti. Ancak dalâlen, ya'nî
hayreten, ziyâde eyledi. , Muhammedî ise "Sen'de hayreti bana ziyâde
et!" dedi. Her ne vakit onlara aydınlık olsa, onun içinde yürürler
ve üzerlerine karanlık bastıkda kaim olurlar. İmdi hâir için devr vardır
ve hareket-i devriyye kutbun etrâfındadır; ondan ayrılmaz (29).
Ya'nî
kavm-i Nûh vücûd-ı vâhidi (tek
olan vücûdu), mezâhir
âyînelerine mün'akis olan (görüntüyü
aksettiren aynalarda) onun muhtelif (çeşitli) vücûh
(vecihlerini, yüzlerini)
ve sûretlerini ve kendisinde olan esmâ ve sıfât nisbetlerini (vasıflarını) ta'dâd
etmek (saymak)
sûretiyle halkın bir çoğunu şaşırtıp hayrete düşürdüler.
Misâl:
Bir
odanın duvarlarına muka'ar (çukur) ve
muhaddeb (tümsekli)
ve muka'ariyyet (çukur
olan) ve muhaddebiyyeti (tümsek
olanla) mümtezic (karışık) on
âyîne (ayna)
ta'lîk edilse (asılsa)
,
odanın ortasında kâim olan
(ayakta duran) şahs-ı vâhidin (tek
şahsın) zıll (gölgesi)
ve hayâli hepsine mün'akis olur (yansır)
ve şahıs bir iken
on sûret görünür ve âyînelerin (aynaların)
tarz-ı i'mâli (yapılış
şekli) başka başka olduğundan her birine mün'akis olan (yansıyan)
hayâl dahi birbirine benzemez. Birinde uzun bir vecih (yüz), ince
bacaklar ve diğerinde yamyassı ve müdevver (yuvarlak)
bir vecih (çehre)
ve top gibi yuvarlak bir gövde, kısacık bacaklar ve birisinde
uzun bir vecih (çehre)
ve şişman bir gövde ve sâirlerinde (diğerlerinde)
de bunlara makıys (benzer)
birer sûret müşâhede olunur (görülür).
Halbuki,
cümlesi (hepsi)
bir şahsın zıllidir (gölgesidir).
Bu ihtilâf (farklılık)
ancak âyînelerin (aynaların)
ihtilâfından (farklılığından)
münbaisdir (ileri
gelir). Şimdi
odaya giden diğer bir kimse o hayâlâtı görüp her birini başlı başına
birer vücûd zannetse ve zıllin (gölgenin)
sâhibi olan şahs-ı vâhidden (tek
olan şahıstan) gâfil olsa, bu, şaşkınlıktan başka birşey
değildir. Böyle bir kimse, bu gördüğü hayâlâta vücûd verdiği için
şaşkın olduğu gibi, bu iddiâsına başkalarını da da'vet etse, onları
da şaşırtıp hayrete düşürür. /
İşte bu tâifenin (grubun) hayreti,
cehle (bilgisizliğe)
müstenid (dayanan)
bir şaşkınlıktan mütevellid olduğu (meydana
geldiği) için, hayret-i mezmûmedir (yerilmiş,
ayıplanmış hayrettir) .
Fakat bu merâyâ-yı muhtelifede (çeşitli
aynalarda) zâhir olan (görülen)
sûretle
hep şahs-ı vâhidin (tek kişinin) zılli
(gölgesi)
olup, mahallin ihtilâfı (yerin
farklılığı) hasebiyle böyle
muhtelif (çeşitli)
vücûh ile göründüğünü bilen kimselerin hayreti, ilme müstenid
(dayalı)
olduğu için hayret-i mahmûdedir (beğenilmiş
hayrettir) .
Zîrâ bu tâife: .......................... (Bakara, 2/115) âyet-i
kerîmesi muktezâsınca (gereğince),
her cihetten (yönden)
vücûd-ı vâhid-i (tek vücûdu) Hakk'ın
tecellîsini (görüntüsünü)
görürler. Ve o tecellîde (görünende)
istihlâk
ve hayretlerinden ve vücûd-ı vâhidin (tek
vücûdun) müşâhedesinden (seyrinden)
nâşî (dolayı)
bir vechi (hakikâti)
diğer vecihten (hakikâtten)
ve bir ciheti (yönü)
diğer cihetten (yönden) fark
ve temyîz edemezler (ayıramazlar).
Beyit:
( Tercüme )
"Cilvelenme bana beyhûde emîr-i hac ki,
Gördüğün Kâ'be senin; ben görürüm beyti Hudâ"
(Tercüme
)
"Vech, birden gayri değildir.
Sen
âyîneleri saydığın vakit, taaddüd eder. (sayısı artar)"
İmdi
bu şuhûd (görme)
, zevk-i
Muhammedî üzere olan şuhûddur (görmedir)
.
Ve bu şuhûd (görüş)
sâhibi olanlar nefislerine zulmedenlerdir ki, onlar kitâb-ı
Kur'ân ve Furkân'a, ya'nî cem' ve farka, vâris kılınan (mirasçı
olan) güzîdegândır (seçkinlerdir). Ve
onların nefislerine zulmü, vücûd-i imkânîlerinin (bedenlerinin)
muktezâsı (gereği) olan
şehevâtı (zevkleri)
terk etmeleri ve zılâl-i esmâiyyeden (esmanın
gölgelerinden) ibâret vücûdât-ı mukayyede (kayıtlı
vücûtlarını) ve müteayyenelerini (belirmiş,
meydana çıkmış vücutlarını)
nefyeylemeleridir (negatif olumsuz
hale getirmeleri, yok etmeleri, sürgün etmeleridir).
Ve bu "nefislerine zâlim olanlar":
...............................................................(Fâtır,
35/32) âyet-i kerîmesinde zikrolunan (adı
geçen) üç tâifenin evvelkisidir. Ve Sallallahu aleyhi ve
sellem Efendimiz, bu üç / tâife hakkında:
............................................. ya'nî "Onların cümlesi
(hepsi)
vâhid (teklik)
menzilesindedir (rütbesindedir) ve
hepsi cennettedir" buyurdular: İmdi "nefsine zâlim olan"
kimse vâhid-i hâkîkîyi (tek gerçek olanı)
birtakım i'tibârât (kabul
edişler) ile teksîr edip (çoğaltıp)
bu kesrette (çokluk âleminde)
de vahdeti (tekliği)
müşâhede eder (seyreder)
ve"muktesıd" (orta
yolu tutan, dengeli, ölçülü olan) ise vâhidde kesreti (teklikte
çokluğu) ve kesrette vâhidi (çoklukta
tekliği) müşâhede edip (görüp)
bu iki şuhûd (görüş)
arâsını cem' eder (toplar)
ve "sâbık" (rütbe olarak önde
olan) ise adedi birleştirip kesîri vâhid (çoklukları
tek) müşâhede eder (görür)
.
Binâenaleyh (nitekim)
"muktesıd" (orta
yolu tutan, dengeli, ölçülü olan) ile "sâbık" (rütbe olarak önde
olan) Hakk'ın ve halkın (yaratılmışların)
vücûdlarını i'tibâr (kabul)
ve isbât ettiklerinden (vardır
dediklerinden) ehl-i hayret (hayret
sahibi) değildirler. Fakat "zâlim"-i Muhammedî (hakikat
daha kendilerine açılmamış Müslümanlar, karanlıkta olan Muhammediler)
vâhidi i'tibârât (tekliği kabul ediş)
ile kesîr (çok)
gördüğü ve halkın (yaratılmışların)
vücûdunu i'tibâr (kabul)
ve isbât etmediği (vardır demediği)
için hayrettedir. ................................... (Nûh,
71/24) Şu halde Hak, onun hayretini ziyâde eder (artırır).
Nitekim Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz
…………………………………………
ya'nî "Yâ Rab, benim hayretimi sende ziyâde et!
(artır) " buyurur. Ve bu hayret hayret-i mahmûdedir (beğenilmiş
hayrettir) .
Ma'lûm
olsun ki, bu âyet-i kerîme sûre-i Nûh'da vâki': (Nuh
suresinde mevcut) .......................... (Nûh, 71/24) âyet-i
kerîmesini müteâkıben (sonra,
ardı sıra) şeref-vârid olur; (şereflenir)
ve şu halde ................................... (Nûh, 71/24)
kavli (sözü)
kavm-i Nûh'a (Nuh’un
kavmine) âit bulunur. Çünkü "zulm"ün ma'nâ-yı lügavîsi
(lûgat
manâsı) "Bir şeyi mevziinin gayri olan
(kendi yerinden başka) bir yere vaz' etmek"tir (koymaktır).
Kavm-i
Nûh ise, hacer (taş)
ve şecerden (ağaçtan)
yaptıkları mezâhir-i asnâmda (görüntü
yerlerinden olan putlarda) Ulûhiyyet
(Allah’lık)
tahayyül edip (düşünüp) onlara
taabbüd ettikleri (tapındıkları)
için, Ulûhiyyeti (Allah’ı)
mevziinin gayri olan mahalle
(bulunduğu yerden başka bir yere) vaz' etmekle (koymakla)
zâlim oldular. Ve nefislerine zulmeden zâlim-i Muhammedîler ise şehevât-ı
nefsâniyyelerini (nefislerindeki
şehvetlerini) mahalline (yerine)
vaz' etmediler (koymadılar)
. Belki
muhâlefet edip (karşı
gelip) terk ettiler; ve vücûd-ı vâhidi (tek olan vücûd) birtakım
niseb-i ademiyye (yok
olan sıfatlar) ile teksîr etmekle (çoğaltmakla) zulm
eylediler. Onun için Şeyh (r.a,) sûre-i Nûh'da (Nuh
sûresinde) olan bu âyet-i kerîmede vâki' (geçmiş
olan) "zâlimîn" kavlini (sözünü)
lisân-ı işâretle "ehl-i kemâl" tarafına (kemâl
sahiplerine) işâreten tefsîr buyurdular (yorumladılar).
O
hayret-i mahmûde (beğenilen
hayret) sâhibi olan Muhammedîlere Hak, her ne vakit nûr-ı
Ahadiyyet (Ahadiyet
nurları) ile tecellî edip izâe eylese (aydınlatsa), onlar o
nûr içinde yürürler. Zîrâ tecellî-i Ahadî (Tek’in
bilinmesi) ile keserât (çokluk)
ve hicâb-ı taayyünât (meydana gelmişlerden
ileri gelen perdelenmeler) kalkar. Binâenaleyh (nitekim),
mûcib-i hayret olan (hayret
gerektiren) taaddüdât (çokluklar)
dahi mürtefi'
olur (kalkar)
ve taayyünât-ı kesîre (meydana
çıkan çokluk) perdelerinin karanlığı çöktüğü vakit
hayrete düştükleri halde dururlar, yürümezler ve kat'-ı merhale
etmezler (yol
alamazlar).
Ve hayrette olanlar ise devrederler (aynı
yerde dönerler).
Ve hareket-i devriyye (dönme hareketi) ise
kutup etrafındadır, ondan ayrılmaz. Binâenaleyh (nitekim)
onun devrinin / evveli ve âhiri (sonu)
yoktur.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
14.05.2002
|