Ve
bunu akıl, nazar-ı fikrî tarîkıyla ârif olmaz; belki bu fennin idrâki,
ancak keşf-i İlâhî ile vâkı olur ki, ervâhını kabil olan âlem sûretlerinin
aslı ne olduğu ondan ma’lûm olur (3).
Ya’ni,
bu tabîat-i külliyye fennini (tabiatın
bütün ilimlerini) akıl, nazar-ı
fikrî tarîki ile (fikir yoluyla bakarak) bilemez. Bu
fennin idrâki (ilmin
anlaşılması) keşf-i İlâhî (Allah’ın
bildirmesi) ile olur. Ve âlemde (evrende)
tekevvün eden (oluşan)
nâmütenâhî (sonsuz)
sûretlerin aslı nedir? Ve onlar kendilerinin rûhu olan Esmâ-i
İlâhiyye’nin te’sîrâtını (İlâhi
isimlerin etkilerini) ne vech (yön)
ile kabûl ederler? Ve mertebe-i Ahadiyyetten (Zât
mertebesinden) âlem-i şehâdete (madde
alemine) keyfiyyet-i nüzûlleri (inmeleri)
nasıldır? Bunlar hep keşf-i İlâhî (Allah’ın
bildirmesi) ile ma’lûm olur (Bilinir).
Nazar-ı
fikrî tarîkıyla (fikir
yürüterek bakanlar) akıllarını isti’mâl eden (kullanan) ehl-i felsefe (felsefeciler),
bu hususta hayret içindedirler. Nitekim, felâsife-i İslâmiyye’den
(İslâm
felsefecilerinden) olan Ebû Alî Sînâ, vefâtı zamânında bu
tarîk (yol) ile
sarf ettiği mesâînin (harcadığı
zamanın) ve icrâ ettiği (yaptığı)
tetebbuât (birbirini
takip eden) ve tedkîkatın (incelemelerin)
boş olduğunu ve hiçbir şey tahsîl edememiş (kazanamamış)
bulunduğunu i’tirâf etmiş ve âtîdeki (aşağıdaki)
beyt ile bu aczini (zavallılığını)
ikrâr (tastik)
etmiştir:
/
Tercüme: “İ’tisâm-ı
mahlûkat (yaratılmışların günahlardan sakınması) senin
mağfiretindendir (Sen’in
bağışlamandandır) . Sen’i
vasfedenler (anlatanlar,
övenler) sıfatından âciz kaldılar. Yâ Tevvâb, (tövbe edenleri bağışlayan) bize
tövbe-i hakîki ihsân et (hakiki
tevbeyi nasip et) ; zîrâ biz beşeriz (insanız).
Biz
seni Hakk-ı ma’rifetin ile bilemedik.”
Ve
felâsifenin (felsefecilerin)
nerede hayrete düştükleri tafsîli Fass-ı
İdrîsî’de gelecektir.
Ma’lûm
olsun ki, tabîat-i külliyye (tabiatın
bütünü) Ulûhiyyet’in zâhiriyyeti (meydana
çıkması) olan Hakîkat-i Vâhidedir (tek
hakikâttir).
Ve yekdiğerine (birbirlerine)
zıd birtakım
keyfiyyetleri hâiz (sahip)
olan suver-i tabîiyye (tabiatla
ilgili sûretler), her
mertebede, o hakîkat-i Vâhideden (tek
hakikâtten) zâhir olup (meydana çıkıp) taayyünât-ı müteaddide
ile (taayyünleri
çoğalarak) müteayyin olur (belirir). Binâenaleyh (nitekim),
tabîat ve tabîattan zâhir olan (meydana
çıkan) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabii
cisimlerin) hey’et-i mecmûası (bütün
hepsi),
hakîkat cihetinden (yönünden) ayn-ı vâhidedir (aynı
tektir) ve
taayyün cihetinden (meydana
gelişi yönünden) uyûn-i kesîredir (çokluk kaynaklarıdır) .
Ve ayn-ı vâhide (aynı
tek) dahi Hakk’ın hakîkati olan ayn-ı Ahadiyye’dir. (Kendi Zât’ıdır) Ve bu suver-i
tabîiyye (tabiatta
bulunan sûretler) ayn-ı vâhidenin (aynı tekin) taayyünât-ı
muhtelifesi (çeşitli
oluşumları) olduğu için, sâha-i taayyünâtta (görünme sahasında) mevcûd
olmayan bir şey, tabîattan zuhûr ettikde (meydana
çıktıkça), veyâhut suver-i mevcûde-i tabîiyyeden
(mevdanda olan
tabii sûretlerden) bir takımı bozulup ma’dûm (yok)
oldukda, o tabîat ne eksilir, ne de ziyâdeleşir (fazlalaşır)
. Ve
tabîata müteallık (ilgili)
tafsîlât (açıklama)
Fass-ı İdrîsî ile Fass-ı İsevî’de gelecektir. Ve tabîat-ı külliyye (bütün
tabiat) kâffe-i merâtibde (bütün
mertebelerde) suverin mûcidi (sûretlerin
var edicisi) olan hakîkatin zâhiriyyeti (görünürü)
olduğu cihetle (yönüyle),
sûretler cismânî, aklî, ilmî, hayâlî, zihnî, nûrî, rûhânî
ve ilâhî olur. Nitekim, hadîs-i sahîhde buyrulmuştur:
...........................................
Ya’nî “Muhakkak Allah Teâlâ,
Âdem’i sûreti üzerine halk etti (yarattı).
Böyle olunca Allah Teâlâ’nın cenâbına lâyık sûret-i
İlâhiyye-i nûriyyesi vardır. “İmdi,
ehl-i hakîkate göre sûretler, ya ulvî (yüksek)
veya süflî (aşağı) olur. Ve ulviyyet (yücelik)
dahi, hakîkî ve izâfî (hadis)
kısımlarına ayrılır:/
1.
Suver-i ulviyye-i hakîkıyye (yüksek hakikat suretleri):
Mertebe-i vâhidiyyette müteayyin olan
(Esma mertebesinde görülen) esmâ-i Rubûbiyye (Rubûbiyet
mertebesindeki Esma) sûretleridir. Bunların maddesi ve heyûlâsı
(ilk maddesi,
cevheri) amâ’-i Rab’dır. Ve bu suverin (sûretlerin)
müessiri (etkileyeni)
Zât’ı Ulûhiyyet’in
(Allah’ın Zâtı) hakîkati olan Ahadiyyet-i Zâtiyye’dir. (Ahad
olan Zât’tır) Ve mertebe-i vâhidiyyetin (Esma
mertebesinin) hey’et-i mecmûasının (bütün
hepsinin) zâhiriyyeti (dış
görünüşü) tabîat-i külliyyedir (tabiatın
bütünüdür).
2.
Suver-i ulviyye-i izâfiyye (yüksek, ulvi rûhlar):
Ervâh-ı aklıyye (akıl gücü), ervâh-ı müheyyeme,
(Allah’a yakın
rûhlar) ervâh-ı nefsiyye (nefs
gücü) ve ervâh-ı melâike-i müheyyeme
hakayıkının (Allah’a
yakın olan meleklerin hakikâtlerinin rûh) sûretleridir.
Bunların maddesi nûr-i tecellîdir
(Nûr’dan meydana gelmişlerdir).
3.
Suver-i sufliyye (madde
yapılar): Hakayık-ı imkâniyye (görülen
ve görülmeyen bütün hakikâtler) ile âlem-i ecsâm (madde
aleminin) sûretleridir. Hakayık-ı imkâniyye (hakikâtler)
sûretleri hazret-i imkâniyyede müteayyin olan (meydana
gelen) niseb-i İlâhiyye’den (İlâhî
sıfatlardan) ibârettir ki, Rab ve merbûb (kul) nisbetleri (vasıfları)
bu mertebede zâhir olur. Binâenaleyh (nitekim),
hazret-i imkâniyye bi’l-cümle keserâtın (bütün
çoklukların) suver-i hakayıkını (hakikât
sûretlerini) câmi’dir (toplamıştır).
Ve bunların maddesi amâ’-i merbûbdur. (Esma
mertebesi, kulluk mertebesi) Amâ-i
Rab’de (vahidiyyet
mertebesinde) müteayyin olan (meydana
çıkan) hakayık-ı ulviyye sûretleri (yüksek
hakikat sûretleri) bu mertebede merbûbiyyetle (kullukla) muttasıf vasıflanmış)
olur. Ve hazret-i imkâniyye (esma
mertebesi) misâl-i mutlak (misal
alemi) ve misâl-i mukayyed (misal
alemi) ve berzah
âlemlerindeki sûretleri câmi’dir (toplamıştır).
Ve bu suver âlem-i ecsâma (madde
âlemin sûretlerine) nisbeten ulvîdir (yüksek,
yücedir).
Ve bu sûretlerin maddesi ve heyûlâsı (özü,
cevheri) enfâs (nefisler) ve a’mâl (ameller)
ve ahlâk gibi a’râzdır (varlığının
oluşumu bir başka varlığa bağlıdır).
Binâenaleyh (nitekim)
bir kimse şer’a muvâfık (şeriate
uygun) a’mâl-i sâliha îfâ etse
(iyi işler yapsa) ve ahlâk-ı hasene (güzel
ahlak) ile muttasıf (vasıflanmış)
olsa, bunlar âlem-i berzahda hûr (hûriler)
ve kusûr (kasırlar,
köşkler) gibi suver-i cemâliyye (cemâl
sûretleri) ile zâhir olur. Ve a’mâl-i seyyie (kötü
ahlak) ve ahlâk-ı zemîmeden (beğenilmeyen
hal, ahlâk) dahi nâr (ateş)
ve hayyât (yılanlar)
ve akarib (akrep)
sûretleri peyda olur.*
Âlem-i
ecsâmdaki (madde âlemindeki) sûretler en sûflî
(altta) olanlardır.
Ve bunların maddesi cism-i küldür ki, unsuriyyâttan (elementlerden) ibârettir. Bunların
ulvîsi (yükseği)
hafîf olan “nâr” (ateş)
ile “havâ”dır.
Ve nâr (ateş)
ile havâ, ervâh-ı havâiyye ve nâriyyenin
(havaya ve ateşe ait ruhların) maddesidir. Süflîsi sakîl (altta,
olanı ağır) olan ecsâm-ı sulbiyye (katı cisimler) ile mâyi’âttır (sıvıdır)
. Ve
bunlar suver-i ma’deniyye (maden)
ve nebâtiyye (bitkiler)
ve hayvâniyyenin (hayvanların)
meddesidir.
İşte
“tabiat “ bu sûretlerin
/ kâffesini (hepsini)
hâmil (kapsamış) olan bir hakîkattir.
Bir vech (yön)
ile fâil (aktif,
etki yapan) ve bir vech (yön)
ile münfaildir (pasif,etkilenendir).
Meselâ tabîatta harâret (ısı),
bürûdet (soğukluk),
yubûset (kuruluk)
ve rutûbet (nem)
vardır. Bu dört şey, tabîatın gayri (başkası)
değildir. Fakat tabîat, harâretle (ısıda)
yubûsette (kurulukta) ve bürûdetle (soğuklukta)
rutûbette (nemde)
fâildir (aktiftir,
etkendir) ve yubûset (kuruluk)
ile rutûbet (nem) sûretlerinde münfaildir (pasif,etkilenendir).
Demek
ki, tabîat bir vech ile fâil (yapan,
aktif) ve bir vech ile münfaildir (etkilenen,
pasiftir). Te’sîr (etki
eden) ve teessürün (etkilenenin)
kâffesi (hepsi)
bu misâle kıyâs olunsun.(karşılaştırılsın)
Ve
kendi rûhlarını kabûl eden âlemin
suver-i ma’kule (akıl
ile idrâk edilen sûretler) ve mahsüsesi (hissedilebilir olanlar) âtîdeki (aşağıdaki)
îzâhât dâiresinde tekevvün eder (oluşur).
Söyle
ki, ervâhın kâffesi (rûhların
hepsi) Nûr-i evvel (yaratılan
ilk nûr) olan “kalem-i a’lâ”nın
hakîkâtinde müteayyindir (belirlilik
kazanır). Ondan
sonra semâvât (göklerin)
ve arzın (yerin)
halkından (yaratılmasından)
evvel, “levh-i mahfûz”da
o maânîyi hâmil (manâlara
sahip) olan hurûfun (harflerin)
kitâbetiyle (yazılmasıyla) tafsîle gelir (açıklık
kazanır).
Fakat bu levh-i mahfûzda mersûm (resmedilmiş)
olan suver (sûretler) ve eşkâl mütebeyyin (belli)
değildir. Ba’dehû (daha
sonra) hubb-i zuhûr harâreti (aşk
ateşinin meydana çıkması) ve haraket-i şevkıyye-i rûhâniyye
(rûhî istek
ve arzû ile hareket) inbi’âs etmekle (doğmasıyla),
bu suver (sûretler)
ve eşkâl-i gayr-i mütebeyyine (başka
şekillerde belirmiş) kendilerine mahsûs olan âlemlerinde,
ya’nî âlem-i tabâyı’ (tabiat
âleminde) ve anasırda (ateş
topak, su, hava) tezâhür eder (meydana
çıkar). Onların tebeyyün (belirmesi)
ve tezâhürü (meydana
çıkması), ya’nî
tesviye-i cesedi (madde
yapısı) tamâm oldukda bu suver-i cesediyyeyi muzhir olan
(cesed gözükenler) rûh-i cemâdîden (madenlerden,
topraktan) sonra rû-i nebâtiyye-yi nâmiyye (yerden biten bitkiye) sârî olur (geçer).
Ba’dehû
(daha sonra), rûh-i
hayvâniyye-i müteharrike (hareket
eden hayvana) ve en sonra da vücûh-i mümkînenin
(varlık bakımından) etemmi (en
mükemmel) üzere,
zuhûr-i İlâhî (Hakk’ın
görünmesi) için, rûh-i insâniyye-i mükemmelenin (mükemmel insana) sereyânı (geçmesi)
vâkı’ olur (gerçekleşir).
MİSÂL:
Bir kâtib, ilminde olan maânîye (manâlara)
sûret vermek için kalemini hokkaya batırır. Kalem ucunun mahmûl
(yüklenmiş) olduğu mürekkep, o maânîyi
hâmil (manâyı
yüklenmiş) olan hurûfu (harfleri)
hâvîdir (ihtiva eder). Fakat kâtib mürekkep yerine soğan suyu isti’mâl etse (kullansa)
ve bu su ile beyaz kağıt üzerine hurûfâtı (harfleri)
nakşetse (çizse), kâğıt
üzerinde eşkâl-i hurûf (harflerin
şekli) mütebeyyin (belirgin) olmaz. Ve bu hurûf (harfler)
manâların suveridir (suretleridir)
ve ma’nâlar bu suverin ervâhıdır
(suretlerin ruhlarıdır). / Ve bu maânî (manâlar), bu hurûfta (harflerde) ittihâd (birleşme)
ve hulûl (girme)
olmaksızın mevcûddur. Ba’dehû (daha
sonra) bu soğan suyu ile yazılmış olan hurûf (harfler)
harâret-i nâra (hararetli
ateşe) arz olundukda
(tutulduğunda),
hurâf-i mersûmenin (resmedilmiş
harflerin) rengi kağıdın rengine muhâlif (aykırı) olarak zâhir olmakla karî’
(okuyucu) onları
okuyup, o hurûfta (harflerde) zâhir olan (görülen)
ma’nâları anlar.
İmdi
ervâhı (ruhları)
kabûl eden suver-i âlemin (âlem
suretlerin) aslı bulunan tabîat-i külliyye fenninin (bütün
tabiat ilmini) idrâkı akıl ile değil, keşf-i İlâhî (Allah’ın
bildirmesi) ile mümkin olur. Akıl ancak kendi nefsini idrâk
eder ve ona ancak kendi
nefsiyle kendi nerfsinden aldığı şey münkesif (açılmış,
keşf olunmuş) olur. Zîrâ aklın avâmil (aklın
çalışması) ve müessirâtı (tesiri)
havâsstir (duyulardır).
Akıl, vâsıta-i havâss (duyular
aracı) ile kendinde müctemi’ (toplanmış) olan husûsâta (özelliklere)
nazaran (göre) hükmeder. Bu ise kendi
nefsiyle kendi nefsinden aldığı hükümdür (emirdir).
Bu
hükümdeki (emirdeki)
ihâtanın cüz’iyyeti (kapsadığı
kısım) ise meydandadır. Onun için nazar-ı fikrî tarîkı
ile (fikir
yoluyla bakan) akıllarını isti’mâl eden (kullanan)
felâsifenin (felsefeciler,
filozoflar) hakayık-ı eşyâya (varlıkların
hakikâtini) ıttılâ’ı (vâkıf
olmaya) şimdiye kadar mümkin olmadığı gibi, bundan sonra da
ebeden mümkin olamayacaktır. Bunlar Hz. Hayyâm’ın buyurduğu gibi öküzden
süt sağmak gibi abesle iştigaldedirler (meşgûldürler).
Beyt-i
Hayyâm:
(Tercüme ve izâh) Onlar
ki, akıl ile sa’y ederler;
(çalışırlar) yazık ki, hepsi öküzden süt sağarlar. Libâs-ı
belâheti (ahmak
elbisesini) giymeleri, ya’nî akıllarını terk edip keşf-i
ilâhî ashâbı (ilâhi keşif sahibi) olan Enbiyâ-i
Kirâm’ın (Peygamberlerin)
getirdikleri ahkâmı (şartları,
durumu) kabûl ve onlara tâbi’ olmaları, (uymaları) evlâdır (en
münasiptir) . Bu tebaiyyet (tâbi
oluş) öyle olmalıdır ki, emr-i hakîkâtte bugün aklın hükmüyle
bir yaprak bile satmamalıdır. Ya’nî ahkâm-ı Enbiyâyı ihâta-i cüz’iyye
(Enbiyanın
getirdiği hükümlerin çok az bir kısmını anlayabilecek kapasite)
sâhibi olan
akla tatbîk ile (uyarak)
i’tirâzâtta bulunmamalıdır.
Ve
keşf-i İlâhî (İlâhi keşif) kevn-i câmi’ (her
şeyi kendinde toplayan varlığın) mazharının (göründüğü
yerin, mahallin) gayrisinde (dışında) vâkı’ olmaz (gerçekleşmez).
Bunlar
ise Enbiyâ (aleyhimü’s-selâm) ile Hz. Şeyh-i Ekber ve emsâli (rıdvânullâhi
aleyhim ecmaîn) gibi onların vârisleri (mirasçıları)
olan kümmelîndir (kâmiller).
Zîrâ, bunlar Allah ism-i câmi’inin mazharı (isimleri
kendinde toplamış varlığın göründüğü yer) oldukları
cihetle (yönüyle),
Zât-ı Mutlak’ın
merâtib-i tenezzülâtını (Zat’ın
mertebelere inişini) kendi nefislerinde zevkan müşâhede
ederler (seyrederler).
Ve söyledikleri ve yazdıkları hep kendi müşâhedâd-ı zevkıyyeleridir
(gördükleri
tattıkları zevklerdir).
Ve onlar bu müşâhede (görüş) üzerine bilirler ki, tabîat-i
külliyye (tabiatın bütünü) Ulûhiyyet’in (Vahdet mertebesinin) zâhiriyyeti
olan (dış görünüşü)
hakîkat-i vâhidedir (tek
olan hakikâttir). Ve bu da külde sârî (bütünde
yayılmış) olan Zât-ı Ahadiyye’den (Ahad
olan Zât’tan) başka bir şey değildir. Bunun için Hak Teâlâ
buyurur: …………………………………
(Zuhruf, 43/84) ve lisânı—ı Resûliyyeti ile de ---------------
deyip
külde Zât-ı Ahadiyye’nin serayânı (Ahad
olan Zât’ın yayılış) hakîkatini duyurur.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
25.09.2001
|