3.Bölüm


YEDİNCİ FASIL

TAAYYÜN-İ SÂNΠ MERTEBESİ,   MERTEBE-İ   VÂHİDİYYET

Vücûd, taayyün-i evvel (Uluhiyet) mertebesinde esmâ ve sıfâtını mücmelen (toplu ve bütün olarak) bilmekle berâber, bu esmâ ve sıfâtının îcâb ettirdiği (gerektirdiği) cem’-i maânî-i (bütün manâların) külliyye (bütünleri) ve cüz’iyyenin (kısımlarının) sûretleri, bu taayyün-i sânî (esma mertebesinde) mertebesinde ayrılırlar. Eşyâ-yı kevniyye (var olmuş şeylerin) hakayıkından (hakîkatlerinden) ibâret olan bu suverden (sûretlerden) her birinin gerek kendi zâtına ve gerek kendi zâtının emsâline (benzerlerine) aslâ şuûru yoktur (tanımaz, bilmez). Zîrâ, onların vücûdları ve temeyyüzleri (farklılıkları) ilmîdir (bilmek iledir) . Vücûd, bu suver-i ilmiyye (ilmi sûretler yani proje varlıklar) sebebiyle müteaddid (çok) ve mütekessir (fazlalaşmış) olur. Ta’bîr-i dîğerle bu suver-i ilmiyye (ilmi sûretler, proje varlıklar) , Zât-ı Ulûhiyyetinin emr-i îcâda illeti (yaratma emrinin sebebi) olur. Ve bunların illet-i vücûdu (vücûdlarının sebebi) dahi, câmî-i cemî’-i esmâ ve sıfât (bütün esma ve sıfatı kendinde toplamış) olan Zât-ı Ulûhiyyet olduğundan, bundan delîl-i nazâriye muhâlif (bu teoriye gösterilen delile karşı) olarak şu netîce-i hakîkiyye (hakikat neticesi) çıkar: İllet (sebep) olan Zât-ı Ulûhiyyet kendinin illeti (sebebi) olan ma’lûlün, (sebebi kabûl edenin, sebeplenenin) ya’nî suver-i ilmiyyenin (proje sûretlerin, ilmi süretlerin) illeti (sebebi) olur; veyâhut illet (sebep) olan/ suver-i ilmiyye, (proje sûretler, ilmi suretler) kendilerinin illeti (sebebi) olan ma’lûlün, (sebeplenenin) ya’nî Zât-ı Ulûhiyyetin emr-i îcâda illeti (yaratma emrinin sebebi) olur. Halbûki delîl-i nazarîye (teorideki delile) göre, aklın hükmü,  “illet (sebep) olan şey kendi ma’lûlü (sebeplenen kendi olduğu )  için ma’lûl (sebeplenen) olmaz” demek idi. İşte ilm-i tecellî (meydana gelen ilim) bâlâda (aşağıda) îzah olunduğu üzere aklın bu hükmünü  “illet (sebep) olan şey, kendi ma’lûlü (kendi sebep olduğu) için ma’lûl olur” (sebebi kabul eden olur) hükmüyle fesh etti (çürüttü)...

Âtîdeki (aşağıdaki) misâl zevk-i sahîh (doğru zevk) ile teemmül olundukta (etraflı düşünülürse) anlaşılır ki, bu hüküm, garbiyyûnun (batılıların)  “skolastik”  (orta çağ Hıristiyan felsefesi) ta’bîr ettikleri kıyl u kal (dedikodu) cinsinden değil, belki bir hakîkat-i zâhiredir (görünen bir hakikattir) .

MİSÂL:  Bir hattâtın (ressamın) yazdığı levhânın illeti, (sebebi) o hattâtın vücûdudur. Zîrâ hattâtın (ressamın) vücûdu olmasa, o levha mevcûd olmaz idi. Binâenaleyh (nitekim) ,  hattâtın (ressamın) vücûdu, illet (sebep) ve levhanın vücûdu da o illetin (sebebin) ma’lûlüdür (sebeplenendir) .  Fakat o kimsenin nisebinden (sıfatlarından) bir nisbet (sıfat) olan hattâtiyyet (ressamlık) sıfâtı olmayıp da, bu sıfât ondan bir levha yazıp ızhâr (aşikâr) etmesini lisân-ı isti’dâd (istidâdının dili) ile talep etmese, (istemese) o şahıstan bu levha zuhûra gelmezdi (meydana çıkmazdı) . Şu halde, levhanın îcâdına (yaratılmasına) sebep olan şey, kendi mûcidinden (yaratıcısından) , vücûdunu talep etmesidir (istemesidir) .  Bu sûrette levha ma’lûl (sebebi kabûl eden) iken, emr-i ızhârın illeti (emrin açığa çıkmasının sebebi) olur. Ve bu vech (yönü) le illet (sebep) olan hattâtın vücûdu, emr-i ızhârda (emrin açığa çıkmasında) kendinin illeti (sebebi) olan levha-i ma’lûlün illeti (sebebi kabûl eden levhânın sebebi) olmuş olur. Ya’nî hattâtın vücûdu emr-i ızhârda ma’lûl (emrin açığa çıkmasında sebebi kabûl etmiş olan ressamın vücûdu) ve hem de levhanın îcâdına illet (yaratılmasına sebep) olduğu gibi, levhanın vücûdu dahi hem illet (sebeb) ve hem de ma’lûl (sebeplenen, sebebi kabûl eden) olur.

İmdi maddiyyûnun (maddecilerin) madde kanûnuna beyân ettikleri (açıkladıkları) sırada  “umûmiyyet i’tibâriyle kâinâtın sebebi yoktur”  demeleri, hakîkat-ı emirdeki cehillerinden ve küllün nümûnesi (bütünün aynı) olan kendi nefislerinden gâfil (habersiz) bulunmalarından neş’et etmiştir (meydana gelmiştir) . Ve bu cehl (cahilliğin) ve gafletin menşei (kökü) de esfel-i sâfilîn (aşağıların en aşağısı) olan âlem-i tabîattan (tabiat aleminden) a’lâ-yı illiyyîn (yükseklerin en yükseği) olan Zât’a sırf akıl ve zekâ ile urûc edebileceği (yükselebileceği) zannolunarak, Enbiyâ (Peygamber) (aleyhimü’s-selâm) ve onların varisleri (mirasçıları) olan Evliyâ-yı Kirâm hazarâtının (hazretlerinin) akvâl-i aliyye (yüce sözlerine) ve ihbârât-ı seniyyelerine (verdikleri yüce haberlere)  kulak asmamaktır.

Bu mertebede müteayyin (meydana çıkmış) olan her bir sûret-i ilmiyye, (ilmi sûret, proje sûret) eşyâ-yı hâriciyyeden (hariçte olan şeylerden) her birinin hakîkati ve onu terbiye eden RABB-I  HÂSSI dır. (kendisinin özel terbiyecisidir) Istılâh-ı sûfiyyede (tasavvuftaki tanımlamalarda) her bir sûret-i ilmiyye (ilmi sûrete)  “ayn-ı sâbite”  (manâ) ve hey’et-i mecmûasına (topuna, toplu olarak)  “a’yân-ı sâbite”  derler. (manâların bütünü) Mütekellimîn (kelâmcıların)  “ma’lûm-i ma’dûm” (bilmeyen) ,  hükemâ (filozoflar)  “mâhiyyet”  ve mu’tezile (başkaları)  “şey’-i sâbit”  derler. Taayyün-i evvel, Hakîkat-ı Muhammediyye’den ibâret olduğu cihetle (yönüyle) , bu Hakîkat-ı Muhammediyye cemî’-i hakayıkı (bütün hakikatleri) câmî olmuş (toplamış) olur. Bu taayyün-i sânî mertebesine (ikinci taayyün mertebesine) “vâhidiyyet”  denildiği gibi,  “hakîkat-ı insâniyye”de  (insanın hakikati) derler. Ve âtîdeki (aşağıdaki) esâmî (isimler) ile de tevsîm ederler (isimlendirirler):

Vâhidiyyet hakîkat-ı insâniyye ayne’l-yakîn felekü’l-hayât

hazret-i rubûbiyyet  âlem-i melekût   âlem-i esmâ    perde-i vahdet

hazret-i cem    âlem-i bâtın    hazret-i ulûhiyyet     nefes-i rahmânî

tecellî-i sânî    kabiliyyet-i zuhûr    hazret-i irtisâm    mebde’-i sânî

mecmûu’l-ervâh      maâd-ı ervâh       mülk-i bâtın      berzah-ı sânî

menşe’-i sânî     bed’-i sânî    makam-ı ervâh     müntehâ’l-ma’rife

zuhûr-ı sânî       menşe’ü’l-kesret      kenzü’l-ervâh     mübîn-i sıfât

ahadiyyet-i kesret   müntehâ’l-âbidîn    vücûd-i müfâz   âlem-i sânî

ma’den-i ervâh             kevn-i câmi          âlem-i emr

Suver-i ilmiyyeden ibâret (ilmi sûretlerden, projelerden meydana gelmiş) olan  “a’yân-ı sâbite”   (manâların hepsi) kendi ademiyyet-i asliyyeleri (asıl yokluk aslı) üzerindedir. “Onlar vücûd-i hâricî kokusunu koklamamışlardır (beden kokusu almamışlardır) .  Âlem-i şehâdette (şahit olduğumuz alemde) zâhir (görülmüş) olan suver (sûretler) ancak onların ukûsü (akisi) ve zılâlidir (gölgesidir) .”  dedikleri budur. Bu hakîkat, âtîde (aşağıda) mertebe-i şehâdet faslında (bölümünde) misâl ile îzâh olunacaktır (açıklanacaktır).

SEKİZİNCİ FASIL

Birinci Vasl:   SIFÂT ve   ESMÂ

Ma’lûm olsun ki, kâffe-i eşyânın (bütün hakikatlerin) mebdei (kaynağı) olan vücûd, ayn-ı hayâttır; zîrâ müteharriktir (hareket halindedir) ve onda aslâ sükûn yoktur. Eğer sükûn olsaydı, adem (yok) olur ve ondan asla bir şey çıkmazdı. Zîrâ hikmet-i tabîiyye ulemâsının (tabiat ilimleri ile uğraşan âlimlerin) şu:  “Hiçbir şey bilâ-sebeb (sebepsiz) sükûnetini harekete ve hareketini de sükûnete tebdîl edemez” (değiştiremez) düstûruna (kaidesine) nazaran, eğer bi’l-cümle eşyânın (bütün hakikatlerin) mebdei  (kaynağı) olan vücûd-i hakîkîde hayât olmasa, o vücûdun sükûneti harekete gelmek için hiçbir sebeb mevcûd olmamış olur. Ve sebeb-i hareket mevcûd olmayınca, hareketten zâhir olan suver-i avâlim (alemin sûretleri)                                       tekevvün edememek (var olmaması) lâzım gelirdi. İmdi aklen ve ilmen anlaşıldı ki, vücûdun merâtib-i muhtelifedeki (muhtelif mertebelerde) tecelliyyâtı (oluşumları) onun hareketinden mübaisdir (ileri gelir) .  Ve hareket olan yerde, muharrik (hareket ettiren) vardır ve muharrik (hareket) Hayy’dır (candır, hayattır). Ve  “hayât”  bir sıfâttır ve sıfât mevsûftan münfekk (vasıflanandan ayrı bir şey) olmadığından onun aynıdır. Vücûd, hayât ile muttasıf (vasıflanmış) olunca kendi nefsini ve Zâtını müdrik (bilmiş) olmak îcâb eder. Bu ise, onun Zâtına olan ilmidir. Ve  “ilim”  dahi  “hayât”  gibi bir sıfâttır. Binâenaleyh (nitekim), vücûd ilim ile de muttasıf (vasıflanmış) olur. Ve hayât ve ilim ile muttasıf (vasıflanmış, sıfatlanmış) olan vücûdun  “irâde”  ve  “kudret”  ile muttasıf (sıfatlanmış) olmaması mümkin değildir. Zîrâ bunlar, onun levâzımıdır (gereçleridir, aletleridir) .  Ve vücûdda bu sıfâtların dahi sübûtu (sabitleşmesi meydana çıkması) ile berâber  ”sem”  ve  “basar”  ve  “kelâm”  ve  “tekvîn”  sıfâtlarının dahi sübûtu (sabitleşmesi, meydana çıkması) iktizâ eder (gerekir) . Binâenaleyh (nitekim) vücûd, bu tadâd (sayılmış) olunan sıfât-ı seb’a-i Zâtiyye (Zât’ının yedi sıfatı) ile muttasıftır (vasıflanmıştır) .  “ilim, irâde, kudret, sem’, basar, kelâm, tekvîn.”  Bunların imâmı (başı)  “hayâttır” .  Zîrâ, hayâtın olmadığı yerde ne hareket, ne ilim, ne kudret ve ne de îcâd (yaratma) bulunmaz.

İmdi, sıfât, ismin menşeidir (köküdür) ; zîrâ bir şeyde sıfât olmazsa, bir isim ile tevsîm (isimlendirilme) olunmaz. Meselâ kendisinde sıfât-ı hayât (hayat sıfatı) olmayan bir şeye  “Hayy”  ismi/ ve sıfât-ı ilim bulunmayan kimseye de  “alîm ve âlim”  ismi verilmez. Zât, sıfât ile ve sıfât, isim ile zâhir olduğundan (meydana çıktığından) , isim sıfâtın ve sıfât Zât’ın zâhiri; (bilineni,vücûdu) ve Zât sıfâtın ve sıfât da ismin bâtını (bilinmeyeni, rûhu) olur. Ve  “şey”   dahi ismin zâhiri ve isim  “şey”in  bâtını olur. Zîrâ müsemmâ (isimlendirilmiş) olan  “şey”  zâhir olduğu vakit, isim o şeyde ihtifâ edip fânî olur. (gizlenip yok olur)

İmdi  “Zât”,  “sıfât”  ve  “isim”  aralarında zuhûr (açığa çıkma) ve butûn (gizlenme) nisbetleri (vasıfları) olduğu ve mevhûm-ı zuhûr, (meydana çıkma  kavramı) mefhûm-ı butûnun (gizli kalma kavramının) gayri (başka) olduğu cihetle (yönüyle) , bu i’tibâr ile  (bakımdan) bunların aralarında muğâyeret (farklılık) olur. Velâkin,  “sıfât”  Zât-ı Mutlak’ın mertebe-i zuhûrda (görünme mertebelerinde) tecellî-i hâssı (meydana gelme hususiyetiyle) ile tecellîsinden (meydana gelmesinden) ibâret olduğu o tecellî-i hâssı (meydana gelme hususiyeti) Zât-ı Mutlakı üzerine zâid (ilâve ve fazlalık) olmadığı cihetle (yönüyle) , bu i’tibâra göre (bakımdan) Zât’ın aynı olur. Sıfât ve Esmâ-yı İlâhiyye, külliyyâtı (bütünlüğü) i’tibâriyle  (bakımından) kabil-i ta’dâdtır (saymak mümkündür) . Nitekim esmâ-yı hüsnâ-yı ma’dûde (belli sayıda) kırâat olunur (okunur) ; fakat cüz’iyyâtı (kısımları, parçaları) i’tibâriyle (bakımından) lâ-yuad (sayılmaz) ve lâ-yuhsâdır (hesap edilmezdir) .

Esmânın kâffesinde (hepsinde) iki i’tibâr (kabul ediş) vardır: Birisi Zât’a delâleti, (Zât’a işareti) ve diğeri kendinin ma’nâ-yı hâssına delâletidir. (kendinde bulunan manâlara işaretidir) Meselâ Alim, Semî’, Basîr isimleri Zât’a delâlet (işâret) ettiği gibi, kendilerinin ma’nâ-yı husûsîlerine (kendinde bulunan manâlara) de delâlet (işaret) ederler. Zîrâ Alim, Semî’, basîr kimdir? Denildikte ahadiyyet-i esmâiyyesi                                                   hasebiyle Zât-ı ilâhîdir denir ve bu sûrette hepsi “Zât”a delâlet etmiş olur. Fakat bunların ma’nâ-yı husûsîleri (kendinde bulunan manâların hususiyetleri) başka başkadır. Ya’nî bilicilik, işiticilik ve görücülük başka başka ma’nâlardır. Binâenaleyh (nitekim),
esmâ  “Zât”a  delâletleri (işaretleri) i’tibâriyle müttehid (birleşmiş, bir olmuş) ve yekdîğerinin (bir diğerinin) aynıdırlar ve mefhûmât-ı mütegâyire (manâların başkalığı)  hasebiyle yekdîğerinden mütemeyyiz (farklı) ve birbirinin gayrıdırlar (başkadırlar).
İmdi, vücûd-ı latîf-i Hakk’ın delîli (Hakk’ın varlığının işareti) , onun mertebe-i kesîfi (madde mertebesi) olan avâlim-i şehâdiyyedir (görülen alemlerdir) . Ve içinde bulunduğumuz arz (dünya), avâlim-i şehâdiyye-i bî-nihâyeden (içinde bulunduğumuz sonsuz evrenden) birisidir. Binâenaleyh (nitekim) biz, Hak’tan zâhir (görülmüş) olan suver-i âleme (âlemin sûretlerine) bakıp onlarda gördüğümüz ahkâm (hükümlere) ve âsâra (eserlere) nazaran hükmederiz ki, Hak Hayy’dır. Zîrâ O’nun vücûdunun alâmeti (işâreti) olan âlemin (evrenin) her noktasından hayât zâhir olur (meydana çıkar) ve kendimizi hayât sâhibi buluruz. Ve kezâ Hak  “Alim”dir.  Zirâ suver-i âlemden (evrenin sûretlerinden) bir sûret ve küll-i âlemden (evrenin bütünden) birer cüz’ (bir parça) olan biz insanlar sıfât-ı ilim (ilim sıfâtı) ile muttasıfız (vasıflanmışızdır) .  Semî, Basîr, Mürîd, kadir, Mütekellim, Mükevvin, Musavvir, ilh... hep buna makıystır (kıyas edilir) .

İkinci Vasl:  A’YÂN-I SÂBİTE MEC’ÛL DEĞİLDİR

A’yân-ı sâbite, suver-i ilmiyye-i esmâiyyeden ibâret (isimler ve isimlerin manâları olan ilmi sûretlerden meydana gelmiş) olduklarından, vücûd-i hâricîleri yoktur.  (kendilerine ait bir vücûtları yoktur) Halbûki  “ca’l”  (vücûda getirme), müessirin (tesir edicinin) te’sîrinden ibârettir. Bunlar ise mahall-i te’sîr (yerel etki) ve infiâl  (etkiyi kabûl eder) olmadıklarından mec’ûliyyetleri (yapılmış olmaları) mevzû’-i bahs olamaz; ya’nî bunlar  “yapılarak”  vücûda getirilmiş şeyler değildir. Zîrâ şuûnât-ı Aâtıyyeden (Zât’a ait fiillerden) ibârettirler. Ve şuûnât (fiiller) Zât’ın iktizââtıdır (gereğidir) ve Zât ile berâber kadîmdir (mevcûttur) ve şuûnât-ı Zâtiyye (Zât’ına ait fiiller) bir câ’ilin (yaratıcının) ca’li (yaratması) ile mec’ûlen (yaratılarak) mevcûd olmadıkları gibi, bir müessirin (tesir edenin) te’sîri tahtında (tesiri altında) da değildirler. Mademki Zât-ı vücûd mevcûddur, elbette onlar da O’nunla berâber mevcûddur.
MİSÂL: İnsanda gülme ve ağlama gibi bir çok şe’nler (fiiller) vardır. İnsan gülmediği ve ağlamadığı vakitler, bu şe’nler (fiiller) bi’l-kuvve (kuvvet, potansiyel olarak) mevcûd ve bi’l-fiil (fiil olarak) ma’dûmdur (yoktur).Ağlaması ve gülmesi, fiilen zuhûr ettiği (meydana çıktığı) vakit bu zuhûrât (meydana çıkışlar) , irâdesi ve ca’li (yaratması) ve te’sîri ile vâki olmaz (gerçekleşmez) , belki iktizâ-yı zâtîsi (zatının gereği) olarak bilâ-meşiyyet (istememeksizin) ve bilâ-ca’l (etki yapmamaksızın) ve te’sîr (etki) vâki’ olur (gerçekleşir) .  Ya’nî insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel, gülmeğe ve ağlamaya hazırlanmaz ve gülme ve ağlama şe’niyyet (fiiller) i’tibâriyle ma’nâ-yı insânîde (insanın manâsında) müttehid (birleşmiş) iseler de, zuhûrda (açığa çıkışlarında) yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılırlar. Çünki gülme, ağlamanın aynı değildir. İmdi  bunlar, insanın şahsında mevcûd ve bi’l-fiil ma’dûm (fiil olarak yok) iken, bu ma’dûm (yok) olan şe’nlerin (fiillerin) şahs-ı mevcûd (mevcût olan şahıs) üzerinde te’sîrleri görülür. Binâenaleyh (nitekim), şahs-ı mevcûd  (var olan şahıs) bunların te’sîri (etkisi) ile zâhir oldukda, (meydana çıktıkça) ya’nî güldükde ve ağladıkda, bu şe’nler (işler) dahi, fiilen mevcûd olurlar ve onların mevcûdiyetleri şahs-ı mevcûda muzâfen (şahsa bağlı olarak) vâki’ (var) olur. Ve mâdemki şahs-ı insânî mevcûddur, elbette bu şe’nler (fiiller) dahi onunla berâber bi’l-kuvve (potansiyel olarak) mevcûddurlar ve bir sebeb tahtında (bir sebep altında) da iktizâ-yı zâtî (zatının gereği) olarak, bilâ-meşiyyet (istemeksizin) ve bilâ ca’l (yapmamaksızın) ve te’sîr (etki olmamaksızın) fiilen zâhir olurlar (fiil olarak görülürler) . İşte bunun gibi mevcûd-i hakîkî (tek gerçek vücût) olan Zât-ı Ulûhiyyet’te fiilen ma’dûm (yok) olan şuûnâtın (fiillerin) te’sîri ile, Zâtullah  (Allah’ın Zât’ı) bu şuûnâtı (fiilleri) hasebiyle tecelli eder (oluşur) . Zîrâ a’yân-ı sâbite (esma terkipleri) zuhûrun (açığa çıkmanın) illeti (sebebi) ve Zâtullah (Allah’ın Zâtı) ise, onların ma’lûlüdür (sebebi kabûl eden, isteğini yerine getirendir) . Ve illetin (sebebin) ma’lûl (sebebi kabûl eden) üzerinde te’sîri (etkisi) gayr-ı kabil-i (imkânsız) red ve cerhdir (çürüktür) .
Nitekim iliyyet (sebep olmak) ve ma’lûliyyet (sebebi kabûl etmek) mes’elesi, misâl-i kevnî îrâdı ile (misalde açıklandığı gibi) bâlâda (yukarıda) zikrolundu. Bu te’sîr (tesir) ve teessür (tesirden etkilenme) ve illiyyet (var olma sebebi) ve ma’lûliyyet (bu sebebi kabûl etmek) mes’eleleri, Vücûd-ı Vâhid-i Hakk’ın (tek vücûd sahibi olan Hakk’ın) niseb-i Zâtiyyesinden (Zât’ının sıfatlarından) ibâret olup meydanda bir gayr (başka) olmadığından, şân-ı ulûhiyyette yakışmayacak bir hüküm (emir) kabîlinde (türünde) telâkkî (kabûl) olunamaz.

<Devam Edecek>

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com

http://gulizk.com
21.03.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail