DÎBÂCE-İ

6.Bölüm


Bu mukaddeme ma’lûm (anlaşılmış) olduktan sonra metnin ma’nâsını anlamak kolaylaşır. Şöyle ki: Cemî’-i izâfâttan (bütün bağlılıklardan) münezzeh (arı, temiz) olan Zât-ı Mutlak, kendi vücûdunda muhtefî (gizlenmiş) ve müstehlek (yok) olan ve cüz’iyyâtı cihetinden (kısımları bakımından) hasr (kısıtlamaya) ve ta’dâda (saymaya) gelmeyen Esmâ-i Hüsnâ’sı haysiyyetiyle (bakımından),  bu esmânın  “ayn”larını  (manâlarını) görmek dilediği vakit, emr-i İlâhî (Hakk’a) âyîne mesâbesinde (aynâ durumunda) olan âlemin (evrenin) cilâsını iktizâ etti (gerektirdi). Binâenaleyh (nitekim) Âdem (İnsan), rûhu ve aklı ve nefsi ve cesedi (madde bedeni) haysiyyetinden (bakımından),  bu mir’ât-ı âlemin (ayna olan âleminin) ayn-ı cilâsı (cilası kendi) oldu. Zîrâ, Âdem’in rûhu (İnsanın rûhu), âlem-i ervâhın (rûhlar âleminin) ve aklı, âlem-i ukulün (âlemlerin aklı) ve nefsi, âlem-i nüfûsun (âlemlerin nefsi) ve cesedi, âlem-i ecsâdın cilâsıdır (âlemin cesedinin cilasıdır). Ve Âdem (İnsan), tâmmü’l-hilka (mükemmel yaradılışta) bir cesed olan âlemin (evrenin) rûhu oldu. Zîrâ, Hak Teâlâ Hazretleri âlem-i ruhâniyyâta (rûhlar âlemine) Âdem’in (İnsanın) rûhu ile ve âlem-i ukule (evrenin aklına) onun aklı ile ve âlem-i nüfûsa (evrenin nefsine) onun nefsi ile ve âlem-i ecsâda (evrenin cesedine) onun cesedi ile imdâd (yardım) eder. Binâenaleyh (nitekim), Âdem (İnsan) bu cesed-i müsevvânın (son şeklini almış olan evrenin) rûhu olmuş olur. Ve işte Âdem’in (İnsanın) en sonra halk buyrulmasının (yaratılmasının) sebebi ve hikmeti budur. İmdi kemâl-i celâ (kemâl bulan tecelliler, varlıklar) ve isticlâ (Hakk’ın meydana çıkması) Âdem’in (İnsanın) vücûdu ile olunca sen istersen dersin ki:   “Zât-ı Mutlak kabil-i ta’dâd (saymak imkânı) olmayan Esmâ-i Hüsnâ’sı haysiyyetinden (esması bakımından) Zât-ı Sırf’ı haysiyyetinden (Zât’ı bakımından) değil, zîrâ Zât’ı cihetinden (yönünden) tecellî (meydana gelme) vâkı’ olmaz (gerçekleşmez), ba’de’l-adem (yokluktan  sonra) vücûd ile muttasıf (vasıflanmış) olduğu için, emr-i İlâhîyi (Hakk’ı)  hasr eden (kısıtlayan) kevn-i câmi’de (her şeyi kendinde toplayanda, evrende) kendi  “ayn”ını (kendisini) görmekliği ve onunla kendi sırrı kendine zâhir (açılmış) olmasını dilediği, ya’nî kemâliyle zuhûra (açığa çıkmasına) meşiyyeti (istek) taalluk ettiği (geldiği) vakit, emr-i İlâhî (Hakk)  mir’ât-ı âlemin (evren aynasının) cilâsını iktizâ etti (gerekli kıldı).  Âdem’in (İnsanın) bu mir’âtın (aynanın) ayn-ı (tıpkı) cilâsı oldu.  “Zîrâ kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplamış olan varlık, evren) evvelce adem-i izâfî (yokluk) ile muttasıf (vasıflanmış) iken, ba’dehû (daha sonra) vücûd-i izâfî (evrenin madde yapısı) ile muttasıf (vasıflanmış) oldu; ve emr-i vücûdu (Hakk’ı)/ hasr etti (dar bir çerçeve içine aldı, kısıtladı). Çünkü, kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplamış olan varlık, evren) vücûd-i küllî (Hakk’ın vücûdu) ile muttasıftır (vasıflanmıştır) ve vücûd-i küllî (Hakk’ın vücûdu) ile muttasıf (vasıflanmış) olan şeyde, a’yânın zuhûru (ilmi sûretlerin açığa çıkması) ve tecellîsi (oluşumları) dahi küllîdir (bütündür). Binâenaleyh (nitekim), Zât-ı Mutlak, (var olan tek Zât) kevn-i câmi’ mazharında (her şeyi kendinde toplamışın göründüğü yerde) taayyün-i küllî (tam, bütün  olarak, bütün oluşumları) ile müteayyin olmuş (meydana çıkmış) olur.

Suâl:  Allah Teâlâ, Zâtı ve Sıfâtı ile ezelîdir. Ve âlem-i insânînin îcâdından (insanlık aleminin yaratılmasından) evvel, kendi Zâtını ve Sıfâtını bilir ve görür. Binâenaleyh (nitekim), kendi  “ayn”ını  (kendisini) müşâhede (görmek) için neden bir mazhara (görülme mahâlline) lüzûm görsün?

Cevap:  Evet, Hak Teâlâ Hazretleri Zâtı ve Sıfâtı ile ezelîdir (başlangıcı olmayan).  Ve Zâtını ve Sıfâtını bildiğine ve gördüğüne şüphe yoktur. Fakat bu biliş ve görüş, kendi Zâtını kendi Zâtında bilmek ve görmektir. Binâenaleyh (nitekim), kevn-i câmi’de (her şeyi kendinde toplayan varlıkta, evrende) esmâsı a’yânını müşâhedeye (esmâsı manâlarını seyretmeye) meşiyyet-i İlâhiyye’si taalluk etmezden (İlâhi isteme meydana gelmezden) evvel, Esmâsını ve Sıfâtını, kendisinin Niseb-i Zâtiyye’si (Zâtî Sıfâtlarını) ve şuûn-i gaybiyyesi (bilinmeyen, gizli kalmış fiiller) olarak müşâhede eder (görür) idi. Bunun için Zâtında muhtefî (gizlenmiş) olan a’yân-ı esmâsının (isimlerinin manâlarını) ahkâm (hüküm) ve âsârını (eserlerini) hâriçte vâkı’ (kendisinin dışında) olan  kevn-i câmi’de müşâhede  (evrende, âlemde seyir) etmek diledi. Zîrâ, bir şeyin kendi nefsini, bir mazharın tavassutu (görüneceği yer mevcût) olmaksızın, kendi nefsi ile rü’yeti (görmesi), o şeye âyîne (ayna) gibi olan emr-i âharda (başka husûslarda), kendi nefsini rü’yete (görmeye) benzemez. Gerçi kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplamış  olan varlık)  Zât-ı Mutlak’ın bir mertebe-i tenezzülü (inmesi) ve tecellîsi olmak (meydana gelmek) i’tibâriyle (bakımından),  zât-ı Hak bu kevn-i câmi’de (her şeyi kendinde toplamış olan  varlıkta) dahi a’yân-ı esmâdan (isimlerinin manâlarından) ibâret olan kendi nefsini, mertebe-i Ahadiyyet’te kendi nefsini müşâhede ettiği (seyir ettiği, gördüğü) ) gibi, müşâhede eder (görür).  Velâkin, iki müşâhede (görüş) arasında fark vardır. Evvelen, mücmelen (hûlâsa, öz olarak) rü’yet eder (görür) idi. Kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplamış varlık, evren) mertebesine tenezzülünde (indiğinde) tafsîlen (yayılmış, genişletilmiş, teferruatlı olarak) müşâhede eder. İcmâl (öz) ile tafsîl (açık, teferruat) arasında fark olduğu zâhirdir (aşikârdır).

Misâl: Bir mahbûbe-i devrân (dolaşan sevgili) kendisinin tenâsüb-i endâma (uygun sûrette) ve hüsn (güzellikte) ve cemâle mâlik  (yüze sahip) olduğunu, müddet-i ömründe (ömrü boyunca) âyîneye (aynaya) bakmamış / olsa, yine bilir ve görür. Fakat bu biliş ve görüş, kendi zâtını, kendi zâtında bilmek ve görmektir ki, ilm-i icmâlî (öz, teferrûatsız biliş) ve rü’yet-i icmâlîdir (öz olarak görmedir).  Hiç bakmamış olduğu âyîne (ayna) kendisine arz olunup (bildirilip) bunda muntabı’ (kendi görüntüsü) olan tenâsüb-i endâmını (uygun endamını) ve hüsn ve cemâlini (yüzünün güzelliğini) müşâhede ettikde (gördüğünde) kendisinde evvelki ilim (biliş) ve rü’yetten (görüşten) başka bir ilim (biliş) ve rü’yetin (görüşün) zevkı hâsıl olur (meydana gelir).  Ve icmâl (öz) tafsîle (teferrûata) münkalib (dönmüş) olur.

Diğer misâl:  Kendisinde ressâmiyyet ve hattâtiyyet (yazıcılık) ve mi’mâriyyet sıfatları bulunan bir kimse, hiç resim yapmamış ve yazı yazmamış ve binâ inşâ etmemiş olsa dahi, kendinde bu sıfatlar olduğunu ve bu sıfatlarla berâber zâtını bilir ve görür; bu icmâldir (özdür). Vaktâki (ne zaman ki) bir resim levhası yapar ve yazı yazar ve bir binâ inşâ eder, o resim ve yazı levhalarında ve inşâ ettiği binâda zâtında bi’l-kuvve mündemic olan (potansiyel bir kuvvet olarak kendisinde bulunan) bu sıfatları tafsîlen (açık olarak) bilmiş ve görmüş olur. Ve bu âsâr (eserler), bu sıfatların âyînesi mesâbesinde bulunur (aynası durumundadır).  Binâenaleyh (nitekim) evvelki biliş ve görüş ile sonraki biliş ve görüş arasında fark zâhir (belli) olur.

Ve  “emr-i âharda (diğer şeylerde) olan rü’yet”te, (bakışta) şeye kendi nefsi, manzûrun-fîh olan (bakılan) mahallin (yerin) verdiği bir sûrette zâhir olur (görülür). Eğer bu mahallin vücûdu olmasa ve şeyin  o mahalle tecellîsi bulunmasa, o şeye sûret zâhir olmaz idi. Ya’nî bâlâdaki (yukarıdaki) misâllerde îzâh olunduğu üzere, bir kimsenin kendi sûretini temâşâ etmesi (seyretmesi), ancak âyînenin vücûdu (ayna) ile mümkin olur. Çünkü âyîne o kimseye evvelce zâhir  olmayan (bilinmeyen) bir sûreti ızhâr eder (gösterir).  Binâenaleyh (nitekim), o kimsenin nefsi, o kimseye, manzûrun-fîh olan (bakılan) âyînenin verdiği bir sûrette zâhir olur (görülür). Ve emr-i âharda (başka şeylerde) rü’yet-i sûret (görülen sûret) iki şeyden husûle gelir: Birisi mahall (yer), diğeri nâzırın (bakanın) mahalle tecellîsidir (görünmesidir). Eğer mahall  (yer) olan âyîne (ayna) tamâmiyle musaykal (cilâlı) ve mücellâ (parlak) ise, nâzırın (bakanın) sûreti onda kemâliyle zâhir (belli) olur. Değil ise / nâzıra (bakana) âyînenin (aynanın)  isti’dâdı nisbetinde (ölçüsünde) bir sûret görünür. Ve kezâ âyîne muhaddeb (dış bükey) veyâ muka’ar (çukur) veyâ muhaddebiyyet (tümseklikler) ve muka’ariyyet (çukurluklar) ile memzûc (karışık) ise, ona mukabil (karşılık) olmak sûretiyle mütecellî (görünmüş) olan nâzıra (seyredene) kendi sûreti türlü türlü zâhir olur (görülür).  Gerçi bu âyînelerde (aynalarda) zâhir olan (görülen) sûret dahi nâzırın (seyredenin) sûretidir. Velâkin, manzûrun-fîh olan (kendisine bakılan) âyînelerde nâzırın (bakanın) sûretini kemâliyle gösterebilmek isti’dâdı olmadığından, böyle muhtelif ve noksan olarak irâe etmiştir (göstermiştir). Binâenaleyh (nitekim), ihtilâf (zıtlık) ve noksan nâzırın (seyredenin) değil, âyînelerin (aynaların) isti’dâd ve kabiliyyetlerindendir. Halbuki Hak Teâlâ Hazretleri, âlemin hey’et-i mecmûasını (alemin tamamını) kendisinde rûh olmayan tâmmü’l-hilka (mükemmel olan) bir cesedin vücûdu olarak îcâd etmiş idi(yaratmıştı).  Binâenaleyh (nitekim), âlem gayr-i mücellâ (parlak olmayan, mat) bir âyîne (ayna) gibi idi. Ve âyîne (ayna) gayr-i mücellâ (mat) olunca, bi’t-tabi’ (tabii olarak) nâzırın (bakanın) sûretini kemâliyle ızhâr edemez (gösteremez). Ve muhakkak Hak Teâlâ bir mahalli, ancak  “nefh-i İlâhî” (İlâhî nefes) ta’bîr olunan (anlatılan) rûh-i İlâhîyi kabûl etmek üzere tesviye (mükemmel) etti  ki, böyle olması hükm-i İlâhî (İlâhi emir) şânındandır. Rûh-i İlâhîyi (İlâhi ruhu) kabûl etmek için mahallin tesviyesi (mükemmelliği) ise, ancak lem-yezel (son bulmaz) ve lâ-yezâl (son bulmayacak) olan tecellî-i dâim feyzini (devamlı gelen oluşum feyzini) kabûl etmek üzere tesviye (mükemmel)  olunan sûretten isti’dâdı ızhâr etmekten (açığa çıkarmaktan) ibârettir. Ya’nî Hak Teâlâ rûhsuz bir cesed gibi âlemi îcâd etti (yarattı).  Halbuki âlem bu halde kalamazdı. Çünkü Hak Teâlâ bir mahalli tesviye ederse (mükemmelleştirirse), mutlaka ona nefh-ı rûh (rûhu üflemek) için tesviye eder. Hükm-i İlâhî’nin (İlâhî kanûnun) şânı budur. Ve kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplamış) olan insandan mukaddem (önce) sûret-i âlemin tesviyesi (âlemin mükemmelleştirilmesi),  ancak bu sûretten isti’dâdı ızhâr etmek (istidâdı meydana çıkarmak) içindir. Zîrâ bu sûret lem-yezel (son bulmaz) ve lâ-yezâl (son bulmayacak) olan tecellî-i dâim feyzini (devamlı gelen tecellileri) kabûl eder. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, sûret-i âlemin / rûhu (evrenin, âlemin rûhu) olan insanı îcâd eyledi. (yarattı) Nitekim ......................................  (Hicr, 15/29) buyurur. Ve nefh-i rûh  (verilen nefes), cemâd (maden) ve nebât ve hayvan hakkında âmm (genel) ve insan hakkında hâsstır (özeldir).  Şu hâlde tesviye (mükemmelleştirilme) mahall-i müsevvâda (tesviye edilmiş, düzeltilerek son şekli verilmiş olan mahalde) kabiliyyetin, ya’nî zâtî (zâta ait) olan isti’dâd-ı gayr-i mec’ûlün ızhârıdır (gizli kalmış, bilinmeyen istidâdın açığa çıkmasıdır).   Çünkü eğer mahallin isti’dâd-ı mec’ûl-i vücûdîyi  (gizli kalmış istidâdın açığa çıkma mahalli olarak yaratılmış olan vücûdu) kabûle isti’dâd-ı zâtîsi (zatın istidâdı) olmasa idi, feyz-i dâimi (sürekli gelen feyizleri) kabûl etmeğe müstaid (istidâtlı) olmaz idi.

Misâl:  Üzerine kesîf (koyu) bir boya sürülmüş olan bir âyîneye (aynaya) sûret aksetmez. O boya âyînenin sathından (aynanın yüzeyinden) silinmeli ve onun sathında cilâ verilmeli ki, içinde sûret görünebilsin. Kable’l-cilâ (cilâdan önce) onda sûret görünmek isti’dâdı (yeteneği) yok idi. Ba’de’l-cilâ (cilâdan sonra) bu isti’dâd hâsıl oldu (meydana geldi). Bu isti’dâd istidâd-ı mec’ûldür (gizli istidâttır).   Fakat bir tahta parçasına ne kadar cilâ vurulsa onda âyîne (ayna) gibi suver (sûretler) mün’akis olmaz (yansımaz). Çünkü onda âyînenin isti’dâd-ı zâtîsi (aynanın istidâdı) yoktur. Ne kadar tesviye olunsa (düzeltilse) isti’dâd-ı mec’ûlü tahsîl edip (istidadında olmayan yeteneği  elde edip) nâzırın (bakanın) sûretini kabûl edemez.

Diğer misâl:  Yeni doğan çocuk tekellüm edemez (konuşamaz). Velâkin onda tekellüme (konuşmaya) isti’dâd-i zâtî vardır (yeteneği vardır). Cismi ânen fe –ânen (gittikçe) büyüyüp tekemmül ettikçe (geliştikçe) tekellüme (konuşmaya) başlar. Fakat, yeni doğan bir hayvan ibtidâen (başlangıçta) tekellüm edemediği (konuşamadığı) gibi ne kadar büyüse ve ona kelâm ta’lîm edilse (konuşma öğretilse) tekellüm edemez (konuşamaz). Çünkü, kelâma isti’dâd-i zâtîsi (kendisinde konuşma kabiliyeti) yoktur. İsti’dâd-ı zâtînin inkişâfı (zâtındaki yeteneğinin gelişmesi) isti’dâd-ı mec’ûlün husûlüne (kendisindeki yeteneğin varlığına) mütevakkıftır (bağlıdır).

İmdi, mahall-i müsevvâda (düzgün yapılmış mahalde) feyzi kabûl eden kabilden (kabul ediciden) gayri (başka), hadd-i îcâddan hâriç (yaradılış sınırı dışında) bir şey bâkî (devamlı) kalmadı; ya’nî âlem taht-ı îcâda dâhil (evren yaratılmış) oldu ve taht-ı îcâda (yaratılmaya) dâhil olmayan,  ancak kabilin (kabul edicinin) vücûdu kaldı. Ve kabil (kabul edici) ise ancak Hakk’ın feyz-i akdesinden vâkı’ (Vahdet mertebesinden gelen feyizlerden) olur. Zîrâ mahall-i müsevvâda (mükemmel yapılmış mahalde) feyzi kabûl eden şey, onun ayn-ı sâbitesinde (hakikâtinde) olan isti’dâd-ı zâtîsidir (zâtın istidâdıdır);  bu da gayr-i mec’ûldür (bilinmez);  ya’nî taht-ı îcâda dâhil olmuş (yaratılmış) bir şey değildir. Çünkü bu isti’dâd-ı zâtî (zâtın istidâdı) Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahadiyet mertebesinde) mahfî (gizli) olan nisbetin (sıfatların) iktizââtıdır; (gereğidir) ve bu niseb (sıfat) Hakk’ın aynıdır. Ve kabilin (kabul edicinin) vücûdu feyz-i akdesten (teklik mertebesinden), ya’nî tecellî-i Zâtîden (Zât’ın oluşumlarından) hâsıl olur (meydana gelir). Ya’nî Hak mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât mertebesinde) kendi Zâtını kendi Zâtıyla bilir ki, Zâtında mahfî (gizli) bî-nihâye (sonsuz) niseb (sıfat) ve şuûnât (fiiller) mündemictir (bulunur) ve bunlar zuhûr talebindedir (meydana çıkmak istemektedirler).  Onların bu taleblerini is’âf (isteklerini yerine getirmek) için, kendi Zâtında, kendi Zâtına, kendi Zâtı ile tecellî ettikde (meydana çıktıkça) onların sûretleri ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ olur. Ve Hakk’ın nefsi bu mertebe-i Vâhidiyyet’te bu nisebin (sıfatların) suver-i ilmiyyeleriyle (ilmi sûretleri ile) müteayyin olur (meydana çıkar). Binâenaleyh (nitekim), burada îcâd (yaratma) mevzû’-i bahs olamaz. Bu mertebe esmânın kesretinden akdes ( isimlerin çokluğundan temiz ve arı)  olduğu için bu tecellî-i Zâtî’ye  (Zât’ın tecellisine, oluşumuna) “feyz-i akdes”  demişlerdir. Ve her bir tecellîyi (oluşumu) kabûl edecek bir mahall (yer, “beden”) lâzımdır ki, o mahal o feyzin kabili (kabul edicisi) ve o tecellînin mir’âtıdır (aynasıdır).  Bu tecellî-i Zâtînin mir’âtı (Zât’ın tecellisinin aynası) ve bu feyz-i akdesin kavâbili (kabul edicisi) a’yân-ı sâbite (değişmez özler, hakîkatler) ve hakayık-ı ilmiyyedir (ilmi hakikâtlerdir).  Ve bu hakayık (hakikâtler) ise, Zât-ı Hakk’ın gayri (Hakk’ın Zâtından başkası) değildir.

Ve yukarıda zikrolunan (adı geçen) merâtib-i sitteden (altı mertebeden) üçüncüden altıncı mertebeye kadar olan vücûdu-i mutlakın tenezzülâtı (inişleri, alçalışları),  Hakk’ın  “feyz-i mukaddes”inden  vâkı’ olur (meydana gelir). Ve  “feyz-i mukaddes”  a’yân-ı sâbite isti’dâdâtının (âyan-ı sabitede mevcût olan istidâdın) iktizâ ettiği (lâzım gelen) şeylerin hâriçte zuhûrunun (dışarıda meydana gelmesinin) mûcib (karşılığı) olan tecellîyât-ı esmâiyyeden (esmâlarının oluşumlarından) ibârettir. Ve tecelliyât-ı Zâtiyye (Zât’ın oluşumları) / ve esmâiyye hakkındaki îzâhât ve tafsîlât Fass-ı Şîsî’de gelecektir. İmdi, mâdemki kavabilin ibtîdâsı (kabul edicinin başlangıcı) gayr-i mec’ûl (meydana çıkmamış) olan suver-i kevniyyedir (esmâ, kevnî sûretlerdir) ve hakayık-ı İlâhiyye (manâlar, İlâhî hakikâtler) Zât-ı Hakk’ın ve suver-i kevniyye (kevnî sûretler, esmâ) dahi hakayık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi hakikâtlerin, manâların) mir’âtı vâkı’ (aynası) olmuştur ve bunlar da Hakk’ın tecelliyât-ı (Hakk’ın oluşumları) Zâtiyye ve esmâiyyesinden (esmâdan) ibâret bulunmuştur; şu halde emrin hepsi, ibtidâsı (başlangıcı) ve  intihâsı (sonu) Hakk’tandır. Ve emrin kâffesi (hepsi) ondan ibtidâ ettiği (çıktığı) gibi, yine ona rücû’ eder. (geri döner)  Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ............ (Yâsin, 36/82-83).

Velhâsıl, Hak Teâlâ Hazretleri, kendi niseb (sıfatları) ve şuûnâtı (fiilleri) olan esmâ-i bî-nihâyesinin  (sonsuz esmâlasının)  “ayn”larını  (manâlarını) görmek dilediği vakit, onların suveri mün’akis olabilecek (sûretlerini aksettirecek) âyînenin (aynanın) vücûdu iktizâ etti (vücûdu lâzım oldu) ;  bu mir’âta (aynaya) muktezî (gerekli) olan eşyâyı (gereçleri) tehiyye buyurdu (hazırladı). Mertebe mertebe (boyut boyut) hazret-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) tenezzül etti (indi) ve âlemi halk eyledi (evreni yarattı).  Ve âlem (evren) müstaidd-i cilâ (parlak olmaya istidâtlı) bir âyîne (ayna) idi. Onda Âdem’i (İnsanı) îcâd etmekle (yaratmakla) mir’ât-ı âlemi (ayna olan âlemi) mücellâ (parlak) kıldı. Zîrâ Âdem (İnsan) tecellîyât-ı esmâiyyenin (esmânın tecellilerinden, oluşumlarından dolayı) cümlesini kabûle müstaiddir (hepsini kabul etmeye müsaittir).  Ve âlem-i taayyünâtta (âlemde meydana gelmiş),  onun taayyünü (onun oluşumu) gibi  ekmel (en mükemmel) ve akbel (en makbûl) bir taayyün (oluşum) yoktur. Ve mazhar-ı Âdem’de müteayyin olan (Âdem’de meydana çıkan, görülen) ancak Hak olduğundan, Hak Teâlâ kendi zâtını mir’ât-ı Âdem’de (Âdem aynasında) kemâliyle (bütün vasıfları ile) müşâhede buyurur (seyreder) . Binâenaleyh (nitekim), Âdem (İnsan) bi’l-cümle (bütün) merâtibi câmi’dir.(mertebeleri kendinde toplamıştır)  Bu sûrette kemâl-i celâ (bütün vasıflarla meydana çıkma) ve isticlâ (Hakk’ın  görülmesi) Âdem’in (İnsanın) vücûduyla hâsıl olmuş (meydana gelmiş) olur.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

11
.09.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail