6.Bölüm


İkinci Vasl:

HAKÎKAT-İ   İBLÎS

Ma’lûm olsun ki, İblîs ism-i Mudill’in (mudill isminin) mazhar-ı (göründüğü yer) etemm (eksiksiz) ve ekmeli  (en mükemmel) olan bir rûhtur. Ve mertebe-i ervâh (rûhlar mertebesi) ayrılık ve gayrıyyetten (başkalıktan) bir nevi’ (tür) üzerine Zât’ın hâriçte (Zât’ın dışında) zuhûrundan (ortaya çıkmasından) ibârettir. Ve Vâhid’in (tekin) isneyniyyet ikilik dâiresinde rü’yeti (hissetmesi, görmesi) bu mertebeden başlar. Binâenaleyh (nitekim) ism-i Mudill’in (mudill isminin) zuhûr-ı ahkâmının ibdidâsı (hükümlerinin, görülmeye başlaması) bu mertebedir.  “Idlâl”  şaşırtmak demektir. Bir vücûdun yekdiğerine muğâyir (uymaz, aykırı) olarak iki görülmesi şirk ve şirk ise ayn-ı dalâldır (yoldan sapmadır) . Ve bu tarz-ı rü’yet, (bu çeşit hissedilişler) kuvve-i vâhimenin şânıdır (vehim kuvvetinin marifetidir) . İmdi bu kuvvet, mazhar-ı ism-i Mudill (mudill isminin görüldüğü yer bu kuvvet) olup, hakîkât-i İblîs’tir. Zîrâ şânı  “telbîs”tir;  (hile, oyun yapmak, aldatmaktır) ve  “iblîs”  ismi de bundan müştaktır. (türemiştir) Ve İblîs bu hâssıyyeti (husûsiyeti, kuvveti) ile avâlimi muhîddir (alemleri ihâta etmiş kuşatmıştır).Ve onun taht-ı tâbiiyyetinde (emri altında) lâ-yuad (sayısız) ve lâ-yuhsâ (hesapsız) ervâh (rûhlar, melekler) mevcûttur ki, cümlesi ıdlâl (şaşırtmaya) ve ığvâya (baştan çıkartmaya) me’mûrdurlar. Ve bunlar âlem-i tabâyi’de (tabiat aleminde) cemî’-i eşyâya (bütün eşyaya) sârîdir (bulaşmıştır) . (S.a.v.) Efendimiz’in:  “Her kimse ile berâber bir şeytan doğar ve ben benimle doğan şeytanı İslâm’a getirdim”  buyurmaları, nefs-i insânîdeki  (insan nefsindeki) “vehm”e  işârettir. Zîrâ, kuvve-i vâhime (vehim kuvveti) aslâ kizbden ictinâb etmez (yalandan sakınmaz) . Ve şânı bi’l-cümle kuvâ üzerine isti’lâdır (bütün meleklerden kendini üstün görmektir). Ve vücûdundan eser olmayan bir şeyi mevcûd (var) ve hadd-i zâtında mevcûd olan şeyi ma’dûm (yok) gösterir. İmdi kuvve-i müfekkire (düşünme gücü, tefekkür melekesi) aklın hükmüne tâbi’ olursa, ona  zâkire-i mütefekkire  ve eğer vehmin hükmüne tâbi’ olursa ona “mütehayyile  derler. Hakîkat-ı İblîsiyye, (iblis’in hakikâti) akl-ı kül olan hakîkat-ı insâniyyeye (insanın hakikâti olan akl-ı külle) diğer / kuvâ-yı ulûhiyyet (ilâhi melekler) gibi ser-fürû (boyun eğmesi, itaat) etmesi teklîfine karşı  “ennah hayrun minhü”  (A’râf, 7/12) dedi. Bu cevap, kendisini ayrı görmek demektir. Biri iki görmek ise vehimdendir.

İşte İblîs câmi’-i cemî’-i esmâ ve Sıfât-ı İlâhiyye (ilâhi esma ve sıfâtların hepsini kendinde toplamış) olan akl-ı külle tâbi’ olmayıp, da’vâ-yı teferrüde (eşsiz emsâlsiz olma davasında) ve isti’lâya kıyâm ettiği (üstün çıkma işine kalkıştığı) ve biri iki ve mevcûdu (varı) ma’dûm (yok) ve ma’dûmu (yoku) mevcûd (var) gördüğü için, Zât-ı Ulûhiyyet onu kuvâ-yı sâire (diğer melekler) arasından  “fahruc inneke mines sâğirin”  (A’râf, 7/13) hitâbı ile tard eyledi (kovdu) .  Zîrâ kuvâ-yı vâhime (vehim gücü), bi’l-cümle kuvâya (bütün meleklere) musallat olmakla (hükmünü geçirmekle) berâber, onlara nazaran kıymetsiz ve küçük bir şeydir. Zîrâ şânı, hakîkate vusûlden (ulaşmaktan) men’ etmektir. İblîs kendilerine esrâr-ı arzıyye (yerin esrârını) ve semâviyye münkeşif  (göğü keşfetmiş) olan ehl-i sülûku (sâlikleri) ıdlâl  (şaşırtmak) için muhayyel (hayâl olunmuş) olarak arz ve semâ sûretlerinde zâhir olur (görülür) . Ve hattâ, Tecelliyât-ı Zâtiyyeye de (Zati oluşumlara da) karışıp, sâliki ıdlâl eyler (şaşırtır). Ancak, sûret-i Muhammediyye’de (Muhammed’in sûretine) ve onun vârisleri olan kâmilîn sûretlerinde temessül edemez (karışamaz) .  Zîrâ (S.A.V.) Efendimiz ile onların vârisleri (mirasçıları) olan kâmiller ism-i Hâdî’nin ve İblîs ve tevâbi’i (tayfası) ise ism-i Mudill’in mazhar-ı etemmleridir (Mudill isminin eksiksiz tam olarak çıktığı yerdir) . Ve tecelliyyât-ı Zâtiyye’ye (Zât’ın tecellilerine de) karışması Zât-ı ulûhiyyet’in Hâdî ve Mudill isimlerinin her ikisini de câmi’ (bünyesinde toplamış) olmasındandır. İblîs’in hakîkâti ism-i Mudill olduğundan ve kalb-i hakayık (kalbi hakikatler) mümkin olmadığından, gerek kendi ve gerek tevâbi’i (tayfası), ism-i Hâdî’nin mazharına temessül edemez (Hâdî isminin açığa çıktığı, göründüğü beden sûretine giremez) . Hakîkat-i İblîsiyye hakkında söz çoktur; fakat ehl-i irfân ve zekâya bu desâtîr-i esâsiyye (esas olan bu kaideler) kâfîdir.

Üçüncü Vasl:

HAKÎKAT-I   ÂDEM   VE   HAVV 

Ma’lûm olsun ki,  “vücûd”  hakîkat-ı insâniyye olan mertebe-i vâhidiyyetten, (manâ boyutundan) mertebe-i rûha  (esma mertebesine) tenezzül ettiği (indiği) vakit, üç ma’rifet hâsıl oldu (üç biliş meydana geldi) ki, birisi ma’rifet-i nefs (nefsini bilmek) , ya’nî kendi zâtını ve hakîkatini bilmek, diğeri ma’rifet-i Mübdî, yânî kendisinin mûcidini (yaratanını) bilmek; üçüncüsü mûcidine (yaradanına) karşı fakr (fakirliğini, acizliğini) ve ihtiyâcını bilmektir. Bu ma’rifet (biliş) , gayriyyeti (başkalıkları) mutazammındır (içine almaktadır) . Ve bu Rûh-ı Muhammedî (s.a.v.)’dir. Nitekim buyururlar:

Ve bir rivâyette: .................. Diğer ervâh, (rûhlar) onun rûh-ı şerîfinin cüz’iyyâtıdır (onun rûhundan meydana gelmiş cüzler, parçalar, kısımlardır) . Onun için (S.a.v.) Efendimiz’e  “Ebu’l-ervâh”  (rûhların babası) dahi derler. Bu rûh / sûret-i akl-ı küldür ki  “âdem-i hakîki” dir.  “Vücûd”  akl-ı küllün sağ tarafı ve  “imkân”  sol tarafıdır. Ve Havvâ nefs-i küllün sûretidir ki, akl-ı evvelin dıl’-ı eyserinden (sol kaburga kemiğinden) mütekevvin oldu (meydana geldi) . Ve bu taayyünât-ı muhtelifenin (çeşitli oluşumların) zuhûru (ortaya çıkması) ve suver-i mütenevvianın (çeşit çeşit sûretlerin) tevellüdâtı (doğumları), akl-ı kül ile nefs-i küllün izdivâcından (birleşmesinden) hâsıl oldu (meydana geldi) . Nitekim, Hak Teâlâ Hazretleri buyurur:  “ya eyyühen nasüttakü rabbe kümüllezi halekaküm min nefsin vahidetin ve haleka minhâ zevcehâ ve besse min hümâ rıcâlen kesira ve nisa’e”  (Nisâ, 4/1). Ve bu taayyünât (meydana gelen varlıklar)  içinde pek çok suver-i fâile (aktif sûretler) ve münfaile zuhûra geldi. (Pasif sûretler oluştu). Ve suver-i fâile ricâl (erkek olan aktif sûretler) ve suver-i münfaile de nisâdır (dişi olan pasif sûretlerdir) . Ve efrâd-ı insâniyyenin (insan ırkının) sûret-i fâilesi (aktif sûretler)olan rıcâl  (erkekler) ve sûret-i münfailesi (pasif sûretler) olan nisâ  (dişiler) ekmel-i vech (en kâmil, en mükemmel yüz) ve ahsen-i takvîm (en güzel sûret) ile zâhir oldu (meydana çıktılar). İmdi, efrâd-ı insâniyyenin (insan ırkının) ebeveyni (anne ve babası) Âdem-i hakîki olan  akl-ı küll  ile, Havvâ-yı hakîki olan  nefs-i küll”dür.  Bunlar Cennet-i Zât’ta, ya’nî mertebe-i Ulûhiyyette mestûr (örtülü, gizli) idiler. Kur’ân ki cemî’-i esmâ ve sıfâtı câmi’ olan Zât’tır; (Kur’ân bütün esmâ ve sıfâtı kendinde toplamış olan Zât’tır) ve bu taayyünât (varlıklar) ki, Zât-ı Ulûhiyyet’in  varlığında hayâlât (hayal) ve rü’yâdan ibârettir ve bu keserât (çokluklar) ve taayyünât-ı hayâliyye (hayali varlıklar) ki, çekirdeğin içindeki ağaç gibi dal budak salıverip, esfel-i sâfîlîne (aşağıların en aşağısı olan tabiat alemine) doğru uzamıştır. Ve mertebe-i Zât’tan baîddir; (uzaktır) işte bu şecere (ağaç) , Kur’ân’da mezkûr (adı geçmiş) olan şecere-i mel’ûne (lanetlenmiş ağaç) ve matrûdedir (kovulmuştur) .  Ve onun meyvesi ve habbesi  (tanesi, tohumu) zulmet-i tabîiyyedir.

İmdi, akl-ı kül ile nefs-i kül bu habbeye (taneye, tohuma) karîb (yakın) olmadıkça  “İhbitû”  (ininiz) (Bakara, 2/36, 38) emriyle Cennet-i Zât’tan, âlem-i sûret (bedenlenerek) ve taayyünâtta (oluşmakla) nüzûl  etmediler (inmediler) . Ve bu şecere-i menhiyyeye (yasaklanmış ağaca) ve takarrübleri (yaklaşmaları) iblîs-i vehmin (İblis’in verdiği vehim ile) nefs-i külle ve nefs-i küllün dahi akl-ı külle galebesi (üstün gelmesi) ile vâki’ (gerçek) oldu ki, bu âlem-i kesâfette (madde aleminde) onların zürriyyâtı (nesilleri) olan efrâd-ı âdemiyye (adem ırkı, insanlar) dahi her an keserât-ı hayâliyyeye (hayali çokluklara) ve Kur’ân’daki şecere-i mel’ûneye (yasaklanmış ağaca) meftûn (gönül vermiş) olmuşlardır. Hak Teâlâ Hazretleri, bu hakîkate işâreten Kur’ân’ı Kerîm’inde  “leke inne rabbeke ehata binnâse ve mâ cealnerru’yelleti eraynake illâ fitneten linnâsi veşşeceratel mel’ûnete fil kûr’ân ve nuhavvi fühüm femâ yezidühüm illezzuğyanen kebira”  (İsrâ, 17/60) ya’nî  “Ey habîb-i zî-şânım! Zikr et şu vakti ki, biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in nâsı zât-ı ulûhiyyeti ile muhîttir”;  / ya’nî onların vücûd-i hakîkîleri (kendi vücûtları) yoktur; belki cümlesi zılâl-i esmâiyyemden (esmâlarımın gölgesinden) ibârettir. Ve zılâl (gölge) ise hayâldir.  “Ve bizim sana gösterdiğimiz rü’yâ ve Kur’ân’da olan şecere-i mel’ûne (yasak ağaç) nâsa (insanlara) fitnedir”,  ya’nî sana gösterdiğimiz bu keserât-ı taayyünât (meydana gelmiş çokluklar) rü’yâdır. Nitekim sen bu hakîkati anladın da: ......................  buyurdun.  “eraynake”  (İsrâ, 17/60)’ daki  “kâf’-ı hitâb”  cemî’i hakayıkı (bütün hakikatlerin) ve nisebi câmi’ (sıfatları toplamış) olan taayyün-i Muhammedîyedir (manâ mertebesidir) .  Bu rü’yet (görme) keyfiyyeti, râî (gören) ve mer’î (görülen) ister; bunlar ise kesrettir (çokluktur) .  Ve bu keserât (çokluklar), Zât’ta mütekevvin olan (meydana gelen) şecere-i mel’ûnedir (yasaklanmış ağaçtır) .  “Nuhavvi fühüm”  (İsrâ, 17/60)  “biz onları, ya’nî vücûdları rûh ile nefisten mütekevvin olan (meydana gelen) nâstan (insanlardan) her birine  “velâ takrabâ hâzihiş şecerah”  (Bakara, 2/35) diyerek her an tahvif ederiz (korkuturuz) .  “Femâ yezidühüm illez zugyanen kebira”  (İsrâ, 17/60). Halbuki bu tahvif muvâcehesinde (korkutma karşısında) onların nefisleri iğvâ-yı vehm (vehmin şaşırtması) ile rûhlarını kendilerine imâle (meyil) ederek o şecere-i mel’ûnenin (yasak ağacın) semeresi (meyvası) olan zulmet-i tabîiyyeye  el uzatırlar. Binâenaleyh (nitekim), onların tuğyânı (azgınlıkları) büyük olur, ya’nî vech-i vahdetten (teklik yönünden) istitârları (perdelenmeleri) artar.

İmdi, ey sâhib-i fıtnat (ey anlayış sahibi) !  Kur’ân-ı Kerîm mâzîdeki (geçmişteki) Âdem ve Havvâ’dan değil, bizim ahvâl-i rûz-merremizden (her günkü halimizden) bahsediyor. Biz ise bu vak’ayı (olayı) mâzîye ircâ’ (geçmişe çevirmek) ile, kendi halimizden gaflet ediyoruz.

ONUNCU  FASIL

MERTEBE-İ    ÂLEM-İ   MİSÂL

Bu mertebe, Zât’ın hâriçte (Zât’ın dışarıda) gayr-ı kabil-i tecziye ve inkısâm ve hark ve iltiyâm, (parçalara ayrılması, bölünmesi, yırtılması, bitişmesi imkânsız)  bir takım suver (sûretler) ve eşkâl-i latîfe (lâtif şekiller) ile zuhûrudur (ortaya çıkmasıdır) . Bu mertebeye “âlem-i misâl” tesmiye olunmasının (adlandırılmasının) sebebi budur ki, âlem-i ervâhtan (rûhlar aleminden) her bir ferdin, (şahsın) âlem-i ecsâmda (madde aleminde) zâhir olan (görülen) iktisâb edeceği sûrete (sahib olacağı bedene) mümâsil bir sûret (eş, benzer bir sûret) bu âlemde hâsıl olur (meydana gelir) . Ve tâife  ona “hayâl” derler. Zîrâ, bu sûretlerin müdriki (bu sûretleri idrâk eden, anlayan), kuvve-i hayâliyyedir (hayâl gücüdür) . (Yani bu sûretler hayalimizde meydana gelen sûretlerdir, hayâl ettiğimiz, hayâlimizde canlandırdığımız sûretler)

Muhakkıkîn indinde (hakikâte erenlerin görüşüne göre) “misâl” iki kısımdır: Biri budur ki, kuvve-i hayâliyye-i insâniyye onun idrâkinde (onu anlamada insanlardaki hayal gücü) şarttır. Ve rü’yâda ve tahayyülde (düşünürken, hayâl ederken) zâhir olur (ortaya çıkar) .  O idrâk (anlayış) ba’zan savâb ve ba’zan hatâ olur. Ve ona “misâl-i mukayyed” / ve “hayâl-i muttasıl” derler. İkincisi budur ki, onun idrâkinde kuvve-i hayâliyye (onu anlamada hayâl gücü) şart değildir; belki kuvve-i bâsıra (görme duyusu) dahi idrâk edilebilir. Âyînede (aynada) ve mücellâ (parlak) olan sâir (diğer) şeylerde görünen sûretler gibi. “Misâl”in bu kısmına  “misâl-i mutlak”  ve  “hayâl-i munfasıl”  derler. Zîrâ bunlar, kuvve-i hayâliyyeden (hayâl gücünden) ayrı olarak bi-Zâtihâ (kendi zatıyla) mevcûddurlar. Ervâhın (rûhların) reng-i cesed (beden şekli) ile görünüşü bu kısımdandır. Nitekim ervâh-ı mevtâ (ölmüş rûhlar) sûret-i cismâniyye (madde beden) ile rü’yâda görülür. Ve kâmilin rûhu, sûret-i cismâniyye ahz ederek (madde bedene sahip olarak) kendi muhibbânından (sevenlerinden) birisine zâhir olur (görülür) . Bu zuhûr (meydana çıkış) ve rü’yet (görme) sahîh (gerçek, doğru) ve sevâbdır; bunda aslâ hatâ yoktur. Âlem-i misâle “âlem-i berzah” ve “mürekkebât-ı latîfe” de derler. Ve ba’zıları ervâh ve misâl âlemlerini cem’ edip, (birleştirip)âlem-i melekût” tesmiye ederler (isimlendirilirler) . Âlem-i misâl, âlem-i ervâhın (rûhlar aleminin) feyzini, âlem-i ecsâma (madde alemine) îsâle (ulaştırmada) vâsıtadır. Ve ervâh (rûhlar) ile ecsâm (cisim) arasında bir berzahtır (geçiştir) . Ve berzahiyyeti (arada olması) hasebiyle, her iki âlemin ahkâmını (hükümlerine, şartlarına) da câmi’dir. Zîrâ zâhir (görünür) ve bâtındır (saklıdır) . Ve gayb (gizlilik) ve şehâdet (aşikârlık) arasında hadd-i fâsıldır (ayırıcıdır, hudûttur). Cism-i mürekkeb-i (cisminin bileşiği) maddînin aynı olmadığı gibi, cevher-i mücerred-i aklînin (karışıksız, saf, cevher olan aklın)  dahi aynı değildir. Fakat, hem âlem-i ecsâmın (madde alemin) ve hem de âlem-i ervâhın (ruhlar aleminden)  gayrıdır (başkadır) . Zîrâ ervâha (rûhlara) nisbeten (göre) kesîftir (koyudur, maddedir), ecsâma nisbeten latîftir (maddeye göre şeffaftır) . Lâkin, cevher-i cismânî ve cevher-i aklîye müşâbeheti (benzerliği) vardır. Ecsâma müşâbeheti (maddeye benzerliği) bu cihettendir (yöndendir) ki, ecsâm (cisim) nasıl ki mahsüs mikdârı  (beş duyunun ölçüleri ile hissedilebilir)  ise, âlem-i misâl dahi öylece mahsüs mikdârıdır (beş duyu ölçüleri ile hissedilir) .  Ve mikdâr (ölçü) kemmiyyetten (nicelikten, çokluktan) ve kemmiyyet (nicelik, çokluk) dahi tûl (uzunluk) ve arz (genişlik) ve umktan (derinlikten) ibârettir. Zîrâ âyînede (aynada) görülen bir sûret, hâsse-i basar (görme duyusu) ile idrâk olunur ve tûl (uzunluk) ve arz (genişlik) ve umku (derinliğe) hâizdir (sahiptir) . Ve onun ervâha (rûhlara) müşâbeheti (benzerliği) o cihettendir (yöndendir) ki, ervâh (rûhlar) nasıl latîf (şeffaf) ve rûhânî ise, âlem-i misâl dahi öylece latîf (şeffaf) ve nûrânîdir. Ve o sûretin letâfet (şeffaflığı) ve nûrâniyyetidir ki, el ile dokunulamaz ve bıçak ile kat’ olunamaz (kesilemez) . Ve maddeden mücerred olan (maddeden arınmış, temiz, madde ile alâkası olmayan) zevâtın (kişilerin) suver (sûretleri) ve eşbâh-i (benzerlerini) cismâniyyede (bedende) müşâhedesi, (görülmesi) âlem-i misâlde vâki’ (gerçek) olur. Nitekim Hz. Cibrîl ba’zı vakitlerde, server-i âlem (s.a.v.) Efendimiz’e, ashâb-ı kirâmdan Dihye-i Kelbî sûretinde zâhir olur (görülür) idi. Hızır ve Enbiyâ (Peygamber) (a.s.) ile Evliyâ-yı Kirâm hazarâtının (büyük, ulu Evliyâlarında) müşâhedeleri (görülmeleri) de bu âlemde vâki’ (gerçek) olur. Ve kâmiller, âlem-i misâlde, kendi şekillerini / diğer bir âdemin (insanın) veyâ hayvânın şekline taklîbe (girmeğe) kadirdirler. Ve öldükten ve kayd-ı tenden (madde bedenden) çıktıktan sonra, eşkâl-i muhtelife (çeşitli şekiller) ile kuvvet-i teşekkül (bu şekillere girme kuvveti) onlarda tezâyüd eder. (artar). Rûhun cesed-i beşerî (rûh insanın bedeninden) ve cism-i unsurîden (madde yapıdan) müfârakatinden (ayrılmasından) sonra zâhir olacağı (meydana çıkacağı) âlem-i misâl, bu zikrolunan (adı geçen) âlem-i misâlin ve berzahın gayrıdır (başkadır) .  Zîrâ bu berzah (geçiş) dünyâ ile âhiret arasındadır. Ve neş’et-i dünyeviyyeden (dünyaya gelmeden) evvelki berzah, merâtib-i tenezülden (mertebelerden inmekle) ve neş’et-i düyeviyyeden (dünyada geldikten)  sonraki berzah ise merâtib-i urûcdandır (mertebelerden çıkma yükselmedir). Ervâha (rûhlara) lâhık olacak  (eklenecek)  sûretlerle bu ikinci berzahta zâhir olurlar (meydana gelirler) . Bunlar neş’et-i dünyeviyyeden hâsıl olan (dünyadayken sahip oldukları) a’mâlin sûretleri (amellerin sûretleri) ve ahlâk ve ef’alin (fiillerinin) netâyicidir (neticeleridir).

Gülşen-i Râz’dan:

Tercüme:

“Ten gömleğinden soyunduğun, ya’nî öldüğün vakit, ayıpların ve hünerlerin birdenbire zâhir (aşikâr) olur. İntikal etmiş (geçmiş) olduğun âlem-i berzahta bir vücûdun olur. Lâkin bu dünyâdaki gibi kesîf (madde) değil. Öyle su gibi ondan sûret görünür, ya’nî suya mukabil (karşılık) olan sûret, o suya nasıl mün’akis olursa (aksettirirse) , senin vücûd-ı berzahına (geçici bedenine) dahi amellerinin ve ahlâkının sûretleri öylece in’ikâs eder (yansır) . O berzahta bütün zamâir (sırlar) âşikâr olur. Eğer delîl-i naklî (ispat) istersen  “yevme tublesserâir femâ lehû min kuvvetin velâ nasir”  (Târık, 86/9-10) ya’nî, “O günde nefs-i insânîde (insanın nefsinde) merkûz (yaradılışında mevcûd) olan sırlar âşikâr olur. İnsan için bu hâli def’ edecek bir kuvvet ve nâsır (yardımcı) yoktur. Zîrâ sırlarının âşikâr olması, verilen vücûd-i berzahî (geçici, emanet  vücûdunun) iktizâsındandır” (gereğindendir) âyet-i kerîmesini oku! Ve bu akisten başka senin ahlâkın âlem-i hâs olan (hakiki alemin olan)  berzahın ahvâline  (durumuna) / muvâfık (karşılık) olarak, ecsâm (cisim) ve eşhâs (şahıs) olurlar. Ahlâkın kötü ise suver-i kabîha (çirkin sûret) , iyi ise suver-i hasene (güzel sûret) olup sana refîk (arkadaş) olurlar. Sen, birtakım a’râzdan ibâret (sonradan meydana gelmiş) olan a’mâl (işlerin, fiillerin) ve ahlâkın libâs-ı sûrete (sûret örtüsüne) bürünerek müteayyin olmalarını (meydana çıkmalarını) istib’âd etme (uzak görme) ! Nitekim bu dünyâda kuvvet ve unsurdan (toprak, su, ateş, havadan) mevâlîd-i selâse (maden, bitki, hayvan) zâhir oldu; ya’nî müvellidi’l-humûza (oksijen) , azot, karbon ilh... gibi anâsır-ı basîta (basit unsurlar, elementler) gaz hâlinde bî-sûret (sûretsiz) oldukları halde, tekâsüf edip (yoğunlaşarak) maâdin (madenler) , nebât ve hayvânât sûretlerinde âşikâr oldu. İşte böylece, senin bütün ahlâkın âlem-i cânda (hayatta) ba’zan envâr (nûrlar) ve ba’zan da nîrân (cehennem, ışık, ateş) sûretinde zâhir (aşikâr) olur.

Bu âlem-i misâlin sûretleri, (nuzûl, misâl alemin sûretleri) berzah-ı ahîrin sûretleri hilâfınadır. (urûc, Ahirete geçiş sûretlerinin tersinedir) Berzah-ı evvelde (nuzûlde) zâhir (aşikâr) olan şeyin âlem-i hiss (hissetme) ve şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) zuhûrundan (meydana çıkmasından) mukaddem (önce) görülmesi mümkindir. Nitekim havâs (Evliyâlardan) ve avâmdan (halktan) birçok kimseler rü’yâlarında birtakım vukuât (olay) müşâhede ederler ki, onun eseri ba’dehû (daha sonra), âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) zuhûr eder (meydana çıkar) .  Berzah-ı sânîde (urûc, ikinci berzahta) olan bir şeyin âlem-i şehâdete (şahit olunan aleme) rücûu (geri dönmesi) mümteni’dir (mümkün değildir) . Ya’nî dünyâdan berzah-ı sânîye müntakil (ikinci berzaha urûc etmiş, ahirete göçmüş) olan ervâhın (rûhların) tekrar dünyâya rücûu (geri dönmesi) kabil değildir. Berzah-ı evvelin sûretleri (misal aleminin sûretleri, nuzûl) avâma (halka) rü’yâda ve havâssa ba’zan rü’yâda ve ba’zan uyanıklıkta münkeşif olur (görülürler) . Fakat ahvâl-i mevtâya ıttılâ’ (ölmüşlerin halinden haberdar olmak bilgi edinmek) , aktâb (kutuplar) ve efrâddan (fertlerden) ve ehl-i mükâşefeden (hakikât ehlilerinin) ba’zılarından gayrisine (başkasına) mümkin değildir. Bu sebeple berzah-ı evvele gayb-ı imkânî ve misâl-i imkânî ve ikinci berzaha da gayb-ı muhâlî      misâl-i sânî     misâl-i muhâlî misâl-i imtinâî derler. mürekkebât-ı latîfe   âlem-i melekût    âlem-i berzah“misâl-i mutlak”    “hayâl-i munfasıl”“hayâl-i muttasıl” “misâl-i mukayyed”

<Devam Edecek>

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com

http://gulizk.com
11.04.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail