5.Bölüm


DOKUZUNCU FASIL

MERTEBE-İ ERVÂH

Vücûd, taayyün-sânî (ikinci taayyün mertebesi) ve vâhidiyyet mertebesinden sonra, suver-i ilmiyye (ilmi sûretler) hasebiyle mertebe-i ervâha (rûhlar mertebesine) tenezzül eder (iner) .  Ve bu mertebede suver-i ilmiyyeden (ilmi sûretlerden) her biri, birer cevher-i basît (basit öz cevher) olarak zâhir olurlar (meydana çıkarlar) . Bu cevâhir-i basîtadan (basit cevherlerin) her birinin şekli ve levni (rengi) olmadığı gibi, zaman ve mekân ile de muttasıf (vasıflanmış) değildirler. Zîrâ, zaman ile mekân cisme terettüb eden (cisim ile alâkalı olan) i’tibârâttandır (kabûllenmelerdir).Bunlar ise cisim değildirler. Ve cisim olmadıklarından hark (yırtılma) ve iltiyâm (birleşme) dahi kabûl etmezler. Ve işâret-i hissiyye (hissedişler) ,  âlem-i ecsâmın (madde alemin) îcâbâtından (gereklerinden) olduğundan bu âleme havâss-i zâhiriyye-i insâniyye (insanlardaki algılama özellikleri) ile işâret etmek mümkin değildir. Bu mertebede her bir rûh kendini ve kendi mislini (benzerini) ve kendi mebde’i (kökü, özü) olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini müdriktir (bilmektedir) . Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Elestü birabbiküm kalû belâ”  (A’râf, 7/172) ve hadîs-i şerîfte......... buyrulur. Ya’nî  “Ervâh cünûd-ı mücennededir; (rûhlar saf saf, dizilmiş askerlerdir) onlardan teârüfü (birbirini tanımış) olanlar i’tilâf ederler (anlaşır uyuşurlar) ,  tenâkürü (birbirlerine yabancı) olanlar ise ihtilâf eylerler.”  (ayrı olurlar, farklılık gösterirler)  Hz. Mevlânâ (r.a.) dahi buyururlar:

Tercüme: “Libâs (elbise) tenden, can da tenden âgâh (haberdar) değildir; onun dimâğında (şuûrunda) Allah gamından (tasasından) başkası yoktur.”

İmdi bu mertebe, ayrılık ve gayrıyyetten (başkalıktan) bir nevi’ (çeşit) üzerine Zât’ın hariçte (Zât’ın dışarıda) zuhûrundan (meydana gelmesinden) ibârettir. Ve rûh kendi zâtı ile kaim (var) olup, baka (bâkîlik, devamlılık) husûsunda bedene muhtâç değildir. Tecerrüd (tecrît edilmiş olma, karışık olmama) cihetinden muğayir-i bedendir (bedene uymaz, bedenden ayrıdır) . Fakat, tedbîr (idâre etme)  ve tasarruf  (kullanma) cihetinden bedene taalluku  (ilişkisi) vardır. Ve beden âlem-i şehâdette (madde aleminde) rûhun sûreti (bedeni) ve kemâlinin mazharıdır (kemâlinin açığa çıktığı, göründüğü yerdir) . Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:  “kul küllün ya’melû alâ şâkiletihi”  (İsrâ, 17/84)

Binâenaleyh (nitekim), rûh bedenden münfekk (ayrı) olmayıp, ızhâr-ı kemâl (kemâlini açığa çıkarmak) için bedene muhtaçtır ve eczâ-yı bedene (cüzi bedene, parça bedene) sârîdir (nüfûz etmiş, yayılmıştır) . Onun sereyânı (yayılması), bedene hulûl (içine girme) ve beden ile ittihâd (birleşme) sûretiyle değildir; belki onun bedene sereyânı, (nüfûs etmesi, yayılması) vücûd-ı mutlak-ı Hakk’ın cemî’i-mevcûdâdda (bütün mevcûd olanlardaki) sereyânı (yayılması, nüfûs etmesi) gibidir. Ve bu i’tibâra göre, rûh ile cisim arasında min-külli’l-vücûh (bütünlük yönüyle) mugâyeret (başkalık) yoktur. Nasıl ki Hak, bir cihetten (yönden) eşyânın (hakikâtlerin) aynı ve bir cihetten (yönden) gayri (başka) ise, rûh dahi bir cihetten (yönden) bedenin aynı ve bir cihetten (yönden) bedenin gayrıdır (başkadır).

Misbâhu’l-Hidâye sâhibi buyururlar ki:  “Rûhun ma’rifeti ve onun zirve-i idrâki (anlayışının doruk noktası) be-gâyet ref’î (son derece yüksektir) ve menî’dir (erişilmez) . Kemend-i ukül (akıl ipi) ile ona vusûl (ulaşmak) müyesser olmaz” (kolay olmaz) . Erbâb-ı mükâşefât (hakikât ehli) onun keşfini (açmayı, meydana çıkarmayı) kıskanıp ancak zebân-ı işâret (işaret lisanları) ile beyânâtta bulunmuşlardır (bildirmişlerdir) . Hz. İzzet indinde/ en şerîf bir mevcûd ve en yakın bir meşhûd  (görülmüş olan) “Rûh-ı A’zam”dır.  Zîrâ Hak Teâlâ onu  “min rûhîy”  (Hicr, 15/29) ve  “min rûhinâ”  (Enbiyâ, 21/91) beyân-ı âlîsi (yüksek beyânları ile) ile kendisine izâfe (alakalı) buyurdu.  “Âdem-i kebîr”,   “halîfe-i ûlâ”,  “tercümân-ı ilâhî”,  “miftâh-ı vücûd”  “kalem-i îcâd”,  “cünd-i ervâh”  onun evsâfındandır (vasıflarından, sıfatlarındandır) . Şebeke-i vücûda (vücûdun ağına) düşen ilk sayd (av) o idi. Meşiyyet-i kadîme (evveli olmayan isteme) onu âlem-i halkta (alemleri yaratmada) kendi hilâfetine (halifeliğine) nasb (tayin) etti. Esrâr-ı vücûd (vücûdunun gizli) hazînelerinin makalîdini (anahtarlarını) ona tefvîz (verdi, havâle) eyledi ve ona, onda tasarrufa (idâre etmeye) me’zûn (izinli) kıldı. Ve onun üzerine bahr-ı hayâttan (hayât denizinden) bir nehr-i azîm (büyük nehir) açtı, tâ ki feyz-i hayât (hayatın feyzi) dâimâ ondan istimdâd ede (yardım alır) ve eczâ-yı kevn (evren parçaları)  üzerine ifâza (feyz) eyliye. Ve sûret-i kelimât-ı ilâhîyyeyi (ilâhi sözlerin sûretleri) makarr-ı cem’den, (cem makamından) Ya’nî zât-ı mukaddesten mahall-i tefrikaya, (çokluk âlemlerine)  Ya’nî âlem-i halka (yaratılmış varlıklara) eriştire ve a’yân-ı tefâsîlde (görülen ayrıntılarda) ayn-ı icmâlden (aynı özden olduğu) münkeşif (keşf olunmuş, görülmüş) ola. Ve kerâmet-i Cenâb-ı İlâhî (kerâmet sahibi Cenâbı İlâhi) ona iki nazar (bakış) bahş (ihsân) etti: Birisi celâl-i kudret-i ezeliyyetin (celâl kudretinin öncesizliğinin) müşâhedesi (görülmesi) için; ikincisi cemâl-i hikmet-i ezeliyyetin (cemâl hikmetinin öncesizliğinin) mülâhazası (düşünülmesi, incelenmesi)  için. Birinci nazar (bakış)  “ akl-ı fıtrî”den  (fıtrattan gelen akıldan) ibârettir ki mukbildir (bahtlıdır) ve onun neticesi, muhabbet-i Cenâb-ı ilâhîdir (Allah ile sohbettir). İkinci nazar (bakış)  “akl-ı halkî (yaratılmış akıl) ve müdbir”den  (talihsizlikten) ibârettir ve onun neticesi  “nefs-i küllî”dir.  Rûh-i izâfînin ayn-ı cem’den istimdâd (yardım) eylediği  her bir feyzi (etkiyi) , nefs-i küllî kabûl eder ve onun mahall-i tafsîli (açıklandığı yer) olur. Rûh-i izâfî  ile nefs-i küllî arasında fiil ve infiâl (fiili kabûl etme) ve kuvvet ve za’f (pasiflik) sebebiyle zükûret (erkeklik) ve ünûset (dişilik) zâhir oldu (meydana çıktı). Ve onların râbıta-i imtizâc (uyum sağlamaları) ve vâsıta-i izdivâcı (çiftleşmeleri) ile mütevellidâd-ı ekvân  mevcûd oldular (Âlemler meydana geldi). Binâenaleyh (nitekim), kâffe-i mahlûkat (yaratılmışların hepsi) rûh ile nefsin netîcesi ve nefis rûhun netîcesi ve rûh  “emr”in  netîcesi oldu. Zîrâ Hak Teâlâ rûhu hiçbir sebeple değil, ancak Zâtının zâtiyyeti ile ızhâr eyledi (meydana çıkardı) . “Emr” ile işâret olunması o sebepledir. Vesâireyi (diğerlerini de) de vâsıta-i rûh (rûh vasıtası) ile ızhâr etti (meydana çıkardı) ki,  “halk”  (yaratılmışlar) ondan ibârettir. Ve âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) vücûdı Âdem (Âdemin vücûdu) mazhar-ı Rûh (Rûh’un görüldüğü yer) oldu ve vücûd-ı Havvâ (Havvâ’nın vücûdu) mazhar-ı sûret-i nefs (nefsin görüldüğü yer) oldu. Ve benî Âdem’in (Âdem oğullarının) sûret-i zükûrunun tevellüdü (erkek sûretlerinin doğumu) ,  Rûh-i Küllî sûretinden müstefâddır (yaratılmıştır) ; velâkin sıfât-ı nefs ile mümtezicdir (karışmıştır)  ve tevellüdâd-ı inâs (dişilerin doğumları) , sıfât-ı rûhun imtizâcı (karışması, kaynaşması) ile nefs-i küllî sûretinden zâhir oldu. Ve bu cihetten hiçbir Nebî, (Resûl) sûret-i inâsta (dişi sûretinde) meb’ûs olmadı (gönderilmedi) .  Zîrâ, Nübüvvet (Peygamberlik görevi) nüfûs-i Benî Âdem’de (Âdem oğullarının nefislerinde) tasarruf (idare etme, kullanma) ve âlem-i halkta te’sîr (etki) husûsunda zükûret nisbetini (erkeklik ölçüsüne) hâizdir” (sahiptir).

Ve’l hâsıl, ayn-ı vâhide (aynı tek) olan vücûd-ı vâhidiyyet, yine ayn-ı vâhide (aynı tek) olarak  mertebe-i rûhiyyette (rûhlar mertebesine) tenezzül/ etmiş (inmiş) ve rütbe-i vâhidiyyette nasıl ki bi’l-cümle esmânın (hepsinin)  suver-i ilmiyyeleri (ilmi sûretleri) yekdîğerinden (birbirinden) temeyyüz etmiş (ayrılmış) ise, mertebe-i rûhiyyette (rûhlar mertebesinde) dahi onların zılâli (gölgesi) olan ervâh (rûhlar) dahi öylece yekdîğerinden (birbirinden) temeyyüz etmiştir (ayrılmıştır) . Binâenaleyh (nitekim), bu mertebe dahi zâtı i’tibârı ile (zat’ı bakımından) vâhid (tek) ve nisebi (sıfatları) i’tibâriyle (bakımından) kesirdir (çoktur) . Ve her bir rûh, ayn-ı vâhidenin nisebinden (sıfatlarından) biridir.

Birinci Vasl

HAKÎKAT-I   MELÂİKE-İ   KİRÂM

Ma’lûm olsun ki, vücûdun, bâlâda tafsîl (yukarıda izâh) olunan suver-i ilmiyye (ilmi sûretler) ,  ya’nî hakîkat-ı insâniyye (esma) mertebesinden tenezzülü, (inmesi) yine o mertebede sâbit (var) olan sıfât-ı kudretin mezâhiri (göründüğü yer) , ya’nî kuvâ (kuvvetler) ile vâki’dir (olur) . Zîrâ, vücûtta kudret ve kuvvet olmayınca irâde ettiği (dilediği) şeyin îcâdı (meydana gelmesi) mümkin olmaz. Allah Teâlâ Hazretleri  “zü’l-kuvveti’l-metîn”dir  (pek çetin kuvvet sahibi) . Ve kudret, sıfât-ı sâire (diğer sıfatları) gibi vücûd-ı hakîkînin şuûnâtından (yaptığı işlerden) bir şe’n (iş, fiil) olduğu cihetle (yönüyle) Zât’ının gayrı (Zât’tan başka) değildir. Böyle olduğu halde, maddiyyûn (madde ilmiyle uğraşanlar) onu müstakil bir şey zannedip, menşe’-i tekvîni (yaratmanın esasını) iki müstakil vücûda istinâd ettirdikten (dayandırdıktan) sonra, birine  “madde”,  diğerine  “kuvvet”  demişlerdir. Şüphe yok ki bu hüküm onların vehme müstenid (dayanan) bir zanlarından ibârettir. “Zalike mebleğûhüm minel ilm”  (Necm, 53/30) ve  “innezzanne lâ yû’nî minel hakkı şey’e”  (Yûnus, 10/36).

İmdi, ef’âl (işler, fiiller) kuvvet ile tezâhür edeceğinden, (meydana çıkacağından) ef’âl-i İlâhiyye dahi melâike-i kirâm ile zâhir (görülür) olur. Kuvâ-yı ilâhiyyenin (ilâhi kuvvetlerin) ismi lisân-ı enbiyâ aleyhimü’s-selâmda  “melâike”dir.  Zîrâ  “melek” “kuvvet ve şiddet”  ma’nâsınadır. Melâike iki kısımdır: Birisi tabîî, diğeri unsurîdir. Melâike-i tabîiyyûn, anâsırın (unsurların, elementlerin) bulunmadığı fezâda suver-i tabîiyyeden (tabii sûretlerden) mütekevvin (meydana gelmiş) olan ervâh-ı ulviyyedir (yüce rûhlardır) . Bunlar fezâda mütekevvin (var) oldukları ve anâsırdan (elementlerden) mürekkeb olan ecrâm (maddi cisimler) ile münâsebetdâr (ilişkili) olmadıkları cihetle, Âdem’e secde ve ser-fürû’ (boyun eğme itâat) ile emr olunmadılar. İkincisi, melâike-i unsuriyyûndur ki, bunlar anâsıra (elementlerle) mensûb (alakası) olan ervâhtır;  (meleklerdir) ve Âdem’e secde ve itâat ile mükelleftirler. Melâike-i kirâm, ihtîyâr (dilediğini yapabilme serbestliğine) sâhibi olmayıp, o kuvânın (kuvvetin, meleklerin) sâhibi olan Zât-ı ulûhiyyetin irâdesine tâbi’ olduklarından (emri altında bulunduklarından) haklarında  “lâ ya’sûnellâhe mâ emerahüm ve yefalune mâ yu’merune”  (Tahrîm, 66/6) buyurulmuştur. Nitekim, vücûd-ı insânîdeki (insan vücûdundaki) kuvâ (kuvvetler, melekler) dahi insanın irâdesine tâbi’dir (İnsânın emrindedir). İnsan irâdesini bir şeye tevcîh edince (yöneltince) o kuvâ (kuvvetler melekler) o şeye masrûf olur (sarf edilmiş) ve aslâ tehallüf (uymamazlık) etmez.

/Melâike-i unsuriyyûn, avâlim-i bî-nihaye-i kesîfenin (sonsuz madde aleminin) tedbîrine (tasarrufa, idâreye) me’mûrdurlar. Bunların a’dâdı (sayıları)  hasra (kısıtlamaya) ve ta’dâda (saymaya) gelmez. Melâike âlem-i hiss (hissedilme)  ve şehâdette (görünmede) eşhâs-ı kesîfe (maddeleşmiş şahıslar) gibi görünmezler, zîrâ ervâhtır (rûhturlar) . Âlem-i hayâlde (hayâl âleminde) suver-i  muhtelifeye (çeşitli sûretler) mütemessilen  (şekline girerek) meşhûd olurlar (görünürler) .  Bu temsîl, râînin (görenin) ahvâl (durumu) ve i’tikadâtı (inancı) ile münâsebetdârdır (bağlantılıdır) .  Hz. Cibrîl’in (Cebrail a.s.) Cenâb-ı Meryem’e ve diğer melâike-i kirâmın Lût (a.s.) ve sâir (diğer) Enbiyâ (Peygamber) Aleyhimü’s-selâma ve Evliyâya ve sulehâya (salihlere) temessülleri (bir sûrete girmeleri) gibi. Onların bu temessülleri (şekle, sûrete girmeleri) esnâsında râînin nezdinde (görenin yanında) hâzır olanlar, bu melâikeyi müşâhede edemezler (göremezler) . Zîrâ, âlem-i hayâle dâhil olan ancak râîdir (görendir) . Meğer ki huzzârdan (yanındakilerden) dahi âlem-i hayâle dâhil olanlar buluna. Bu temessülü  (sûretleri, şekilleri) bunlar da görebilir. Melâikenin (meleklerin) vücûh-ı tasarrufâtı (vazifeleri, yaptığı işler)  “kanatlar”a  teşbîh buyrulmuştur (benzetilmiştir) . Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:  “Elhamdülillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı cailil melâiketi rûsûlen ûlî ecnihati mesnâ ve sülâse ve rubâı”  (Fâtır, 35/1).

Binâenaleyh (nitekim), bu kuvânın (meleklerin) semâvât (semâda) ve arzda (yeryüzünde) te’sîrât-ı mütenevvia-i kesîresi (çok çeşitli etkileri) vardır. Vücûd-ı Mutlak’ın merâtib (vücûdun mertebelerdeki) ve etvâr-ı muhtelifesindeki (işlerinin çeşitliliği) tedbîrât (idâre etme,tasarruf etme, kullanma gibi) bu kuvâ (kuvvetler, melekler) vâsıtasıyladır. Bunlar cânîb-i ulûhiyyetten her bir mertebeye ve her bir tavra (duruma) irsâl olunurlar (gönderilirler) . Ya’nî ba’zıları Enbiyâya (Peygamberlere) vahy ile ve ba’zıları Evliyâya ilhâm ile ve eşhâs-ı sâire-i insâniyyeden (insanlardan diğer şahısların) her birine ve  hayvânât ve nebâtâta (bitkiler) ve cemâdâta, (cansızlara) ve’l-hâsıl bi’l-cümle eşyâya (bütün şeylere) umûr-ı muhtelife-i kesîrenin (çeşit çeşit işlerin, emirlerin) tasrîfî (tasarrufu) ve tedbîri (idâresi) için irsâl  olunurlar (gönderilirler).
Herhangi bir meleğin kendisinden müteessir olan (etkilenen) şeye bir te’sîr (etki) ile ittisâli (etkilemesi) onun “kanad”ıdır.  Binâenaleyh (nitekim) her bir cihet-i te’sîr (tesir yönü) ,  bir “kanat”  olmuş olur. Melâikenin kanatları, ya’nî vücûh-ı te’sîrâtı (tesir yönü) adede (sayıyla) münhasır (kısıtlı) değildir; belki onların te’sîrât-ı mütenevvia-i kesîresi (tesirlerinin çeşitliliği çokluluğu)   hasebiyle kanatları gayr-ı kabil-i ta’dâddır (sayılması imkân dışıdır) . Onun için (  s.a.v.) Efendimiz leyle-i mi’râcda Cebrâil (a.s.)’ı altı yüz kanatlı olarak müşâhede ettiklerini (gördüklerini) hikâye buyurmuşlardır. Maksad-ı âlîleri:  “Elhamdülillâhi fâtırıssemâvâti vel ardı cailil melâiketi rûsûlen ûlî ecnihati mesnâ ve sülâse ve rubâı”  (Fâtır, 35/1) âyet-i kerîmesi mûcibince vücûh-ı te’sîrâtın kesretine (yaptığı işlerin tesirlerin çokluğuna) işâret buyurmaktadır.

İmdi ulûhiyyetin âlem-i anâsırı muhît (madde alemini ihâta etmiş, kuşatmış) olan dört kuvve-i külliyyesi (dört büyük kuvvet, melek) vardır ki, onlara lisân-ı şerîatta (şeriat dilinde) / Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl ve Azrâîl (a.s.) tesmiye olunur (isimlendirilir) . Bunlara tâbi’ (bunların emrinde) olan melâikenin haddi (sınırı) ve hesâbı yoktur.

CEBRÂÎL (A.S.); hazâin-i gayb-ı ilâhîde (Allah’ın gizli hazinelerinde) olan maânî-i hafiyyeyi (saklı manâları) âlem-i sûrete îsâl (ulaştırır) ve ifâza eder (feyz verir) . Binâenaleyh (nitekim), her bir ferdin kalbine  âlem-i gaybdan (gizli alemden) nâzil olan (inen) maânîyi (manâları) kuvve-i nâtıka (konuşma gücü) vâsıtasıyla harf ve savt (ses) ile ızhârı (açığa çıkması) ve bâtınından haber verip ızhâr (açık) eylemesi vücûh-ı Cibrîl’den  (Cibrîl’in vechlerinden) bir vechin (tarafının) te’sîrî (etkisi) ile vâki’ (gerçek) olur. Hz. Cibrîl, hakîkat-ı Muhammediyye (lâ taayyün) mertebesinden  taayyün-i Muhammedî (taayyün-ı sâni) mertebesine kâffe-i vücûhu ile (bütün yönleriyle)  nâzil olduğundan, (indiğinden) Kur’ân-ı Kerîm hakkında “velâ radbin velâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn”  (En’âm,6/59) buyrulmuştur. Cibrîl (a.s.) bu hâssıyyeti (husûsiyeti, kuvveti) ile bi’l-cümle avâlimi (bütün alemleri) muhîttir (ihâta etmiş kuşatmıştır) . Bu vazîfenin tefâsîlini (ayrıntılarını) icrâya (yerine getirmeye) me’mûr, (vazifeli) onun tedbîri tahtında (idâresi altında) lâ-yuad (sayısız) ve lâ-yuhsâ (hesapsız) melâike vardır. Ve ona  “Rûhu’l-   emîn”  derler.

MÎKÂÎL (a.s.); sunûf-ı muhtelife-i (her çeşit sınıftan) mahlûkatın her birerlerine mahsûs (husûsi) olan erzâkın hıfzına (korunmasına) veznen (ağırlık bakımından) ve keylen (ölçü bakımından) ve adeden (sayı bakımından) ve mikdâren her bir hakkı zî-hakka (hak sahibine) i’tâya (vermeye) müvekkel (vekil tayin) olduğu için bu kuvvete “Mîkâîl” tesmiye olunmuştur (adlandırılmıştır) . Bu husûsta Hz. Mîkâîl’in dahi her mahlûkata bir te’sîr (etki) ile ittisâli (dokunması, etkilemesi) vardır. Ve bu hâssıyyeti (husûsiyeti, kuvveti) ile o dahi avâlimi muhîttir (alemleri ihâta etmiş, kuşatmıştır) . Ve kezâilik bu vazîfenin tefâsîlini (ayrıntılarını) icrâya (yerine getirmeye) me’mûr (vazifeli) onun taht-ı idâresinde (idâresi altında) bî-nihâye (sonsuz) melâike vardır. Hattâ sath-ı arza (yeryüzüne) düşen her katre-i bârân (yağmur damlası) bir kuvvet (melek) ile nâzil olur (iner) . Ve kıyâmete kadar yağan yağmurların her bir tânesine taalluk eden kuvâdan (meleklerden) hiçbirinde tekerrür (tekrâr) ve ayniyyet (benzerlik) yoktur. Ve hattâ sen bir şeyi veznettiğin (tarttığın) veyâ ta’dâd (hesap ettiğin) veyâ takdîr eylediğin (kıymet biçtiğin) vakit, sende vücûh-i Mîkâîl’den (Mîkâîl’in yönlerinden) bir vechin (yönün) te’sîri (etkisi) vâki’ olur (gerçekleşir).

AZRÂÎL (a.s.); ma’nâdan ibâret olan rûhu, sûretten (şekilden) ibâret olan ebdândan (bedenden) tefrîk eder (ayırır) . Ve âlem-i zâhirde (görünen alemde) mevcûd olan her bir sûret-i kesîfe (madde beden) bir ma’nânın ızhârı (açığa çıkması, görülmesi) içindir. O ma’nâ, o sûretin (bedenin) rûhudur. Binâenaleyh (nitekim), zerreye varıncaya kadar âlem-i zâhirde (madde aleminde) vâki’ (var) olan tefessüd, (yok olma, bozulmalar) tasarruf-ı Azrâîl (Azrâîl’in idâresi) ile husûle gelir. İmdi, Azrâîl (a.s.) dahi bu hâssıyyeti ile (husûsiyeti, kuvvetiyle) avâlimi muhîttir (alemleri kuşatmış ihâta etmiştir) . Ve onun taht-ı emrinde (emri altında) dahi bî-nihâye (sonsuz) melâike mevcûttur. Ve sen suver-i mevcûdeden (mevcûd olan sûretlerden) birini ifsâd (bozduğun, mahv) ettiğin vakit, sende Azrâîl’den bir vechin (yönün) te’sîri (etkisi) vâki olur (gerçekleşir).

İSRÂFÎL (a.s.); her bir sûretin kendi nev’ine (cinsine) hâsıl olan hayâtı  “Sûr”u (nefesi) ile nefh eder (üfler) .  / Ve fikrin mukaddemât-ı  kazâyâ ile (gelen fikirleri) intâc-ı yakîn etmesi (sağlam, doğru bilgi olarak değerlendirip neticelendirmek) dahi, sende Cenâb-ı İsrâfîl’in te’sîrâtından (etkilerinden) bir vecih (yönü) ile vâki’ (gerçek) olur. İmdi nefh-i hayâta (can vermeye, hayat üflemeye) me’mûr o kadar melâike (kuvvet) vardır ki, hesâba ve adede sığmaz. Ve cümlesi Hz. İsrâfîl’in irâdesi tahtındadır (emri altındadır) . Ve âlemde hayât sahibi olmayan bir şey yoktur. Nitekim buyrulur: “Ve in min şeyin illâ yusebbihü bi hamdihî”   (İsrâ, 17/44)  Ve hamd ve tesbih ancak hayât sâhibi olan şeyde vâki’ (gerçek) olur. Binâenaleyh, (nitekim) Cenab-ı İsrâfîl’in dahi her mahlûka bir te’sîr (etki) ile ittisâli (dokunması, etkilemesi) vardır. Ve bu hâssıyyeti (husûsiyeti, kuvveti) ile cemî’-i avâlimi muhittir (bütün alemleri ihâta etmiş kuşatmıştır).

<Devam Edecek>

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com

http://gulizk.com
04.04.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail