Vaktâkî
Hak Sübhânehû ve Teâlâ kabil-i ta’dâd olmayan esmâ-i hüsnâsı
haysiyetinden onların “ayn”larını
görmek diledi; -ve eğer diler isen, vücûd ile muttasıf olmasından
nâşî emri hasr eden kevn-i câmi’de kendi
“ayn”ını görmekliği
ve onunla kendi sırrı, kendine zâhir olmasını diledi dersin-. Zîrâ
bir şeyin kendi nefsine kendi nefsi ile / rü’yeti, o şeye mir’ât
gibi emr-i âharda kendi nefsine rü’yeti gibi değildir. Çünkü, ona
kendi nefsi manzûrun-fih olan mahallin verdiği bir sûrette zâhir olur.
Öyle ki bu mahallin vücûdu olmaksızın ve onun ona tecellisi bulunmaksızın,
ona sûret zâhir olmaz idi. Halbuki Hak Teâlâ âlemin küllîsini,
kendisinde rûh olmayan tâmmü’l-hilka vücûd-i cesed olarak halk etmiş
idi. Binâenaleyh, gayr-i mücellâ bir âyîne gibi idi. Ve hükm-i ilâhînin
şânındandır ki, muhakkak o, bir mahalli ancak
“nefh-i ilâhi” ta’bîr olunan rûh-i ilâhîyi kabûl etmesi lâ-büd
olarak tesviye etti. O da ancak lem-yezel ve lâ-yezâl olan tecellî-i dâim
feyzini kabûl etmek için tesviye olunan bu sûretten istı’dâdın husûülüdür.
Ve ancak kabil kaldı. Ve kabil ise, ancak onun feyz-i akdesinden vâkı’
olur. Böyle olunca emrin küllîsi, ondan ibtidâ eylediği gibi, ona râci’
olur.- İmdi emr, mir’ât-ı âlemin cilâsını iktizâ etti. Binâenaleyh
Âdem, bu âyînenin ayn-ı cilâsı ve sûretin rûhu oldu (1)
Ma’lûm
olsun ki, Zât-ı Ahadiyye’nin külliyyât i’tibâriyle (bütünlük yönüyle) altı
mertebesi vardır. Ve cüz’iyyât i’tibâriyle (kısımları
dolayısıyla) merâtibine nihâyet (mertebelerinin
sonu) yoktur:
Birincisi:
“Lâ-taayyün”, “ıtlâk” ve
“Zât-ı baht” mertebesidir. O mertebenin bu isimler ile tevsîmi (isimlendirilmesi)
tâliblere (isteklilere)
tefhîm-i merâm (istenilenleri
anlatmak) içindir. Yoksa Zât-ı Sırf bi’l-cümle (bütün) sıfât ve nuût (vasıflardan)
ve isim izâfesinden (isim
takılarından, kayıtlılıklarından) münezzeh (beri) olduğu gibi, kayd-ı ıtlâk (kayıtlılıktan
kurtulma) ve selb-i taayyün mefhûmundan (oluşumlarla ilgili kavramlardan) dahi
mukaddestir (arıdır,
temizdir) .
Ve bu mertebe Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin künhüdür
(özü, aslıdır).
Onun
fevkinde (üstünde)
hiçbir mertebe yoktur, belki bi’l-cümle merâtib (bütün mertebeler) onun tahtındadır
(altındadır)
. Ve zâtın bi’l-cümle niseb (bütün
sıfâtlar) ve şuûnâtı (fiilleri) ve onun kâffe-i merâtibi
(mertebelerinin
hepsi) kendinde / kâmin (saklı)
ve muhtefîdir (gizlenmiştir). Ve Zât, zâtiyyeti cihetinden (yönünden)
âlemlerden ganî (hiçbir
şeye ihtiyacı olmayan) olduğundan tecellîden müstağnîdir (oluşumlar
gerekli değildir).
Onun tecellîsini (görünmesini) iktizâ eden (gerektiren)
şey, zâtında muhtefî (gizlenmiş)
ve kâmin (saklanmış)
olan niseb (sıfâtlar) ve şuûnâtıdır (fiilleridir).
Eğer
kendisinde bu niseb (sıfatlar)
ve şuûnât
(fiiller) olmasa idi, Zât ebediyyen mütecellî olmaz (görülmez)
idi. Ve bi’l-cümle niseb ve şuûnât (bütün
sıfâtlar ve fiiller), Zât’ta
müstehlek (yok)
ve muzmahil (yıkılmış)
olduğundan onlar bu mertebede Zât-ı bahtın (Zât’ın)
aynıdır. Meşiyyet (istemek)
dahî niseb-i sâire (diğer sıfâtlar) gibi onun bir
nisbeti (vasfı)
olduğundan Hak, mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât
mertebesinde) meşiyyetî (istemesi)
(meşiyyete
mensûb (?) değildir. Ve
meşiyyet (isteme,
dileme) denilen nisbet (sıfât)
ise Zât’ın “ayn”ıdır. Ve bu mertebe, eltaf-ı latîf (lâtifin lâtifi, en şeffâf) olduğundan
ve eksef-i kesîf (koyunun
koyusu, madde) olan bu âlem-i şehâdete ve esfel-i sâfilîne (aşağıların
en aşağısına) merdûd (gönderilmiş)
bulunan insanın fikri bu mertebeye nazaran eksef (çok
kesîf, koyu) bulunduğundan fikir ile Zât-ı Sırf’ın (Zât
mertebesinin) idrâki mümkin değildir. Onun için hadîs-i şerîfte
...................... buyrulmuştur.
İkincisi:
“Vâhidiyyet” mertebesidir. Bu mertebenin husûlü (peydâ olması, çıkması), Zât-ı
Sırf’ta muhtefî (gizli)
ve müstehlek (yok
olmuş) olan bi’l-cümle nisebin (bütün
vasıfların), ya’nî sıfâtın lisân-ı
isti’dâd (istidâd
dili) ile zuhûr takazâsında (meydana çıkma isteğinde) bulunmalarından ve Zât’ın dahî
onları kendi mahbesleri (hapishaneleri) olan mertebe-i
Ahadiyyet’ten ıtlâk (kurtulmak)
için tenfîs etmesinden (nefes
vermesinden) nâşîdir (dolayıdır). İşte
bu tenfîs (nefes
verme) ile o sıfâtın suveri (sûretleri)
ilm-i ilâhîde (bilinçte)
sâbit olur. Bu tenfîs (nefes
veriş),
Zât’ın kendisinde, yine kendisine,
kendi zâtı ile vâkı’ olan (gerçekleşen)
tecellîsinden (meydana
gelmesinden) ibârettir. Ve bu tecellîye
(oluşuma)
“feyz-i akdes”
derler. Ve mertebe-i ilimde (bilinçte)
sâbit olan suver-i sıfât (sıfat sûretleri),
Zât-ı Hakk’ın bunlarla taayyününden
(meydana
çıkmasından) ibârettir. Ve bu
mertebenin ismi “Allah”tır.
“Vahidiyyet” tesmiyesi (olarak
adlandırılması) bi’l-cümle esmânın
(bütün
esmanın) “Allah” ism-i
küllîsi (ismi
kapsamı) tahtında (altında)
müctemi’ (toplanmış)
olmalarından nâşîdir (dolayıdır).
İlim mertebesinde (bilinçte) müteayyin
olan (meydana
çıkan) bu sûretlere,
“a’yân-ı sâbite” derler; ve “hakayık-ı
İlâhiyye” (ilâhî
hakikâtler) de ta’bir ederler (derler).
Zîrâ Sıfât-ı İlâhiyye’nin sûretleridir;
(ilâhi
sıfatlara ait sûretlerdir) ve mümkinâtın
hakayıkı (varlıkların
hakikâtleri) / ve istinâd-gâhıdır (dayandığı
yerdir). İşte
bu mertebede meşiyyet-i Zâtiyye (Zât’ın
dileği, istemesi) dahi, niseb-i sâire
(diğer
vasıflar, sıfatlar ) gibi, mahbes-i Zât’tan
(hapsedilmiş
durumda olduğu Zat’ta) ıtlâk
(kurtulmuş) olunduğundan Zât-ı sırf,
(Zât) nisbet-i
meşiyyet (dileme
sıfatı) ile mütecellî olmakla (meydana
gelmekle),
bi’l cümle suver-i niseb, (bütün
sıfât sûretleri) bu nisbet-i meşiyyet
tahtında (dileme
sıfatı altında) “ilm-i ilâhî” (bilinç)
mertebesinde müteayyin olurlar (meydana
çıkarlar).
Ve
“meşiyyet”, (dileme)
Zât’ın zuhûr (meydana
çıkmaya) ve ızhâra meyl (meydana
çıkmaya yönelmek) ve hâhişinden (arzusundan)
ibârettir. Bu babtaki (konudaki) tafsîlât Fass-ı
Dâvûdî nihâyetinde ve Fass-ı
lokmânî evâilinde (başlangıcında)
gelecektir. Bu mertebe-i Vâhidiyyet,
Ahadiyyet mertebesine nisbeten (kıyasla)
eltaf-ı latîf (lâtifin lâtifi) olan
Zât-ı Hakk’ın bir mertebe, tekâsüf buyurmasından
(inmesinden, yoğunlaşmasından) başka
bir şey değildir. Ve Zât-ı sırf (Zât)
bu mertebenin bâtını, (gizli,
bilinmeyeni) Vâhidiyyet mertebesi ise,
Zât-ı Sırf’ın (Zât’ın)
zâhiri (bilinen tarafı) olur.
Üçüncüsü:
“Mertebe-i ervâh”tır.
Bu mertebe Zât-ı Mutlak’ın (Zât’ın)
mertebe-i
ilimden (ilim
mertebesinden) bir
derece daha tekâsüfünden (inmesinden,
yoğunlaşmasından) ibârettir.
Öyle ki, mertebe-i ilimde sâbit (var)
olan
her bir sûret-i ilmiyye (ilmi
suretler),
bir
cevher-i bâsît (basit
cevher) olarak
bu mertebede zâhir olur (görülür).
Ve
bu cevâhir-i basîta (basit
cevherler) şekil
ve levn (renk)
ve
zaman ve mekân (yer
işgâl etme) ve
hark (yırtılma)
ve
iltiyâmdan (bitişmeden)
mücerreddir
(tecrîd
edilmiştir, karışıksızdır, saftır).
Bu
bir âlemdir ki, işâret-i hissiyye (hissedişler)
ile
tevhîm etmek (hissetmek)
mümkin
değildir. Bu mertebede her bir rûh, kendisini ve kendi mislini (benzerini)
ve
kendi mebdei (başlangıcı)
olan
Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini müdriktir (bilincindedir).
Bu
âleme “âlem-i emr”,
“âlem-i gayb”, âlem-i
ulvî” ve “âlem-i
melekût” derler. Bu mertebe
Zât-ı Mutlak’ın (Zât’ın)
ayrılık
ve gayriyyet nev’i üzere (çeşitli
farklılıklarla) hâriçte
zuhûrudur (Dışta
meydana çıkmasıdır).
Bu
ayrılık ve gayrılık (farklılık),
buhâr-ı
latîfin (şeffâf
olan buharın) bir
mertebede tekâsüf ederek (inerek
yoğunlaşarak) bulut
olmasına benzer. Ve âlem-i ervâh (rûhlar
mertebesi) Vâhidiyyet
mertebesinin zâhiri (aşikar,
bilineni),
Vâhidiyyet
mertebesi ise onun bâtınıdır
(gizli, bilinmeyenidir).
Şu halde, mertebe-i ervâha nisbeten (rûhlar
mertebesine göre) mertebe-i
Ahadiyyet, bâtının bâtını (gizlinin
gizlisi) olmuş
olur.
Dördüncüsü: Mertebe-i
“âlem-i misâl”dir. Bu mertebede dahi Zât-ı Mutlak’ın (Zât’ın)
tecezzî
(bölünme)
ve
inkısâm (parçalanma)
ve
hark (yırtılma)
/
ve iltiyâm (bitişme)
kabûl
etmeyen suver (sûretler)
ve
eşkâl (şekil)
ile
hâriçte zuhûrudur (dışta
meydana çıkmasıdır).
Ve
bu âleme “âlem-i misâl”
tesmiyesinin (isimlendirilmesinin)
vechi
(yönü)
budur
ki, âlem-i ervâhta (rûhlar
âleminde) bulunan
her bir ferdin âlem-i ecsâmda (madde âleminde)
bürüneceği
bir sûretin mümâsili (benzeri)
bu
âlemde zâhir olur (meydana
gelir).
Ve
bir tâife (kısmı)
ona
“hayâl” derler. Zirâ
bunları müdrik (anlayan,
vâkıf) olan
kuvve-i mütehayyiledir (hayâl
gücüdür).
Ve
âlem-i misâle “âlem-i
berzah” ve
“mürekkebât-ı latîfe” dahi
derler. Ve ehl-i tasavvuf ıstılâhında (tanımlamalarında)
âlem-i
ervâh ve misâli cem’ edip (birleştirip)
“âlem-i
melekût” derler. Ve âlem-i
misâl, âlem-i ervâhtan (rûhlar
âleminden) âlem-i
ecsâma (madde
âlemine) vâsıl
olan (ulaşan)
“feyz-i mukaddes”sin vâsıtasıdır
(aracıdır).
Ve
ervâh (rûhlar)
ve
ecsâm (cisim)
arasında
berzahtır (geçiştir).
Ve
berzahiyyeti (arada
olması) hasebiyle
her iki âlemin ahkâmını câmi’dir
(hükümlerini toplamıştır) ki,
onlar da zâhir ve bâtınıdır. Ya’nî mertebe-i misâl mertebe-i ervâhın
zâhiri (bilineni,
açığa çıkmışı) ve
mertebe-i ecsâmın (madde
alemin) bâtınıdır
(gizli,
bilinmeyen tarafıdır). Şu
halde, Zât-ı Mutlak (Zât
mertebesi) mertebe-i
misâle nazaran (göre),
bâtının
bâtının bâtını (gizlinin
gizlisinin gizlisi) olur.
Ve bu mertebe, gayb (görünmeyen)
ve
şehâdet (görünen)
arasında
hadd-i fâsıldır (hudûtları
içinde kalmış bölümdür).
Ve
cism-i mürekkeb-i maddînin (elementlerin
birleşmesinden meydana gelmiş olan cisimler) aynı
olmadığı gibi, cevher-i mücerred-i aklînin (saf
aklın) dahi
aynı değildir. Ya’nî âlem-i ervâh (rûhlar
âlemi) ile
âlem-i ecsâmın (madde
âleminin) gayridir
(farklıdır).
Ervâha
nisbeten kesîf (rûhlara
göre yoğun, koyu) ve
ecsâma nisbeten latîftir (cisimlere
göre şeffâftır).
Şu
kadar var ki, cevher-i cismânî (cisim
cevheri) ile
cevher-i mücerred-i aklîye (saf
cevher olan akılla) müşâbeheti
(benzerliği)
vardır.
Ecsâma müşâbeheti (cisme
benzerliği) budur
ki, ecsâmın (cismin)
nasıl arzı ve tûlü ve umku (en, boy
ve derinliği) varsa,
sûret-i misâliyyenin (misâl
âlemindeki sûretlerin) dahi
arzı ve tûlü ve umku (eni,
boyu ve derinliği) vardır.
Ve onu ölçmek ve göz ile görmek mümkindir. Âyîneye mün’akis (aynaya
aksetmiş) olan
sûret gibi. Ervâha müşâbeheti (rûhlara
benzerliği) budur
ki, ervâh (rûhlar)
nasıl
nûrânî ve lâtif (şeffâf)
ise
suver-i misâliyye (misâl
âlemindeki sûretler) dahi
latîf ve nûrânîdir. Ve letâfet ve nûrâniyyetinden nâşî (dolayı)
el
ile tutulmaz ve bıçakla kesilmez ve eczâya tefrîk edilemez
(küçük parçalara ayrılamaz, bölünemez).
Rü’yâda görülen suver (sûretler)
bu
âlemdendir.
Beşincisi:
“Mertebe-i şehâdet”tir (görülen
âlemdir).
Bu
mertebe dahi Zât-ı Mutlak’ın tecezzî (bölünme)
ve
inkısâm (parçalanma)
ve
hark (yırtılma)
ve
iltiyâm (bitişme)
kabûl
eden suver-i ecsâm ile
(cisimler olarak) hâriçte
zuhûrudur (dışta
meydana çıkmasıdır). Onun
için bu âleme “âlem-i kevn
ve fesâd” (varlık
ve yokluk) derler.
Zîrâ suver-i ecsâm (cisim
sûretleri) bir
taraftan tekevvün eder (oluşur)
ve
bir taraftan bozulur. Ve bu âlem-i ecsâmın (cisimler
âleminin) müfredât-ı
besâitı (oluşmasını
sağlayan elementler) müvellidü’l-humûzâ
(oksijen),
klor, sodyum, karbon, kils-i bakır, altın, gümüş ilh... gibi yetmiş küsur
anâsırdan (unsurdan)
ibârettir.
Suver-i muhtelife (çeşitli
sûretler) bu
anâsırdan (elementlerden)
ba’zılarının
mekadîr-i muhtelife üzere (çeşitli
miktarlarda) yek-dîğeriyle
(bir
diğeriyle) imtizâcından
terekküb eder (karışımından
meydana gelir).
Bu
anâsırın (elementlerin)
sûret-i
umûmiyyede (genelde
sûretlerinin) üç
hâli vardır. / Onlar da gaz, mâyi’ (sıvı)
ve
sulb (katı) halleridir.
Tafsîli hikmet-i tabîiyye (tabiat
ile ilgili hikmetlerin açıklaması) ve
kimyâ kitaplarında münderictir (yer almıştır).
Ehl-i
tasavvuf, (tasavvuf
sahipleri) cism-i
hayvânın (hayvan
cinsinin) dört
rükun (temel)
üzere
bulunduğunu beyan ederler (açıklarlar)
ki,
bunlar da havâ (gaz), su (mâyi’),
toprak (sulb) ve ateş (harâret)ten ibârettir. Bu âlem-i ecsâm (madde
âlemi) merâtib-i
sâirenin (diğer
mertebelerin) cümlesinden
(hepsinden)
eksef
(yoğun,
en kesif) ve
azhardır (en
açık görülen ve bilinendir).
Ve
mertebe-i Ahadiyyet bu mertebeye nisbeten (göre)
ebtan-ı
butûndur (batının
batını, en gizli olanıdır).
Ve
âlem-i ecsâmda (madde
âleminde) zâhir
olan (görülen)
her
bir sûretin hakîkati, mertebe-i Vâhidiyyet’te sâbit olan a’yândır (ilmi
sûret, manâdır).
Ve
her birisinin âlem-i ervâhta (rûhlar
âleminde) birer
rûhu vardır. Binâenaleyh (nitekim),
âlem-i
ecsâmda (madde
âleminde) gerek
cemâd (cansızlar,
madenler),
gerek
nebât ve gerek hayvan olsun, rûhu olmayan bir sûret yoktur. Zîrâ, her
bir sûret bir ismin mazharıdır (açığa
çıktığı yerdir).
Ve
onu müdebbir (idare
edici) olan
rûh o isimdir. “Cemâd”a
cemâd denilmesi kendi taayyününün (oluşumunun)
âsâr-ı
rûhiyye zuhûruna
(rûhunun eserlerini meydana çıkarmasına) müsâid
olmamasındandır. Suver-i ecsâm (cisimler)
tekâmül-i
tedrîcî (aşamalı
yavaş yavaş olgunlaşması) ile
kendisinde âsâr-ı rûhiyye zâhir (rûhun
eserlerini meydana çıkarmasına sebep) olacak
taayyün
(oluşum)
iktisâb
eder (kazanılır)
ve
âkıbet (nihâyet),
en
mükemmel sûret olan suver-i
insâniyyede âsâr-ı rûhiyye (rûhun
eserleri) pek
âşikâr olarak zâhir olur (görülür).
Fakat
dikkât olunsun ki, bu merâtibde (mertebelerde,
boyutlarda) görülen
istihâlât (hâl
değişimler) ve
tağayyürât (başkalaşımlar)
Zât-ı
Mutlak’ın değildir. Her bir
mertebede Zât-ı Mutlak, Zâtiyyeti üzere kâimdir. Tağayyürât (başkalaşımlar)
ve
istihâlât (hâlden
hâle geçmeler),
ancak
onun ârızı (sonradan
yaratılmış, gelip geçici) olan
sıfâtındandır. Meselâ, buhârın zâtı latîftir. Bir mertebe tekâsüf
edince
(yoğunlaşınca) bulut
olur. Bir derece daha tekâsüf edince
(yoğunlaşınca) su
ve yine tekâsüf edince (yoğunlaşınca)
buz
olur. Her bir mertebede buhar zâtiyyeti üzere (kendi
zâtı ile) kâimdir.
(mevcûttur)
Zîrâ
tağayyür eden (başkalaşan)
şey
buharın zâtı değildir; onun zâtında mündemic olan
(bulunan) sıfât-ı
ârızasıdır (sonradan
kazanılmış sıfâtlardır). Eğer
buhârın zâtı tağayyür etmiş
(değişmiş) olsa
idi buz eriyip su ve tebahhurât-ı tedrîciyye ile
(yavaş yavaş buharlaşarak) bulut
ve bulut tekrâr telattuf ederek (şeffâflaşarak)
buhar
olmamak lâzım gelir idi. Zîrâ bozulan şey başka bir şey olur ve aslına
iltihâk (karışıp)
ve
rücû’ edemez (geri
dönemez).
Meselâ
şarabın içine tuz konsa, bozulup sirke olur. Zâtı bozulduğundan, artık
şarap olamaz./
Altıncısı:
Mertebe-i câmi’-i (mertebeleri
kendinde toplamış olan) hazret-i
insandır. Bu mertebe dahi kezâlik (böylece)
Zât-ı
Mutlak’ın bir mazhar-ı etemmde (eksiksiz
tam olarak göründüğü mahalden) zuhûrudur
(meydana
çıkmasıdır).
Ve
bu mazhar-ı etemm (eksiksiz
tam olarak görünmüş olduğu mahal) dahi
nev’i Âdem’dir. (İnsan
türüdür) Ve
ehl-i tasavvuf (tasavvuf
sahipleri) âlem-i
his ve şehâdet ile “hazret-i
insan”ı cem’ edip (birleştirip)
“nâsût”
derler. Ve işte bu mertebe kâffe-i merâtib-i (mertebelerin
hepsini) cismâniyye
(cismi) ve
nûrâniyyeyi (rûh’u)
ve
vahdeti (teki) ve
vâhidiyyeti (esma
ve sıfatları) câmi’
(toplamış)
olan
bir tecellî (meydana
geliş) ve
bir libâs-ı ahîrdir (bürünülen
en son örtüdür).
Ve
insan sûret-i İlâhiyye üzere mahlûk olduğundan bi’l-cümle esmâyı
câmi’ (bütün
esmâları kendinde toplamış) olan
“Allah” ism-i şerîfinin
mazharıdır (görüldüğü
yerdir).
Ve
insan, kâmil ve gayr-i kâmil (kâmil
olmayan insan) olarak
iki kısımdır. Her ikisi dahi bu ism-i mübârekin (mübarek
ismin) mazharıdır
(görüldüğü
yerdir).
Fakat
Enbiyâ (Nebî,
Peygamber) ve
Evliyâdan ibâret olan İnsân-ı Kâmil tarîk-ı tasfiye ile (arınma,
temizlenme yoluyla) mebdee
rücû’ ettikleri (başlangıca
geri döndükleri) ve
kendi mevhûm olan (var
saydıkları) varlıklarından
fânî (yok)
oldukları
cihetle (yönüyle)
sâir
efrâd-ı insâniyyeden diğer
insanlardan) bu
kemâl ile mümtâz (ayrılmış)
olmuşlardır.
Ya’nî bu zevât-ı kirâm Hak-perest (Allah’a
tapan) ve
efrâd-ı bâkiyye-i insâniyye (geriye
kalan insanlar) ise
hod-peresttir (kendine
tapan, kendini beğenmiştir).
Nitekim
Mevlânâ (r.a.) buyurmuşlardır:
(
Tercüme)
Her kim
ki rubûde-i elesttir
Tâ ahd-i “eles”ten o mesttir
Bağlanmış ayağı derd evinde
Can vermek için küşâde-desttir
Kendinden o fânî Dost’la bâkî
Hayret ki, o nîsttir ve hesttir
Bu zümredir ancak ehl-i tevhîd
Bâkîsi cihanda hod-peresttir
Ve
her mertebe ve taayyün (oluşum)
esmâ-i İlâhiyye’den bir ismin mazharıdır (görüldüğü
yerdir). Ve insan “Allah” ism-i
küllîsinin (bütün
isimlerin) mazharıdır (görüldüğü
yerdir). Ve kâffe-i esmâ-i ilâhiyye (bütün ilâhî isimler) cüz’iyyâtının
(kısımlarının) küllün tahtında
indirâcı (bütünün
emri altında olması) gibi, ism-i Zât (adı Zât olan) ve müstecmi’-i (kendisinde)
cemî’-i sıfât (bütün
sıfâtlar) olan
“Allah” ism-i küllîsinin
tahtında mündemicdir
(Allah ismi kapsamı altında bulunmaktadır).Ve
“Allah” ismi, nasıl
ki hakîkatte ve mertebede /(boyutlarda) cemî-i
esmâ üzerine (bütün isimlerden) mukaddem (önce)
ise, “Allah”
ism-i mübârekinin mazharı (mübarek
Allah isminin çıktığı yer) olan hakîkat-i insâniyye (insanın hakîkati)
dahi cemî’-i mezâhirin (görünen
bütün yerlerde) zâtından ve hakîkatinden mukaddem (önce)
olmak lâzım gelir. Binâenaleyh (nitekim),
hakîkat-i insâniyye (insanın
hakîkati) cemî-i mezâhirin (görünen
bütün) hakayıkını câmi’
(hakîkatleri kendinde toplamış) ve kaffe-i merâtibi muhîttir. (bütün mertebeleri kuşatmıştır) Ve
mertebe-i insandan hâriç (insan
mertebesi dışında) hiçbir şey yoktur. Nitekim Hz. Emîrü’l-
mü’minîn, esedullâhi’l-gâlib Ali İbn Ebî Tâlib (k.A.v.) Efendimiz
“hazret-i İnsan”ın bu câmi’iyyetinden (her
şeyi kendinde toplamışlığından) haber verip buyururlar:
(Tercüme
) “Senin ilâcın sende olduğu halde bilmiyorsun. Ve illetin (sebebin)
senden olduğu halde görmüyorsun. Ve sen bir cirm-i sağîr (küçük
bir cisim) olduğunu zu’m edersin (zannedersin),
halbuki
âlem-i ekber (en
büyük âlem) sende müntavîdir (toplanmıştır).
Ve sen öyle
bir kitâb-ı mübînsin (açık,
büyük kitapsın) ki, muzmer (gizli)
olan şey onun harfleriyle zâhir olur (meydana
çıkar). Ve sen vücûdsun
(varsın) ve
nefs-i vücûdsun (nefis
sahibisin). Ve sende mevcûd olan şey hasr (kısıtlamaya)
ve ta’dâda (saymaya)
gelmez. Senin hârice (dışarıya)
ihtiyâcın yoktur. Kitâb-ı kâinâtta (evrende)
mastûr (yazılmış,
mevcût) olan şeyler hep senden hurûc eder (çıkar) .”
İmdi,
mertebe-i hazret-i İnsan (İnsan
mertebesi) min haysü’t-taayyün (oluşumu
bakımından) mertebe-i Ahadiyyet’ten eb’ad (en uzak) ve esfel-i sâfilîn (en
aşağılarda) olur. Nitekim Hak Teâlâ buna işâreten:
............................
(Tin, 95/4-5) buyurur. Ve Zât-ı mutlak (Zât)
mertebe-i insanda bi-hasebi’t-taayyün (oluşumu
bakımından) azhar (en
aşikâr görünen) ve bi-hasebi’l-hakîka / (hakîkâti bakımından) ebtan-ı
butûn (en
gizli) olmuş olur. Ve insan şecere-i kevnin (kâinât
ağacının) semeresi (meyvesi) ve cemâl-i Zât’ın âyînesi
mesâbesinde (aynası
durumunda) bulunduğundan, îcâdın (yaratmanın)
illet-i gâiyyesi (arzu sebebi) İnsan’dan ibâret
bulunur.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
04.09.2001
|