İkinci
Vasl:
HAKÎKAT-İ İBLÎS
Ma’lûm
olsun ki, İblîs ism-i Mudill’in (mudill
isminin) mazhar-ı
(göründüğü
yer) etemm
(eksiksiz)
ve
ekmeli (en
mükemmel) olan
bir rûhtur. Ve mertebe-i ervâh (rûhlar
mertebesi) ayrılık
ve gayrıyyetten (başkalıktan)
bir
nevi’ (tür)
üzerine
Zât’ın hâriçte (Zât’ın
dışında) zuhûrundan
(ortaya
çıkmasından) ibârettir.
Ve Vâhid’in (tekin)
isneyniyyet
ikilik
dâiresinde
rü’yeti (hissetmesi,
görmesi) bu
mertebeden başlar. Binâenaleyh (nitekim)
ism-i
Mudill’in (mudill
isminin) zuhûr-ı
ahkâmının ibdidâsı
(hükümlerinin, görülmeye başlaması) bu
mertebedir. “Idlâl”
şaşırtmak demektir. Bir vücûdun yekdiğerine muğâyir (uymaz,
aykırı) olarak
iki görülmesi şirk ve şirk
ise
ayn-ı dalâldır (yoldan
sapmadır)
.
Ve
bu tarz-ı rü’yet, (bu
çeşit hissedilişler) kuvve-i
vâhimenin şânıdır (vehim
kuvvetinin marifetidir)
.
İmdi
bu kuvvet, mazhar-ı ism-i Mudill (mudill
isminin görüldüğü yer bu kuvvet) olup,
hakîkât-i İblîs’tir. Zîrâ şânı
“telbîs”tir; (hile,
oyun yapmak, aldatmaktır) ve
“iblîs” ismi de
bundan müştaktır. (türemiştir)
Ve
İblîs bu hâssıyyeti (husûsiyeti,
kuvveti) ile
avâlimi muhîddir (alemleri
ihâta etmiş kuşatmıştır).Ve
onun taht-ı tâbiiyyetinde
(emri altında) lâ-yuad
(sayısız)
ve
lâ-yuhsâ (hesapsız)
ervâh
(rûhlar,
melekler) mevcûttur
ki, cümlesi ıdlâl (şaşırtmaya)
ve
ığvâya (baştan
çıkartmaya) me’mûrdurlar.
Ve bunlar âlem-i tabâyi’de (tabiat
aleminde) cemî’-i
eşyâya (bütün
eşyaya) sârîdir
(bulaşmıştır)
.
(S.a.v.)
Efendimiz’in: “Her kimse
ile berâber bir şeytan doğar ve ben benimle doğan şeytanı İslâm’a
getirdim” buyurmaları,
nefs-i insânîdeki (insan
nefsindeki) “vehm”e
işârettir. Zîrâ, kuvve-i vâhime (vehim
kuvveti) aslâ
kizbden ictinâb
etmez
(yalandan
sakınmaz)
. Ve şânı bi’l-cümle kuvâ üzerine isti’lâdır (bütün
meleklerden kendini üstün görmektir).
Ve vücûdundan eser olmayan bir şeyi mevcûd (var)
ve
hadd-i zâtında mevcûd olan şeyi ma’dûm (yok)
gösterir.
İmdi kuvve-i müfekkire (düşünme
gücü, tefekkür melekesi) aklın
hükmüne tâbi’ olursa, ona “zâkire-i
mütefekkire” ve eğer
vehmin hükmüne tâbi’ olursa ona “mütehayyile”
derler. Hakîkat-ı İblîsiyye, (iblis’in
hakikâti) akl-ı
kül olan hakîkat-ı insâniyyeye (insanın
hakikâti olan akl-ı külle) diğer
/ kuvâ-yı ulûhiyyet (ilâhi
melekler) gibi
ser-fürû (boyun
eğmesi, itaat) etmesi
teklîfine karşı “ennah
hayrun minhü” (A’râf,
7/12)
dedi. Bu cevap, kendisini ayrı görmek demektir. Biri iki görmek ise
vehimdendir.
İşte
İblîs câmi’-i cemî’-i esmâ ve Sıfât-ı İlâhiyye
(ilâhi esma ve sıfâtların hepsini kendinde toplamış) olan
akl-ı külle tâbi’ olmayıp, da’vâ-yı teferrüde (eşsiz
emsâlsiz olma davasında) ve
isti’lâya kıyâm ettiği (üstün
çıkma işine kalkıştığı) ve
biri iki ve mevcûdu (varı)
ma’dûm
(yok)
ve
ma’dûmu (yoku)
mevcûd
(var)
gördüğü
için, Zât-ı Ulûhiyyet onu kuvâ-yı sâire (diğer
melekler) arasından
“fahruc
inneke mines sâğirin” (A’râf,
7/13)
hitâbı ile tard eyledi (kovdu)
. Zîrâ
kuvâ-yı vâhime (vehim
gücü), bi’l-cümle
kuvâya (bütün
meleklere) musallat
olmakla (hükmünü
geçirmekle) berâber,
onlara nazaran kıymetsiz ve küçük bir şeydir. Zîrâ şânı, hakîkate
vusûlden (ulaşmaktan)
men’
etmektir.
İblîs
kendilerine esrâr-ı arzıyye (yerin
esrârını)
ve semâviyye münkeşif (göğü
keşfetmiş) olan
ehl-i sülûku (sâlikleri)
ıdlâl
(şaşırtmak)
için muhayyel (hayâl
olunmuş) olarak
arz ve semâ sûretlerinde zâhir olur (görülür)
.
Ve
hattâ, Tecelliyât-ı Zâtiyyeye de (Zati
oluşumlara da) karışıp,
sâliki ıdlâl eyler (şaşırtır).
Ancak,
sûret-i Muhammediyye’de (Muhammed’in
sûretine) ve
onun vârisleri olan kâmilîn sûretlerinde temessül edemez (karışamaz)
. Zîrâ
(S.A.V.) Efendimiz ile onların vârisleri (mirasçıları)
olan
kâmiller ism-i Hâdî’nin ve İblîs ve tevâbi’i (tayfası)
ise ism-i Mudill’in mazhar-ı etemmleridir (Mudill
isminin eksiksiz tam olarak çıktığı yerdir)
. Ve tecelliyyât-ı Zâtiyye’ye (Zât’ın
tecellilerine de) karışması
Zât-ı ulûhiyyet’in Hâdî ve Mudill isimlerinin her ikisini de câmi’
(bünyesinde
toplamış) olmasındandır.
İblîs’in hakîkâti ism-i Mudill olduğundan ve kalb-i hakayık (kalbi
hakikatler) mümkin
olmadığından, gerek kendi ve gerek tevâbi’i (tayfası),
ism-i
Hâdî’nin mazharına temessül edemez (Hâdî
isminin açığa çıktığı, göründüğü beden sûretine giremez)
.
Hakîkat-i
İblîsiyye hakkında söz çoktur; fakat ehl-i irfân ve zekâya bu desâtîr-i
esâsiyye (esas
olan bu kaideler) kâfîdir.
Üçüncü
Vasl:
HAKÎKAT-I
ÂDEM VE
HAVVÂ
Ma’lûm
olsun ki, “vücûd”
hakîkat-ı insâniyye olan mertebe-i vâhidiyyetten, (manâ
boyutundan) mertebe-i
rûha (esma
mertebesine) tenezzül
ettiği (indiği)
vakit,
üç ma’rifet hâsıl oldu (üç
biliş meydana geldi) ki,
birisi ma’rifet-i nefs (nefsini
bilmek)
,
ya’nî
kendi zâtını ve hakîkatini bilmek, diğeri ma’rifet-i Mübdî, yânî
kendisinin mûcidini (yaratanını)
bilmek;
üçüncüsü mûcidine (yaradanına)
karşı
fakr (fakirliğini,
acizliğini) ve
ihtiyâcını bilmektir. Bu ma’rifet (biliş)
,
gayriyyeti
(başkalıkları)
mutazammındır
(içine
almaktadır)
.
Ve
bu Rûh-ı Muhammedî (s.a.v.)’dir. Nitekim buyururlar:
Ve
bir rivâyette: .................. Diğer ervâh, (rûhlar)
onun
rûh-ı şerîfinin cüz’iyyâtıdır (onun
rûhundan meydana gelmiş cüzler, parçalar, kısımlardır)
.
Onun
için (S.a.v.) Efendimiz’e “Ebu’l-ervâh” (rûhların
babası) dahi
derler. Bu rûh / sûret-i akl-ı küldür ki
“âdem-i hakîki” dir. “Vücûd” akl-ı küllün sağ tarafı ve
“imkân” sol tarafıdır.
Ve Havvâ nefs-i küllün sûretidir ki, akl-ı evvelin dıl’-ı
eyserinden (sol
kaburga kemiğinden) mütekevvin
oldu
(meydana geldi)
.
Ve
bu taayyünât-ı muhtelifenin (çeşitli
oluşumların)
zuhûru (ortaya
çıkması) ve
suver-i mütenevvianın (çeşit
çeşit sûretlerin) tevellüdâtı
(doğumları),
akl-ı
kül ile nefs-i küllün izdivâcından (birleşmesinden)
hâsıl
oldu (meydana
geldi)
. Nitekim, Hak Teâlâ Hazretleri buyurur:
“ya eyyühen
nasüttakü rabbe kümüllezi halekaküm min nefsin vahidetin ve haleka minhâ
zevcehâ ve besse min hümâ rıcâlen kesira ve nisa’e” (Nisâ, 4/1).
Ve bu taayyünât (meydana
gelen varlıklar) içinde
pek çok suver-i fâile (aktif
sûretler) ve
münfaile zuhûra
geldi.
(Pasif
sûretler oluştu). Ve
suver-i fâile ricâl (erkek
olan aktif sûretler) ve
suver-i münfaile de nisâdır (dişi
olan pasif sûretlerdir)
.
Ve
efrâd-ı insâniyyenin (insan
ırkının) sûret-i
fâilesi (aktif
sûretler)olan
rıcâl (erkekler) ve
sûret-i münfailesi (pasif
sûretler) olan
nisâ (dişiler)
ekmel-i
vech (en
kâmil, en mükemmel yüz) ve
ahsen-i takvîm (en
güzel sûret) ile
zâhir oldu (meydana
çıktılar).
İmdi,
efrâd-ı insâniyyenin (insan
ırkının) ebeveyni
(anne
ve babası) Âdem-i
hakîki olan “akl-ı küll ile, Havvâ-yı hakîki olan
“nefs-i küll”dür. Bunlar
Cennet-i Zât’ta, ya’nî mertebe-i Ulûhiyyette mestûr (örtülü,
gizli) idiler.
Kur’ân ki cemî’-i esmâ ve sıfâtı câmi’ olan Zât’tır; (Kur’ân
bütün esmâ ve sıfâtı kendinde toplamış olan Zât’tır) ve
bu taayyünât (varlıklar)
ki,
Zât-ı Ulûhiyyet’in varlığında
hayâlât (hayal)
ve
rü’yâdan ibârettir ve bu keserât (çokluklar)
ve
taayyünât-ı hayâliyye (hayali
varlıklar)
ki, çekirdeğin içindeki ağaç gibi dal budak salıverip, esfel-i sâfîlîne
(aşağıların
en aşağısı olan tabiat alemine) doğru
uzamıştır. Ve mertebe-i Zât’tan baîddir; (uzaktır)
işte
bu şecere (ağaç)
,
Kur’ân’da
mezkûr (adı
geçmiş) olan
şecere-i mel’ûne (lanetlenmiş
ağaç) ve
matrûdedir (kovulmuştur)
. Ve
onun meyvesi ve habbesi (tanesi,
tohumu) zulmet-i
tabîiyyedir.
İmdi,
akl-ı kül ile nefs-i kül bu habbeye
(taneye, tohuma) karîb
(yakın)
olmadıkça
“İhbitû” (ininiz)
(Bakara,
2/36, 38) emriyle Cennet-i Zât’tan, âlem-i sûret
(bedenlenerek)
ve
taayyünâtta
(oluşmakla)
nüzûl
etmediler
(inmediler)
.
Ve
bu şecere-i menhiyyeye (yasaklanmış
ağaca) ve
takarrübleri (yaklaşmaları)
iblîs-i
vehmin (İblis’in
verdiği vehim ile) nefs-i
külle ve nefs-i küllün dahi akl-ı külle galebesi (üstün
gelmesi) ile
vâki’ (gerçek)
oldu
ki, bu âlem-i kesâfette (madde
aleminde) onların
zürriyyâtı (nesilleri)
olan
efrâd-ı âdemiyye (adem
ırkı, insanlar) dahi
her an keserât-ı hayâliyyeye (hayali
çokluklara) ve
Kur’ân’daki şecere-i mel’ûneye (yasaklanmış
ağaca) meftûn
(gönül
vermiş) olmuşlardır.
Hak Teâlâ Hazretleri, bu hakîkate işâreten Kur’ân’ı Kerîm’inde
“leke
inne rabbeke ehata binnâse ve mâ cealnerru’yelleti eraynake illâ
fitneten linnâsi veşşeceratel mel’ûnete fil kûr’ân ve nuhavvi fühüm
femâ yezidühüm illezzuğyanen kebira”
(İsrâ, 17/60)
ya’nî “Ey habîb-i zî-şânım!
Zikr et şu vakti ki, biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in nâsı zât-ı
ulûhiyyeti ile muhîttir”; /
ya’nî onların vücûd-i hakîkîleri (kendi
vücûtları) yoktur;
belki cümlesi zılâl-i esmâiyyemden (esmâlarımın
gölgesinden) ibârettir.
Ve zılâl (gölge)
ise
hayâldir. “Ve bizim sana gösterdiğimiz
rü’yâ ve Kur’ân’da olan şecere-i mel’ûne (yasak
ağaç) nâsa
(insanlara)
fitnedir”, ya’nî sana gösterdiğimiz
bu keserât-ı taayyünât (meydana
gelmiş çokluklar) rü’yâdır.
Nitekim sen bu hakîkati anladın da: ......................
buyurdun. “eraynake”
(İsrâ, 17/60)’
daki “kâf’-ı hitâb”
cemî’i hakayıkı (bütün
hakikatlerin) ve
nisebi câmi’
(sıfatları toplamış) olan
taayyün-i Muhammedîyedir (manâ
mertebesidir)
. Bu
rü’yet (görme)
keyfiyyeti,
râî (gören)
ve
mer’î (görülen)
ister;
bunlar ise kesrettir (çokluktur)
. Ve
bu keserât (çokluklar),
Zât’ta
mütekevvin olan (meydana
gelen) şecere-i
mel’ûnedir (yasaklanmış
ağaçtır)
. “Nuhavvi
fühüm” (İsrâ, 17/60)
“biz onları, ya’nî vücûdları rûh ile nefisten mütekevvin
olan (meydana
gelen) nâstan
(insanlardan)
her
birine “velâ
takrabâ hâzihiş şecerah” (Bakara,
2/35)
diyerek her an tahvif ederiz (korkuturuz)
. “Femâ
yezidühüm illez zugyanen kebira”
(İsrâ, 17/60).
Halbuki bu tahvif muvâcehesinde (korkutma
karşısında) onların
nefisleri iğvâ-yı vehm (vehmin
şaşırtması) ile
rûhlarını kendilerine imâle (meyil)
ederek
o şecere-i mel’ûnenin (yasak
ağacın) semeresi
(meyvası)
olan
zulmet-i tabîiyyeye el
uzatırlar. Binâenaleyh (nitekim),
onların
tuğyânı (azgınlıkları)
büyük
olur, ya’nî vech-i vahdetten (teklik
yönünden) istitârları
(perdelenmeleri)
artar.
İmdi,
ey sâhib-i fıtnat (ey
anlayış sahibi)
! Kur’ân-ı
Kerîm mâzîdeki (geçmişteki)
Âdem
ve Havvâ’dan değil, bizim ahvâl-i rûz-merremizden (her
günkü
halimizden)
bahsediyor.
Biz ise bu vak’ayı (olayı)
mâzîye
ircâ’ (geçmişe
çevirmek) ile,
kendi halimizden gaflet ediyoruz.
ONUNCU
FASIL
MERTEBE-İ
ÂLEM-İ MİSÂL
Bu
mertebe, Zât’ın hâriçte (Zât’ın
dışarıda) gayr-ı
kabil-i tecziye
ve
inkısâm
ve
hark
ve
iltiyâm,
(parçalara ayrılması, bölünmesi, yırtılması, bitişmesi imkânsız)
bir
takım suver (sûretler)
ve eşkâl-i latîfe (lâtif
şekiller) ile
zuhûrudur (ortaya
çıkmasıdır)
.
Bu
mertebeye “âlem-i misâl” tesmiye olunmasının (adlandırılmasının)
sebebi budur ki, âlem-i ervâhtan (rûhlar
aleminden) her
bir ferdin, (şahsın)
âlem-i
ecsâmda (madde
aleminde)
zâhir
olan
(görülen) iktisâb
edeceği sûrete
(sahib olacağı bedene) mümâsil
bir sûret
(eş, benzer bir sûret) bu
âlemde hâsıl olur (meydana
gelir)
.
Ve
tâife ona
“hayâl” derler. Zîrâ, bu sûretlerin müdriki (bu
sûretleri idrâk eden, anlayan), kuvve-i
hayâliyyedir
(hayâl gücüdür)
.
(Yani
bu sûretler hayalimizde meydana gelen sûretlerdir, hayâl ettiğimiz, hayâlimizde
canlandırdığımız sûretler)
Muhakkıkîn
indinde (hakikâte
erenlerin görüşüne göre) “misâl”
iki kısımdır: Biri budur ki, kuvve-i hayâliyye-i insâniyye onun idrâkinde
(onu
anlamada insanlardaki hayal gücü) şarttır.
Ve rü’yâda ve tahayyülde (düşünürken,
hayâl ederken) zâhir
olur (ortaya
çıkar)
. O idrâk (anlayış)
ba’zan
savâb ve ba’zan hatâ olur. Ve ona “misâl-i mukayyed” / ve “hayâl-i
muttasıl” derler. İkincisi budur ki, onun idrâkinde kuvve-i hayâliyye
(onu
anlamada hayâl gücü) şart
değildir; belki kuvve-i bâsıra (görme
duyusu) dahi
idrâk edilebilir.
Âyînede
(aynada)
ve
mücellâ (parlak)
olan
sâir (diğer)
şeylerde
görünen sûretler gibi. “Misâl”in bu kısmına
“misâl-i mutlak” ve
“hayâl-i munfasıl”
derler. Zîrâ bunlar, kuvve-i hayâliyyeden (hayâl
gücünden) ayrı
olarak bi-Zâtihâ (kendi
zatıyla) mevcûddurlar.
Ervâhın (rûhların)
reng-i
cesed (beden
şekli) ile
görünüşü bu kısımdandır. Nitekim ervâh-ı mevtâ (ölmüş
rûhlar) sûret-i
cismâniyye (madde
beden)
ile
rü’yâda görülür. Ve kâmilin rûhu, sûret-i cismâniyye ahz ederek
(madde bedene sahip olarak) kendi
muhibbânından (sevenlerinden)
birisine
zâhir olur (görülür)
.
Bu
zuhûr (meydana
çıkış) ve
rü’yet (görme)
sahîh
(gerçek,
doğru) ve
sevâbdır; bunda aslâ hatâ yoktur. Âlem-i misâle “âlem-i berzah”
ve “mürekkebât-ı latîfe” de derler. Ve ba’zıları ervâh
ve misâl âlemlerini cem’ edip, (birleştirip)
“âlem-i melekût” tesmiye ederler (isimlendirilirler)
.
Âlem-i
misâl, âlem-i ervâhın (rûhlar
aleminin) feyzini,
âlem-i ecsâma (madde
alemine)
îsâle (ulaştırmada)
vâsıtadır.
Ve ervâh (rûhlar)
ile
ecsâm (cisim)
arasında
bir berzahtır (geçiştir)
.
Ve
berzahiyyeti (arada
olması) hasebiyle,
her iki âlemin ahkâmını
(hükümlerine, şartlarına)
da câmi’dir. Zîrâ zâhir (görünür)
ve
bâtındır (saklıdır)
.
Ve
gayb (gizlilik)
ve
şehâdet (aşikârlık)
arasında
hadd-i fâsıldır (ayırıcıdır,
hudûttur).
Cism-i
mürekkeb-i (cisminin
bileşiği) maddînin
aynı olmadığı gibi, cevher-i mücerred-i aklînin (karışıksız,
saf, cevher olan aklın) dahi
aynı değildir. Fakat, hem âlem-i ecsâmın (madde
alemin) ve
hem de âlem-i ervâhın (ruhlar
aleminden) gayrıdır
(başkadır)
.
Zîrâ
ervâha (rûhlara)
nisbeten
(göre)
kesîftir
(koyudur,
maddedir),
ecsâma nisbeten latîftir (maddeye
göre şeffaftır)
.
Lâkin,
cevher-i cismânî ve cevher-i aklîye müşâbeheti (benzerliği)
vardır.
Ecsâma müşâbeheti (maddeye
benzerliği) bu
cihettendir (yöndendir)
ki,
ecsâm (cisim)
nasıl
ki mahsüs mikdârı (beş
duyunun ölçüleri ile hissedilebilir)
ise,
âlem-i misâl dahi öylece mahsüs mikdârıdır (beş
duyu ölçüleri ile hissedilir)
. Ve
mikdâr (ölçü)
kemmiyyetten
(nicelikten,
çokluktan) ve
kemmiyyet (nicelik,
çokluk) dahi
tûl (uzunluk)
ve
arz (genişlik)
ve
umktan (derinlikten)
ibârettir.
Zîrâ âyînede (aynada)
görülen
bir sûret, hâsse-i basar (görme
duyusu) ile
idrâk olunur ve tûl (uzunluk)
ve
arz (genişlik)
ve
umku (derinliğe)
hâizdir
(sahiptir)
.
Ve
onun ervâha (rûhlara)
müşâbeheti
(benzerliği)
o
cihettendir (yöndendir)
ki,
ervâh (rûhlar)
nasıl
latîf (şeffaf)
ve
rûhânî ise, âlem-i misâl dahi öylece latîf (şeffaf)
ve
nûrânîdir. Ve o sûretin letâfet (şeffaflığı)
ve
nûrâniyyetidir ki, el ile dokunulamaz ve bıçak ile kat’ olunamaz (kesilemez)
. Ve maddeden mücerred olan
(maddeden arınmış, temiz, madde ile alâkası olmayan) zevâtın
(kişilerin)
suver
(sûretleri)
ve
eşbâh-i (benzerlerini)
cismâniyyede
(bedende)
müşâhedesi,
(görülmesi)
âlem-i
misâlde vâki’ (gerçek)
olur.
Nitekim Hz. Cibrîl ba’zı vakitlerde, server-i âlem (s.a.v.)
Efendimiz’e, ashâb-ı kirâmdan Dihye-i Kelbî sûretinde zâhir olur (görülür)
idi.
Hızır ve Enbiyâ (Peygamber)
(a.s.)
ile Evliyâ-yı Kirâm hazarâtının (büyük,
ulu Evliyâlarında) müşâhedeleri
(görülmeleri)
de bu âlemde vâki’ (gerçek)
olur.
Ve kâmiller, âlem-i misâlde, kendi şekillerini / diğer bir âdemin (insanın)
veyâ
hayvânın şekline taklîbe (girmeğe)
kadirdirler.
Ve öldükten ve kayd-ı tenden (madde
bedenden) çıktıktan
sonra, eşkâl-i muhtelife (çeşitli
şekiller) ile
kuvvet-i teşekkül (bu
şekillere girme kuvveti)
onlarda tezâyüd eder. (artar).
Rûhun
cesed-i beşerî (rûh
insanın
bedeninden) ve
cism-i unsurîden (madde
yapıdan) müfârakatinden
(ayrılmasından)
sonra
zâhir olacağı
(meydana çıkacağı) âlem-i
misâl, bu zikrolunan (adı
geçen) âlem-i
misâlin ve berzahın gayrıdır (başkadır)
. Zîrâ
bu berzah (geçiş)
dünyâ
ile âhiret arasındadır. Ve neş’et-i dünyeviyyeden (dünyaya
gelmeden) evvelki
berzah, merâtib-i tenezülden (mertebelerden
inmekle) ve
neş’et-i düyeviyyeden (dünyada
geldikten) sonraki
berzah ise merâtib-i urûcdandır (mertebelerden
çıkma yükselmedir).
Ervâha (rûhlara)
lâhık olacak
(eklenecek) sûretlerle
bu ikinci berzahta zâhir
olurlar
(meydana
gelirler)
.
Bunlar
neş’et-i dünyeviyyeden hâsıl olan (dünyadayken
sahip oldukları) a’mâlin
sûretleri (amellerin
sûretleri) ve
ahlâk ve ef’alin (fiillerinin)
netâyicidir
(neticeleridir).
Gülşen-i
Râz’dan:
Tercüme:
“Ten
gömleğinden soyunduğun, ya’nî öldüğün vakit, ayıpların ve hünerlerin
birdenbire zâhir (aşikâr)
olur.
İntikal etmiş (geçmiş)
olduğun
âlem-i berzahta bir vücûdun olur. Lâkin bu dünyâdaki gibi kesîf (madde)
değil.
Öyle su gibi ondan sûret görünür, ya’nî suya mukabil (karşılık)
olan
sûret, o suya nasıl mün’akis olursa (aksettirirse)
, senin vücûd-ı berzahına (geçici
bedenine) dahi
amellerinin ve ahlâkının sûretleri öylece in’ikâs eder (yansır)
.
O
berzahta bütün zamâir (sırlar)
âşikâr
olur. Eğer delîl-i naklî (ispat)
istersen
“yevme
tublesserâir femâ lehû min kuvvetin velâ nasir”
(Târık, 86/9-10)
ya’nî, “O günde nefs-i insânîde (insanın
nefsinde) merkûz
(yaradılışında
mevcûd) olan
sırlar âşikâr olur. İnsan için bu hâli def’ edecek bir kuvvet ve nâsır
(yardımcı)
yoktur.
Zîrâ sırlarının âşikâr olması, verilen vücûd-i berzahî (geçici,
emanet vücûdunun) iktizâsındandır”
(gereğindendir)
âyet-i
kerîmesini oku! Ve bu akisten başka senin ahlâkın âlem-i hâs olan
(hakiki
alemin olan)
berzahın
ahvâline (durumuna)
/
muvâfık (karşılık)
olarak,
ecsâm (cisim)
ve
eşhâs (şahıs)
olurlar.
Ahlâkın kötü ise suver-i kabîha (çirkin
sûret)
,
iyi
ise suver-i hasene (güzel
sûret) olup
sana refîk (arkadaş)
olurlar.
Sen, birtakım a’râzdan ibâret (sonradan
meydana gelmiş)
olan
a’mâl (işlerin,
fiillerin)
ve
ahlâkın libâs-ı sûrete (sûret
örtüsüne) bürünerek
müteayyin olmalarını (meydana
çıkmalarını) istib’âd
etme (uzak
görme)
!
Nitekim
bu dünyâda kuvvet ve unsurdan (toprak,
su, ateş, havadan) mevâlîd-i
selâse (maden,
bitki, hayvan) zâhir
oldu; ya’nî müvellidi’l-humûza (oksijen)
,
azot,
karbon ilh... gibi anâsır-ı basîta (basit
unsurlar, elementler) gaz
hâlinde bî-sûret (sûretsiz)
oldukları
halde, tekâsüf edip (yoğunlaşarak)
maâdin
(madenler)
,
nebât
ve hayvânât sûretlerinde âşikâr oldu. İşte böylece, senin bütün
ahlâkın âlem-i cânda (hayatta)
ba’zan
envâr (nûrlar)
ve
ba’zan da nîrân (cehennem,
ışık, ateş) sûretinde
zâhir (aşikâr)
olur.
Bu
âlem-i misâlin sûretleri, (nuzûl,
misâl alemin sûretleri) berzah-ı
ahîrin sûretleri hilâfınadır. (urûc,
Ahirete geçiş sûretlerinin tersinedir) Berzah-ı
evvelde (nuzûlde)
zâhir
(aşikâr)
olan
şeyin âlem-i hiss (hissetme)
ve şehâdette (içinde
bulunduğumuz alemde) zuhûrundan
(meydana
çıkmasından) mukaddem
(önce) görülmesi
mümkindir. Nitekim havâs (Evliyâlardan)
ve
avâmdan (halktan)
birçok
kimseler rü’yâlarında birtakım vukuât (olay)
müşâhede
ederler ki, onun eseri ba’dehû (daha
sonra), âlem-i
şehâdette (içinde
bulunduğumuz alemde) zuhûr
eder (meydana
çıkar)
. Berzah-ı
sânîde (urûc,
ikinci berzahta) olan
bir şeyin âlem-i şehâdete (şahit
olunan aleme) rücûu
(geri
dönmesi) mümteni’dir
(mümkün
değildir)
.
Ya’nî
dünyâdan berzah-ı sânîye müntakil (ikinci
berzaha urûc etmiş, ahirete göçmüş) olan
ervâhın (rûhların)
tekrar
dünyâya rücûu (geri
dönmesi) kabil
değildir. Berzah-ı evvelin sûretleri (misal
aleminin sûretleri, nuzûl) avâma
(halka)
rü’yâda
ve havâssa ba’zan rü’yâda ve ba’zan uyanıklıkta münkeşif olur (görülürler)
.
Fakat
ahvâl-i mevtâya ıttılâ’ (ölmüşlerin
halinden haberdar olmak bilgi edinmek)
,
aktâb
(kutuplar)
ve
efrâddan (fertlerden)
ve
ehl-i mükâşefeden (hakikât
ehlilerinin) ba’zılarından
gayrisine (başkasına)
mümkin
değildir. Bu sebeple berzah-ı evvele gayb-ı
imkânî ve
misâl-i imkânî ve
ikinci berzaha da gayb-ı
muhâlî
misâl-i
sânî misâl-i
muhâlî misâl-i imtinâî derler.
“mürekkebât-ı
latîfe” “âlem-i
melekût” “âlem-i
berzah” “misâl-i
mutlak” “hayâl-i
munfasıl”“hayâl-i muttasıl” “misâl-i
mukayyed”
<Devam
Edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
http://gulizk.com
11.04.2001
|