25.Bölüm


[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XXV. Bölüm)

Cenâb-ı Nûh "Rabbî" dedi, "İlâhî" demedi. Zîrâ "Rab" için sübût vardır. Halbuki "İlâh" esmâ ile- mütenevvi' dir. O her vakit ­bir şe'ndedir. İmdi o "Rab" ile sübût-i telvîni murâd etti. Çünkü ondan gayrisi sahîh değildir.' "Yeryüzünde bırakma!" Onlar üze­rine arzın içinde olmaları duâsını eder. Ve Muhammedî: "Eğer siz ipi sarkıtsanız Allah üzerine düşerdi" dedi. Semâvât ve arzda olan Hak içindir. İmdi sen arz içinde / defnolunduğun vakit,  onun içindesin ve o senin zarfındır ve onun içinde sizi iâde ederiz. Ve vücûhun ihtilâfından nâşî, sizi merre-i uhrâda ondan ihrâc eyleriz. Taleb-i setr için esvâblarına bürünen ve pâr­maklarıyla kulaklarını tıkayan kâfirlerden, devreden bir ahadı; tâ ki da'vet umûmî olduğu gibi menfaat dahi umûmî olsun (32).

Ya'nî Cenâb-ı Nûh'un dâvetine karşı kavmi, mekr-i azîm (büyük hile, oyun) ile mukâbele etmeleri (karşılık vermeleri) üzerine, Hazret-i Nûh onlar hakkında: .......................................... (Nûh, 71/26) ya'nî "Yâ Rab rûy-i zeminde (yeryüzünde) kâfirlerden birisini bırakma!" diye duâ etti. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu duâyı lisân-ı hakîkatle (doğru olarak) böyle tefsîr buyururlar (açıklarlar) ki: Hz. Nûh duâsında "Rabbî" dedi "İlâhî" demedi: Ya'nî; ey benim Rabbim deyip, Rabb'i nefsine muzâf (nefsiyle alakalı, ilgili) kıldı. Zîrâ Rab, hangi isimde olursa olsun, mutlakâ merbûbu (kulu) iktizâ eder (gerektirir). Kendi ibâdının (kulluğunun) havâyicini (ihtiyaçları) kazâ (vukua gelmesi) için o, Rubûbiyyetinde sâbittir (devamlıdır, kalıcıdır)  ve onların mühimmâtına (lüzum eden şeylere) kifâyet eder (yetişir, yeterli kılar).  Fakat "İlâh" bir sıfat-ı muayyen (belirli bir sıfat) ve ism-i mahsûs (özel isim) ile mukayyed (kayıtlı) değildir. Zîrâ cemî'-i sıfât (bütün sıfatlar) ve esmâya (isimleri) şâmildir (içine almış kaplamıştır).  Meselâ hasta olan kimse "yâ İlâh!" ve "yâ Allâh!" diye nidâ etse (seslense), bu ismin tahtında (altında) olan ism-i Şâfî'ye (Şâfi ismine) ve aç kalan kimse "yâ İlâh!" dese Rezzâk ismine ilticâ eder (sığınır); sâirleri (diğerleri de) de buna makıystır (benzetilebilir).  Zîrâ "İlâh" esmâ ile bu sûretle (şekilde) tenevvu' eder (çeşitlenir). O her vakit bir şe'nde (işte) ve bir tecellîdedir (oluşumdadır, görünümdedir).  Ve onun için bir sübût (meydana çıkma) yoktur. Fakat Rab için hâceti (ihtiyacın) kazâ (vukua gelmesi) husûsunda sübût (meydana çıkma) vardır. Binâenaleyh (nitekim), Cenâb-ı Nûh, ism-i Rab ile nidâda (Rabb ismiyle seslenişte) telvînin (muradına uygun sıfatla) sübûtunu (meydana çıkmasını), ya'nî hâcetine (ihtiyacına) muvâfık (uygun) olan sûret ne ise Hakk'ın, o sıfat ile tecellîsini (oluşmasını, görünmesini, ilham olunmasını) ve zuhûrunu (meydana çıkmasını) diledi. Ve Hakk'ın onun murâdına muvâfık (uygun) sıfatla zuhûru (meydana çıkışı) telvîndir (boyanmadır, Hakk’ın isteğe uygun sıfatlara bürünüp açığa çıkmasıdır). Çünkü Rubûbiyet mertebesinde telvînin (renklenmenin, boyanmanın) sübûtundan (meydana çıkmasından) gayrisi (başkası) sahîh (doğru) değildir. Zîrâ her duâ eden kimse, Hakk'ın kendi murâdına göre tecellîsini (oluşmasını, belirmesini, tecelli etmesini) ister. Cenâb-ı Nûh, "Rabbî" nidâsından (Rabbine seslenişinden) sonra ..................... (Nûh, 71/26) yâ'nî "Yeryüzünde bırakma!" dedi ki, kavmi aleyhinde, onların arz üzerinde (yeryüzünde) kalmayıp batn-ı zemîne (yerin içine) gitmeleri ve kendilerini ism-i Zâhir hicâbında bırakan (zahir ismi ile perdeleyen) taayyünât-ı vücûdiyyelerinden (meydana çıkmış vücûtlarından) kurtulup batn-ı ahadî (tek batına) ve cem'îye (cem’e) dâhil olmaları için / bedduâ şeklinde duâ-yı hayr (hayırlı dua) idi. Nitekim Muhammed buyurur ki: "Eğer siz ipi sarkıtsanız Allâh'ın üzerine düşerdi". Zîrâ bu gördüğümüz taayyünât-ı kesîfe (meydana gelmiş maddeler, birimler) vücûd-ı mutlak-ı latîfin (lâtif olan mutlak vücûdun) tenezzülünden (inişlerinden) husûle gelmiş (var olmuş) vücûdlardır. Ve maddiyyâtın (maddenin) vücâdu emr-i i'tibârîdir (vücûtları gerçekte olmayıp var kabul edilendir).  Latîfin (Hakk’ın) tedrîcen (aşamalı olarak) tenezzülâtı (inişi) sebebiyle onun vücûduna muzâf (bağlı) olarak zâhir olmuştur (meydana çıkmıştır). Şu halde "ipi  sarkıtan" ve "ip" ve "ipin sarktığı mahal" hep Allâh'ın vücûdudür. Onun gayrı (ondan başka) bir mevcûd yoktur ki, ip onun üzerine düşsün. Ve göklerde ve yerlerde olan suver-i halkıyye (yaratılmış sûretler) hep vücûd-ı vâhid-i mutlakın (tek mutlak vücûd sahibi olanın) bi-hasebi'l-esmâ (sayısız esmasının) takayyüdünden (kayıtlı, bağlı oluşları) ve taayyün kisvesine (belli başlı bir birim olmakla örtüye) bürünmesinden ibâret olduğundan, onlarda zuhûr (meydana çıkma) Hak için sâbittir. Ta'bîr-i dîğerle (başka bir anlatımla) vücûd-ı mutlak-ı Hak (mutlak olan Hakk’ın vücûdu) bir deryâ-yı bî-nihâyedir (sonsuz bir denizdir) ve suver-i mezâhir (görülen süretler) hep onun köpükleridir. Nitekim Ferîdüddin Attâr. (ka.) Esrârnâme'lerinde, buyururlar.

Beyt:

Tercüme: "Eğer gözün görücü ise, sen deryâyı (denizi) gör. Zîrâ âlem yoktur. ­ Âlem deryânın (denizin) köpüğüdür. Düşün ki, bu âlem hep hayâldir. Nihâyet bir hayâli bundan ziyâde (fazla) görme! Sen deli misin, yoksa şaşkın mısın ki, bu kadar hayâl içinde uyumuş olasın."

İmdi, sen yere gömüldüğün vakit, arz (toprak) senin zarfındır ve sen onun içindesin, ya'nî sen ölürsün. Ve senin anâsır-ı mühtelifeden (çeşitli unsurlardan) mürekkeb (bileşik) olan vücûdun, arz (yer) içine gömülmekle zarf-ı arz (zarfın olan yer), senin bu vücûdunu ehl-i âlemin (insanların, âlemin) nazarından (görüşünden) setr eder (örter). Ya'nî senin taayyününün sûreti (meydana gelmiş olan vücûdun) fânîdir; (ölümlüdür) ve sen bâtında ve ayn-ı cem'de   müstehleksin (helak, yok olmuşsun) ve vâhidiyyetin bâtını senin zarfındır. Zîrâ senin vücûdun vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın bi't-tenezzül (inerek) tekâsüf ederek (yoğunlaşarak, katılaşarak) mukayyed (bağlı, kayıtlı) ve müteayyin (meydana çıkmış) olmasından ibârettir. Bu taayyün-i zâhirî (oluşmuş madde beden) düğümleri çözülünce bâtına gider ve Vücûd-ı Mutlak’ta mündemic (Mutlak Vücut içinde) bulunur /Cenâb-ı Şeyh hazretleri ................................................................(Tâhâ, 20/55) âyet-i kerîmesini ibâreye (cümleye) idhâl (dahil) edip Hakk'ın lisânından buyururlar ki: "Arz  içinde (toprağa) sizi iâde ederiz (geri göndeririz) ve ihtilâf-ı vücûhdan (uyuşmazlık yüzünden) dolayı merre-i uhrâda (başka seferde) sizi ondan çıkarırız." Ya'nî sizin vücûd-ı müteayyininizi (meydana gelmiş vücudunuzu) ve mukayyedinizi (kayıtlılığınızı) arzın (toprağın) içine geri göndermekle bozarız ve o düğümleri çözeriz; fakat böyle bırakmayız. İhtilâf-ı vücûhdan (uyuşmazlık yüzünden) dolayı sizi yine ' birtakım mezâhir (görüntü yerleri, birimler) ve taayyünât-ı muhtelife (çeşitli meydana gelişler) ile ihrâc (gönderir)ve ızhâr ederiz (meydana çıkarırız).

Ma'lûm olsun ki, bu taayyünât-ı vücûdiyyenin (oluşmuş vücûdun) zuhûru (meydana çıkması) hep esmâ-yı İlâhiyye (İlâhi esmanın) kemâlâtının zâhir olması (görülmesi) içindir. Meselâ "Hâdî" ismini alalım. Bu isim mertebe-i gaybda (bilinmeyen gizli mertebede),  ya'nî Zât-ı Ahadî (Ahad olan Zât) mertebesinde mahfî (gizli) ve mahbûs (hapis) kalmak istemez: İlim mertebesinde onun sûret-i zihnîsi (şuuru) peydâ olur. Onun vücûdu bu mertebeye lâyık olan bir vücûddur. Ba'dehû (daha sonra) Vücûd-ı Mutlak bu isme bir mertebe daha kesîf bir taayyün (yoğun bir şekil)  vermek için âlem-i ervâha (rûhlar âlemine) tenezzül eder (iner). Binâenaleyh (nitekim), bu ismin taayyünü ve kisvesi (elbisesi) o âleme münâsib (uygun) bir şey olur. Ondan sonra vücûd-ı mutlak o isme daha kesîf (yoğun, katı) bir vücûd bahşetmek (vermek) ­için âlem-i misâle (misal âlemine) tenezzül eder (iner).  Libâs-ı taayyünü (suret elbisesi) bu âleme münâsib (uygun) olur. Ondan sonra yine O vücûd-ı mutlak şimdi içinde bulunduğumuz mertebe-i şehâdete iner ve o isme bu âlemin kesâfetine (âlemin maddesine) münâsib (uygun) bir kisve-i taayyün (beden elbisesi) ihsân eyler (bağışlar). Bu âlem-i şehâdet (içinde bulunduğumuz) esfel-i sâfilîndir (en aşağıdadır). Buraya kadar vücûd-i mutlakın "nüzûl"üdür (inişidir). Mertebe-i şehâdetten sonra vücûd-ı mutlakın "urûc'u (yükselmesi, yukarı çıkması) başlar ki, bu rücû'dur (geri dönmedir). Ve esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) tenezzül edinceye (ininceye) kadar geçtiği mertebelerin her birisinde bu ismin muktezâları (gereklikleri) zâhir olur (meydana çıkar). Ve her bir mertebe, kendisinden evvelki mertebeye göre zâhir (meydanda olur, görülür) ve kendisinden sonraki mertebeye göre de bâtındır (görülmez gizlidir). Binâenaleyh (nitekim), ism-i Hâdî'nin mazharı (göründüğü yer) olan bir vücûd-ı müteayyinden (meydana gelmiş vücuttan) hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) îmân ve a'mâl-i sâliha (iyi işler) sâdır olur (çıkar). Zîrâ bu ismin isti'dâdı hasebiyle onun kemâlâtı bunlardır. Ve ism-i Mudill'in îcâbı dahi küfür ve a'mâl-i kabîhadır (kötü işlerdir).  Onun mazharından (görüldüğü yerden, birimden) da bunlar sudûr eder (çıkar). İşte vücûh-ı esmâ (esma bakımından) muhtelif (çeşitli) olduğundan, her bir mertebede onların mazharları (görüntü yerleri, bedenleri) dahi muhtelif (çeşitli) olur ve Hakk'ın tecellîsi dahi bi't-tabi' (tabi olarak) muhtelif (çeşitli) olmuş olur. İmdi, hazret-i şehâdetten sonra bu suver-i halkıyye (yaratılmış sûretler) arza (toprağa) iâde olunur (geri gider). Çünkü bu vücûdlar arzın (toprak) cinsinden yapılmış idi: Ölünce bi't-tabi' (tabi olarak) yine oraya gider. Fakat insan orada kalmaz. Zîrâ, insanın hakîkati olan ve Rabb-i hâssı (Rabbinin güçlü ismi, kendi has ismi) ve rûhu bulunan isim mahvolmaz (yok olmaz), o bâkîdir (devamlı kalıcıdır); çünkü Hakk'ın şuûnâtındandır (Hakk’ın fiillerinden, işlerindendir). Ve Hakk'ın şuûnâtı (Hakk’ın fiilleri) kendisinin aynıdır ve Hak ise bâkîdir (devamlı, kalıcıdır). Ve hitâb-i İlâhî (İlâhi hitap) insanın heykel-i -unsurîsine (unsurlardan meydana gelmiş madde bedenine) değil, belki bu hakîkatinedir (rûhuna, has isminedir).  Böyle olunca insan bu âlem-i şehâdetten bu sûretle intikâl ettiği (göçtüğü)  vakit, âlem-i berzahta zâhir olur (meydana çıkar) ve bu isme âlem-i berzahın (berzah âleminin) hâline (durumuna) münâsib (uygun) bir kalıp (beden) verilir. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar:

Beyt:

(Tercüme) "Eğer benim bu kadeh-i vücûdumu kırarsa gam çekmem. Zîrâ o sâkînin (içeceği dağıtanın) koltuğu altında başka bir kadeh-i vücûd vardır." İşte "Diğer defada sizi ihrâç ve ızhâr ederiz" kavlinin îzâhı budur.

Cenâb-ı Nûh duâsında: .........................kelâmından sonra .................... (Nûh, 71/26) dedi. Ya'nî "Yeryüzünde kâfirlerden bırakma!" demek olur. O kâfirler ki, taleb-i setr (talebi örtmek) için esvâblarına (elbiselerine) büründüler ve parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. Zîrâ, onlar istiğfâra (tövbeye) da'vet olunmuşlardı. Bundan setri (örtünmeyi) anladılar. Ve duâda ………….. kelâmından sonra ………….. kavli (sözü) gelir. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) tefsîren (açıklamalarında) buyururlar ki: ………. Ya'nî "Yeryüzünde kâfirlerden birisini bırakma; tâ ki da'vet umûmî (herkesle ilgili) olduğu gibi, menfaat dahi umûmî (herkese) olsun." Zîrâ Cenâb-ı Nûh, esmâ sûretleri olan mezâhir-i kesîre (görüntü yerlerinin, birimlerin çokluğu) ile vech-i vahdetten (tek Zât’tan) hicâba düşen (perdelenen) kavmini, hicâbât-ı celâliyye (celali perdelerin) zulmetlerinden (karanlığından, sıkıntılarından) cemâl-i zâtın nûruna ve şekâvetten (ebedi  mahrumiyetten) saâdete da'vet eyledi. Da'vet ettikçe onların hicâbları (perdeleri) ziyâde oldu (fazlalaştı). Anladı ki, onlar ehl-i hicâbdır (perdeli kişilerdir) ve farktan cem'a ve ism-i Zâhir'den' ism-i Bâtın'a teveccühleri (yönelmeleri) mümkin değildir. / Binâenaleyh (nitekim) onların taayyünât-ı zâhirelerinin (bedenlerinin) ism-i Zâhir'in mazharı (zahir isminin göründüğü yer) olan yeryüzünden kalkarak, ism-i Bâtın'ın mazharı (göründüğü yer) olan arzın batınında (dünyanın rûhunda) setr olunmaları (örtünmeleri)  için, Rabb-i nâsıra (yardımcısı Rabbine) ism-i Kahhâr ve Müntakım (Kahhar ve Müntakim isimleriyle)  ile duâ etti. Zîrâ onların kesretten (çokluktan) vahdete (tekliğe) ve tefrika (ayrılık) ve bu'ddan (uzaklıktan) cem' ve kurba (yakınlığa) intikâlleri (geçmeleri) kendileri hakkında hayır ve salâh (iyilik, rahatlık) olduğu gibi, sâir bâkî kalan ((diğer geri kalan) mü'minleri de şaşırtıp hayrete düşüremeyecekleri cihetle (yönüyle),  onlar hakkında da mûcib-i menfaattir (icap eden, gereken faydadır). Şu halde da'vet umûmî (herkese) olduğu gibi, menfaat dahi umûmî (herkese) olmuş olur.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

28.05.2002


Üst Ana sayfa e-mail