YEDİNCİ FASIL
TAAYYÜN-İ SÂNÎ
MERTEBESİ, MERTEBE-İ
VÂHİDİYYET
Vücûd,
taayyün-i evvel (Uluhiyet)
mertebesinde esmâ ve sıfâtını mücmelen (toplu
ve bütün olarak) bilmekle berâber,
bu esmâ ve sıfâtının îcâb ettirdiği (gerektirdiği) cem’-i maânî-i (bütün
manâların) külliyye (bütünleri)
ve cüz’iyyenin (kısımlarının) sûretleri, bu
taayyün-i sânî (esma
mertebesinde) mertebesinde ayrılırlar. Eşyâ-yı kevniyye (var
olmuş şeylerin) hakayıkından (hakîkatlerinden)
ibâret olan bu suverden (sûretlerden)
her birinin gerek kendi zâtına ve gerek kendi zâtının emsâline (benzerlerine)
aslâ şuûru yoktur (tanımaz,
bilmez). Zîrâ, onların vücûdları
ve temeyyüzleri (farklılıkları)
ilmîdir (bilmek
iledir) . Vücûd, bu suver-i
ilmiyye (ilmi sûretler yani proje varlıklar)
sebebiyle müteaddid (çok) ve mütekessir (fazlalaşmış)
olur. Ta’bîr-i dîğerle bu suver-i ilmiyye (ilmi
sûretler, proje varlıklar) , Zât-ı
Ulûhiyyetinin emr-i îcâda illeti (yaratma
emrinin sebebi) olur. Ve bunların
illet-i vücûdu (vücûdlarının
sebebi) dahi, câmî-i cemî’-i
esmâ ve sıfât (bütün
esma ve sıfatı kendinde toplamış) olan
Zât-ı Ulûhiyyet olduğundan, bundan delîl-i nazâriye muhâlif
(bu teoriye gösterilen delile karşı)
olarak şu netîce-i hakîkiyye (hakikat
neticesi) çıkar: İllet (sebep)
olan Zât-ı Ulûhiyyet kendinin illeti (sebebi)
olan ma’lûlün, (sebebi
kabûl edenin, sebeplenenin) ya’nî suver-i ilmiyyenin (proje
sûretlerin, ilmi süretlerin) illeti
(sebebi)
olur; veyâhut illet (sebep) olan/
suver-i ilmiyye, (proje
sûretler, ilmi suretler) kendilerinin
illeti (sebebi)
olan ma’lûlün, (sebeplenenin)
ya’nî Zât-ı Ulûhiyyetin emr-i îcâda illeti (yaratma
emrinin sebebi) olur. Halbûki delîl-i
nazarîye (teorideki
delile) göre, aklın hükmü,
“illet (sebep)
olan şey kendi ma’lûlü (sebeplenen kendi olduğu ) için
ma’lûl (sebeplenen)
olmaz” demek idi. İşte ilm-i tecellî (meydana
gelen ilim) bâlâda (aşağıda) îzah olunduğu üzere
aklın bu hükmünü “illet (sebep)
olan şey, kendi ma’lûlü (kendi
sebep olduğu) için ma’lûl olur” (sebebi
kabul eden olur) hükmüyle fesh etti (çürüttü)...
Âtîdeki
(aşağıdaki)
misâl zevk-i sahîh (doğru zevk) ile teemmül olundukta (etraflı
düşünülürse) anlaşılır ki, bu hüküm, garbiyyûnun (batılıların)
“skolastik” (orta
çağ Hıristiyan felsefesi) ta’bîr
ettikleri kıyl u kal (dedikodu) cinsinden
değil, belki bir hakîkat-i zâhiredir (görünen
bir hakikattir) .
MİSÂL:
Bir hattâtın (ressamın) yazdığı
levhânın illeti, (sebebi)
o hattâtın vücûdudur. Zîrâ hattâtın (ressamın)
vücûdu olmasa, o levha mevcûd olmaz idi. Binâenaleyh (nitekim)
, hattâtın
(ressamın) vücûdu, illet (sebep)
ve levhanın vücûdu da o illetin (sebebin) ma’lûlüdür
(sebeplenendir) .
Fakat o kimsenin
nisebinden (sıfatlarından)
bir nisbet (sıfat)
olan hattâtiyyet (ressamlık)
sıfâtı olmayıp da, bu sıfât ondan bir levha yazıp ızhâr (aşikâr) etmesini
lisân-ı isti’dâd (istidâdının
dili) ile talep etmese, (istemese)
o şahıstan bu levha zuhûra gelmezdi (meydana
çıkmazdı) . Şu halde, levhanın îcâdına (yaratılmasına)
sebep olan şey, kendi mûcidinden (yaratıcısından) ,
vücûdunu talep etmesidir (istemesidir) . Bu
sûrette levha ma’lûl (sebebi kabûl eden)
iken, emr-i ızhârın illeti (emrin açığa çıkmasının sebebi)
olur. Ve bu vech (yönü)
le illet (sebep) olan
hattâtın vücûdu, emr-i ızhârda (emrin
açığa çıkmasında) kendinin
illeti (sebebi)
olan levha-i ma’lûlün illeti (sebebi kabûl eden levhânın sebebi)
olmuş olur. Ya’nî hattâtın vücûdu emr-i ızhârda ma’lûl (emrin
açığa çıkmasında sebebi kabûl etmiş olan ressamın vücûdu)
ve hem de levhanın îcâdına illet (yaratılmasına sebep)
olduğu gibi, levhanın vücûdu dahi hem illet (sebeb)
ve hem de ma’lûl (sebeplenen,
sebebi kabûl eden) olur.
İmdi
maddiyyûnun (maddecilerin)
madde kanûnuna beyân ettikleri (açıkladıkları) sırada
“umûmiyyet i’tibâriyle kâinâtın sebebi yoktur”
demeleri, hakîkat-ı emirdeki cehillerinden ve küllün nümûnesi (bütünün
aynı) olan kendi nefislerinden gâfil
(habersiz)
bulunmalarından neş’et etmiştir (meydana
gelmiştir) . Ve bu cehl (cahilliğin)
ve gafletin menşei (kökü)
de esfel-i sâfilîn (aşağıların en aşağısı)
olan âlem-i tabîattan (tabiat aleminden)
a’lâ-yı illiyyîn (yükseklerin
en yükseği) olan Zât’a sırf
akıl ve zekâ ile urûc edebileceği (yükselebileceği)
zannolunarak, Enbiyâ (Peygamber) (aleyhimü’s-selâm) ve
onların varisleri (mirasçıları) olan Evliyâ-yı
Kirâm hazarâtının (hazretlerinin)
akvâl-i aliyye (yüce
sözlerine) ve ihbârât-ı
seniyyelerine (verdikleri
yüce haberlere) kulak asmamaktır.
Bu
mertebede müteayyin (meydana
çıkmış) olan her bir sûret-i
ilmiyye, (ilmi sûret,
proje sûret) eşyâ-yı hâriciyyeden (hariçte
olan şeylerden) her birinin hakîkati
ve onu terbiye eden RABB-I HÂSSI
dır. (kendisinin
özel terbiyecisidir) Istılâh-ı
sûfiyyede (tasavvuftaki
tanımlamalarda) her bir sûret-i
ilmiyye (ilmi sûrete)
“ayn-ı sâbite” (manâ)
ve hey’et-i mecmûasına (topuna,
toplu olarak) “a’yân-ı sâbite”
derler. (manâların
bütünü) Mütekellimîn (kelâmcıların)
“ma’lûm-i ma’dûm” (bilmeyen)
, hükemâ
(filozoflar)
“mâhiyyet” ve mu’tezile (başkaları)
“şey’-i sâbit” derler.
Taayyün-i evvel, Hakîkat-ı Muhammediyye’den ibâret olduğu cihetle (yönüyle)
, bu
Hakîkat-ı Muhammediyye cemî’-i hakayıkı (bütün
hakikatleri) câmî olmuş (toplamış)
olur. Bu taayyün-i sânî mertebesine (ikinci
taayyün mertebesine) “vâhidiyyet”
denildiği gibi, “hakîkat-ı insâniyye”de
(insanın
hakikati) derler. Ve âtîdeki (aşağıdaki)
esâmî (isimler)
ile de tevsîm ederler (isimlendirirler):
Vâhidiyyet
hakîkat-ı insâniyye ayne’l-yakîn felekü’l-hayât
hazret-i
rubûbiyyet âlem-i melekût âlem-i esmâ perde-i
vahdet
hazret-i
cem âlem-i bâtın hazret-i ulûhiyyet
nefes-i rahmânî
tecellî-i
sânî kabiliyyet-i
zuhûr hazret-i
irtisâm mebde’-i sânî
mecmûu’l-ervâh
maâd-ı ervâh mülk-i bâtın
berzah-ı sânî
menşe’-i
sânî bed’-i
sânî makam-ı ervâh
müntehâ’l-ma’rife
zuhûr-ı
sânî menşe’ü’l-kesret
kenzü’l-ervâh mübîn-i sıfât
ahadiyyet-i
kesret müntehâ’l-âbidîn vücûd-i müfâz
âlem-i sânî
ma’den-i
ervâh
kevn-i câmi
âlem-i emr
Suver-i
ilmiyyeden ibâret (ilmi
sûretlerden, projelerden meydana gelmiş)
olan “a’yân-ı sâbite” (manâların
hepsi) kendi ademiyyet-i asliyyeleri (asıl
yokluk aslı) üzerindedir.
“Onlar vücûd-i hâricî kokusunu koklamamışlardır (beden kokusu almamışlardır) . Âlem-i
şehâdette (şahit
olduğumuz alemde) zâhir (görülmüş)
olan suver (sûretler) ancak onların
ukûsü (akisi)
ve zılâlidir (gölgesidir)
.” dedikleri budur. Bu hakîkat,
âtîde (aşağıda) mertebe-i şehâdet faslında
(bölümünde)
misâl ile îzâh olunacaktır (açıklanacaktır).
SEKİZİNCİ FASIL
Birinci Vasl:
SIFÂT ve ESMÂ
Ma’lûm
olsun ki, kâffe-i eşyânın (bütün
hakikatlerin) mebdei (kaynağı)
olan vücûd, ayn-ı hayâttır; zîrâ müteharriktir (hareket
halindedir) ve onda aslâ sükûn
yoktur. Eğer sükûn olsaydı, adem (yok) olur ve ondan asla bir şey çıkmazdı.
Zîrâ hikmet-i tabîiyye ulemâsının (tabiat
ilimleri ile uğraşan âlimlerin) şu:
“Hiçbir şey bilâ-sebeb (sebepsiz) sükûnetini
harekete ve hareketini de sükûnete tebdîl edemez”
(değiştiremez) düstûruna
(kaidesine)
nazaran, eğer bi’l-cümle eşyânın (bütün hakikatlerin) mebdei (kaynağı) olan vücûd-i hakîkîde hayât olmasa, o vücûdun
sükûneti harekete gelmek için hiçbir sebeb mevcûd olmamış olur. Ve
sebeb-i hareket mevcûd olmayınca, hareketten zâhir olan suver-i avâlim (alemin
sûretleri)
tekevvün edememek (var
olmaması) lâzım gelirdi. İmdi
aklen ve ilmen anlaşıldı ki, vücûdun merâtib-i muhtelifedeki (muhtelif
mertebelerde) tecelliyyâtı (oluşumları)
onun
hareketinden mübaisdir (ileri
gelir) . Ve
hareket olan yerde, muharrik (hareket ettiren)
vardır ve muharrik (hareket) Hayy’dır
(candır,
hayattır). Ve
“hayât” bir sıfâttır
ve sıfât mevsûftan münfekk (vasıflanandan ayrı bir şey)
olmadığından onun aynıdır. Vücûd, hayât ile muttasıf (vasıflanmış)
olunca kendi nefsini ve Zâtını müdrik (bilmiş)
olmak îcâb eder. Bu ise, onun Zâtına olan ilmidir. Ve
“ilim” dahi “hayât”
gibi bir sıfâttır. Binâenaleyh (nitekim),
vücûd ilim ile de muttasıf (vasıflanmış)
olur. Ve hayât ve ilim ile muttasıf (vasıflanmış,
sıfatlanmış) olan vücûdun
“irâde” ve
“kudret” ile muttasıf
(sıfatlanmış)
olmaması mümkin değildir. Zîrâ bunlar, onun levâzımıdır (gereçleridir,
aletleridir) . Ve
vücûdda bu sıfâtların dahi sübûtu (sabitleşmesi meydana çıkması)
ile berâber ”sem”
ve “basar”
ve “kelâm”
ve “tekvîn”
sıfâtlarının dahi sübûtu (sabitleşmesi,
meydana çıkması) iktizâ eder (gerekir)
. Binâenaleyh (nitekim) vücûd, bu tadâd (sayılmış)
olunan sıfât-ı seb’a-i Zâtiyye (Zât’ının yedi sıfatı)
ile muttasıftır (vasıflanmıştır)
. “ilim, irâde,
kudret, sem’, basar, kelâm, tekvîn.”
Bunların imâmı (başı)
“hayâttır” . Zîrâ,
hayâtın olmadığı yerde ne hareket, ne ilim, ne kudret ve ne de îcâd (yaratma)
bulunmaz.
İmdi,
sıfât, ismin menşeidir (köküdür)
; zîrâ bir şeyde sıfât olmazsa, bir isim
ile tevsîm (isimlendirilme)
olunmaz. Meselâ kendisinde sıfât-ı hayât (hayat
sıfatı) olmayan bir şeye
“Hayy” ismi/ ve sıfât-ı
ilim bulunmayan kimseye de “alîm
ve âlim” ismi verilmez. Zât,
sıfât ile ve sıfât, isim ile zâhir olduğundan (meydana
çıktığından) , isim sıfâtın ve sıfât Zât’ın
zâhiri; (bilineni,vücûdu)
ve Zât sıfâtın ve sıfât da ismin bâtını (bilinmeyeni, rûhu) olur. Ve
“şey” dahi
ismin zâhiri ve isim “şey”in
bâtını olur. Zîrâ müsemmâ (isimlendirilmiş)
olan “şey”
zâhir olduğu vakit, isim o şeyde ihtifâ edip fânî olur. (gizlenip
yok olur)
İmdi
“Zât”, “sıfât”
ve “isim”
aralarında zuhûr (açığa
çıkma) ve butûn (gizlenme)
nisbetleri (vasıfları)
olduğu ve mevhûm-ı zuhûr, (meydana
çıkma kavramı) mefhûm-ı
butûnun (gizli
kalma kavramının) gayri (başka)
olduğu cihetle (yönüyle)
, bu
i’tibâr ile (bakımdan) bunların aralarında muğâyeret
(farklılık)
olur. Velâkin, “sıfât”
Zât-ı Mutlak’ın mertebe-i zuhûrda (görünme mertebelerinde) tecellî-i
hâssı (meydana
gelme hususiyetiyle) ile tecellîsinden (meydana gelmesinden) ibâret olduğu
o tecellî-i hâssı (meydana gelme hususiyeti) Zât-ı Mutlakı üzerine zâid (ilâve
ve fazlalık) olmadığı cihetle (yönüyle)
, bu
i’tibâra göre (bakımdan) Zât’ın aynı olur. Sıfât
ve Esmâ-yı İlâhiyye, külliyyâtı (bütünlüğü)
i’tibâriyle (bakımından)
kabil-i ta’dâdtır (saymak
mümkündür) . Nitekim esmâ-yı hüsnâ-yı ma’dûde (belli
sayıda) kırâat olunur (okunur)
; fakat cüz’iyyâtı (kısımları, parçaları) i’tibâriyle
(bakımından)
lâ-yuad (sayılmaz)
ve lâ-yuhsâdır (hesap
edilmezdir) .
Esmânın
kâffesinde (hepsinde)
iki i’tibâr (kabul
ediş) vardır: Birisi Zât’a delâleti, (Zât’a
işareti) ve diğeri kendinin
ma’nâ-yı hâssına delâletidir. (kendinde
bulunan manâlara işaretidir) Meselâ Alim, Semî’, Basîr
isimleri Zât’a delâlet (işâret)
ettiği gibi, kendilerinin ma’nâ-yı husûsîlerine (kendinde bulunan manâlara)
de delâlet (işaret)
ederler. Zîrâ Alim, Semî’, basîr kimdir? Denildikte ahadiyyet-i
esmâiyyesi
hasebiyle Zât-ı ilâhîdir denir ve bu sûrette hepsi “Zât”a
delâlet etmiş olur. Fakat bunların ma’nâ-yı husûsîleri (kendinde
bulunan manâların hususiyetleri) başka
başkadır. Ya’nî bilicilik, işiticilik ve görücülük başka başka
ma’nâlardır. Binâenaleyh (nitekim),
esmâ “Zât”a
delâletleri (işaretleri)
i’tibâriyle müttehid (birleşmiş,
bir olmuş) ve yekdîğerinin (bir
diğerinin) aynıdırlar ve mefhûmât-ı
mütegâyire (manâların
başkalığı) hasebiyle
yekdîğerinden mütemeyyiz (farklı) ve
birbirinin gayrıdırlar (başkadırlar).
İmdi, vücûd-ı latîf-i Hakk’ın delîli (Hakk’ın
varlığının işareti) , onun
mertebe-i kesîfi (madde
mertebesi) olan avâlim-i şehâdiyyedir
(görülen
alemlerdir) . Ve içinde bulunduğumuz arz (dünya), avâlim-i şehâdiyye-i bî-nihâyeden
(içinde
bulunduğumuz sonsuz evrenden) birisidir.
Binâenaleyh (nitekim)
biz, Hak’tan zâhir (görülmüş)
olan suver-i âleme (âlemin
sûretlerine) bakıp onlarda gördüğümüz
ahkâm (hükümlere)
ve âsâra (eserlere)
nazaran hükmederiz ki, Hak Hayy’dır. Zîrâ O’nun vücûdunun
alâmeti (işâreti) olan
âlemin (evrenin)
her noktasından hayât zâhir olur (meydana
çıkar) ve kendimizi hayât sâhibi buluruz. Ve kezâ Hak
“Alim”dir. Zirâ
suver-i âlemden (evrenin sûretlerinden)
bir sûret ve küll-i âlemden (evrenin bütünden)
birer cüz’ (bir
parça) olan biz insanlar sıfât-ı
ilim (ilim sıfâtı)
ile muttasıfız (vasıflanmışızdır)
. Semî, Basîr, Mürîd,
kadir, Mütekellim, Mükevvin, Musavvir, ilh... hep buna makıystır (kıyas edilir) .
İkinci Vasl:
A’YÂN-I SÂBİTE MEC’ÛL DEĞİLDİR
A’yân-ı
sâbite, suver-i ilmiyye-i esmâiyyeden ibâret
(isimler ve isimlerin manâları olan
ilmi sûretlerden meydana gelmiş) olduklarından, vücûd-i hâricîleri
yoktur. (kendilerine
ait bir vücûtları yoktur) Halbûki
“ca’l” (vücûda
getirme), müessirin (tesir
edicinin) te’sîrinden ibârettir. Bunlar ise mahall-i te’sîr
(yerel etki) ve
infiâl (etkiyi kabûl
eder) olmadıklarından mec’ûliyyetleri (yapılmış
olmaları) mevzû’-i bahs
olamaz; ya’nî bunlar “yapılarak”
vücûda getirilmiş şeyler değildir. Zîrâ şuûnât-ı Aâtıyyeden
(Zât’a ait
fiillerden) ibârettirler. Ve şuûnât
(fiiller) Zât’ın iktizââtıdır
(gereğidir)
ve Zât ile berâber kadîmdir (mevcûttur)
ve şuûnât-ı Zâtiyye (Zât’ına
ait fiiller) bir câ’ilin (yaratıcının)
ca’li (yaratması)
ile mec’ûlen (yaratılarak)
mevcûd olmadıkları gibi, bir müessirin (tesir
edenin) te’sîri tahtında (tesiri
altında) da değildirler. Mademki
Zât-ı vücûd mevcûddur, elbette onlar da O’nunla berâber mevcûddur.
MİSÂL: İnsanda gülme ve ağlama gibi bir çok şe’nler (fiiller)
vardır. İnsan gülmediği ve ağlamadığı vakitler, bu şe’nler
(fiiller) bi’l-kuvve
(kuvvet,
potansiyel olarak) mevcûd ve bi’l-fiil (fiil olarak) ma’dûmdur (yoktur).Ağlaması
ve gülmesi, fiilen zuhûr ettiği (meydana
çıktığı) vakit bu zuhûrât (meydana
çıkışlar) , irâdesi ve ca’li (yaratması)
ve te’sîri ile vâki olmaz (gerçekleşmez)
, belki iktizâ-yı zâtîsi (zatının
gereği) olarak bilâ-meşiyyet (istememeksizin)
ve bilâ-ca’l (etki
yapmamaksızın) ve te’sîr (etki)
vâki’ olur (gerçekleşir)
. Ya’nî
insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel, gülmeğe ve ağlamaya hazırlanmaz
ve gülme ve ağlama şe’niyyet (fiiller)
i’tibâriyle ma’nâ-yı insânîde (insanın manâsında)
müttehid (birleşmiş)
iseler de, zuhûrda (açığa
çıkışlarında) yekdîğerinden
(birbirlerinden)
ayrılırlar. Çünki gülme, ağlamanın aynı değildir. İmdi
bunlar, insanın şahsında mevcûd ve bi’l-fiil ma’dûm (fiil olarak yok)
iken, bu ma’dûm (yok)
olan şe’nlerin (fiillerin)
şahs-ı mevcûd (mevcût
olan şahıs) üzerinde te’sîrleri görülür. Binâenaleyh (nitekim),
şahs-ı mevcûd (var olan şahıs) bunların
te’sîri (etkisi)
ile zâhir oldukda, (meydana
çıktıkça) ya’nî güldükde ve ağladıkda, bu şe’nler
(işler) dahi, fiilen mevcûd olurlar ve onların mevcûdiyetleri
şahs-ı mevcûda muzâfen (şahsa
bağlı olarak) vâki’
(var) olur.
Ve mâdemki şahs-ı insânî mevcûddur, elbette bu şe’nler (fiiller)
dahi onunla berâber bi’l-kuvve (potansiyel
olarak) mevcûddurlar ve bir sebeb
tahtında (bir
sebep altında) da iktizâ-yı zâtî
(zatının
gereği) olarak, bilâ-meşiyyet (istemeksizin)
ve bilâ ca’l (yapmamaksızın)
ve te’sîr (etki
olmamaksızın) fiilen zâhir
olurlar (fiil
olarak görülürler) . İşte bunun gibi mevcûd-i hakîkî (tek gerçek vücût) olan Zât-ı Ulûhiyyet’te
fiilen ma’dûm (yok)
olan şuûnâtın (fiillerin)
te’sîri ile, Zâtullah (Allah’ın Zât’ı) bu şuûnâtı
(fiilleri)
hasebiyle tecelli eder (oluşur) . Zîrâ
a’yân-ı sâbite (esma
terkipleri) zuhûrun (açığa çıkmanın)
illeti (sebebi)
ve Zâtullah (Allah’ın
Zâtı) ise, onların ma’lûlüdür (sebebi
kabûl eden, isteğini yerine getirendir) .
Ve illetin (sebebin)
ma’lûl (sebebi
kabûl eden) üzerinde te’sîri (etkisi)
gayr-ı kabil-i (imkânsız)
red ve cerhdir (çürüktür)
.
Nitekim
iliyyet (sebep
olmak) ve ma’lûliyyet (sebebi
kabûl etmek) mes’elesi, misâl-i
kevnî îrâdı ile (misalde
açıklandığı gibi) bâlâda (yukarıda)
zikrolundu. Bu te’sîr (tesir)
ve teessür (tesirden
etkilenme) ve illiyyet (var
olma sebebi) ve ma’lûliyyet (bu
sebebi kabûl etmek) mes’eleleri,
Vücûd-ı Vâhid-i Hakk’ın (tek
vücûd sahibi olan Hakk’ın) niseb-i
Zâtiyyesinden (Zât’ının sıfatlarından)
ibâret olup meydanda bir gayr (başka) olmadığından,
şân-ı ulûhiyyette yakışmayacak bir hüküm (emir)
kabîlinde (türünde)
telâkkî (kabûl)
olunamaz.
<Devam
Edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
http://gulizk.com
21.03.2001
|