Ve
melâike dahi ıstılâh-ı kavimde “insan-ı
kebir” ta’bîr olunan bu sûretin, ya’nî sûret-i âlemin,
ba’zı kuvâsından oldu. Böyle olunca melâike o sûret için, neş’et-i
insâniyyede olan kuvâ-yı rûhâniyye ve hissiyye gibi oldu. Ve onlardan
her bir kuvvet kendi nefsi ile mahcûbdur, zâtından efdâl görmez. Ve
muhakkak kuvâda indillâh olan her bir mansıb-ı âlî ve menzilet-i refia
için kendi zu’munda ehliyet vardır. Zîrâ onların indinde, Cenâb-ı
İlâhîye ve hakîkatü’l-hakayık cânibine ve bu evsâfı hâmil olan
neş’ette kavâbil-i âlemin kâffesini, a’lâsını, esfelini hasreden
tabîat-i külliyyenin iktizâ ettiği şeye râci’ olan beyninde,
cem’iyyet-i ilâhiyye hâsıldır (2).
Ya’nî
melâike, (melekler)
Evliyâullâhın ıstılâhında, (tanımlamasında)
“insân-ı kebîr” (büyük
insan) ta’bir olunan cism-i âlem sûretinin (güneş sistemi sûretlerinden) ba’zı
kuvvetlerindendir. Zîrâ âlem (evren)
kendisinden peydâ olan (çıkan) insanın vücûduyla berâber,
hey’et-i mecmûasıyla (tamamı
ile) cemî’-i esmâya mazhar (bütün
esmanın çıkış mahalli) olduğu için sûret-i İlâhiyye üzere
mahlûktur. Ve cism-i âlemin (evrenin)
cüz’i sağîri (küçük
bir parçası) bulunan insan, cemî’-i esmâ-i İlâhiyye
mazhar (bütün
İlâhi isimlerin çıkış yeri) olarak onun rûhu mesâbesinde (derecesinde)
bulunduğu cihetle (yönüyle),
cismen
sağîr (cisim olarak küçük) ve ma’nen
kebîrdir (manâ
olarak büyüktür).
Çünkü ma’nen âlemi dahi câmî’dir
(manen evreni kapsar).
Bu sebeple Evliyâullah, cisim i’tibâriyle âleme (madde
yönüyle güneş sistemine) “insân-ı
kebîr” (büyük insan) ve Âdem’e
(İnsana)
“insân-ı sağîr” (küçük insan) ve
ma’nâ i’tibâriyle âleme (manâ
yönüyle güneş sistemine) “insân-ı sağîr” (küçük
insan) / ve Âdem’e (İnsana)
“insân-ı kebîr”
(büyük
insan) ta’bîr
eder (derler). Ve cismen
insân-ı kebîr (maddi
olarak büyük insan) denilen âlemde (güneş
sisteminde), kuvve-i
elektrikiyye (elektrik
gücü), kuvve-i buhâriyye (buhar gücü), kuvve-i câzibe
(çekim gücü)
ve kuvve-i ani’l-merkeziyye (merkezkaç gücü) gibi birçok kuvâ-yı
rûhâniyye-i kesîre (çok
çeşitli rûhi güçler) olduğu gibi, onun eczâsından (parçalarından)
olan her bir mahlûkta (yaratılmışta)
dahi kuvâ-yı nebâtiyye (bitki
gücü) ve hayvâniyye ve bunlarda dahi alâ-vechi’t-teselsül (silsile yoluyla) lâ-yuad ve lâ-yuhsâ
(sayısız
hesapsız) kuvâ-yı muhtelife (çeşitli
güçler) vardır. Halbuki melâike (melekler)
suver-i hissiyye-i cismiyye (beden
duyular, hisler) ile kâim (var)
olan kuvânın (güçlerin)
ve kuvâ-yı nefsiyye (nefs
gücü) ve kuvâ-yı akliyye-i (akıl
gücünün) kudsiyyenin ervâhıdır
(kutsal rûhlarıdır). Bunlar ahkâm-ı Rabbâniyye (Rabb’ın hükümlerini) ve âsâr-ı
İlâhiyyeyi, (İlâhi
eserleri) avâlim-i cismâniyyeye (madde
bedene) îsâl ederler
(ulaştırırlar). Envâr-ı İlâhiyye (İlâhi
nûrlar) ile kavî (güçlü) oldukları için onlara
“melek” tesmiye
olunmuştur (denmiştir).
Binâenaleyh (nitekim)
melâike (melekler), âlemin
(evrenin) sûretinde mevcûd olan kuvvetlerin ba’zısı
olmuş olur: Şu halde melâike, (melekler)
âlemin sûreti için neş’et-i (sonradan
olan) insâniyyede (insan
ırkında) olan kuvâ-yı rûhâniyye (rûhi güçler) ve hissiyye gibi (duyular) oldu. Ve insandaki kuvâ-yı
rûhâniyye (rûhi güçler) havâss-i bâtınesidir (batıni hususiyetleridir) ki, onlar
da “kuvve-i hiss-i müşterek”
(birlikte olan
hissi güçler),
“kuvve-i hayâliyye”, (hayâl gücü) “kuvve-i
mütefekkire” (tefekkür, düşünme gücü),
“kuvve-i vâhime”
(vehim gücü) ve
“”kuvve-i hâfıza”dır (hafıza
gücüdür). Ve rûh-i tabîîsine râci’ (rûhûn
yapısına bağlı) olan
“kuvve-i câzibe” (çekim
gücü), “kuvve-i
mâsike” (tutucu kuvvet), “kuvve-i hâzime”, (hazmetme
gücü) “kuvve-i dâfia” (defetme
gücü),
“kuvve-i münmiyye”
(geliştiren güç),
“kuvve-i müvellide”
(doğurtucu güç) ve
“kuvve-i musavvire”dir (hayal
gücü,tasvir etme gücü). Ve
rûh-i hayvânî ve nefsânîsine (hayvani
rûhûna, yanî nefsine) âit olan ilim, hilm, (yumuşaklık,
anlayışlık), şecâat (yiğitlik),
adâlet, siyâset, nahvet (kibir, gurur) ve riyâset (baş
olma) gibi kuvvetlerdir.
Kuvâ-yı
hissiyye (hissi
güçler) dahi havâss-i zâhiresidir (dış
hûsusiyetlerdir) ki, onlar da:
“Kuvve-i sâmia” (işitme gücü), “kuvve-i
bâsıra” (görme gücü), kuvve-i
şâmme” (koklama gücü), “kuvve-i zâika” (tat
alma gücü) ve “kuvve-i lâmise”
(dokunma
gücü) denilen beş kuvvetten ibârettir. Ve bu kuvvetler mahsus
olan maddiyyâta taalluk eder (ilgilidir). İşte bu kuvâ-yı rûhâniyye (rûh
kuvvetleri) ve hissiyye (hisler)
insanın bedeninin müdebbir olduğu
(düşündüğü) gibi, melâike dahi cism-i âlemin (âlemin
bedeninin) hey’et-i mecmûasını (hepsini)
müdebbir (idare
edicisi) bulunduğu için sûret-i âlemin (evrenin)
kuvâ-yı rûhâniyye (rûhi
güçleri) ve hissiyyesi (hisleri,
duyuları) gibi oldu. Nitekim / Hak Teâlâ ...... ........... (Nâziât,
79/5) buyurur. Ve Hz. Hayyâm bu rubâîde (dörtlükte)
bu hakîkati hulâsaten (kısaca)
beyân eder (açıklar):
Rubâî:
(Tercüme) “Hak cihânın
(evrenin) cânıdır. Ve cihan (evren)
hey’et-i mecmûasiyle (hepsiyle)
bir bedendir. Ervâh-ı melâike (meleklerin
rûhû) ise bu tenin havâss-i bâtıne (batını
duyuları, hisleridir) ve zâhiresidir (parlayan
yıldızlarıdır). Eflâk
(yıldızlar) ve
anâsır (hava, ateş su, toprak) ve mevâlîd
(toprak,
bitki, hayvan) dahi a’zâ-yı insânî menzilesindedir (insanın organları durumundadır).
İşte tevhîd (birleme)
ancak budur. Ve bunun gayrisi (başkası)
bütün kesretten (çokluktan) ibârettir.”
Ve
sûret-i âlemde (alemdeki
sûretlerde) vâkı’ olan (olagelen)
her bir kuvvet kendi nefsiyle mahcûbdur (perdelidir). Kendisinden
efdal (daha
iyi) olan başka bir kuvvet görmez. Nitekim kuvve-i akliyye (akıl gücü) ile kuvve-i vehmiyye (vehim
gücü), âlem-i
insânîde (insanlık
âleminde) saltanat (hükümdarlık)
da’vâ (iddiâ)
ederler. Biri diğerine münkad olmaz (boyun
eğmez). Zîrâ akıl, kuvve-i nazariyyesiyle (idrak
gücü ile), bi’l
cümle hakayıkı (hakikâtleri)
gereği gibi idrâk ve ihâta ettiğini (kavradığını)
iddiâ eder. Halbuki İmâm-ı Şâfiî Hazretlerinin şu;
(Tercüme) “İdrâk-i ukulün
nihâyeti (aklın
sonu) ıkaldir (bağdır)
düğümdür. Ve âlemlerin gâye-i
sa’yi (çalışma maksadı) şaşkınlıktan
ibârettir.” Beytinde buyurduğu
gibi akıl, idrâk-i hakayıktan (gerçekleri
anlamaktan) çok uzaktır. Bununla berâber herkes kendi aklını
beğenir. Çünkü her ferdin aklı kendi nefsiyle ihticâb etmiştir (gizlenmiştir).
Ve kezâ vücûd-i insânîde insan
vücûdunda) akıl vehme ve vehim dahi akla tâbi’ olmak (uymak)
istemez. Ve kuvve-i bâsıra (görme
gücü) bir şeyin müşâhedesinde (seyrinde)
müstağrak (dalmış,
görmemiş) olduğu vakit, kendi nefsiyle muhtecib (örtülmüş) olup, o sırada söylenen
sözler kuvve-i sâmiaya (işitme
gücüne) te’sîr etmez olur. Ve kuvve-i sâmia (işitme
gücü) bir kelâmın istimâ’ında (işitmekte)
müstağrak (dalmış, duymamış) olduğu vakit
dahi,/ kuvve-i bâsıra (görme
gücü) muhîtindeki eşyânın (etrafındaki
şeylerin) zevk-ı temâşâsından (seyretme
zevkinden) mahcûb (perdelenmiş) olur. İşte melâikenin
(meleklerin) hilkat-i
Âdem (İnsanın
yaradılışı) hakkındaki nizâ’ı (kavga,
münakaşa) dahi bu hakîkate (gerçeğe)
müsteniddir (dayanır).
Ve
her bir kuvvet, indillâh (Allah
katında) her bir mansıb-ı âlî (yüksek
makam) ve menzilet-i refia (yüksek
derece) için kendi zu’munca, (zannınca)
nefsinde ehliyet (yetki)
tasavvur eder. Ve kendi nefsinde gördüğü kemâl, gayrin (başkalarının) kemâlini görmeğe
hicâb (perde)
olur. Halbuki, hakîkat-i hâl (gerçek
durum) böyle değildir. Bu ancak bir zu’m (zannetme)
ve tasavvurdan (düşünceden,
hayalden) ibârettir.
Bunun sebebi budur ki, her bir kuvvet indinde (katında)
Cenâb-ı İlâhî’ye (ya’nî her bir mevcûd için bilâ-vâsıta
(vasıtasız) bir
vech-i hâs (hakiki yüz) bulunan ve hazret-i vâhidiyyetten
ibâret
olan esmâ ve sıfât mertebesine) ve hakîkatü’l-hakayık (hakikatlerin
hakikati) cânibine (yönüne)
(ya’nî mevcûd (var
olan) ve ma’dûm (yok
olan) bi’l-cümle hakayık-ı mümkinâtı
(mümkün olan bütün hakikatleri) câmi’ (kendinde
toplamış) olan hazret-i imkâniyyeye) ve bu efsâfı (vasıfları)
(ya’nî evsâf-ı hakkıyye ve halkıyyeyi (Hakk’ın ve halkın vasıflarına))
hâmil (sahip)
olan neş’et-i insâniyyede (yaratılmış
insan ırkında) kavâbil-i âlemin (kabûl
edilen âlemin) kâffesini (hepsini)
(ya’nî rûh-i tabîîye (rûha
uymaya) müstaid (müsait)
) olan cesed-i müsevvâyı (en
mükemmel şekilde yapılmış bedeni) ve âlem-i tabîînin (evrene bağlı) unsurî, (hava,
su, ateş, toprak) cemâdî, (cansız
olarak bilinen, taş maden) nebâtî,
hayvânî ve insânî bi’l-cümle kavâbilini (bütün
kabul edilenleri) a’lâsını
(ya’nî melâikeyi) ve esfelini (ya’nî âlem-i cismânî-i unsurîyi (madde
olan unsurları) hasreden (kısıtlayan)
tabîat-i külliyyenin (ya’nî tabâyi’in (tabiatın)
aslı olan harâret (ısı),
bürûdet (soğukluk),
rutûbet (nemlilik)
ve yubûsetin (kuruluğun))
İktizâ ettiği (gerek duyduğu) şey arasında
cem’iyyet-i İlâhiyye (bütün
İlâhi olanlar) vardır. Bu cümleyi îzâh (anlatabilmek)
için birâz
tafsîlât i’tâsı (açıklama
yapmak) lâzım geldi. Cemi’iyyet-i İlâhiyyeyi câmi’ (bütün
İlâhîleri toplamış) olan üç hakikat vardır:
Birincisi:
Hazret-i
Vâhidiyyettir ki, esmâ ve sıfât
mertebesidir. Ve her bir mevcûda bilâ-vâsıta (vasıtasız)
bu mertebeden bir vech-i hâss (hakiki
yönü, yüzü) vardır. Zîrâ âlem-i eksef (en kesif, madde) olan mertebe-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) kadar,
bu mertebenin mâ-dûnunda (altında)
bulunan her bir mertebede tekevvün eden (oluşan)
herhangi bir mevcûd, bu mertebede sâbit (var)
olan bir ismin mazharıdır (ismin
çıktığı yerdir). Ve bu isim,
o mevcûdun vech-i hâssıdır (hakiki
yüzü) ve o mevcûd bu ismin zıllidir
(gölgesidir).
Gölge ile sâhibi
arasında vâsıta (araç)
olmadığı gibi, o mevcûd ile bu isim arasında da vâsıta
yoktur.
İkincisi:
Hazret-i
imkâniyyedir. Bu hazret bi’l-fiil (fiil
olarak) mevcûd olmuş ve bi’l-kuvve (kuvvet
olarak) mevcûd ve
bi’l-fiil ma’dûm bulunmuş
(fiil olarak yok) / olan bi’l-cümle hakayık-ı mümkinâtı câmi’dir
(mümkün olan bütün hakikatleri toplamıştır).
Ve bu öyle bir vech-i kevnîdir ki, rubûbiyetten (bütün
isimlerin toplu olarak bulunduğu mertebeden, boyuttan) temeyyüz
edip (ayrılıp)
ubûdiyyetle (kullukla)
muttasıf olmuştur (vasıflanmıştır).
Zîrâ, vücûd-i vâhid-i
hakîkî (tek
olan hakiki vücût) vitr (yalnız)
iken, bu hakîkat-i imkâniyye (esmalar)
ile tecellî etmekle (oluşmakla)
şef’ (çift)
olmuş ve bir vücûd iki görünmüştür. Binâenaleyh (nitekim),
hazret-i imkâniyye
(esma mertebesi) bi’l-cümle
keserâtın (çoklukların
hepsinin) hakayıkını (hakikatlerini)
câmi’dir (kendinde toplamıştır). Ve
hazret-i imkâniyye (esma
mertebesi) mertebe-i vâhidiyyete mukabil (karşılık)
olduğu ve bi’l-cümle niseb (bütün
sıfat) ve şuûnâtı (fiilleri)
câmi’ (toplamış)
olan vücûd-i vâhidin (tekin)
tenezzülünden (inişinden) başka bir şey olmadığı
için bi’t-tabi’ (tabii
olarak) cem’iyyet-i İlâhiyyeyi (bütün
İlâhilere) hâizdir (sahiptir).
Üçüncüsü:
Tabîat-i
külliyye mertebesidir. Bu mertebe hazret-i vâhidiyyet ile hazret-i imkâniyyeyi
câmi’dir (toplamıştır).
Ve
âlem-i maddiyyât (madde
alemi) bu mertebenin taht-ı hîtasındadır (kuşatması
altındadır). Binâenaleyh
(nitekim),
suver-i âlemde (evren sûretlerinde) bir vech (yön)
ile müessir (etkileyen)
ve bir vech (yön)
ile müteessirdir (etkilenendir). Ulûhiyyet
bu tabîat-i külliyyenin bâtını (gizli,
bilinmeyeni) ve bu mertebe Ulûhiyyet’in zâhiridir (görüleni,
bilinenidir).
Zîrâ esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi isimlerin) suver-i kesîfesi
(madde sûretleri)
bu âlemde bu tabîat-i külliyye ile zâhir olur (meydana
çıkar). Şu halde tabîat-i külliyye suver-i Hakkıyye (Hak’ka ait sûretler) ve halkıyyeyi
câmi’ (bütün
yaratılmışların toplamı) olan hakîkat-i külliyye-i İlâhiyye’
dir (bütün
ilâhi hakikatlerdir). Ve
hak ile halk taraflarının kemâli ile zâhirdir (görülür).
İşte,
kuvâ-yı insâniyyeden (insandaki
melekî güçlerden) her bir kuvvet ve sûret-i âlem (evren
sûretlerinin) kuvâsının (güçlerinin,
meleklerinin) ba’zısı mesâbesinde (derecesinde)
olan melâikeden (meleklerden)
her bir melek, kendi indinde (katında),
zikrolunan (adı
geçen) cem’iyyet-i selâseyi (üç
hakikâti) müşâhede ettiği (gördüğü)
için, bu hakayık-ı selâseye râci’ (üç
hakikâtle ilgili) bulunan her bir mansıb-ı âlî (yüksek
makam) ve menzilet-i refîaya (yüksek
dereceye) kendi zu’munda (zannında)
ehliyyet (yetki)
tasavvur eder. Halbuki onun bu zu’mu (zannı)
doğru değildir. Kendisinin cem’iyyet-i selâseyi câmi’ (üçün
hepsini toplamış) olması, kemâlâttan ancak bir kemâl-i mahsûsun
(kendine has
olan bir kemâlin) mazharı (açığa
çıktığı yer) olması sebebiyledir. Ta’bîr-i dîğerle (başka
anlatım şekliyle) ifâde edelim: Her bir kuvvet bir ismin
mazharıdır (açığa
çıktığı mahaldir).
Ve isimde iki delâlet (işaret) vardır: Birisi Zât’a,
diğeri kendisinin mevzû’ olduğu ma’nâ-yı husûsîye (kendi öz manâsına) âittir. Zât
bi’l-cümle esmâ
ve sıfâtın câmi’i (bütün isim ve sıfatları kendinde toplamış) olduğundan Zât’a
delâleti (işareti)
i’tibâriyle (bakımından)
herhangi bir isim alınsa, onda cemî’-i esmâ mündemic (bütün
isimler kendisinde) bulunur. Ve o isim bu i’tibâr (yönü)
ile hâiz-i cem’iyyettir (cem
edici, toplayıcıdır). Velâkin,
onun mazharı (çıkış
yeri),
ancak kendisinin âyînesi (aynası)
olduğu cihetle (yönüyle), bu mazharın
taayyünü (açığa çıkış yerinin oluşumu,beden) onda mündemic olan
(içinde bulunan) diğer esmâ ahkâmının
(hükümlerinin)
zuhûruna müsâid (açığa
çıkmasına elverişli) değildir. Ve mevzû olduğu ma’nâ-yı
husûsî i’tibâriyle (öz
manâsı bakımından) her bir isim diğer esmâdan ayrılır.
Binâenaleyh (nitekim)
/ bu i’tibâr ile (bakımdan) onda cem’iyyet (toplama,
cem etme) yoktur. Fakat “Allah” ism-i câmi’inin mazharı (bütün
isimlerin çıkış mahalli) olan İnsân-ı Kâmil’in taayyünü (meydana gelmesi) bi’l-cümle esmâ
ahkâmının (bütün
esma hükümlerinin) zuhûruna müsâid (çıkışına elverişli) olduğundan,
zikrolunan (adı
geçen) hakayık-ı selâseyi câmi’dir (üç hakikati kendinde toplamıştır).
Zîrâ ism-i câmi’ olan
(bütün isimleri toplayan) “Allah”
bi’l-cümle (bütün) esmâyı muhît (isimleri
kapsamış, kuşatmış) olan Zât’a delâlet (işaret)
eder. Ve bu bahsin tafsîli (açıklaması)
Fass-ı
İdrîsî’de gelecektir.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
18.09.2001
|