Bu
mukaddeme ma’lûm (anlaşılmış)
olduktan sonra metnin ma’nâsını anlamak kolaylaşır. Şöyle
ki: Cemî’-i izâfâttan (bütün
bağlılıklardan) münezzeh (arı,
temiz) olan Zât-ı Mutlak, kendi vücûdunda muhtefî (gizlenmiş)
ve müstehlek (yok)
olan ve cüz’iyyâtı cihetinden (kısımları
bakımından) hasr (kısıtlamaya)
ve ta’dâda (saymaya) gelmeyen Esmâ-i Hüsnâ’sı
haysiyyetiyle (bakımından),
bu
esmânın “ayn”larını
(manâlarını)
görmek dilediği vakit, emr-i İlâhî (Hakk’a) âyîne mesâbesinde (aynâ
durumunda) olan âlemin (evrenin)
cilâsını iktizâ etti (gerektirdi).
Binâenaleyh (nitekim)
Âdem (İnsan),
rûhu ve aklı ve nefsi ve cesedi (madde
bedeni) haysiyyetinden (bakımından), bu mir’ât-ı
âlemin (ayna
olan âleminin) ayn-ı cilâsı (cilası
kendi) oldu. Zîrâ, Âdem’in rûhu (İnsanın
rûhu), âlem-i ervâhın (rûhlar âleminin) ve aklı, âlem-i
ukulün (âlemlerin
aklı) ve nefsi, âlem-i nüfûsun (âlemlerin
nefsi) ve cesedi, âlem-i ecsâdın cilâsıdır
(âlemin cesedinin cilasıdır).
Ve Âdem (İnsan),
tâmmü’l-hilka (mükemmel
yaradılışta) bir cesed olan âlemin (evrenin) rûhu oldu. Zîrâ, Hak Teâlâ
Hazretleri âlem-i ruhâniyyâta (rûhlar
âlemine) Âdem’in (İnsanın) rûhu ile ve âlem-i
ukule (evrenin
aklına) onun aklı ile ve âlem-i nüfûsa (evrenin
nefsine) onun nefsi ile ve âlem-i ecsâda (evrenin
cesedine) onun cesedi ile imdâd (yardım)
eder. Binâenaleyh (nitekim),
Âdem (İnsan)
bu cesed-i müsevvânın (son
şeklini almış olan evrenin) rûhu olmuş olur. Ve işte Âdem’in
(İnsanın) en
sonra halk buyrulmasının (yaratılmasının)
sebebi ve hikmeti budur. İmdi kemâl-i celâ (kemâl
bulan tecelliler, varlıklar) ve isticlâ (Hakk’ın meydana çıkması) Âdem’in
(İnsanın) vücûdu
ile olunca sen istersen dersin ki:
“Zât-ı Mutlak kabil-i ta’dâd (saymak
imkânı) olmayan Esmâ-i Hüsnâ’sı haysiyyetinden (esması
bakımından) Zât-ı Sırf’ı haysiyyetinden (Zât’ı bakımından) değil, zîrâ
Zât’ı cihetinden (yönünden)
tecellî (meydana
gelme) vâkı’ olmaz (gerçekleşmez), ba’de’l-adem (yokluktan
sonra) vücûd ile muttasıf (vasıflanmış)
olduğu için, emr-i İlâhîyi (Hakk’ı)
hasr eden (kısıtlayan)
kevn-i câmi’de (her
şeyi kendinde toplayanda, evrende) kendi
“ayn”ını (kendisini)
görmekliği ve onunla kendi sırrı kendine zâhir (açılmış)
olmasını dilediği, ya’nî kemâliyle zuhûra (açığa çıkmasına) meşiyyeti (istek)
taalluk ettiği (geldiği)
vakit, emr-i İlâhî (Hakk)
mir’ât-ı âlemin (evren
aynasının) cilâsını iktizâ etti
(gerekli kıldı).
Âdem’in (İnsanın)
bu mir’âtın (aynanın)
ayn-ı (tıpkı)
cilâsı
oldu. “Zîrâ
kevn-i câmi’ (her
şeyi kendinde toplamış olan varlık, evren) evvelce
adem-i izâfî (yokluk)
ile muttasıf (vasıflanmış)
iken, ba’dehû (daha sonra) vücûd-i izâfî (evrenin
madde yapısı) ile muttasıf (vasıflanmış)
oldu; ve emr-i vücûdu (Hakk’ı)/ hasr etti (dar
bir çerçeve içine aldı, kısıtladı).
Çünkü, kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplamış olan varlık,
evren) vücûd-i küllî (Hakk’ın
vücûdu) ile muttasıftır (vasıflanmıştır)
ve vücûd-i küllî (Hakk’ın
vücûdu) ile muttasıf (vasıflanmış)
olan şeyde, a’yânın zuhûru (ilmi
sûretlerin açığa çıkması) ve tecellîsi (oluşumları)
dahi küllîdir (bütündür). Binâenaleyh (nitekim), Zât-ı
Mutlak, (var
olan tek Zât) kevn-i câmi’ mazharında
(her şeyi kendinde toplamışın göründüğü yerde) taayyün-i
küllî (tam,
bütün olarak, bütün
oluşumları) ile müteayyin olmuş (meydana
çıkmış) olur.
Suâl:
Allah
Teâlâ, Zâtı ve Sıfâtı ile ezelîdir. Ve âlem-i insânînin îcâdından
(insanlık
aleminin yaratılmasından) evvel, kendi Zâtını ve Sıfâtını
bilir ve görür. Binâenaleyh (nitekim),
kendi “ayn”ını
(kendisini) müşâhede (görmek)
için neden bir mazhara (görülme mahâlline) lüzûm görsün?
Cevap:
Evet,
Hak Teâlâ Hazretleri Zâtı ve Sıfâtı ile ezelîdir (başlangıcı olmayan). Ve
Zâtını ve Sıfâtını bildiğine ve gördüğüne şüphe yoktur. Fakat
bu biliş ve görüş, kendi Zâtını kendi Zâtında bilmek ve görmektir.
Binâenaleyh (nitekim),
kevn-i câmi’de (her
şeyi kendinde toplayan varlıkta, evrende) esmâsı
a’yânını müşâhedeye (esmâsı
manâlarını seyretmeye) meşiyyet-i İlâhiyye’si taalluk
etmezden (İlâhi
isteme meydana gelmezden) evvel, Esmâsını ve Sıfâtını,
kendisinin Niseb-i Zâtiyye’si (Zâtî
Sıfâtlarını) ve şuûn-i gaybiyyesi (bilinmeyen,
gizli kalmış fiiller) olarak müşâhede eder (görür) idi. Bunun için Zâtında muhtefî (gizlenmiş)
olan a’yân-ı esmâsının (isimlerinin manâlarını) ahkâm (hüküm) ve âsârını (eserlerini)
hâriçte vâkı’ (kendisinin
dışında) olan kevn-i
câmi’de müşâhede (evrende,
âlemde seyir) etmek diledi. Zîrâ, bir şeyin kendi nefsini,
bir mazharın tavassutu (görüneceği yer mevcût) olmaksızın, kendi nefsi ile rü’yeti
(görmesi),
o şeye âyîne (ayna)
gibi olan emr-i âharda (başka husûslarda),
kendi nefsini rü’yete (görmeye)
benzemez. Gerçi kevn-i câmi’ (her
şeyi kendinde toplamış olan
varlık) Zât-ı
Mutlak’ın bir mertebe-i tenezzülü (inmesi)
ve tecellîsi olmak (meydana gelmek) i’tibâriyle (bakımından),
zât-ı
Hak bu kevn-i câmi’de (her
şeyi kendinde toplamış olan varlıkta)
dahi a’yân-ı esmâdan (isimlerinin
manâlarından) ibâret olan kendi nefsini, mertebe-i
Ahadiyyet’te kendi nefsini müşâhede ettiği (seyir
ettiği, gördüğü) ) gibi, müşâhede eder (görür).
Velâkin,
iki müşâhede (görüş)
arasında fark vardır. Evvelen, mücmelen (hûlâsa,
öz olarak) rü’yet eder (görür)
idi. Kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplamış varlık, evren) mertebesine
tenezzülünde (indiğinde)
tafsîlen (yayılmış,
genişletilmiş, teferruatlı olarak) müşâhede eder. İcmâl (öz)
ile tafsîl (açık,
teferruat) arasında fark olduğu zâhirdir (aşikârdır).
Misâl:
Bir mahbûbe-i devrân (dolaşan
sevgili) kendisinin tenâsüb-i endâma (uygun
sûrette) ve hüsn
(güzellikte) ve cemâle mâlik (yüze
sahip) olduğunu, müddet-i ömründe (ömrü
boyunca) âyîneye (aynaya)
bakmamış / olsa, yine bilir ve görür. Fakat bu biliş ve görüş,
kendi zâtını, kendi zâtında bilmek ve görmektir ki, ilm-i icmâlî (öz,
teferrûatsız biliş) ve rü’yet-i icmâlîdir (öz olarak görmedir). Hiç
bakmamış olduğu âyîne (ayna)
kendisine arz olunup (bildirilip)
bunda muntabı’ (kendi
görüntüsü) olan tenâsüb-i endâmını (uygun
endamını) ve hüsn ve cemâlini (yüzünün
güzelliğini) müşâhede ettikde (gördüğünde)
kendisinde evvelki ilim (biliş)
ve rü’yetten (görüşten)
başka bir ilim (biliş)
ve rü’yetin (görüşün) zevkı hâsıl olur (meydana
gelir). Ve
icmâl (öz) tafsîle (teferrûata) münkalib (dönmüş)
olur.
Diğer
misâl: Kendisinde ressâmiyyet
ve hattâtiyyet (yazıcılık)
ve mi’mâriyyet sıfatları bulunan bir kimse, hiç resim
yapmamış ve yazı yazmamış ve binâ inşâ etmemiş olsa dahi, kendinde
bu sıfatlar olduğunu ve bu sıfatlarla berâber zâtını bilir ve görür;
bu icmâldir (özdür). Vaktâki (ne zaman ki) bir resim levhası
yapar ve yazı yazar ve bir binâ inşâ eder, o resim ve yazı levhalarında
ve inşâ ettiği binâda zâtında bi’l-kuvve mündemic olan (potansiyel bir kuvvet olarak kendisinde
bulunan) bu sıfatları tafsîlen (açık
olarak) bilmiş ve görmüş olur. Ve bu âsâr (eserler),
bu sıfatların âyînesi mesâbesinde bulunur
(aynası durumundadır).
Binâenaleyh (nitekim) evvelki biliş ve görüş
ile sonraki biliş ve görüş arasında fark zâhir (belli)
olur.
Ve
“emr-i âharda (diğer şeylerde) olan rü’yet”te,
(bakışta) şeye
kendi nefsi, manzûrun-fîh olan
(bakılan) mahallin (yerin) verdiği bir sûrette zâhir
olur (görülür).
Eğer bu mahallin vücûdu olmasa ve şeyin o
mahalle tecellîsi bulunmasa, o şeye sûret zâhir olmaz idi. Ya’nî bâlâdaki
(yukarıdaki) misâllerde
îzâh olunduğu üzere, bir kimsenin kendi sûretini temâşâ etmesi (seyretmesi),
ancak âyînenin vücûdu
(ayna) ile mümkin olur. Çünkü âyîne o kimseye evvelce zâhir
olmayan (bilinmeyen)
bir sûreti ızhâr
eder (gösterir).
Binâenaleyh
(nitekim), o
kimsenin nefsi, o kimseye, manzûrun-fîh olan (bakılan) âyînenin verdiği bir sûrette
zâhir olur (görülür).
Ve emr-i âharda (başka şeylerde) rü’yet-i sûret
(görülen sûret)
iki şeyden husûle gelir: Birisi mahall (yer),
diğeri nâzırın (bakanın) mahalle tecellîsidir
(görünmesidir). Eğer mahall (yer)
olan âyîne (ayna)
tamâmiyle musaykal (cilâlı)
ve mücellâ (parlak)
ise, nâzırın (bakanın) sûreti onda kemâliyle zâhir
(belli) olur.
Değil ise / nâzıra (bakana)
âyînenin (aynanın)
isti’dâdı nisbetinde (ölçüsünde) bir sûret görünür.
Ve kezâ âyîne muhaddeb (dış
bükey) veyâ muka’ar (çukur) veyâ muhaddebiyyet (tümseklikler)
ve muka’ariyyet (çukurluklar)
ile memzûc (karışık)
ise, ona mukabil (karşılık) olmak sûretiyle mütecellî
(görünmüş)
olan nâzıra (seyredene)
kendi sûreti türlü türlü zâhir olur (görülür). Gerçi bu
âyînelerde (aynalarda)
zâhir olan (görülen)
sûret dahi nâzırın (seyredenin) sûretidir. Velâkin,
manzûrun-fîh olan (kendisine bakılan) âyînelerde nâzırın (bakanın) sûretini kemâliyle gösterebilmek
isti’dâdı olmadığından,
böyle muhtelif ve noksan olarak irâe etmiştir (göstermiştir).
Binâenaleyh (nitekim),
ihtilâf (zıtlık)
ve noksan nâzırın (seyredenin) değil, âyînelerin (aynaların)
isti’dâd ve kabiliyyetlerindendir. Halbuki Hak Teâlâ
Hazretleri, âlemin hey’et-i mecmûasını (alemin
tamamını) kendisinde rûh olmayan tâmmü’l-hilka (mükemmel olan) bir cesedin vücûdu
olarak îcâd etmiş idi(yaratmıştı).
Binâenaleyh (nitekim),
âlem gayr-i mücellâ (parlak
olmayan, mat) bir âyîne (ayna)
gibi idi. Ve âyîne (ayna) gayr-i mücellâ (mat)
olunca, bi’t-tabi’ (tabii
olarak) nâzırın (bakanın)
sûretini kemâliyle ızhâr edemez (gösteremez).
Ve muhakkak Hak Teâlâ bir mahalli, ancak
“nefh-i İlâhî” (İlâhî nefes) ta’bîr olunan (anlatılan)
rûh-i İlâhîyi kabûl etmek üzere tesviye (mükemmel) etti ki,
böyle olması hükm-i İlâhî (İlâhi
emir) şânındandır. Rûh-i İlâhîyi (İlâhi
ruhu) kabûl etmek için mahallin tesviyesi (mükemmelliği)
ise, ancak lem-yezel (son
bulmaz) ve lâ-yezâl (son
bulmayacak) olan tecellî-i dâim feyzini (devamlı gelen oluşum feyzini) kabûl
etmek üzere tesviye (mükemmel)
olunan sûretten isti’dâdı ızhâr etmekten (açığa çıkarmaktan) ibârettir.
Ya’nî Hak Teâlâ rûhsuz bir cesed gibi âlemi îcâd etti (yarattı). Halbuki âlem
bu halde kalamazdı. Çünkü Hak Teâlâ bir mahalli tesviye ederse (mükemmelleştirirse),
mutlaka ona nefh-ı rûh (rûhu
üflemek) için tesviye eder. Hükm-i İlâhî’nin (İlâhî kanûnun) şânı budur. Ve
kevn-i câmi’ (her
şeyi kendinde toplamış) olan insandan mukaddem (önce) sûret-i âlemin tesviyesi (âlemin
mükemmelleştirilmesi), ancak
bu sûretten isti’dâdı ızhâr etmek (istidâdı
meydana çıkarmak) içindir. Zîrâ bu sûret lem-yezel (son
bulmaz) ve lâ-yezâl (son
bulmayacak) olan tecellî-i dâim feyzini (devamlı
gelen tecellileri) kabûl eder. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, sûret-i
âlemin / rûhu (evrenin,
âlemin rûhu) olan insanı îcâd eyledi. (yarattı) Nitekim
......................................
(Hicr, 15/29) buyurur. Ve nefh-i rûh
(verilen
nefes), cemâd (maden) ve nebât ve hayvan hakkında
âmm (genel) ve
insan hakkında hâsstır (özeldir).
Şu
hâlde tesviye (mükemmelleştirilme)
mahall-i müsevvâda (tesviye
edilmiş, düzeltilerek son şekli verilmiş olan mahalde) kabiliyyetin,
ya’nî zâtî (zâta ait) olan isti’dâd-ı
gayr-i mec’ûlün
ızhârıdır (gizli
kalmış, bilinmeyen istidâdın açığa çıkmasıdır).
Çünkü
eğer mahallin isti’dâd-ı mec’ûl-i vücûdîyi (gizli
kalmış istidâdın açığa çıkma mahalli
olarak yaratılmış olan vücûdu) kabûle isti’dâd-ı zâtîsi
(zatın istidâdı) olmasa idi,
feyz-i dâimi (sürekli
gelen feyizleri) kabûl etmeğe müstaid (istidâtlı) olmaz idi.
Misâl:
Üzerine
kesîf (koyu) bir
boya sürülmüş olan bir âyîneye (aynaya)
sûret aksetmez. O boya âyînenin sathından (aynanın
yüzeyinden) silinmeli ve onun sathında cilâ verilmeli ki, içinde
sûret görünebilsin. Kable’l-cilâ (cilâdan
önce) onda sûret görünmek isti’dâdı (yeteneği)
yok idi. Ba’de’l-cilâ (cilâdan sonra) bu isti’dâd hâsıl oldu (meydana geldi). Bu isti’dâd istidâd-ı mec’ûldür
(gizli istidâttır).
Fakat
bir tahta parçasına ne kadar cilâ vurulsa onda âyîne (ayna)
gibi suver (sûretler) mün’akis olmaz
(yansımaz).
Çünkü onda âyînenin isti’dâd-ı zâtîsi (aynanın
istidâdı) yoktur. Ne kadar tesviye olunsa
(düzeltilse) isti’dâd-ı mec’ûlü tahsîl edip
(istidadında olmayan yeteneği elde edip) nâzırın (bakanın)
sûretini kabûl edemez.
Diğer
misâl: Yeni
doğan çocuk tekellüm edemez
(konuşamaz).
Velâkin onda tekellüme (konuşmaya) isti’dâd-i zâtî
vardır (yeteneği
vardır).
Cismi ânen fe –ânen (gittikçe)
büyüyüp tekemmül ettikçe (geliştikçe)
tekellüme (konuşmaya) başlar. Fakat, yeni doğan
bir hayvan ibtidâen (başlangıçta)
tekellüm edemediği (konuşamadığı)
gibi ne kadar büyüse ve ona kelâm ta’lîm edilse (konuşma
öğretilse) tekellüm edemez (konuşamaz).
Çünkü, kelâma isti’dâd-i zâtîsi (kendisinde
konuşma kabiliyeti) yoktur. İsti’dâd-ı zâtînin inkişâfı
(zâtındaki
yeteneğinin gelişmesi) isti’dâd-ı mec’ûlün husûlüne (kendisindeki
yeteneğin varlığına) mütevakkıftır (bağlıdır).
İmdi,
mahall-i müsevvâda (düzgün
yapılmış mahalde) feyzi kabûl eden kabilden (kabul ediciden) gayri
(başka), hadd-i îcâddan hâriç
(yaradılış sınırı dışında) bir
şey bâkî (devamlı)
kalmadı; ya’nî âlem taht-ı îcâda dâhil (evren
yaratılmış) oldu ve taht-ı îcâda (yaratılmaya)
dâhil olmayan, ancak
kabilin (kabul edicinin) vücûdu kaldı. Ve
kabil (kabul
edici) ise ancak Hakk’ın feyz-i
akdesinden vâkı’
(Vahdet mertebesinden gelen feyizlerden) olur. Zîrâ mahall-i müsevvâda
(mükemmel yapılmış
mahalde) feyzi kabûl eden şey, onun ayn-ı sâbitesinde (hakikâtinde)
olan isti’dâd-ı zâtîsidir (zâtın
istidâdıdır); bu da
gayr-i mec’ûldür (bilinmez);
ya’nî
taht-ı îcâda dâhil olmuş (yaratılmış)
bir şey değildir. Çünkü bu isti’dâd-ı zâtî (zâtın
istidâdı) Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahadiyet
mertebesinde) mahfî (gizli) olan nisbetin (sıfatların)
iktizââtıdır; (gereğidir)
ve bu niseb (sıfat)
Hakk’ın aynıdır. Ve kabilin (kabul
edicinin) vücûdu feyz-i akdesten (teklik
mertebesinden), ya’nî
tecellî-i Zâtîden (Zât’ın oluşumlarından) hâsıl olur (meydana gelir). Ya’nî Hak
mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât mertebesinde) kendi Zâtını kendi Zâtıyla bilir ki,
Zâtında mahfî (gizli)
bî-nihâye (sonsuz)
niseb (sıfat)
ve şuûnât (fiiller)
mündemictir (bulunur)
ve bunlar zuhûr talebindedir (meydana
çıkmak istemektedirler). Onların
bu taleblerini is’âf (isteklerini
yerine getirmek) için, kendi Zâtında, kendi Zâtına, kendi Zâtı
ile tecellî ettikde (meydana
çıktıkça) onların sûretleri ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ olur. Ve
Hakk’ın nefsi bu mertebe-i Vâhidiyyet’te bu nisebin (sıfatların)
suver-i ilmiyyeleriyle (ilmi
sûretleri ile) müteayyin olur
(meydana çıkar). Binâenaleyh (nitekim), burada
îcâd (yaratma)
mevzû’-i bahs olamaz. Bu mertebe esmânın kesretinden akdes ( isimlerin çokluğundan temiz ve arı)
olduğu için bu tecellî-i Zâtî’ye
(Zât’ın
tecellisine, oluşumuna) “feyz-i akdes”
demişlerdir. Ve her bir tecellîyi (oluşumu)
kabûl edecek bir mahall (yer,
“beden”) lâzımdır ki, o mahal o feyzin kabili (kabul
edicisi) ve o tecellînin mir’âtıdır (aynasıdır). Bu tecellî-i Zâtînin mir’âtı (Zât’ın
tecellisinin aynası) ve bu feyz-i akdesin kavâbili (kabul
edicisi) a’yân-ı sâbite (değişmez
özler, hakîkatler) ve hakayık-ı ilmiyyedir (ilmi
hakikâtlerdir). Ve
bu hakayık (hakikâtler)
ise, Zât-ı Hakk’ın gayri (Hakk’ın
Zâtından başkası) değildir.
Ve
yukarıda zikrolunan (adı
geçen) merâtib-i sitteden (altı
mertebeden) üçüncüden altıncı mertebeye kadar olan vücûdu-i
mutlakın tenezzülâtı (inişleri,
alçalışları), Hakk’ın
“feyz-i mukaddes”inden vâkı’
olur (meydana gelir). Ve
“feyz-i mukaddes” a’yân-ı
sâbite isti’dâdâtının (âyan-ı
sabitede mevcût olan istidâdın) iktizâ ettiği (lâzım gelen) şeylerin hâriçte
zuhûrunun (dışarıda
meydana gelmesinin) mûcib
(karşılığı) olan tecellîyât-ı esmâiyyeden (esmâlarının
oluşumlarından) ibârettir. Ve tecelliyât-ı Zâtiyye (Zât’ın
oluşumları) / ve esmâiyye hakkındaki îzâhât ve tafsîlât Fass-ı
Şîsî’de gelecektir. İmdi, mâdemki kavabilin ibtîdâsı (kabul edicinin başlangıcı) gayr-i
mec’ûl (meydana
çıkmamış) olan suver-i kevniyyedir (esmâ, kevnî sûretlerdir) ve hakayık-ı
İlâhiyye (manâlar,
İlâhî hakikâtler) Zât-ı Hakk’ın ve suver-i kevniyye
(kevnî sûretler, esmâ) dahi hakayık-ı
İlâhiyye’nin (İlâhi
hakikâtlerin, manâların) mir’âtı vâkı’ (aynası)
olmuştur ve bunlar da Hakk’ın tecelliyât-ı (Hakk’ın
oluşumları) Zâtiyye ve esmâiyyesinden (esmâdan)
ibâret bulunmuştur; şu halde emrin hepsi, ibtidâsı (başlangıcı) ve
intihâsı (sonu)
Hakk’tandır. Ve emrin kâffesi (hepsi)
ondan ibtidâ ettiği (çıktığı)
gibi, yine ona rücû’ eder. (geri
döner) Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ............ (Yâsin, 36/82-83).
Velhâsıl,
Hak Teâlâ Hazretleri, kendi niseb (sıfatları)
ve şuûnâtı (fiilleri)
olan esmâ-i bî-nihâyesinin
(sonsuz
esmâlasının) “ayn”larını
(manâlarını)
görmek dilediği vakit, onların suveri mün’akis olabilecek
(sûretlerini aksettirecek) âyînenin (aynanın)
vücûdu iktizâ etti
(vücûdu lâzım oldu) ;
bu mir’âta (aynaya)
muktezî (gerekli)
olan eşyâyı (gereçleri)
tehiyye buyurdu (hazırladı).
Mertebe mertebe (boyut boyut) hazret-i şehâdete (içinde
bulunduğumuz âleme) tenezzül etti (indi)
ve âlemi halk eyledi (evreni yarattı). Ve
âlem (evren) müstaidd-i cilâ (parlak
olmaya istidâtlı) bir âyîne (ayna)
idi. Onda Âdem’i (İnsanı) îcâd etmekle (yaratmakla)
mir’ât-ı âlemi (ayna
olan âlemi) mücellâ (parlak)
kıldı. Zîrâ Âdem (İnsan) tecellîyât-ı esmâiyyenin
(esmânın
tecellilerinden, oluşumlarından dolayı) cümlesini kabûle müstaiddir
(hepsini kabul
etmeye müsaittir). Ve
âlem-i taayyünâtta (âlemde
meydana gelmiş), onun
taayyünü (onun
oluşumu) gibi ekmel
(en mükemmel)
ve akbel (en
makbûl) bir taayyün (oluşum)
yoktur. Ve mazhar-ı Âdem’de müteayyin olan (Âdem’de meydana çıkan, görülen) ancak
Hak olduğundan, Hak Teâlâ kendi zâtını mir’ât-ı Âdem’de (Âdem aynasında) kemâliyle (bütün
vasıfları ile) müşâhede buyurur (seyreder)
. Binâenaleyh
(nitekim),
Âdem (İnsan)
bi’l-cümle (bütün)
merâtibi câmi’dir.(mertebeleri
kendinde toplamıştır) Bu
sûrette kemâl-i celâ (bütün
vasıflarla meydana çıkma) ve isticlâ (Hakk’ın
görülmesi) Âdem’in (İnsanın)
vücûduyla hâsıl olmuş (meydana
gelmiş) olur.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
11.09.2001
|