DÎBÂCE-İ

7.Bölüm


Ve melâike dahi ıstılâh-ı kavimde  “insan-ı kebir”  ta’bîr olunan bu sûretin, ya’nî sûret-i âlemin, ba’zı kuvâsından oldu. Böyle olunca melâike o sûret için, neş’et-i insâniyyede olan kuvâ-yı rûhâniyye ve hissiyye gibi oldu. Ve onlardan her bir kuvvet kendi nefsi ile mahcûbdur, zâtından efdâl görmez. Ve muhakkak kuvâda indillâh olan her bir mansıb-ı âlî ve menzilet-i refia için kendi zu’munda ehliyet vardır. Zîrâ onların indinde, Cenâb-ı İlâhîye ve hakîkatü’l-hakayık cânibine ve bu evsâfı hâmil olan neş’ette kavâbil-i âlemin kâffesini, a’lâsını, esfelini hasreden tabîat-i külliyyenin iktizâ ettiği şeye râci’ olan beyninde, cem’iyyet-i ilâhiyye hâsıldır  (2).

Ya’nî  melâike, (melekler) Evliyâullâhın ıstılâhında, (tanımlamasında)  “insân-ı kebîr”  (büyük insan) ta’bir olunan cism-i âlem sûretinin (güneş sistemi sûretlerinden) ba’zı kuvvetlerindendir. Zîrâ âlem (evren) kendisinden peydâ olan (çıkan) insanın vücûduyla berâber, hey’et-i mecmûasıyla (tamamı ile) cemî’-i esmâya mazhar (bütün esmanın çıkış mahalli) olduğu için sûret-i İlâhiyye üzere mahlûktur. Ve cism-i âlemin (evrenin) cüz’i sağîri (küçük bir parçası) bulunan insan, cemî’-i esmâ-i İlâhiyye mazhar (bütün İlâhi isimlerin çıkış yeri) olarak onun rûhu mesâbesinde (derecesinde) bulunduğu cihetle (yönüyle),  cismen sağîr (cisim olarak küçük) ve ma’nen kebîrdir (manâ olarak büyüktür). Çünkü ma’nen âlemi dahi câmî’dir (manen evreni kapsar). Bu sebeple Evliyâullah, cisim i’tibâriyle âleme (madde yönüyle güneş sistemine)  “insân-ı kebîr”  (büyük insan) ve Âdem’e  (İnsana) “insân-ı sağîr” (küçük insan)  ve ma’nâ i’tibâriyle âleme  (manâ yönüyle güneş sistemine) “insân-ı sağîr” (küçük insan) / ve Âdem’e (İnsana)  “insân-ı kebîr” (büyük insan)  ta’bîr eder (derler).  Ve cismen insân-ı kebîr (maddi olarak büyük insan) denilen âlemde (güneş sisteminde),  kuvve-i elektrikiyye (elektrik gücü), kuvve-i buhâriyye (buhar gücü),  kuvve-i câzibe (çekim gücü) ve kuvve-i ani’l-merkeziyye (merkezkaç gücü) gibi birçok kuvâ-yı rûhâniyye-i kesîre (çok çeşitli rûhi güçler) olduğu gibi, onun eczâsından (parçalarından) olan her bir mahlûkta (yaratılmışta) dahi kuvâ-yı nebâtiyye (bitki gücü) ve hayvâniyye ve bunlarda dahi alâ-vechi’t-teselsül (silsile yoluyla) lâ-yuad ve lâ-yuhsâ (sayısız hesapsız) kuvâ-yı muhtelife (çeşitli güçler) vardır. Halbuki melâike (melekler) suver-i hissiyye-i cismiyye (beden duyular, hisler) ile kâim (var) olan kuvânın (güçlerin) ve kuvâ-yı nefsiyye (nefs gücü) ve kuvâ-yı akliyye-i (akıl gücünün) kudsiyyenin ervâhıdır (kutsal rûhlarıdır). Bunlar ahkâm-ı Rabbâniyye (Rabb’ın hükümlerini) ve âsâr-ı İlâhiyyeyi, (İlâhi eserleri) avâlim-i cismâniyyeye (madde bedene) îsâl ederler (ulaştırırlar).  Envâr-ı İlâhiyye (İlâhi nûrlar) ile kavî (güçlü) oldukları için onlara  “melek”  tesmiye olunmuştur (denmiştir).  Binâenaleyh (nitekim) melâike (melekler),  âlemin (evrenin) sûretinde mevcûd olan kuvvetlerin ba’zısı olmuş olur: Şu halde melâike, (melekler) âlemin sûreti için neş’et-i (sonradan olan) insâniyyede (insan ırkında) olan kuvâ-yı rûhâniyye (rûhi güçler) ve hissiyye gibi (duyular) oldu. Ve insandaki kuvâ-yı rûhâniyye (rûhi güçler) havâss-i bâtınesidir (batıni hususiyetleridir) ki, onlar da  “kuvve-i hiss-i müşterek” (birlikte olan hissi güçler), “kuvve-i hayâliyye”, (hayâl gücü)   “kuvve-i mütefekkire” (tefekkür, düşünme gücü),   “kuvve-i vâhime” (vehim gücü)  ve  “”kuvve-i hâfıza”dır (hafıza gücüdür). Ve rûh-i tabîîsine râci’ (rûhûn yapısına bağlı) olan   “kuvve-i câzibe” (çekim gücü),   “kuvve-i mâsike” (tutucu kuvvet),   “kuvve-i hâzime”, (hazmetme gücü)   “kuvve-i dâfia” (defetme gücü),   “kuvve-i münmiyye” (geliştiren güç),  “kuvve-i müvellide” (doğurtucu güç)  ve  “kuvve-i musavvire”dir (hayal gücü,tasvir etme gücü).  Ve rûh-i hayvânî ve nefsânîsine (hayvani rûhûna, yanî nefsine) âit olan ilim, hilm, (yumuşaklık, anlayışlık), şecâat (yiğitlik), adâlet, siyâset, nahvet (kibir, gurur) ve riyâset (baş olma) gibi kuvvetlerdir.

Kuvâ-yı hissiyye (hissi güçler) dahi havâss-i zâhiresidir (dış hûsusiyetlerdir) ki, onlar da:   “Kuvve-i sâmia” (işitme gücü),   “kuvve-i bâsıra” (görme gücü),   kuvve-i şâmme” (koklama gücü),  “kuvve-i zâika” (tat alma gücü)  ve  “kuvve-i lâmise”  (dokunma gücü) denilen beş kuvvetten ibârettir. Ve bu kuvvetler mahsus olan maddiyyâta taalluk eder (ilgilidir). İşte bu kuvâ-yı rûhâniyye (rûh kuvvetleri) ve hissiyye (hisler) insanın bedeninin müdebbir olduğu (düşündüğü) gibi, melâike dahi cism-i âlemin (âlemin bedeninin) hey’et-i mecmûasını (hepsini) müdebbir (idare edicisi) bulunduğu için sûret-i âlemin (evrenin) kuvâ-yı rûhâniyye (rûhi güçleri) ve hissiyyesi (hisleri, duyuları) gibi oldu. Nitekim / Hak Teâlâ ...... ........... (Nâziât, 79/5) buyurur. Ve Hz. Hayyâm bu rubâîde (dörtlükte) bu hakîkati hulâsaten (kısaca) beyân eder (açıklar):
Rubâî:
(Tercüme)   “Hak cihânın (evrenin) cânıdır. Ve cihan (evren) hey’et-i mecmûasiyle (hepsiyle) bir bedendir. Ervâh-ı melâike (meleklerin rûhû) ise bu tenin havâss-i bâtıne (batını duyuları, hisleridir) ve zâhiresidir (parlayan yıldızlarıdır).   Eflâk (yıldızlar) ve anâsır (hava, ateş su, toprak) ve mevâlîd (toprak, bitki, hayvan) dahi a’zâ-yı insânî menzilesindedir (insanın organları durumundadır). İşte tevhîd (birleme) ancak budur. Ve bunun gayrisi (başkası) bütün kesretten (çokluktan) ibârettir.”

Ve sûret-i âlemde (alemdeki sûretlerde) vâkı’ olan (olagelen)  her bir kuvvet kendi nefsiyle mahcûbdur (perdelidir).  Kendisinden efdal (daha iyi) olan başka bir kuvvet görmez. Nitekim kuvve-i akliyye (akıl gücü) ile kuvve-i vehmiyye (vehim gücü),  âlem-i insânîde (insanlık âleminde) saltanat (hükümdarlık) da’vâ (iddiâ) ederler. Biri diğerine münkad olmaz (boyun eğmez). Zîrâ akıl, kuvve-i nazariyyesiyle (idrak gücü ile),  bi’l cümle hakayıkı (hakikâtleri) gereği gibi idrâk ve ihâta ettiğini (kavradığını) iddiâ eder. Halbuki İmâm-ı Şâfiî Hazretlerinin şu;
(Tercüme)  “İdrâk-i ukulün nihâyeti (aklın  sonu) ıkaldir (bağdır) düğümdür. Ve âlemlerin gâye-i sa’yi (çalışma maksadı) şaşkınlıktan ibârettir.”  Beytinde buyurduğu gibi akıl, idrâk-i hakayıktan (gerçekleri anlamaktan) çok uzaktır. Bununla berâber herkes kendi aklını beğenir. Çünkü her ferdin aklı kendi nefsiyle ihticâb etmiştir (gizlenmiştir). Ve kezâ vücûd-i insânîde insan vücûdunda) akıl vehme ve vehim dahi akla tâbi’ olmak (uymak) istemez. Ve kuvve-i bâsıra (görme gücü) bir şeyin müşâhedesinde (seyrinde) müstağrak (dalmış, görmemiş) olduğu vakit, kendi nefsiyle muhtecib (örtülmüş) olup, o sırada söylenen sözler kuvve-i sâmiaya (işitme gücüne) te’sîr etmez olur. Ve kuvve-i sâmia (işitme gücü) bir kelâmın istimâ’ında (işitmekte) müstağrak (dalmış, duymamış) olduğu vakit dahi,/ kuvve-i bâsıra (görme gücü) muhîtindeki eşyânın (etrafındaki şeylerin) zevk-ı temâşâsından (seyretme zevkinden) mahcûb (perdelenmiş) olur. İşte melâikenin (meleklerin) hilkat-i Âdem (İnsanın yaradılışı) hakkındaki nizâ’ı (kavga, münakaşa) dahi bu hakîkate (gerçeğe) müsteniddir (dayanır).  Ve her bir kuvvet, indillâh (Allah katında) her bir mansıb-ı âlî (yüksek makam) ve menzilet-i refia (yüksek derece) için kendi zu’munca, (zannınca) nefsinde ehliyet (yetki) tasavvur eder. Ve kendi nefsinde gördüğü kemâl, gayrin (başkalarının) kemâlini görmeğe hicâb (perde) olur. Halbuki, hakîkat-i hâl (gerçek durum) böyle değildir. Bu ancak bir zu’m (zannetme) ve tasavvurdan (düşünceden, hayalden)  ibârettir. Bunun sebebi budur ki, her bir kuvvet indinde (katında) Cenâb-ı İlâhî’ye (ya’nî her bir mevcûd için bilâ-vâsıta (vasıtasız) bir vech-i hâs (hakiki yüz) bulunan ve hazret-i vâhidiyyetten  ibâret olan esmâ ve sıfât mertebesine) ve hakîkatü’l-hakayık (hakikatlerin hakikati) cânibine (yönüne) (ya’nî mevcûd (var olan) ve ma’dûm (yok olan) bi’l-cümle hakayık-ı mümkinâtı (mümkün olan bütün hakikatleri) câmi’ (kendinde toplamış) olan hazret-i imkâniyyeye) ve bu efsâfı (vasıfları) (ya’nî evsâf-ı hakkıyye ve halkıyyeyi (Hakk’ın ve halkın vasıflarına)) hâmil (sahip) olan neş’et-i insâniyyede (yaratılmış  insan ırkında) kavâbil-i âlemin (kabûl edilen âlemin) kâffesini (hepsini) (ya’nî rûh-i tabîîye (rûha uymaya) müstaid (müsait) ) olan cesed-i müsevvâyı (en mükemmel şekilde yapılmış bedeni) ve âlem-i tabîînin (evrene bağlı) unsurî, (hava, su, ateş, toprak) cemâdî, (cansız olarak bilinen, taş maden) nebâtî, hayvânî ve insânî bi’l-cümle kavâbilini (bütün kabul edilenleri)  a’lâsını (ya’nî melâikeyi) ve esfelini (ya’nî âlem-i cismânî-i unsurîyi (madde olan unsurları)  hasreden (kısıtlayan) tabîat-i külliyyenin (ya’nî tabâyi’in (tabiatın) aslı olan harâret (ısı), bürûdet (soğukluk), rutûbet (nemlilik) ve yubûsetin (kuruluğun)) İktizâ ettiği (gerek duyduğu) şey arasında cem’iyyet-i İlâhiyye (bütün İlâhi olanlar) vardır. Bu cümleyi îzâh (anlatabilmek) için birâz  tafsîlât i’tâsı (açıklama yapmak) lâzım geldi. Cemi’iyyet-i İlâhiyyeyi câmi’ (bütün İlâhîleri toplamış) olan üç hakikat vardır:

Birincisi: Hazret-i Vâhidiyyettir ki, esmâ ve sıfât mertebesidir. Ve her bir mevcûda bilâ-vâsıta (vasıtasız) bu mertebeden bir vech-i hâss (hakiki yönü, yüzü) vardır. Zîrâ âlem-i eksef (en kesif, madde) olan mertebe-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) kadar, bu mertebenin mâ-dûnunda (altında)  bulunan her bir mertebede tekevvün eden (oluşan) herhangi bir mevcûd, bu mertebede sâbit (var) olan bir ismin mazharıdır (ismin çıktığı yerdir).  Ve bu isim, o mevcûdun vech-i hâssıdır (hakiki yüzü) ve o mevcûd bu ismin zıllidir (gölgesidir).  Gölge ile sâhibi arasında vâsıta (araç) olmadığı gibi, o mevcûd ile bu isim arasında da vâsıta yoktur.

İkincisi:  Hazret-i imkâniyyedir. Bu hazret bi’l-fiil (fiil olarak) mevcûd olmuş ve bi’l-kuvve (kuvvet olarak) mevcûd  ve bi’l-fiil ma’dûm bulunmuş (fiil olarak yok) / olan bi’l-cümle hakayık-ı mümkinâtı câmi’dir (mümkün olan bütün hakikatleri toplamıştır). Ve bu öyle bir vech-i kevnîdir ki, rubûbiyetten (bütün isimlerin toplu olarak bulunduğu mertebeden, boyuttan)  temeyyüz edip (ayrılıp) ubûdiyyetle (kullukla) muttasıf olmuştur (vasıflanmıştır).  Zîrâ, vücûd-i vâhid-i hakîkî (tek olan hakiki vücût) vitr (yalnız) iken, bu hakîkat-i imkâniyye (esmalar)  ile tecellî etmekle (oluşmakla) şef’ (çift) olmuş ve bir vücûd iki görünmüştür. Binâenaleyh (nitekim), hazret-i imkâniyye (esma mertebesi) bi’l-cümle keserâtın (çoklukların hepsinin) hakayıkını (hakikatlerini) câmi’dir (kendinde toplamıştır).  Ve hazret-i imkâniyye (esma mertebesi) mertebe-i vâhidiyyete mukabil (karşılık) olduğu ve bi’l-cümle niseb (bütün sıfat) ve şuûnâtı (fiilleri) câmi’ (toplamış) olan vücûd-i vâhidin (tekin) tenezzülünden (inişinden) başka bir şey olmadığı için bi’t-tabi’ (tabii olarak) cem’iyyet-i İlâhiyyeyi (bütün İlâhilere) hâizdir (sahiptir).

Üçüncüsü:  Tabîat-i külliyye mertebesidir. Bu mertebe hazret-i vâhidiyyet ile hazret-i imkâniyyeyi câmi’dir (toplamıştır).  Ve âlem-i maddiyyât (madde alemi) bu mertebenin taht-ı hîtasındadır (kuşatması altındadır).  Binâenaleyh (nitekim), suver-i âlemde (evren sûretlerinde) bir vech (yön) ile müessir (etkileyen) ve bir vech (yön) ile müteessirdir (etkilenendir).  Ulûhiyyet bu tabîat-i külliyyenin bâtını (gizli, bilinmeyeni) ve bu mertebe Ulûhiyyet’in zâhiridir (görüleni, bilinenidir). Zîrâ esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi isimlerin) suver-i kesîfesi (madde sûretleri) bu âlemde bu tabîat-i külliyye ile zâhir olur (meydana çıkar).  Şu halde tabîat-i külliyye suver-i Hakkıyye (Hak’ka ait sûretler) ve halkıyyeyi câmi’ (bütün yaratılmışların toplamı) olan hakîkat-i külliyye-i İlâhiyye’ dir (bütün ilâhi hakikatlerdir).  Ve hak ile halk taraflarının kemâli ile zâhirdir (görülür).

İşte, kuvâ-yı insâniyyeden (insandaki melekî güçlerden) her bir kuvvet ve sûret-i âlem (evren sûretlerinin) kuvâsının (güçlerinin, meleklerinin) ba’zısı mesâbesinde (derecesinde) olan melâikeden (meleklerden) her bir melek, kendi indinde (katında), zikrolunan (adı geçen) cem’iyyet-i selâseyi (üç hakikâti) müşâhede ettiği (gördüğü) için, bu hakayık-ı selâseye râci’ (üç hakikâtle ilgili) bulunan her bir mansıb-ı âlî (yüksek makam) ve menzilet-i refîaya (yüksek dereceye) kendi zu’munda (zannında) ehliyyet (yetki) tasavvur eder. Halbuki onun bu zu’mu (zannı) doğru değildir. Kendisinin cem’iyyet-i selâseyi câmi’ (üçün hepsini toplamış) olması, kemâlâttan ancak bir kemâl-i mahsûsun (kendine has olan bir kemâlin) mazharı (açığa çıktığı yer) olması sebebiyledir. Ta’bîr-i dîğerle (başka anlatım şekliyle) ifâde edelim: Her bir kuvvet bir ismin mazharıdır (açığa çıktığı mahaldir). Ve isimde iki delâlet (işaret) vardır: Birisi Zât’a, diğeri kendisinin mevzû’ olduğu ma’nâ-yı husûsîye (kendi öz manâsına) âittir. Zât bi’l-cümle esmâ ve sıfâtın câmi’i (bütün isim ve sıfatları kendinde toplamış) olduğundan Zât’a delâleti (işareti) i’tibâriyle (bakımından) herhangi bir isim alınsa, onda cemî’-i esmâ mündemic (bütün isimler kendisinde) bulunur. Ve o isim bu i’tibâr (yönü) ile hâiz-i cem’iyyettir (cem edici, toplayıcıdır).  Velâkin, onun mazharı (çıkış yeri), ancak kendisinin âyînesi (aynası) olduğu cihetle (yönüyle),  bu mazharın taayyünü (açığa çıkış yerinin oluşumu,beden) onda mündemic  olan (içinde bulunan) diğer esmâ ahkâmının (hükümlerinin) zuhûruna müsâid (açığa çıkmasına elverişli) değildir. Ve mevzû olduğu ma’nâ-yı husûsî i’tibâriyle (öz manâsı bakımından) her bir isim diğer esmâdan ayrılır. Binâenaleyh (nitekim) / bu i’tibâr ile (bakımdan) onda cem’iyyet (toplama, cem etme) yoktur. Fakat  “Allah”  ism-i câmi’inin mazharı (bütün isimlerin çıkış mahalli)  olan İnsân-ı Kâmil’in taayyünü (meydana gelmesi) bi’l-cümle esmâ ahkâmının (bütün esma hükümlerinin) zuhûruna müsâid (çıkışına elverişli) olduğundan, zikrolunan (adı geçen) hakayık-ı selâseyi câmi’dir (üç hakikati kendinde toplamıştır). Zîrâ ism-i câmi’ olan (bütün isimleri toplayan) “Allah”  bi’l-cümle (bütün) esmâyı muhît (isimleri kapsamış, kuşatmış) olan Zât’a delâlet (işaret) eder. Ve bu bahsin tafsîli (açıklaması)  Fass-ı İdrîsî’de gelecektir.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com

18.09.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail