Üçüncü Vasl
İSTİ’DÂD-I GAYR-I
MEC’ÛL VE KABİLİYYET
İktizâ-yı
zâtî (Zât’ın
gereği) olan a’yân-ı sâbiteden
(manâlardan, esma terkiplerinden) her
bir “ayn”ın (manânın,
ilmi sûretin) bir isti’dâdı
ve kabiliyyet-i mahsûsası (hûsusi,
kendine özgü, istidâdı ve kabiliyeti) vardır; aslâ biri diğerine
benzemez. Vücûd-ı Mutlak-ı
Hak, a’yân-ı
sâbiteden (esma
terkiplerinden) her bir “ayn”ın
(manânın, ilmi sûretin)
isti’dâdına münâsib (uygun) olarak
o “ayn”ın (manânın, ilmi sûretin)
sûreti ile zâhir olur (açığa
çıkar) . İmdi
a’yân-ı sâbite (esma
terkipleri) mec’ûl (yapılmış,vücûda
getirilmiş) olmayınca, onların
isti’dâd ve kabiliyyâtı dahi mec’ûl (yapılmış)
olmaz. Şu kadar ki, bu isti’dâd ve kabiliyyât a’yân-ı sâbitenin
(esma terkibinin) ve a’yân-ı sâbite
(esma terkibi)
dahi Zât’ın iktizââtı bulunduğu (Zât’a
gerekli olduğu) ve bunların
illeti, (sebebi)
ancak Vücûd-ı Zâtullah (Hakk’ın vücûdu) bulunduğu ve
illetin (sebebin)
ma’lûle (sebebi
kabûl edene) te’sîri (etkisi)
tabîî olacağı cihetle (yönüyle) , bu isti’dâd ve kabiliyyâtın müessîri
(tesir
edicisi) dahi, ancak Vücûd-ı Zâtullah’dır
(Hakk’ın vücûdudur).
İşte bu hakîkate işâreten, Cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) MESNEVÎ-İ
ŞERÎF’lerinde şöyle buyururlar:
Tercüme:
“O kalb-i kasînin (katı kalpli, idrâksızın)
çâresi (kurtuluş
yolu) bir mübdilin atâsıdır (istidâdını değiştirmektir) ; onun
atâsı (istidâdı)
için kabiliyyet şart değildir. Belki kabiliyyetin şartı onun
atâsıdır (istidâdıdır)
. Zîrâ atâ
iç (istidâd)
ve kabiliyyet kabuktur.”
Zîrâ
a’yân-ı sâbiteye (esma
terkibine) vücûd-ı ilmî (vücûd
ilmini) bahş eden
(bağışlayan, ihsan eden) atâ-yı zâtîdir
(istidâdıdır)
ve bu dâd-ı ilâhî (ilâhî
ihsân) olmasa, hiçbir sûret
mertebe-i ilimde (ilim
mertebesinde) peydâ olmaz (meydana
gelmez) ve onların isti’dâd ve
kabiliyyâtı dahi mevzû’-i bahs olamaz (konuşulamaz)
idi. Binâenaleyh (nitekim)
atâ-yı zâtî (istidât) ve dâd-ı ilâhî (ilâhî
ihsân) iç ve
isti’dâdât ve kabiliyyât kabuk mesâbesindedir. İmdi burası
iyi anlaşılsın ki, isti’dâd ve kabiliyyâtta cebir (zorlama) yoktur. Atâ-yı zâtî (istidât)
ve tecellî-i ilâhî (ilâhi oluşumlar) ve nefes-i rahmânî
(rahmanın
nefesi) ale’s-seviyye (eşit
olarak) vâki’dir (vardır) . Tenfîs-i
Rahmânîyi (Rahmân’ın
nefes vermesinin) müteâkib (arkasından)
her bir ayn (manâ,
ilmi sûret) kendi isti’dâdına
ve kabiliyyet-i zâtiyesine (kendi
zâtının kabiliyetine) göre müteayyin olmuştur (meydana
çıkmıştır) . Binâenaleyh
(nitekim), her
bir ayn (ilmi
sûret) kendi kendine cebir etmiştir
(zorlamıştır).
MİSÂL:
Bir kimse zemherîde (soğuk havada)
lâ-yenkatı’ (ara
vermeden devamlı olarak)
bir cam üzerine nefesini irsâl etse (üflese)
, bî-sûret (sûretsiz)
olan bu nefes cam üzerine ale’s-seviyye temâs eder (eşit
olarak yayılır) . Fakat şiddet-i bürûdet (soğukluğun
şiddeti) hasebiyle bu nefes, cam
üzerinde tekâsüf ederek (yoğunlaşarak)
incimâd eylediği (donduğu)
vakit, türlü şekiller zâhir olur (görülür) .
Bu zâhir olan eşkâlin hiç birisi ne tûlen (uzunluk
olarak) ve ne de arzan (genişlik
olarak) yekdîğerine (birbirine)
benzemez. Bu eşkâlin her biri bî-sûret (sûretsiz)
olan o nefeste mündemic (içinde
bulunuyor) idi. Bi’t-tekâsüf (yoğunlaşarak)
böylece zâhir oldular (meydana
çıktılar) ve bu sûretle kendi isti’dâd ve kabiliyyetlerini
irâe ettiler (gösterdiler).
Bu isti’dâd ve kabiliyyetlere aslâ müteneffisin (nefes verenin)
icbârı (zorlaması)
yoktur. Belki ayn-ı nefeste onlar, isti’dâd ve kabiliyyetlerine göre
kendilerini yine kendileri îcâd ettiler (meydana
getirdiler) . Ancak müteneffisin (nefes
verenin) vücûdu onların illet-i
ızhârı (açığa
çıkmalarına sebep) oldu ve
onlar ma’lûl (sebebi
kabûl eden) oldular. Şimdi bu eşkâl
içinde birisi çıkıp da bi’l-farz (farz
edelim ki) müteneffise (nefes
verene) hitâben:
“Sen beni niçin yanımda mütekevvin (oluşmuş)
olan şu güzel çiçek
gibi tersîm etmedin (şekillendirmedin)
; böyle upuzun bir şekilde kaldım?”
suâlini soramaz. Sorsa, müteneffis (nefes
veren) ona cevâben der ki:
“Bu şekilde hudûsün (meydana gelmen) için benim tarafımdan
senin üzerine hiçbir cebir (zorlama)
vâki’ olmadı (gerçekleşmedi);
ben ancak seni tenfis ettim; (sana nefes verdim)
sen de bi’l-kuvve mevcûd (kuvvet, potansiyel olarak mevcût)
ve bi’l-fiil ma’dûm (fiil olarak yok)
olan kabiliyyet ve isti’dâdın hasebiyle böyle tekevvün ettin (oluştun)
; cebir (zorlama)
ancak senden, sana vâki’ oldu: / niçin bana tevcîh-i hitâp
ediyorsun ?” (hitabını,
sorunu bana yöneltiyorsun?)
İmdi
Nefes-i Rahmânî’nin hîn-i tenfîsinde (nefes
vermesinde) , her bir ayn (manâ,
ilmi sûret) o nefeste
“Kün” emrine imtisâlen
(uyarak)
kendi isti’dâd ve kabiliyyeti dâiresinde kendi kendini tekvîn
etmiş (yaratmış)
ve ona o sûrette tekevvünü (oluşması) için cebir (zorlama)
vâki’ olmamış olduğundan, Hak
“Lâ yüs’elü ammâ yef’al”dir
(Yaptığından
kendisine hesâp sorulmaz) . Zîrâ
Hakk’ın fiili onları tenfîs etmek (nefes
vermek) ve onlara ifâza-i vücûd
eylemektir (vücût
vermektir) . Bu ise atâ-yı zâtidir
(istidâttır) Hiç
atâ-yı zâtisinden (istidâdından)
dolayı Hakk’a suâl teveccüh eder mi? (yöneltilir
mi) Belki suâl isti’dâd-ı âlî
(yüksek istidât) dururken, isti’dâd-ı
süflîyi (aşağı
istidâdı) beğenip, o
isti’dâd dâiresinde mütekevvin (mevcût)
olanlara teveccüh eder (yöneltir) “
Ve hüm yüs’elûn” (onlara hesap sorulur, onlar mes’ûldür)
onlar hakkındadır. Cenâb-ı Hak, Zeyd’i cebren (zorla)
cânib-i saâdete (mutluluk
yönüne) ve Amr’ı da
cebren şekavete (zorla
mutsuzluğa) sevk etmekten münezzehtir
(beridir).
Hakk’ın meşiyyeti (dilemesi), ancak
isti’dâd ve kabiliyyete taalluk eder (alâkalıdır)
. Zîrâ Hak Teâlâ ilminde sâbit olan şeyi murâd eder ve
murâd eylediği şeyi işler.
Dördüncü Vasl
İLİM
MA’LÛMA TÂBİ’DİR
Ma’lûm
olsun ki, ilm-i ilâhîde iki i’tibâr vardır: Birisi; mertebe-i vâhdette
ve taayyün-i evvelde Zât-ı Ulûhiyyet’in cemî’-i sıfât (bütün
sıfatlarına) ve esmâsına mücmelen (toplu,
öz olan) ilmidir. Bu ilim kendi zâtına
olan ilimden ibâret olduğundan, bu mertebede
“ilim”, “âlim”,
“ma’lûm” arasında
aslâ temeyyüz (farklılık)
yoktur; cümlesi şey’-i vâhiddir (hepsi tek şeydir)
. Ve bu ilim,ma’lûma (bilinene) tâbi’
olan (uyan,
boyun eğen) nevî’den (cinsinden)
değildir. Zîrâ Zât-ı Kadîm ile berâber kadîmdir. İkincisi;
mertebe-i vâhidiyyete ve taayyün-i sânîye tenezzülünden (inmesinden)
sonra, kendisinde mündemiç (toplu)
olan bi’l-cümle sıfâtın ve esmâsının sûretleri, yekdiğerinden
(birbirinden) mütemeyyiz (farklı)
olarak ilm-i ilâhîde peydâ olduklarında, her birinin iktizâ-yı
zâtîleri (kendi
zâtlarının gereği) olan
kabiliyyet ve isti’dâdâdı (istidâtları)
ne ise inkişâf eder (açığa
çıkar) . Ve bu kabiliyyet ve isti’dâdâd (istidâtlar)
ba’de’l-inkişâf (meydana
çıktıktan sonra) , Hakk’ın
tafsîlen (teferruatlı
olarak) ma’lûmu (bilinmiş) olurlar.
İşte Hakk’ın bunlara taallûk eden (ait
olan) ilmi, onların ma’lûmiyyetlerinden
(bilinmelerinden)
sonra olduğundan “ilim ma’lûma tâbi’dir” denildikde
“ilm-i sıfâtî ve esmâî”
(ilim
boyutunda esmâ ve sıfât) anlaşılmalıdır.
İlmin ma’lûma tâbiiyyeti (bilinene
uyması tabi olması) hakkındaki delîli Kur’ânî:“ve
lenebluvenneküm hattâ na’lemel mucâhidîne minküm” (Muhammed, 47/31) ya’nî:
“biz sizi imtihan ederiz, tâ ki sizden mücâhid olanları
bilelim” âyet-i kerîmesidir.
Hakk’ın: “Tâ ki biz
bilelim” kavli (sözü)
aslâ te’vîl (tefsîr) edilemez.
Bunu ancak mütekellimîn
(kelâmcı)
gibi tenzîh-i vehmî / sâhibleri (varlıkların
vücûdunu Hakk’tan ayrı görenler) te’vîl (tefsîr)
ederler. Ve onlar vücûd-i eşyâyı (yaratılmışların vücûdunu)
Vücûd-ı Vâhid’in (tek
olan varlıktan) gayrı gördüklerinden,
Hakk’ın ilmi ma’lûma (bilinene) tâbi’
olsa, Hak ilmini gayrdan (kendinden
başkasından) ahz etmek (alması)
lâzım gelir; bu da cehl (bilgisizlik)
ve acz (acizlik)
olduğundan Hakk’a lâyık olmaz zann ederler. Halbuki vücûd birdir. Bu
keserât (görülen
çokluklar) O’nun suver-i
esmâiyyesinin zılâlidir (onun
esma sûretlerinin gölgesidir) ve âyîneye
mün’akis olan (aynaya
aks eden) zılâl (gölgesi)
, şahs-ı muhâzînin (kişinin
karşısındaki) sûretinden
gayrı (başka)
değildir. Binâenaleyh (nitekim), şahs-ı
muhâzî (kişi
karşısındaki) âyîneye
nazar ettiği (aynaya
baktığı) vakit, gördüğü sûretten
kendisinde bir ilim peydâ oldukda (meydana
geldiğinde) , o bu ilmi gayrdan (başkasından)
ahz etmiş
(almış) olmaz. Binâenaleyh (nitekim) mütekellimînin (kelamcıların)
tevehhüm ettikleri gayriyyet (zannettikleri
başka) yoktur ki, Hakk’a cehl (bilgisizlik)
ve acz isnâdı (acizlik)
lâzım gelsin. Bu ayniyyet (aynılık)
ve gayriyyet mes’elesi, mertebe-i şehâdet faslında (bölümünde) îzâh olunacaktır (açıklanacaktır).
Beşinci Vasl
KAZÂ
VE KADER
A’yân-ı
sâbite (esmalar)
, iktizâ-yı
zâtîleri (zatlarının
gereği) olan isti’dâd ve
kabiliyyetleri dâiresinde Hak’tan zuhûru (ortaya
çıkmayı) talep ederler (isterler)
. Bu talep (istek)
lafzî (söz
ile) değil, hâlîdir. (hâl
iledir) MESNEVÎ:
(Tercüme) “Biz yok idik; ve
bizim takazâmız (isteğimiz)
dahi yok idi. Senin lûtfun bizim nâ- güftemizi (söylemediğimiz
sözü dahi) işitir idi.”
Bu
talep (istek)
, yaşamak
için balığın vücûdu su ve insanın vücûdu havâ-yı nesîmî (havayı) talep
etmek (istemek)
gibidir. Zîrâ onların isti’dâd ve kabiliyyet-i vücûdiyyeleri
böyledir. İşte her ayn (ilmi
sûret) , Zât-ı
Ulûhiyyet’ten böyle iktizâ-yı zâtîsine (Zâtının
gereğinden dolayı) tecellî
talebinde (meydana
çıkma isteğinde) bulundu. Onların isti’dâd ve
kabiliyyetleri ma’lûm-i ilâhî oldukta (Allah’ın bilincinde olduğundan) taleplerini
is’âfen, (isteklerini
kabûl ederek) Hak ma’lûmiyyetleri
(belirmeleri,
bilinmeleri) dâiresinde tekvînlerini
(yaratılmalarını)
murâd eyledi. Binâenaleyh (nitekim), Hakk’ın
irâdesi ilmine ve ilmi de ma’lûm (bilinen
belli) olan
a’yân-ı sâbiteye (esma
terkibine) tâbi’ oldu. İmdi onların kâffe-i merâtibde (bütün
mertebelerdeki) isti’dâd ve
kabiliyyetleri üzere zuhûrlarına (meydana
çıkmalarına) Hakk’ın hükm (emir)
etmesi kazâ-yı ilâhîdir ve bu kazâ hükm-i küllî-i icmâlîdir
(toplu ve öz
bir hükümdür) .
İsti’dâd-ı zâtîleri üzerine Zeyd’in ilmine ve saâdetine
(mutluluğuna)
ve amr’ın cehline (cahilliğine) ve şekavetine (mutsuzluğuna)
hüküm gibi. Fakat bu hükümde cebir (zorlama)
yoktur. Zîrâ bu hükmü, a’yân-ı sâbite (esma
terkipleri) kendileri üzerine vermişlerdir ve Hak bidâyeten (başlangıçta)
mahkûmun-aleyhdir (hakkında
hüküm verilendir). Ya’nî her bir ayn-ı sâbite (ilmi sûret)
kendi kabiliyyet-i zâtiyyesini gösterip Hakk’a demiştir ki:
“ey zî-atâ, (ey bağış sahibi) benim hakkımda
hükmi saâdeti ve beni bu hüküm
dâiresinde ızhâr (görünür)
et!” Bu ise o ayn-ı sâbite
(manâ) tarafından
Hak üzerine bir hükümdür (emirdir). Binâenaleyh
(nitekim),
o ayn-ı sâbite (ilmi sûret) hâkim (hükmeden)
ve sâhib-i atâ (ihsân,
bağış sahibi) olan Vücûd-ı
Hak (Hakk’ın
vücûdu) mahkûmün-aleyhdir (hakkında
hüküm verilendir) . Ba’dehû (ondan
sonra) Hak hâkim (hükmeden)
ve a’yân-ı sâbite (manâlar)
mahkûmün- aleyh (hakkında
hüküm verilen) olmuştur. Binâenaleyh
(nitekim), cebir
(zorlama)
her “ayn”ın
(manânın) isti’dâd ve
kabiliyyetlerinden kendi üzerlerine vâki’dir (gerçekleşir).
Ve isti’dâd ve kabiliyyetin mec’ûl (yapılmış)
olmadığı bâlâda (yukarıda)
îzâh olundu. İmdi isti’dâdâd-ı Zâtiyye (Zât’ın
istidâdı) aslâ tebeddül etmediği (değişmediği)
gibi, iki nakîzi (zıddı)
de câmi’ olmaz. (bir
araya toplamaz) Meselâ ilm-i ilâhîde
saâdetle ma’lûm olan (bilinen)
bir a’yân-ı sâbite (esma terkibi) , bi’t-tebeddül
(değişmek süreti ile)
şekavetle (mutsuzlukla)
ma’lûm olmadığı (bilinmediği)
gibi, bir a’yân-ı sâbite (esma
terkibi) ân-ı vâhidde (bir anda) hem
saâdet ve hem de şekaveti (mutsuzluğa)
hâiz (sahip)
olmaz. Zîrâ bunlar, yekdîğerinin (birbirinin) nakîzidir.
(zıddıdır) Nitekim bir şey
bir an içinde hem beyaz ve hem siyâh olmaz.
Kazâ-yı
ilâhî biri mübrem, (önlenemez
kaza) diğeri muallak (şarta
bağlı önlenir kaza) olmak üzere iki nevi’dir:
“Kazâ-yı mübrem” (önlenemez
kaza) bilâ-kayd u şart (kayıtsız
şartsız) infâzı (yapılması, yerine getirilmesi) lâzım
gelen kazâlardır. Bu kazâ ne duâ-yı lafzî (söz
ile yapılan dualar) ve ne de duâ-yı
fiilî (fiil,
hâl olarak yapılan dualar) ile,
ya’nî tedâbîr (tedbir almak)
ile mündefi’ (savuşturulmuş)
olmaz. Kazâ-yı mübremde iki i’tibâr vardır. Birisi indallahda (Allah katındaki)
“kazâ-yı muâllak” (bir
şarta bağlı önlenir kazalar) ve
inde’l- melâike (melekler katındaki)
ve’l-kâmilîn “kazâ-yı
mübrem” (önlenemez
kaza gibi) görünen kazâ-yı ilâhîdir.
Bu kazâ duâ ve tedbîr (önlem
almak) ile mündefi’ (önlenmiş) olur.
“kazâ-yı muallak” kayd u
şarta tebean (kayda
şarta bağlı olarak) infâzı (yapılması yerine getirilmesi)
lâzım gelen kazâdır. Bu kazâ şart-ı indifâ’ın tahakkuku (kazaya
sebep olacak şartın ortadan
kalması) hâlinde nâfiz (tesiri)
olmaz. Şart dahî kazâdır. “kazâ kazâ ile reddolunur”
hadîs-i şerîfinde bu hakîkate işâret buyrulmuştur.
KAZÂ-YI
MÜBREME MİSÂL: (Önlenemez
kaza) Tavla oyununu oynayan kimse, oyununu iyi oynadığı ve
pullarını dahi önüne cem’ edip (toplayıp)
refîkınden (arkadaşından)
evvel toplamaya başladığı halde, öyle bir zar atar ki, açık
vermeğe mecbur kalır. Zîrâ başka türlü oynamak mümkin değildir.
Burada tedbîr (önlem almanın) ve mahâretin (hünerin)
te’sîri yoktur. İşte bu kazâ-yı mübremdir
(önlenemez kazadır).
KAZÂ-YI
MUALLAKA MİSÂL: (Şarta
bağlı önlenir kaza) Ma’lûm olduğu üzere, tavla oyununda
oyuncular zarın hükmüne tâbi’dir. Oyuncu oyununu kazanmak için muvâfık
(uygun) gördüğü
zarın gelmesini ister. Fakat zarı atınca, ekseriyâ murâdına muhâlif (arzuladığının
tersi) olarak zâhir olur. Oyuncu
bunda mecbûrdur; mutlaka onu oynayacaktır. Velâkin gelen zar üzerine
birkaç türlü oyun mevcut olduğu takdirde, onların en iyisini oynamakta
serbesttir. Bu husûsta mecbûr değildir. Eğer her gelen zarda oyununun en
iyisini oynarsa, oyunu kazanabilir. İmdi arzûsuna muhâlif (ters)
gelen zara tâbiiyyet (uyma) mecbûriyyeti bir kazâdır.
Ve kazanmak için oyunun iyisini oynamak dahi bir kazâdır. Arzûsuna muhâlif
(ters)
zar ile oyunu kaybedebilirken iyi oynadığı için kaybetmedi. Binâenaleyh
(nitekim) kazâ-yı,
kazâ ile reddeyledi. Ve bu kazâ kazâ-yı muallak oldu.
MESNEVÎ:
(Tercüme)
“Allah Teâlâ cânibinden (tarafından)
Evliyânın öyle bir kudreti vardır ki, atılmış oku yolundan
geri çevirirler” beyt-i şerîfi kazâ-yı mübrem (önlenemez kaza) hakkında değil,
kazâ-yı muallak (şarta
bağlı önlenir kaza) hakkındadır. Abdülkadir Geylânî
Hazretlerinin (k.a.s.) “Ben
kazâ-yı mübremide (önlenemez
kazayı) def’ ederim” buyurmaları indallah (Allah
katında) kazâyı muallak (şarta
bağlı önlenir kaza) ve inde’l- melâike (melekler katında)
kazâ-yı mübrem (önlenemez
kaza) görünen kazâ-yı ilâhî hakkındadır. Yoksa kazâ-yı
mübrem hiçbir vech (yönü) ile
mündefi’ (önlenmiş)
olmaz.
“Kader”
kazânın tafsîlidir (genişletilmişidir). “Kazâ”
bir vakit ile mukayyed (kayıtlı,
bağlı) olmadığı halde,
“kader” vakten-mine’l-evkat
(herhangi bir
vakit) her bir ayn-ı sâbitenin (ilmi
sûretin) esbâb-ı mahsûsa tahtında
(hûsisi
sebepler altında) cemî’-i merâtibde (bütün
mertebelerde) zuhûr edecek (meydana
çıkacak) ahvâlini takdîrden (durumunu değerlendirmeden)
ibârettir. Meselâ “Zeyd
saîddir” (saadet
ehlindendir) diye hakkında hükm-i küllî luhûkundan
(külli emrin verilmesinden) sonra
Zeyd’in falân vakit âlem-i şehâdette zuhûru (şahit
olunan alemde meydana çıkması) ve
kendisinden falân vakitlerde şu ve şu a’mâli sâliha (güzel
fiiller) zâhir olması ve şu
kadar sene muammer olduktan (ömür
sürdükten) sonra mü’min
olarak berzaha intikal etmesi (ölmesi)
ve berzahta dahi şu ve şu ni’metlere nâil olması
ilh.. gibi ahvâl (durumlar) bu
kazânın tafsîli (açılmışı,
genişletilmişi) olduğundan
bunlara “kader”
denir.
İmdi kazâ a’yân-ı sâbitenin (esma
terkibinin) isti’dâd-ı gayr-ı mec’ûlüne
(yapılmamış istidadına) taalluk
ettiği (ilgili
olduğu) gibi, kader dahi her bir
“ayn”ın (manânın)
cemî’-i merâtibinde (bütün
mertebelerinde) zuhûr edecek (meydana
çıkacak) isti’dâd-ı mec’ûlüne (yapılmamış
istidâdına) taalluk eyler (ilgilidir).Binâenaleyh
(nitekim), sırr-ı
kader a’yân-ı sâbiteden (esma
terkibinden) her bir aynın (manânın)
vücûdda zâten (zat
olarak) ve sıfâten (sıfât
olarak) ve fiilen (fiil
olarak) ancak kabiliyyet-i
asliyyesinin (asıl gerçek olan kabiliyeti)
ve isti’dâd-ı zâtîsinin husûsiyyeti mikdârınca
(zatına ait istidât kadarıyla) zuhûru
keyfiyyetinden (meydana
çıkma keyfiyetinden) ibârettir.
Sırr-ı kaderin (kader
sırrının) sırrı dahi budur
ki, a’yân-ı sâbitede
Zât-ı Ulûhiyyetten gayri
(ayrı) olarak
hâriçte zâhir (dışarda
da görülmüş) olan umûrdan (işlerden)
değildir. Belki Hak Teâlâ Hazretleri’nin niseb ve şuûnât-ı Zâtiyyesinin
(Zâtına ait
fiillerin) sûretleridir. Ve Hak Teâlâ’nın niseb ve şuûnât-ı zâtiyyesi
(zatına ait
sıfat ve fiiller) ise
ezelen ve ebeden teğayyür (başkalaşımlardan)
ve tebeddülden (değişmelerden)
münezzehdir (beridir,
arıdır) . Binâenaleyh (nitekim),
a’yân-ı sâbite dahi
mümteni’u’t-teğayyürdürler (değişmesi
imkânsızdırlar) . Nitekim bâlâda (yukarıda)
îzâh olundu. Ve’l-hâsıl kader kazânın tafsîli (genişletilmişi)
olup ânen-fe-ânen (git
gide, zamanı
geldikçe) zâhir (açığa
çıkar görülür) ve zâhir
oldukça (açığa
çıktıkça) ma’lûm (bilinir)
ve ma’lûm oldukça (bilindikçe)
mukadder (takdir
edilmiş, kader olarak belirlenmiş, yazılmış)
olunurlar.
MİSÂL:
Hayvan cinsinin açlığı kazâdır. Bu bir hükm-i küllî-i icmâlîdir (hulâsa,
öz külli bir emirdir) . Bu açlık
hayvan cinsinin iktizâ-yı zâtîsidir (zatının
gereğidir) . Bu
cins bu isti’dâd-ı zâtîsi (zatındaki istidâd)
ile kendi üzerine açlık ile hükm etti (açlık
emrini verdi).Vücûdunun iktizâ-yı zâtîsi olarak (zatının
gereği olarak) “ve in min şeyin illâ indenâ hâzâ inühü ve mâ nünezzilühû
illâ bikaderin ma’lûm” (Hicr,
15/21) âyet-i kerîmesi hükmünce
hazîne-i gaybden (gizli hazineden) ânen-fe-ânen
(sürekli ve devamlı olarak) efrâd-ı hayvâniyyenin
(hayvan cinsinin) zuhûru (meydana
çıkması) ve efrâddan (fertlerden) her
birinin yaşadığı müddetçe ezmine-i muhtelifedeki (muhtelif
zamanlardaki) açlığı kaderdir. Kezâlik (böylece)
onların tokluğu
da böylece kazâ ve kaderdir.
İmdi
açlık hükm-i küllîsi (külli açlık hükmü)
, tokluk hükm-i küllî-i icmâlîsine (öz
ve külli olan emrine) tekabül eylediği cihetle, (karşı
gelmesi yönü ile) kazâ kazâ ile red olunur ve her hayvanın
ale’l-infîrâd (ayrı ayrı) ezmine-i
muhtelifedeki (muhtelif zamanlardaki) açlıklarına,
ezmine-i muhtelifedeki (muhtelif zamanlardaki) toklukları
tekabül ettiğinden, (karşıladığından)
kader kader ile reddolunur ve bunun gibi soğuk sıcak ile ve sıcak soğuk
ile ve mekr (hile,
oyun, aldatmaca) mekr ile reddolunur. Şuûnât-ı sâire (diğer
işler de) bunlara kıyâs (mukayese) olunsun.
<Devam
Edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
http://gulizk.com
28.03.2001
|