[KELİME-İ ŞÎSİYYE'DE
MÜNDEMİC "HİKMET-İ
NEFSİYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
(XXVI. Bölüm)
"Eğer
sen onları bırakırsan", ya'nî sen onları terk edersen
"kullarını ıdlâl ederler" ya'nî onları hayrete düşürürler
ve onları ubûdiyyetten, esrâr-ı Rubûbiyyetten kendilerinde mevcûd
olan şeye ihrâç ederler. Böyle olunca, onlar nefisleri indinde abîd
olduktan sonra, nefislerine erbâb nazarıyla bakarlar. İmdi onlar abîd
ve erbâbdır "ve doğurmazlar", ya'nî intâc ve ızhâr
etmezler; "illâ fâcir"i, ya'nî örtülmüş olan şeyi
meydana koyanı, ki "keffâr"dır (NÛh, 71/27), ya'nî açık
olan şeyi açıldıktan sonra
örtücüdür (33).
Ya'ni
sen ism-i Zâhir'in (zahir isminin) taht-ı
terbiyesinde (terbiyesi
altında) bulunan onların taayyünât-ı vücûdiyyelerini, (meydana
gelen vücutlarını) kezâlik (böylece)
ismi- Zâhir'in mazharı (zahir
isminin göründüğü yer) olan rûy-i arzda (dünya
yüzeyinde) bırakırsan ve onları batın-ı arza (arzın,
dünyanın batınına) ve ism-i Bâtın'ın (batın
isminin) taht-ı terbiyesine (terbiyesi
altına) çekmezsen vücûd-ı vehmîlerinin (var zannettikleri
vücutlarının) muktezâsı (gereği)
olan hevâ (arzu)
ve tuğyân (itaatsizlik)
dâiresinde hareket ederler ve kullarını da şaşırtıp
vehm-i enâniyyete (ben
varım zannına, vehmi benliğe) da'vet eylerler. Ve kuvâ-yı
nefsâniyye (nefsi
güçleri) ve sıfât-ı hayvâniyyelerinin (hayvanlık
sıfatlarının) vücûduyla berâber, onların sıfât-ı Zâtiyyesi
(Zâtının
sıfatları) olan, ubûdiyyet-i mahzadan (sadece,
sırf kulluktan) çıkarıp kendilerinde olan esrâr-ı Rubûbiyyete
(Rububiyetin,
esmanın sırlarına) ihrâç ederler (gönderirler).
Halbuki
kuvâ-yı nefsâniyyelerinin (nefsi
güçlerinin) hükmü altında zebûn (zayıf)
olan kimselerin, esrâr-ı Rubûbiyyete (Rububiyetin,
esmanın sırlarını) ıttılâ'ları (bilmeleri,
öğrenmeleri) câiz değildir. Çünkü vücûd-ı Mutlak’ın
(Hakk’ın
vücudunun) her mertebede bir hükmü vardır. Bu merâtibin
ahkâmına (mertebenin hükümlerine)
riâyet etmek îcâb eder. Kuvâ-yı nefsâniyyeleri (nefsi
güçleri) henüz diri olan kimseler, hıfz-ı merâtib
edemezler (mertebeleri
koruyamazlar).
Binâenaleyh (nitekim),
dalâlete düşerler ve halkı da ıdlâl edip (şaşırtıp)
şerrü'n-nâs (kötü
insan) olurlar. Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur:
........................................... Ya'nî "Nâsın (insanın)
şerlisi (kötüsü)
o kimsedir ki, üzerine
kıyâmet kopar. Esrâr-ı Rubûbiyyet (Rububiyet
sırları) zâhir olur, (meydana
çıkar) halbuki o diridir." Onun kuvâ-yı nefsâniyyesi (nefsi
güçleri) ve sıfât-ı hayvâniyyesi (hayvanlık
sıfatı) henüz ölmemiştir ve ……………
sırrına mazhar olmamıştır. Zamânımızda, "Zâhir (görülen)
ve Bâtın (görülmeyen)
hep Hak'tır. Biz bunun böyle olduğunu anladık. Şerîat nizâm-ı
(şeriat
kanunları) âlem (dünya) içindir;
binâenaleyh (nitekim),
hakîkât-i hâle ıttılâ'dan (hakikât
bilgilerini edindikten) sonra, namaza, abdeste ve
oruca ne ihtiyâcımız vardır" deyip hevâ (arzularının)
ve hevesât-i nefsâniyyelerine (nefsi
isteklerinin) ittiba' eden (arkasından
giden) birtakım zındıklar, bu hâlin birer şâhid-i belîğidir
(belli
örnekleridir). Evet, Zâhir
(görülen) ve
Bâtın (görülmeyen)
Hak'tır. Fakat senin vücûd-ı mukayyedin (kayıtlı
olan vücûdun) bu hazret-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde) abd-i mahzdır (sadece,
sırf kuldur). Ve
ism-i Zâhir'in terbiyesinde bulunân bu vücûdât-ı mukayyedeye (kayıtlı
vücûda) vâki'
olan teklîf (öneri),
bâtında (rûhta)
tekvîn (yaratmak)
içindir. Binâenaleyh (nitekim),
teklîf-i İlâhîye (İlâhi
öneriler) ittibâ' (uymak)
amel-i sâlih (iyi
işler) ve muhâlefet (karşı
gelmek) ise fiil-i tâlıhdır (kötü
fiillerdir).
Ve senden sâdır olan (çıkan)
efâl-i sâliha (iyi
fiiller) ve tâlıhanın (kötülüklerin) sûretleri
diğer âlemde peydâ olur. Ve intikâl ettiğin (göçtüğün,
gittiğin) âlem-i berzahta seni istikbâl edecek (karşılayacak)
olan onlardır. Cemâl'e mülhak (katılmış)
olmak başka, Celâl'e mülhak (katılmış)
olmak başkadır. Dâimâ pâdişahın huzûrunda musâhib (sohbet
eden arkadaşı) olmakla onun külhancısı (hamamcısı)
olmak arasında azîm (büyük)
fark vardır. İşte kavm-i Nûh dahi, bâtınları (ruhları) esrâr-ı
Rubûbiyyetinin mazharı (rububiyet
sırlarının göründüğü mahal) ve zâhirleri (dış görünüşleri,
bedenleri) ubûdiyyet-i mahza (sadece,
sırf kulluk) olduğu halde, onlar ubûdiyyetten (kulluktan) i'râz
edip, (yüz
çevirip) esrâr-ı rubûbiyyet i'tibâriyle
(rububiyet sırları bakımından) nefislerine "erbâb"
nazarıyla (gözüyle)
bakarlar. Vücûd-ı mukayyed (kayıtlı
vücûtları) ve müteayyinleriyle (meydana
gelişleriyle) ve zâhirleriyle (dış
görünüşleriyle, bedenleriyle) kul iken ve kuvâ-yı nefsâniyyelerinin
(nefsi
güçlerinin) hükmü bâkî (daimi, kalıcı) iken,
ubûdiyyetten (kulluktan)
rubûbiyyete intikâl ederler. (göçerler)
Ve bu halleriyle ism-i Mudill'in (delalete
sevkeden ismin) da'vetine icâbet eylerler. (kabullenirler).
Binâenaleyh (nitekim)
gerek kendileri ve gerek kendilerinden sonra gelecek olan ibâd
(kullar)
için hayırlı olan şey / onların batn-ı arzda (toprak
içinde) mestûr (gizli, örtülü) olmaları
ve vücûd-ı müteayyinlerinin (meydanda
olan vücûdlarının) kalkmasıdır. Ve onlar ancak fâciri, (günahkar)
ya'nî setri vâcib (örtülmesi
gerekli) olan kendilerindeki rubûbiyyeti intâc (doğururlar) ve
ızhâr ederler. (meydana
çıkarırlar) Ve onlar öyle fâcirdir (günahkar,
yalancıdır) ki, "keffâr"dır, (çok
örtücüdür) ya'nî mübâlağa ile sâtirdir. (örtücüdür)
Zâhir olan (meydana çıkan, görülen)
şeyi zuhûrundan (meydana
çıkışından) sonra örterler. Çünkü onlar enâniyetleri (benlikleri)
ile hakîkat-ı ilâhiyyeyi (ilahi
hakikatleri) setr ederler. (örterler)
Ya'nî onlara lâzım olan ubûdiyyet (kulluk)
ile zuhûr iken, enâniyetleri (benlikleri)
bâkî daimi)
olduğu halde da'vâ-yı rubûbiyyet (rububiyet
iddiası) ile zâhir olurlar. Ve ba'dehû (daha
sonra) kendi sûretlerinde (vücutlarında)
zâhir olan (meydana
çıkan) hakîkat-ı ilâhiyyeyi (ilahi
hakikatleri) enâniyetleri (benlikleri)
ve vücûd-ı izâfileriyle (kayıtlı,
bağlı olan vücûtlarıyle) örterler.
İmdi
mestûr olan şeyi ızhâr ederler. Onu zuhûrundan sonra da setr ederler.
Böyle olunca nâzır mütehayyir olur. Ve fâcirin fücûrunda olan kasdını
ve kâfirin küfründe olan kasdını bilmez; halbuki şahıs birdir (34).
Ma'lûm
olsun ki, bu gördüğümüz suver-i kesîfe, (madde
sûretler) esmâsı hasebiyle, vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın
mertebe mertebe tenezzül ederek, (inerek) müteayyin
(meydana
çıkmış) ve mukayyed olmuş (bağlı,
kayıtlanmış) bulunmasından ibârettir. Şu halde bu taayyünâtın
(meydana
gelen birimlerin) gerek zâhirleri (bedenleri)
ve gerek bâtınları (rûhları)
hep vücûd-ı Hak (hakk’ın
vücûdu) olur; ve onların bâtınları (rûhları) zâhirlerini
(bedenlerini)
müdebbir bulunur. (idare
eder) Meselâ : buhâr dediğimiz madde-i latîf mertebe
mertebe tenezzül (inmesi)
ve tekâsüf edince (yoğunlaşınca)
bulut, su buz olur. Buzun zâhiri (dış
görünüşü) de buhar, bâtını (ruhu)
da buhardır.
Fakat
buz, min-haysü't-taayyün (oluşması,
belirmesi bakımından) buhar değildir. Zîrâ, onda buharın hâssası
(husûsiyetleri)
yoktur ve kezâ, buza “su” demek de câiz değildir (denemez).
Çünkü
kesâfet (katılık) mertebesinde
bulundukça suyun işini göremez. İşte bizim "Ben" ta'bîr ettiğimiz
bu vücûd-ı müteayyin (oluşmuş
vücûdumuz) ve kesîfimiz (bedenimiz)
dahi bunun gibidir. Binâenaleyh (nitekim),
Hak olan / "hakîkât"imizi, "hüviyyet"
imizi, (zatımızı) enâniyetimiz
(benliğimiz)
ve taayyünümüz (meydana
gelmemiz, belirmemiz, vücudumuz) setr ediyor (örtüyor). İmdi
bir kimse: "Vücûd-ı mutlak-ı Hak bizim hüviyyetimizdir (zâtımızdır)
ve bizim bâtınımızdır; (rûhumuzdur)
cemî'-i taayyünâta (bütün
oluşumlarda, birimlerde) sârî (bulaşmış,
yayılmış) olan O'dur; ve cemî'-i taayyünât-ı zâhireyi (meydana
gelmiş bütün birimleri) terbiye eden o hakîkattir" demiş
olsa, sırr-ı Rubûbiyyeti (Rububiyet
sırrını) ızhâr etmiş (meydana
çıkarmış) olur. Fakat böyle dediği halde fiilen bu sözünü
tekzîb ederek (yalanlayarak) taayyün-i
kesîfinin (madde
bedenin) hükmüne tebean (uyarak)
ve hevâ-yı nefsânîsinin (nefsi
isteklerinin) isrine (gidişatına) ıktifâen
(uyarak)
hareket eder ve tasarrufu (idare
etmeyi, kullanmayı) bu vücûd-ı izâfisine (Hakk’ın
varlığı ile kayıtlı vücuduna) isnâd ederse (dayarsa),
evvelce ızhâr etmiş (meydana çıkarmış)
olduğu Rubûbiyyeti ba'dehû (daha
sonra) enâniyyet-i zâhiresiyle (dış
benliğiyle) setr etmiş (örtmüş) olur.
Bu halde tâlib-i Hak (Hakk’ın
talipçisi) olan
nâzır
(onu görmek isteyen)
onu görünce hayrete düşer ve fâcirin (yalancının,
günahkârın) fücûrunda (günahında)
ve kâfirin küfründe olan maksadını (niyetini)
bilmez. Halbuki Rubûbiyyeti kavlen (sözle)
ızhar (meydana
çıkaran) ve fiilen setr eden (örten)
şahıs birdir, ya'nî aynı kimsedir. Tâlib-i Hak (Hakk’ı
istemiş) olan kimse, onun hangi hâline iktidâ edeceğini (uyacağını)
bilemez, şaşırır kalır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in bu
kavlinde, (sözünde)
henüz sıfât-ı nefsâniyyelerinin (nefsi
sıfatlarının) esîri olan kimselerin, ma'lûmât-ı
tasavvufiyye ile (tasavvufla
ilgili bilgilerle) şunu bunu irşâd edemeyeceklerine (doğru
yolu gösteremeyeceklerine) ve bilakis ibâdullâhı
(Allah’ın kullarını)
hayrete ve dalâlete (yanlış
yola) düşüreceklerine işâret vardır.
"Yâ
Rab beni gafr eyle!" Ya'nî beni setr eyle ve benden nâşî setr eyle!
Ve senin ............................................ (En'âm, 6/91)
kavlinde kadrin bilinmediği gibi, benim de makâmım ve kadrim bilinmiye!
"Ve vâlideynimi de setr eyle" ki, ben onlardan netîce oldum ve
onlar "akıl" ve "tabîat"dır. "Ve benim
beytime", ya'nî kalbime, "giren kimseyi de setr eyle, mü'min
olduğu halde", / ya'nî kalb içinde ihbarât-ı İlâhiyye’den vâki'
olan şeyi musaddık olduğu halde. Ve o dahi nefislerinin tahdîs ettiği
şeydir. Ve ukûlden olan
"mü'minler"i ve nüfûstan olan "mü'minât"ı
da setr eyle! Ve zulmânî hicâbların arkasında müktenifîn olan ve
ehl-i gâyb bulunan "zâlimlere ziyâde etme, tebârdan", ya'nî
helâkdan gayri (35).
Ya'nî
Cenâb-ı Nûh'dan naklen sûre-i Nûh'un âhirinde (sonunda) beyân
buyrulur.............................................................(Nûh,
71/28) âyet-i kerîmesini Hz. Şeyh (r.a.) lisân-ı hakîkâtle tefsîren (açıklayarak)
buyururlar ki: “Yâ Rab, nûr-ı Zâtın ile benim enâniyyet-i
müteayyinemi (meydana
gelen benliğimi) ve nûr-ı sıfâtın (sıfat
nûrların) ile vücûd-ı müteayyinemde (bedenimde)
meşhûd (görülmüş)
olan âsârı (eserleri)
ve nefsim ile tabîatımın kuvâsını (tabiatımın
duyularını) setr eyle! (ört)
Tâ ki bunlar ile zâhir olmaktan (açığa
çıkmaktan) kurtulayım ve benim zât ve sıfâtım, senin Zât
ve Sıfâtında mahv (yok)
olsun. Ve benim mevce-i vücûdum, (dalga
olan vücûdum) senin deryâ-yı Zât-ı Mutlak’ında (Mutlak
Zât denizinde) nâ-bûd (yok) olsun.
Binâenaleyh (nitekim)
sen
........................................... (En'âm, 6/91) âyet-i
kerîmesinde, nasıl ki hakkıyla kadrinin (kıymetinin)
bilinmediğini beyân etmiş (açıklamış)
olduğun vech (hakikât)
ile, Zâtın ile gayr-i ma'rûf (bilinmeyen)
isen, benim dahi kadrim bilinmesin; ya'nî senin Zât’ında
istihlâkim (tükenmişliğim)
hasebiyle, sana tebean (uyan)
ben de gayr-i ma'rûf (bilinmeyen)
olayım. Zîrâ benim vücûdum senin Vücûd-ı Mutlak’ına
muzâf (ait)
olmuş bir vücûd-i mukayyeddir (bağlı,
kayıtlı vücûttur). Ve hakîkatte
mukayyedin (bağlı,
kayıtlı olanın) vücûdu ancak Mutlak’ın vücûdudur. Ve vücûdumda
hükümrân olan ancak Sen'sin. Ve vâlideynimi (annemi,
babamı) dahi setr eyle (ört)
ki, ben onların netîcesiyim. Ve benim vâlideynim (annem, babam) dahi,
"peder" menzilesinde (derecesinde)
olan "akıl" ile, "vâlide" menzilesinde olan
"tabîat"tır. Zîrâ âlem-i kevnde (evrende)
"akıl" fâil (etken)
ve müessir (etki
eden) ve "tabîat" mef’ûl (etkilenen) ve
müteessirdir (etkiyi
kabul edendir).
Binâenaleyh (nitekim),
akıl ile tabîatın münâkehasından (nikahlanmasında)
sûret-i insâniyye doğar. Ve vücûd-i insânîye (insan
vücûduna) nazaran (göre) "âkıl"dan
murâd "rûh" ve "tabîat"tan murâd dahi
"nefis"tir. Ve onların izdivâcından (evlenmesinden)
"kalb-i insânî" (insan
kalbi) doğar. Ve şu halde ma'nâ böyle olur: Yâ Rab, rûh ile
nefsi de setr eyle, (ört)
tâ ki onların ismi ve resmi kalmasın. Ve isim ve resimleri
kalmayınca kadr (kıymeti)
ve makâmı dahi bilinmez olsun. Ve mü'min olduğu, ya'nî onda
ihbârât-ı İlâhiyye’den (İlâhi
bilgilerden) vâkı' olan
tasdîk edici bulunduğu halde beytime, ya'nî kalbime, dâhil olan
kimseyi de setr eyle (ört)!
Ve o ihbârât-ı İlâhiyye (İlâhi
bilgiler) dahi (S.a.v.) Efendimiz'in ....................................................
ya'nî "Allah Teâlâ hazretleri benim ümmetimin nefislerinin tahdîs
ettiği (söylediği)
şeyden tecâvüz etti" hadîs-i şerîfinde beyân
buyurulduğu (açıklandığı) üzere,
mü'min-i musaddıkın (tasdik
eden müminin) nefsinin tahdîs ettiği (söylediği) şeydir.
Zîrâ küdûrât-ı beşeriyye (beşer
olmanın bulanıklığından) ve sıfât-ı nefsâniyyeden (nefsin
sıfatlarından) pâk (temiz)
olan kalbe gelen vâridât-ı İlâhiyye (İlâhi
ilhamlar) dahi tahâret-i asliyyesini (temiz
olan aslını, özünü) muhâfaza eder. Çünkü nâzil olduğu (indiği)
mahal (yer)
temiz olduğu için, o ilhâmı bozmaz. Binâenaleyh (nitekim),
kalb mertebesinde olan nefsin lakırdılârı ihbârât-ı İlâhiyye’dir
(İlâhi
bildirilerdir). Fakat,
küdûrât-ı beşeriyye (beşer
olmanın bulanıklığı) ve sıfât-ı nefsâniyye (nefsin sıfatları)
ile kalbi bulanık olan kimselerin ahâdîs-i nefsi (nefsinden
gelen hadisler, sözler) tahâret üzere (temiz)
değildir. Onların kalblerine gelen ilhâmât-ı İlâhiyye (İlâhi
ilhamlar) kalbdeki küdûrâtın (bulanıklığın,
gamın, kederin) rengine boyanıp sâfiyetini kaybeder. Hz. Mevlânâ
Celâleddin Rûmî (r.a.) efendimiz bu hâli Fîhi
Mâ-fîh'de böyle beyân buyururlar:
Ya'nî
"Bu fıkhın (fıkıh
ilminin) aslı vahy idi. Fakat halkın (insanların)
efkâr (düşünceleri) ve
havâssi (duyuları)
ve tasarrûfu (idaresi)
ile karışınca o letâfet kalmadı. Ve fî-zamâninâ (zamanımızda) vahyin
letâfetine hiç benzer mi? Nitekim bu su, şehre "Turut" (nefis) ismindeki
dağdan cârîdir (akar);
menbaı (kaynağı)
oradadır. Bak ki, ne latîf ve sâfın sâfıdır! Vaktâki şehre
gelir ve ehl-i şehrin (şehirdekilerin)
mahallelerinden geçer ve bu kadar halk ellerini ve yüzlerini ve
ayaklarını ve a'zâlarını ve elbiselerini yıkarlar ve hayvanâtın necâsâtı
(pisliği) onun
içine dökülüp karışır ve oradan başka tarafa akıp gider. Bakarsan,
vâkıâ yine o sudur. Toprağı çamur eder ve susamışı kandırır ve
sahrâyı (çölü)
yeşillendirir; fakat bu suyun evvelce hâiz (sahip)
olduğu letâfetin kalmadığını ve ona nâhoş (hoş
olmayan) şeyler karıştığını anlayacak bir mümeyyiz (ayırıcı)
lâzımdır."
Velhâsıl,
kalb-i sâfa (saf kalbe) gelen
vâridât-ı İlâhiyye (İlâhi
ilhamlar) sâfiyyet-i asliyyesini (asıl
saflıklarını) muhâfaza ettiğine ve Nûh (a.s.) gibi / bir
Nebiyy-i zî-şânın (şeref
sahibi bir Peygamberin) kalb-i mukaddesine (mübarek kalbine) vâki'
olan (gelen)
vâridâtın (ilhamların)
vahy-i İlâhî (İlâhi
vahiy) olduğunda şübhe olmadığına binâen (dolayı), cenâb-ı
Nûh ihbârât-ı İlâhiyye’den (İlâhi
bilgilerden) ibâret olan kendilerinin hadîs-i nefislerini (sonradan
yaratılmış nefsinin) tasdîk edici olduğu halde gönlüne
giren mü'minlerin dahi enâniyyet-i müteayyinelerinin (meydana
gelmiş benliklerini) setr olunarak (örterek)
fenâ-fillâh (Allah’ta yok
olma) makâmına vusûllerini (ulaşmalarını)
taleb eder (ister).
Ve Enbiyânın (Peygamberlerin)
gönüllerine dâhil olan kimselerin, onların kalb-i şeriflerine
(şerefli
kalplerine) nâzil olan (inen)
tecelliyât-ı İlâhiyye’den (İlâhi
oluşumlardan, ilhamlardan) isti'dâdları kadar nasîbleri vardır.
Onun için verese-i Enbiyâ (Peygamberlerin
mirasçısı) olan İnsân-ı Kâmillerin gönüllerini kazanmak,
sâlikler (Hak
yolunda gidenler) için en birinci vazifedir.
Ve
"ukûl"den (akıldan)
olan mü'minlerin ve "nüfûs"tan (nefislerden)
olan mü'minâtın (Müslüman
kadınlarının) dahi enâniyyet-i müteayyinelerini (meydana çıkmış
benliklerini) setr eyle (ört)!
Ve hicâbât-ı zulmâniyye (zulmani
perdelerin) ve estâr-ı cismâniyye (cisim
perdeleri) arkasında gaybda istiğrâk (gömülmek)
hasebiyle yer tutan ve nâzırînin (bakanın)
gözlerinden muhtecib (gizlenmiş)
olan zâlimlere sen de helâkten (yok
olmaktan) gayrisini (başkasını) ziyâde
etme!
"Zâlimîn" (zâlimîn
(zalimler) kelimesi) "zulumât"tan (zulumât
(karanlık) kelimesinden) müştaktır (türemiştir)
. Nitekim
(S.a.v.) Efendimiz hadîs-i şerîflerinde:
................................. ya'nî "Zulüm yevm-i kıyâmetin (kıyamet
gününün) zulmetleridir."
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
04.06.2002
|