[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XXIV. Bölüm)
Ve
tarîk-ı müstatîl sâhibi, mâildir; maksûddan hâriçtir. Hakkında hayâl
sahibi olduğu şeye tâlibdir. Onun gâyesi o hayâldir. Binâenaleyh, onun
için "min" ve "ilâ" ve o ikisinin arasındaki şey
vardır. Ve hareket-i devriyye sâhibi için bed' yoktur ki, ona
"min" lâzım olsun ve onun için gâye yoktur ki, onun üzerine
"ilâ" hükmetsin. Böyle olunca onun için vücûd-ı etemm vardır.
Ve ona cevâmi'-i kelim ve hikem verildi. Sâlik oldukları hatîâttan nâşî
ilm-i billâh deryâlarında gark oldulâr. Ve o da hayrettir (30).
Ya'nî
tarîk-i müstatîl (uzun
yol) sâhibi, merkezden muhîta (çembere,
ekvatora) mâildir (eğiktir)
. Zîrâ
o taayyünât-ı kesîre (meydana
gelmiş çokluk) perdelerinin arkasında kalmış ve hakîkat-ı
halden gâfil bulunmuştur. Hakk'ı ne kendi nefsinde ve ne de sâir mezâhirde
(diğer
görüntü yerlerinde, birimlerde, mevcutlarda) müşâhede etmez
(göremez).
Onu
kendi nefsinden uzakta tahayyül eder (düşünür).
O
hayal hânesinde tahayyül edip (düşünüp)
uzak mesâfede zannettiği sûrete teveccüh (yönelmek)
ile ona tâlib olur (ister, arzular)
.
Binâenaleyh (nitekim) bu
kimse Hak'tan mâil (eğri,
meyletmiş) ve maksûddan hâriçtir (arzu
edilenin dışındadır). Ve
tahayyül ettiği (düşündüğü)
şey, kendisinin İlâh-ı mec'ûlü (kendi
yaptığı İlâh’ın) ve Rabb-i mütehayyelidir (hayal
ettiği Rabbı’dır) . Onun
sülûkü (ilerlemesi)
o hayâlde nihâyet bulur. İşte bu tarîk-i müstatîl (uzun
yol) sâhibi için "min", ya'nî ibtidâ; (başlangıç)
ve "ilâ", ya'nî intihâ (son)
ve bu ibtidâ (başlangıç)
ve intihâ (son)
arasında olan mesâfe
vardır. Ya'nî evvelâ kendi vücûdunu ve nefsini ortaya koyar ve
nefsini merkez addeder ve Hakk'ın talebine (isteğine)
bu merkezden ibtidâen (başlayarak)
/ sâlik olur (ilerler, yürür)
.
Ve bu talebi (arzusu)
hayâlinde nihâyet bulur ki, bu da Hak hakkında verdiği karâr-ı
hayâlîsidir (hayalindeki
karardır) . Ve
nefsinden başlayarak bu karâr-ı hayâlîye (hayalinde
verdiği bu karara) vâsıl oluncaya (ulaşıncaya)
kadar arada mesâfe vardır. O bu mesâfeyi Allah Teâlâ'ya
giden bir yol tevehhüm etmiştir (sanmıştır)
.
İşte bu seyri (gidişi)
ile Hak'tan uzak olur. Çünkü daha ibtidâda (başlangıçta) iken
Hakk'ı terk etmiştir. Bu ibtidâdan (başlangıçtan)
uzaklaştıkça Hak'tan uzağâ düşer. Halbuki, hareket-i
devriyye sâhibi (devamlı
dönen kişi) için başlangıç yoktur ki, ona "min",
ya'nî ibtidâ (başlangıç)
lâzım olsun ve seyrinin (gidişinin)
nihâyeti (sonu)
yoktur ki, onun üzerine "ilâ", ya'nî intihâ (son bulmak) hükmetsin.
Onun seyrinin (gidişinin)
ne evveli ve ne de âhiri (sonu)
vardır. Zîrâ seyri muhît-i dâire (gidişi
bir daire) üzerindedir. Böyle olunca, o hareket-i devriyye sâhibi
(devamlı
dönen kişi) için vücûd-i etemm (eksiksiz
tam bir vücût) vardır. Zîrâ onun seyri (gidişi)
küllün (bütünün) muhîtidir
(yeridir)
ve Allah'tan Allah'adır ve Allâh'tadır ve ona cevâmi'-i kelim
(birçok manâyı
kendinde toplayan) ve hikem (hikmetler)
i'tâ olunmuştur. (verilmiştir)
Nitekim, (S.â.v.) Efendimiz .................................
buyurup, bu makâmdan ihbâr eylemişlerdir (haber
vermiştir) . Ve
bu da hayret-i mahmûde (övülen
hayret) makâmı olup kâffe-i hakâyık-ı İlâhiyye (İlâhi
hakikâtlerin hepsini) ve hikem-i Rabbâniyyeyi (Rabbani
hikmetleri) câmi'dir (toplamıştır)
ki, bâlâda (yukarıda) geçen
...................kavlinde (sözlerinde)
îzâh olunmuş (açıklanmış) idi.
Ma'lûm
olsun ki; Hak Teâlâ Hazretleri kavm-i Nûh hakkında- sûre-i Nûh'ta
............................................................. (Nûh, 71l25)
ya'nî "Onlar hatîeleri (günahları)
sebebiyle gark olunup (boğulup)
nâra (ateşe)
idhal olundular (sokuldular);
onlar Allah'tan başka mededkâr (yardımcı)
bulmadılar" buyurdu. Hz. Şeyh (r.a.) bu âyet-i kerîmenin
ma'nâsını lisân-ı işâretle "kâmilân" (kâmiller)
hakkında ahz (kabul)
buyurdular ve onu bu yolda tefsîr ettiler (yorumladılar).
Ya'nî hayret-i Mahmûdeye (övülen hayret
makamına) düşen Muhammedîler hatîeleri (günahları),
ya'nî zenb-i vücûdları (günah olan vücûdları)
sebebiyle, ilm-i İlâhî cânibine (İlâhi
ilim yönüne) doğru kat'-i merâhil (yol
aldılar) ve sülûk edip (Hak
yolunda giderek) nihâyet (sonuçta)
ilm-i billâh deryâsında (ilim
denizinde) gark oldular (boğuldular).
Ya'nî onlar gördüler ki,
............................................ ya'nî "Senin vücûdun
bir günahtır ki, ona diğer bir günah kıyâs olunmaz (benzemez)
"
muktezâsıncâ (gereğince),
cemî'-i şurûr (bütün
kötülükler) ve kabâyıhın
(çirkinliklerin,
kabahatlerin) menbaı (kaynağı),
kendilerinin taayyün-i kevnîsidir (meydana
çıkmış vücududur). Şu
halde o, cemî'-i hatîâtın (bütün
günahların) başıdır. Ve bundan kurtulmak, ancak ilm-i İlâhî
deryâsına (İlâhi
ilim denizine) doğru sülûk edip (yol
alıp) tahsîl-i ma'rifet (bilgi
edinmek) ile mümkin olur. Hiç durmadılar, öyle yaptılar. Ve
onlarda öyle bir ma'rifet hâsıl
oldu ki, netîcede hayrete düştüler; ya'nî vahdet-i Zâtiyye (tek Zât) ile,
niseb-i ademiyye kesreti (olmayan
çokluk sıfatları)
arasında mütehayyir (şaşırıp)
kaldılar. Ve bildiler ki, hakîkât-ı vücûd birdir; o da
Hakk-ı Mutlak’ın (Mutlak
Zât’ın) vücûd-ı nâmütenâhîsidir (sonsuz
ve sınırsız vücûdudur) ve esmâ onun şuûnât-ı Zâtiyyesidir
(Zât’ının
işleridir, fiilleridir) . Ve
keserât-ı âlem (çokluk
âlemleri, birimler) ise onun esmâsı hasebiyle vücûd-ı
Mutlak’ının takayyüdât (işlerinden)
ve taayyünâtından (meydana
çıkmasından, belirmelerinden) ibârettir ve kendi vücûdları
dahi bu mezâhirden (görüntü
yerlerinden, birimlerden) ve mukayyedâttan (izafilerden,
kayıtlılardan) birisidir. Binâenaleyh (nitekim),
zenb-i vücûdlarını (günah olan vücûtlarını)
ortâdan kaldırıp bahr-ı Ahadiyyet’te (Ahadiyet
denizinde) gark oldular (boğuldular,
yok oldular) .
İmdi
onlar, ayn-ı mâ'da nâra idhâl olundular. Ve Muhammedîler hakkında .....................
(Tekvîr, 81/6)dır. Fırını îkâd ettiğim vakit (
........................). Böyle olunca onlar kendilerine Allah`dan gayrı
ensâr bulmadılar. Binâenaleyh, Allah onların ayn-ı ensârı oldu. Onlar
ile'l-ebed onda helâk oldular. Eğer Allah Teâlâ onları sâhile, tabîat
sâhiline çıkaraydı, onları bu yüksek dereceden indirirdi. Her ne kadar
küll, Allah için ve Allah ile ve belki ancak Allah ise de (31).
Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) .....................................(Enbiyâ; 21/30) âyet-i
kerîmesi muktezâsınca (gereğince)
her şeyin hayâtı sudan olduğundan ve ilm-i Billâh’ta (Allah’ın
ilminde) hayât-ı hakîkiyye (hakiki
hayat) bulunduğundan "ilim" için "su"yu
istiâre etti (ilmi
su manâsında kullandı) .
Ve hadîs-i şerîf mûcibince (gereğince) onun
sübûhât-ı vech-i vahdeti (vahdet
vechinin nurları, tek hakikatin nurları) nûrdan ve zulmetten
yetmiş bin hicâbı (perdeyi)
yaktığı için dahi "âteş"i "vahdet" için
istiâre eyledi (ateşi
vahdet manâsında kullandı) .
Şu halde bu istiâreler (başka bir şeyin
yerine kullanılan manâlar) ile ma'nâ böyle olur: Suda, ya'nî
ilm-i Billâh’ta, (Allah’ın
ilminde) gark olan (boğulan,
yok olan) ehl-i hayret (hayret
sahipleri) nâra (ateşe)
,
ya'nî vahdete (teke)
idhâl (dahil)
olundular, tecellî-i Zâtî (Zât’ın
tecellileri) taayyünât-ı mütekessireyi (meydana
gelmiş çoklukları, mevcutları) yaktı; ayn-ı kesrette (aynı
çoklukta) vahdeti (tekliği)
müşâhede ettiler (gördüler)
; ilim
ile hayat ve bakâ ile fenâ buldular. Binâenaleyh (nitekim),
onlar gark (boğulma)
ile harkı (suyun aktığı
kanalı) müşâhede ettikleri (gördükleri)
için, eşedd-i (çok
şiddetli) hayrete düştüler. / Ve Muhammedîler hakkında Kur'ân-ı
Kerîm'de .....................................
(Tekvîr, 81/6) ya'nî "Deryâlar iştiâl ettiği (denizler
yandığı, parladığı) vakit" vârid oldu (geldi, ilham
olundu).
Nitekim, ben fırını iş'âl ettiğim (yaktığım)
vakit ........................ derim. Ya'nî Arablar bu ta'bîri
isti'mâl ederler (kullanırlar).
Hz. Şeyh (r.a.) Muhammedîler hakkında, suyun aynında (kendisinde,
özünde) ateşin vücûdu vâki' olduğunu bu âyet-i kerîme
ile istişhâd buyurdu (gösterdi).
Zîrâ denizler sudur ve iştiâl (yanma,
parlama) ise ateşin şânındandır. Binâenaleyh (nitekim)
bu gark (boğulma)
ve hark (yakma) şuhûdunda,
(görüşlerinde)
onlar taayyünât-ı kevniyyeden (meydana
gelmiş vücûtlardan) hiçbir yardımcı bulmadılar. Zîrâ
tecellî-i Zâtî (Zât’ın
tecellisi) mezâhirin (görüntü yeri
olan) vücûd-ı izâfîlerini (izafi,
kayıtlı vücûtlarını) yaktı. Vücûdu olmayan şeyden ise
yardım mutasavver değildir (düşünülemez).
Böyle olunca ancak Hakk'ın vücûd-ı hakîkîsi bâkî kaldı.
Binâenaleyh (nitekim)
yardımcı ancak Allah Teâlâ hazretleridir. Nitekim hadîs-i
kudsîde buyurulur: .............................................. ya'nî
"Beni diri kılanı ben katlederim (öldürürüm)
ve öldürdüğümün diyeti benim, üzerimedir ve diyeti benim
üzerime olan kimsenin diyeti de benim". Şu halde Allah, onların ayn-ı
ensârı (yardımcısı
kendisi) oldu. Onlar ile'l-ebed (sonsuza
kadar) Allah'ta helâk (yok)
oldular. Bu hal de Allah'ta fânî ve Allâh ile bâkî olmaktır.
Ya'nî ehlullah (Allah
ehli olanlar) ıstılâhında (tanımlamalarında)
"fenâ-fillâh" ve "bakâ-billâh" dedikleri
şeydir. Onlar ilm-i Billâh (Allah’ın
ilim) denizlerinde gark olduktan (boğulduktan)
sonra, eğer Allâh onları sâhil-i tabîata (tabiat kenarına) çıkarsaydı,
her ne kadar mertebe-i Ulûhiyet’te küll,
Allâh için ve Allâh ile ve belki ancak Allâh ise de, yine
onları bu derece-i refiadan (yüksek
dereceden) indirmiş olurdu.
Ma'lûm
olsun ki, vücûd-ı hakîkî (gerçekte
var olan hakiki vücût) nâmütenâhî (sonsuz,
sınırsız) olan Zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın
Zât’ının) vücûdundan ibârettir. Ve Hak bu
"Ahadiyyet" mertebesinde kâffe-i sıfât (bütün
sıfatlardan) ve esmâdan mutlaktır (kayıtlı
değildir, salt, sırf tektir) ve ıtlak (serbestlik,
hür olma) kaydından dahi mutlaktır (kayıtsızlık
şartsızlıktan dahi münezzehtir, salt tektir) . "Mutlak"
ta'bîri tefhîm-i merâm (anlatılmak
istenileni anlatmak) için vaz' olunan (konulan)
bir ıstılahtır (terimdir,
tanımlamadır) .
Ve bu mertebede onun nisebi (vasıfları) olan
sıfât ve esmâsı, çekirdeğin içindeki ağaç gibi mahfidir (gizlidir).
Vaktâki (ne
zaman ki) onun kuvvede olan
(potansiyel olarak, kuvvet, güç olarak bulunan) esmâsı kemâllerini
müşâhede (görmek)
için müsemmâları (isimlenen)
olan Hak'tan âyîneler, mezâhir (görünmek
için yer) ve âsâr (eserler) taleb
ettiler (istediler);
vücûd-ı
Mutlak-ı Hak, mahzâ (sadece)
esmâya merhameten, mertebe-i Ahadiyyet’ten mertebe-i vâhidiyyete
tenezzül eyledi (indi) . Bu
mertebe, mertebe-i Ulûhiyyet’ tir. İşte bu mertebede zât
"Allah" ismiyle tesmiye olunur (adlandırılır)
.
Ve cemî'-i esmâ (bütün
esma) bu isim altında toplanmıştır. / Binâenaleyh (nitekim),
esmânın kâffesi (esmanın
hepsi) "Allâh" için olmuş olur.
Vücûd-ı
vâhid (tek
olan vücût) bu mertebeden sonra mertebe-i "Rubûbiyyet"e
(esma
mertebesine) tenezzül eder (iner).
Zîrâ mertebe-i ilimde (esma
mertebesinde) yekdîğerinden (birbirinden)
mümtâz (ayrılmış) olan
esmâya birer mazhar (görüneceği
yer) iktizâ eder (gerekir)
ve o mezâhiri (görüntü
yerini) âit oldukları isimlerin taht-ı terbiyesine (terbiyesi
altına) vermek lâzım gelir. Şu halde esmânın kâffesi (esmanın
hepsi) "Allâh" için olunca, o esmânın mezâhiri (göründüğü
yer) olan suver-i tabîiyyenin (tabiat
suretlerinin) cümlesi (hepsi) de
"Allâh" için olur. Bundan sonra bu mezâhire (görüntü
yerlerine) birer vücûd-ı kesîf (koyu
bir vücut, beden) vermek îcâb eder. Halbuki Hakk'ın vücûdundan
başka vücûd yoktur. Binâenaleyh (nitekim),
Vücûd-ı
Mutlak-ı eltaf (nurların
nuru,Hakk’ın vücudu)
kayd-ı taayyüne bürünerek (belli başlı bir
birim olmakla kayıtlanarak)
o esmânın sûretlerinde kesâfetle (yoğunluk
kazanarak) zâhir olur (meydana
çıkar). Şu
halde, bu mezâhirin (görüntü
yerlerinin) vücûdu müstakil (kendilerine
ait vücûtları) olmayıp izâfîdir (kayıtlıdır,
varlığı Allah’tandır) ; ve
Allâh iledir ve belki ancak Allâh'tır.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
21.05.2002
|