İmdi bu mezkûr, “insan”
ve “halîfe” tesmiye olundu. Onun insâniyyetine gelince, onun neş’etinin
umûmundan ve hakâyıkın küllîsini hâsır olduğundan dolayıdır. Ve
o, kendisiyle nazar vâkı’ olan gözden, Hak için gözbebeği
menzilesindedir. Ve “basar” ile muabberün-anh olan odur. İşte bunun için
“insan” tesmiye olundu. Zirâ Hak, onunla halkına nazar eyledi ve
onlara rahmet etti (4).
Ya’nî
kuvây-ı âlemin küllîsini
(bütün melekler âleminin)
a’lâsını ve esfelini câmi’ (ulvisini
ve altta olanları
toplamış) olan bu mezkûra (adı
geçen), ya’nî
kevn-i câmi’a (evrenin
bütününe),
“insan” tesmiye olundu (insan denildi) ki,
ism-i aslîdir (asıl
ismidir).
Ve “halife” tesmiye olundu (denildi)
ki, ism-i lakabîdir (takma adıdır).
Ona
“insan” denilmesi, neş’etinin umûmî
(sonradan var) / olmasından ve hakayıkın cümlesini hasr (bütün
hakikatleri bir çerçeve içine alması) ve ihâta etmesinden
(kuşatmasından) nâşîdir (dolayıdır).
Zirâ, rûhânî, tabîî ve unsurî (elementlerden)
olan bi’l-cümle neş’etlerde
(meydana gelmişlerde) onun
sereyânı (yayılması)
olduğu gibi, ulvî (yüksekte
olan) ve suflî (aşağıda
olan) kâffe-i hakayıkı hâsırdır (bütün
hakikâtleri bir çerçeve içine alır). Âlemde
(evrende)
hiçbir hakîkat yoktur ki, onda olmasın. İnsanın zâhirinde (dış görünüşünde)
âlemin zâhirinde (dış
görünüşü) olan ve bâtınında (rûhunda)
bulunan her bir şeyin nazîri (benzeri)
vardır. Binâenaleyh (nitekim) insan,
hulâsa-ı mevcûdât (mevcûdatın
özü) ve zübde-i kâinâttır (kâinâtın
özetidir).
Zirâ âlem (evren),
sûret-ı İlâhiyye üzeredir. Ve insan ise o sûretin nümûne-i
câmi’idir (her şeyi kendinde
toplamış olan suretin
örneğidir). Ve bu “kevn-ı câmi’” (her
şeyi kendinde toplamış) kendisiyle nazar vâkı’ olan (bakılan) gözün,
Hak için, gözbebeği menzilesindedir (derecesindedir).Ve
“basar” (görme)
ta’bîr olunan (denilen)
dahi, ancak odur. Ve kuvve-ı bâsıra (görme
melekesi) görünen şeylerin aynını nasıl gözbebeği ile idrâk
ederse, Zât-ı Mutlak’ın kendi merâtib-ı tenezzülâtının kâffesine
(indiği
bütün mertebelerine) olan nazarı (bakması)
dahi, bu gözbebeği mesâbesinde (derecesinde)
olan İnsân-ı Kâmil ile vâkı’ olur
(gerçekleşir).
Yâ’ni kuvve-ı bâsıranın (görme
melekesinin) zevkı olan rü’yet (görüş)
gözbebeğinin sûreti ile vakı’ olduğu (gerçekleştiği)
gibi, Hak için zevk-ı rü’yet (görme
zevki) dahi İnsân-ı Kâmil’in taayyün-ı sûrîsiyle (oluşan
bedeniyle) olur. Ve insan kuvve-ı bâsırasıyla (görme
gücüyle) kendisinin aynı olan vücûduna nazar ettikde (bakınca)
hâsıl olan zevk-ı rü’yet (görme
zevki),
gayrdan (başkasından)
müstefâd (kazanılmış) olmaz.
Belki bu zevk kendi zâtının kendi zâtına verdiği bir zevktan ibârettir.
İşte İnsân-ı Kâmil mazharıyla vâkı’ olan (bedeniyle
gerçekleşen)
nazar-ı ilâhî (Hakk’ın
bakışı) de böyledir. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı
Mekkiyye’nin iki yüz yirmi birinci bâbında (bölümünde)
şöyle buyurur:
Beyt:..........................................
(Tercüme)
“Gayr
nerededir? (Allah’tan
başkası nerededir?) Ve
kevnde (evrende)
bütün “beşer” (insan) tesmiye
ettiğin (adlandırdığın)
vücûdun gayrı (başkası)
bir şey yoktur. Zîrâ o, aynen ve ilmen kevnin kâffesine (evrenin hepsine) şâmil
olur (içine
alan) bir isimdir. Binâenaleyh (nitekim)
sen sûretlerden çıkma!”
İşte
insan, Hak için gözün göz bebeği mesâbesinde (derecesinde)
bulunduğundan nâşî (dolayı),
“insan”
tesmiye olundu (olarak
adlandırıldı) .
/ Zîrâ Hak, İnsân-ı Kâmil ile halkına (yarattıklarına)
nazar etti (baktı)
ve onlara rahmet eyledi. Çünkü İnsân-ı Kâmil, âlemin icâdına
(yaratılmasına) ve
onun bakâsına (devamlılığına)
ve kemâlâtına (gelişmesine
olgunlaşmasına) ezelen (geçmişte)
ve ebeden (gelecekte) dünyâca
ve âhiretçe sebeptir.
Mertebe-i
ilimdeki sebebiyyetine gelince: Hak Teâlâ kendi zâtına zâtıyla tecelli
ettiği (göründüğü) ve
cemî’-i sıfâtını (bütün
sıfatlarını) ve kemâlâtını Zâtında müşâhede eylediği
(gördüğü)
ve onları İnsân-ı Kâmil’in hakîkatinde müşâhede etmeği (görmeği)
murâd ettiği (dilediği)
vakit, hazret-i ilmiyyede (ilim
mertebesinde) nev’-i insânînin (insan
türünün) hakîkati olan hakîkat-ı Muhammediyye, Hak için,
âyîne mesâbesinde (ayna
durumunda) vâkı’ oldu (gerçekleşti).
Ve hakayık-ı âlemin küllîsi (bütün âlemin
hakikâtleri) onun vücûdu ile mevcûd oldu. Ve bu hakîkat bütün
esmâyı câmi’ (kendinde toplamış)
olan “İlâhiyyet” mertebesinde tekabül eyledi
(karşılık oldu). Ba’dehû
(daha sonra) Hak
Teâlâ o hakîkatte bi’l-cümle esmâya (bütün
esmâlara) vücûd-i tafsîlî i’tâ edip (evrenin madde yapısını
verip, bağışlayıp)
a’yân-ı
sâbite zâhir oldu (Esmalar
meydana çıktı).
“Ayn”daki
(öz’deki, manâdaki)
sebebiyyetine gelince
.............
hadîs-i şerîfi mûcibince (gereğince),
nûr-i Muhammedî’ den ibâret olan Akl-ı Evvel’in îcâdiyle
(yaratılmasıyla),
Hak
Teâlâ vücûd-i hâricîyi (evrenin
madde bedeni) vücûd-i
ilmîye (vücûd
verme ilmine)
mutâbık (uygun)
kıldı. Ba’dehû (daha sonra) Akl-ı
Evvel’in mütezammın olduğu mevcûdâd-ı sâire (diğer
varlıklar) zuhûra geldi. Nitekim merâtib-i sitte (altıncı
mertebede) bahsinde bâlâda (aşağıda)
beyân olundu.
Kemâlât
sebebiyyetine gelince, Hak Teâlâ, İnsân-ı Kâmil’in kalbini tecelliyât-ı
Zâtıyye (Zât’ın oluşumlarına)
ve esmâiyyesine (esmasına) mir’ât
(ayna)
kıldı. Evvelen ona, ba’dehû (daha
sonra) onun vâsıtasıyla âleme (evren)
tecellî etti (oluştu).
Bu
hal, bir âyîneye mün’akis (aynaya
yansımış) olan nûrun onun mukabilinde (karşılığında)
bulunan diğer bir âyîneye in’ikâsına (yansımasına) benzer.
Şu hâle nazaran (göre)
esmânın ilimde ve “ayn”daki a’yânı (kendisindeki
hakikâtler) ve onların kemâlâtı ancak İnsân-ı Kâmil vâsıtasıyla
hâsıl oldu (gerçekleşti).
Ve insan maksûd-i ûlâ (ilk gaye) olunca,
bi’t-tabi’ (tabii
olarak) onun vücûd-i hâricîsi (evrenin
bedeni) hakayık-ı âlemin
(hakikâtlerin, esmanın) vücûdunu
iktizâ eder (gerektirir). Binâenaleyh
(nitekim) Hak
Teâlâ, en son insanı îcâd (yaratmak)
için, evvelen eczâ-yı âlemi (küçük
parçacıklardan, elementlerden oluşan âlemi) îcâd etti (yarattı).
Nitekim buna işâreten, hadîs-i kudsîde: .............. Ya’nî
“sen olmasa idin yerleri, gökleri yaratmaz idim” buyruldu. Ve Hz. Mevlâna
Celâleddîn Rûmî (r.a.) Efendimiz,
Mesnevî-i Şerîf’lerinin cild-i râbi’inde (dördüncü
cildinde) bu hakîkati şu vech (yön)
ile tavzîh buyururlar:/ (açıklarlar)
Mesnevî:
(Tercüme)
“Zâhire nazaran (dış
görünüşe göre),
o dal budak, meyvenin aslıdır. Velâkin, bâtına (içe, rûha) nazaran,
dal budak meyve için vücûd bulmuştur. Eğer meyve meyl (eğilim)
ve
ümîdi olmasa idi, bağçevan hiç ağacın kökünü diker miydi? Böyle
olunca o ağaç ma’nâ itibâriyle meyveden doğdu. O meyvenin tevellüdü
(doğumu)
her ne kadar sûret i’tibâriyle (yapısı
yönüyle) şecerden (ağaçtan) vâkı’
olmuş ise de, bunun için, o zûfünûn
olan (S.a.v.) Efendimiz: .................. Ya’nî “Biz sâbıklar
(önce) olan
âhirleriz” (sonralarız)
remzîni (işâretini)
beyân buyurmuştur (bildirmiştir).
Ve yine buyurur ki: Vâkıâ (gerçi)
ben sûret i’tibâriyle (şekil bakımından)
Âdem’den doğmuşumdur. O meleğin secdesi benim için olmuştur.
Ve benim için yedinci felek üzerine gitmiştir. Fikrin evveli (önce
düşüncede), amelde âhir
(fiilde
en son) geldi. Husûsiyle bir fikir (düşünce)
ki, vasf-ı ezel ola.” (başlangıcı
olmayan vasıf olur).
İşte
bu şuhûd-i ezelî (başlangıcı
olmadığını görme) ve îcâd-ı ilmî (ilmin
yaratılmasından) ve aynî (kendisi)
onlara nazardan (bakmaktan)
ve onların üzerine rahmet-i Rahmâniyye-i mücmelenin
(Rahman’ın rahmetinin özü) ve rahmet-i Rahîmiyye-i tafsîliyyenin
(Rahim’in
rahmetinin genişliğini, tafsilini) ifâzasından (feyz vermesinden) ibârettir.
Zîrâ bi’l-cümle kemâlât vücûd üzerine mürettebdir (yerli yerindedir).
Ve vücûd rahmet-i asliyyedir (asıl
rahmettir) ki, envâ’-ı (çeşitli) rahmet
ve dünyevî (dünya
ile ilgili) ve uhrevî (ahiretle
ilgili) saâdet hep bu rahmet-i asliyyeye tâbi’dir (asıl
olan bu rahmete bağlıdır) ./
İmdi
o, ezelî olan insân-ı hâdistir ve ebedî olan neş’e-i dâimdir ve câmi’
olan kelime-i fâsıladır. Binâenaleyh, âlem onun vücûduyla tamâm
oldu. Böyle olunca o, âlemden, hâtemden hâtemin fassı gibidir ki, o, pâdişâhın
hazînelerini onunla mühürlediği mahll-i nakş ve alâmettir (5).
Ya’nî
kevn-i câmi’ (her
şeyi kendinde toplamış) olan İnsân-ı Kâmil sûretiyle (madde
bedeniyle) hâdistir (sonradan
meydana gelmiştir) ve hakîkat-ı rûhiyyesiyle ezelîdir (ruhû itibarıyla
varlığının başlangıcı olmayandır).
Zîrâ suver-i ilmiyye (ilmi suretler) ilm-i
İlâhîdir; (Allah’ın
ilmidir) ve ilim niseb-i İlâhiyye’den (İlâhi
sıfatlardan) bir nisbet (sıfat)
olmak i’tibârıyle (hususuyla)
Hakk’ın aynıdır ve Hak ise ezelîdir (başlangıcı
olmayandır). Ve
hakîkat-ı insâniyye (insanın
hakikâti) niseb-i nâmütenâhiyyeyi câmi’ (sonsuz
vasıfları toplamış) olan Zât-ı Vâhide’ye (tek
olan Zât’a) mukabil (karşılık) bulunan
âyîne mesâbesinde (ayna
durumunda) olup Zât-ı vâhidenin (tek
olan Zât’ın) cemi’-i merâtibe (bütün
mertebelere) tenezzülü (inişi) bu
hakîkatle vâkı’ (gerçek)
olduğundan ve cemi’-i merâtip (bütün
mertebeler) ise, Hakk’ın vücûdundan ibâret ve vücûi Hak (Hak
bakımından) ise ebedî bulunduğundan, İnsân-ı Kâmil’in
neş’eti (var
olması) dahi ebedîdir. Hiçbir mertebede aslâ fenâ-pezîr
olmaz (yok kabul edilmez).
Ve İnsân-ı Kâmil bir kelimedir ki, ahkâm-ı vücûb (gerekli hükümler,
işler) ile ahkâm-ı imkân (Hak’tan
gayrı her şey) aralarını fasl eder (böler).
Ve
kendisi vücûb (zarûri) ile
imkân (zarûri
olmayanlar) arasında berzahdır. (aradır)
Ve berzah (geçiş,
ara) olarak vâkı’ (gerçek) olan
şeyin iki cihete de
(tarafta da) birer yüzü vardır. Binâenaleyh (nitekim)
insân-ı kâmil ahkâm-ı vücûb (zarûri
işler, hükümler) ile ahkâm-ı imkânı câmi’dir (zarûri olmayan işleri,
hükümleri toplamıştır).
Velâkin,
onun berzahiyyeti (arada
olması) tarafeynden (iki
taraftan) mümtâz (seçilmiş)
olmak ve kendisinin ayn-ı zâidesi bulunmak
(kendi fazlalığı) sûretiyle değildir. Meselâ kelimenin vücûdu
sûretle ma’nâ arasında berzahtır (geçiştir, aradır)
/. Velâkin,
kelimenin vücûdu sûret ve ma’nâya nazaran (göre)
bir ayn-ı zâide değildir
(kendinde bir fazlalığı yoktur). Zîrâ, sûret kelimenin
“ayn” (kendisi)
olduğu gibi, ma’nâ dahi o sûretten hâriç değildir. Binâenaleyh
(nitekim)
kelime, sûret ve ma’nâyı yekdîğerinden (birbirinden)
ayıran bir berzah (geçiş)
olmakla berâber bunlardan ayrı değildir. Ve sûret ve ma’nâdan
fazla olarak bir “ayn”a da
(kaynağa)
mâlik (sahip)
değildir. İşte İnsân-ı Kâmil’in vücûdu dahi bu misâle
mutâbıktır (uygundur).
İmdi
Âdem, kaffe-i merâtib-i İlâhiyyeyi câmi’ (bütün
ilâhi mertebeleri toplamış) olduğu ve onun taayyünü (oluşumu)
bi’l-cümle esmâ-i İlâhiyye’nin zuhûruna (bütün
İlâhi isimlerin çıkışına) müsâid bulunduğu için, âlemin
vücûdu (evrenin
vücûdu) Âdem’in (İnsan’ın) vücûduyla
tamâm oldu. Zîrâ Âdem’in (İnsan’ın)
vücûdu olmasa idi, âlemin (evrenin)
vücûdu, rûhsuz bir cesed-i müsevvâ (şekillendirilmiş)
ve cilâsız bir âyîne (ayna)
gibi kalır idi. Binâenaleyh (nitekim),
âlemin (evrenin)
Âdem’e (İnsan’a)
nisbeti (ölçüsü),
fass-ı hâtemin
(yüzük taşının ) hâteme nisbeti (yüzüğe
oranı) gibidir. Ve fass-ı hâtem (yüzük
taşı) mahall-i nakş (işlenen
yer, mahal) ve alâmet (nişan)
olan onun fassı (değerli taşı) olduğu
gibi, âlemden (evrenden)
maksûd (gaye)
dahi, melik-i hakîkînin (hakiki
mülk sahibinin) ismi olan “Allah” ism-i câmi’inin (isimlerin
toplu bulunduğu) mahall-i nakşı bulunan (işleme sanatının
olduğu yer olan) İnsân-ı Kâmil’dir; ve melik-i (mülk
sahibi) hakîkî hazâin-i (hakiki
hazinelerini) esmâiyyesini bu alâmetle (işaretle)
hıfz eder
(saklar).
/
Ma’lûm olsun ki .................... Ya’nî “O insan hâdîs-i ezelî
(öncesi olmayan) ve
ebedî (sonsuz)
olan neş’e-i
dâimdir”
(devamlı yaratılır)
ibâresi tahtında (işareti altında)
azîm ma’nâlar vardır. Bu beyândan (bildiriden)
insanın, yalnız küre-i arz (dünya)
üzerinde zuhûr eden (meydana
gelen) insandan ibâret olmadığı açıkça zâhir olur (görülür)
.
Zîrâ küre-i arzın (dünyanın)
evveli (öncesi)
ve âhiri (sonu)
vardır. Binâenaleyh (nitekim) onun
üzerinde zuhûr eden (meydana
gelen) insanların da evveli (öncesi)
ve âhiri (sonu)
vardır. Şu halde küre-i arz (dünya)
üzerindeki insanlar hâdis-i ezeli
(öncesi olmayan
yaratılmış) değildir,
ebedî olan neş’e-i dâimde (sonu
olmayan yaratılmış da) değildir. İmdi bu ma’nâyı tevzîh
(genişletmek) için
bir mukaddeme (ön
söz) lâzımdır.
Şöyle
ki, vücûd-i Hakk’ın ne evveli (öncesi),
ne de âhiri (sonu)
kadîmdir (öncesi
yoktur). Binâenaleyh (nitekim),
onun sıfât ve esmâsı dahi kadîmdir (öncesi
yoktur). Ve
sıfât ve esmâsının zuhûr-i ahkâm (hükümlerin
çıkışı) ve âsârı (eserleri)
aslâ ta’tîl (durma) kabûl
etmez. Şu halde, Hakk’ın tecellî etmediği (görünmediği)
bir ân yoktur. Nitekim, âyet-i kerîmede .............. (Rahmân,
55/29) buyrulur. Hak Teâlâ ezelen ve ebeden Hâlık’tır, (yaratandır)
Rezzâk’tır (rızk
verendir), Gaffâr’dır
(bağışlayandır), Mümît’tir
(öldürendir), Muhyî’dir
(diriltendir) ilh...
Binâenaleyh (nitekim),
vücûd kadîm olduğu (öncesi olmadığı)
gibi, keyfiyyet-i hudûs (sonradan
olma hususu) dahi kadîmdir
(öncesi yoktur).
Ancak efrâd-ı hâdisin (sonradan
olanların) evveli (öncesi)
ve âhiri (sonu)
vardır. Ve keyfiyyet-i hudûsün (sonradan
olma hususunun) evveli (öncesi)
ve âhiri (sonu) yoktur.
Ya’nî, Hakk’ın halk etmediği (yaratmadığı)
bir ân yoktur. İmdi fezâ-yı bî nihâye (sonsuz evren) ayn-ı
vücûd-i Hak’tır. (Hak
vücûdun kendisidir) Ve onda bir taraftan tekevvün (oluşma
var) ve bir taraftan tefessüd (bozulma
var) eden kâinât ve zâilât (yok
olup gidenler) sıfât-ı hâlıkıyyetin (yaratma
vasfının) mazharıdır (görüldüğü
yerdir). Ve
o bî-nihâye avâlimin (sonsuz
âlemlerin) üzerinde ezelen (öncesi
olmayan olarak) tekevvün eden
(oluşan) insanların efrâdı (fertleri) hâdistir
(sonradan
olmadır).
Binâenaleyh (nitekim),
insan hem ezelî (öncesi olmayan) ve
hem de hâdistir
(sonradan olmadır).
Ve
efrâd-ı beşer (insanlar) ve
üzerinde yaşadığı âlemler ecele tâbi’ (ölüme
mahkûm) olduğu halde onun bu avâlim-i bî-nihâye (sonsuz
alemler) üzerinde ilâ-mâlâ-nihâye (nihayetsiz
son bulmayacak) zuhûru (meydana
gelmeler) onun neş’e-i dâim-i ebedî
(yaratmanın devamlı ve sonsuz) olduğunu gösterir. Ve “neş’e”
“hâdis olmak” (sonradan
yaratılma) ma’nâsındadır. Bu cümlenin vâzıhan (konmuş)
ma’nâsı: İmdi o, hâdis-i ezelî
(öncesi olmayan
yaratılmış) ve hâdis-i dâim-i ebedî (sonsuz
olarak yaratılmış) olan insandır” demek olur. Şu halde
insan, kadîm olan (evveli
ve öncesi olmayan) Hakk’ın varlığında ezelden (öncesi
olmaksızın) ebede (sonsuza)
kadar mevcûddur. Yukarıdaki şerh şurrâh-ı (şerh
eden) kirâmın (uluların)
verdikleri ma’nâya göredir. Ve bu zevât-ı kirâm (büyük
zatlar),
insanın hudûsü (sonradan var olması)
ancak küre-i arza (dünya’ya)
inhisâr ettiği (verildiği)
ve âlem-i şehâdet (görülen
alem) ancak bizim âlemimiz olduğu mülâhazasıyla (düşüncesiyle)
bu yolda şerh etmişler (açıklamışlardır)
ve
İnsân-ı Kâmil sûretiyle hâdis (bedeni yönüyle
sonradan olma) ve hakîkat-i rûhiyyesiyle ezelîdir (hakikât
olan rûh yönüyle sonsuzdur) demişlerdir. Vâkıâ (gerçi)
bu beyân (açıklama)
dahi doğrudur; fakat efrâd-ı insâniyyeye (insan
ırkına) nazaran doğrudur. Zîrâ, henüz âlem-i sûrette zâhir
olmayan (madde
âleminde meydana çıkmayan) her bir ferdin bir hakîkat-i rûhiyyesi
(hakikât
rûhû) vardır. Fakat “insan” mefhûmunun (kavramının)
âlem-i sûrette (madde
âleminde) ezelden beri mevcûd olmadığı / mülâhazası (düşüncesi) darlıktır.
Zîrâ âlem-i sûret ef’âl-i İlâhiyye’nin meclâsıdır.
(Allah’ın fiil suretlerine aynadır) Ve ef’âl-i İlâhiyye’nin
(Allah’ın
fiillerinin) ezelen ve ebeden ta’tîli (faaliyetinin
durdurulması) câiz değildir. Binâenaleyh (nitekim)
bizim âlemimiz (evrenimiz) yok
iken, fezâ-yı bî-nihâyede (sonsuz
evrende) başka âlemlerde insan sûretleri var idi. Bunun delîli
mukaddemede îzâh olunduğu üzere
..................................................................... (Şûrâ,
42/29) âyet-i kerîmesidir. Hak Teâlâ yerde ve göklerde “dâbbe” (hayvan)
cinsinden olan mahlûkatı neşrettiğini (duyurduğunu)
beyân buyuruyor (açıklıyor). Ve
“dabbe” (hayvanlık) insanın
sûretinde de şâmildir (vardır).
Nitekim
âyet-i kerîmede, sûre-i Enfâl’ de
..................................................... ( Enfâl, 8/22)
“kör ve sağır ve akılsız olan “dabbelerin (hayvanların)
şerlisi” insan olduğu meydandadır. Ve kezâ diğer bir âyet-i
kerîmede de ................................................
(Enfâl
8/55) buyrulur. “Ve küfreden ve îmân etmeyen “devâbb” (hayvan)
ise ancak insandır.”
Esâsen
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber Hazretleri Fütûhât’ın
367. bâbında (bölümünde)
keyfiyyet-i hilkatin (yaratma
hususunun) ezelî ve ebedî olduğunu beyân buyururlar. Nitekim,
âtîde (aşağıdaki)
kıyâmet-i kübrâ bahsinde tafsîl olunacaktır (açıklanacaktır)
. Ve Cenâb-ı
Mevlâna Celâleddîn Rûmî efendimiz dahi Mesnevî-
Şerîf’in üçüncü cildinde Dekükî kıssasında vâkı’:.....................
beyt-i
şerîfinin ikinci mısra’sında bu ma’nâya işâret buyururlar ki, fakîr
Mesnev-î Şerîf’e olan şerh-i
âcîzânemde bu ma’nâyı îzâh ettim. Burada zikr (tekrarlamak)
uzun olur.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
02.10.2001
|