7.Bölüm


ONBİRİNCİ   FASIL:

MERTEBE-İ   ŞEHÂDET

Mertebe-i şehâdet, Zât’ın hâriçte (Zâtın dışında) suver-i ecsâm ile (cisimler şeklinde) zuhûrudur (meydana çıkmasıdır) ki, bu sûretler, âlem-i misâl sûretlerinin (misâl alemi şekillerinin) hilâfına (tersine) olarak kabil-i teczie (parçalanabilir) ve inkısâm (bölünebilir) ve hark (yırtılabilir) ve iltiyâmdır (bitişebilir) . Bu mertebeye  “âlem-i şehâdet”  denilmesi emr-i müşâhedede azhar (en aşikâr şekilde) ve havâss-i hamse-i zâhirenin mecmû’u ile mahsûs (görülen, her şeyin beş duyu ile hissedilebilir) olmasından nâşîdir (ötürüdür) .  Zîrâ, âlem-i misâldeki bir sûreti el ile tutup hıfz (muhafaza) ederek, başkalarına da irâe etmek (göstermek) kabil (mümkün) olmadığı halde, / âlem-i şehâdetteki bir sûreti elde tutmak ve başkalarına da göstermek mümkindir. Hükemâ (filozoflar) , suver-i âlemi (âlemin sûretlerini)   zî-rûh  (rûh sahibi) ve  gayr-ı zî-rûh  (rûhsuz) olarak ikiye taksîm ederlerse de, muhakkıkîn indinde (hakikâte erenlerin görüşünde) zî-rûh (rûh sahibi) olmayan hiçbir sûret yoktur. Zîrâ her birinin “mertebe-i vâhidiyyet” te (manâ aleminde) sâbit olan bir “hakîkât”i vardır. Ve bu hakîkât onun müdebbiri (idâre edicisi) ,  mutasarrıfı (tasarruf edeni, bedenini kullanıcısı) ve rûhudur. Ve her bir isim cemî’-i esmâyı câmi’ (bütün esmâları kendinde toplamış) olup “ayn-ı vâhide”den (aynı tekten) ibâret bulunan Mertebe-i Ulûhiyyete delâlet (işâret) husûsunda şirket-i müşâ’a (bütün hisseleri, her şeyleri) ile müşterektirler. Ve her bir ismin o ayn-ı vâhideden (aynı tekten) bir hazzı (nasibi, hissesi) vardır ki, o haz (hisse) diğer isimde yoktur. Meselâ; Mâni’ ismindeki haz (hisse, nasibi) Mu’tî isminde ve Kabız ismindeki haz (hisse, nasibi) Bâsıt isminde yoktur. Ve kabil-i taksîm (taksim edilmesi imkânı) olmayan o ayn-ı vâhide (aynı tekte) Hayy ismiyle de müsemmâ (isimlenmiş) olduğundan, her bir ismin bu isimde de alâ-tarîki’l-müşâ’a (hisseleri ayrılmaksızın) iştirâkleri vardır. Velâkin, eser-i hayâtın kemâliyle zuhûruna (meydana çıkmasına) cümlesinin taayyünü (bütün hepsinin oluşumları) müsâid olmadığından, kiminin hayâtı bâtın (gizli) ve kiminin hayâtı zâhir (aşikâr) ve kiminin hayâtı hayvanda olduğu gibi azhar (en aşikâr) ve kiminin hayâtı dahi insanda olduğu gibi azhar ve ekmeldir. (en aşikâr ve en mükemmeldir) Zîrâ  “ayn-ı vâhide”  (aynı tek) olan Hak, kendi esmâsından herhangi birisinde tasarruf (kullanma, idare etme) buyurursa bu müşâ’iyyet (hisseleri ayrı olmama hali) kalmaz, mutlaka o ismin ahkâmı (hükmü) zâhir (aşikar) olur. Çünkü Hak Teâlâ âlemde tasarruf-ı mutlak sâhibidir (mutlak idare edendir) ve vücûdda ve tasarrufta aslâ şerîki (ortağı) yoktur.

Âlem-i şehâdete,  âlem-i kevn ü fesâd  dahi derler. Zîrâ  “kevn”  bir sûretin hudûsünden (sonradan var olmasından) ve  “fesâd”  dahi bir sûretin in’idâmından (yok olmasından) ibârettir. Meselâ su kaynatılınca buhar olur ve onun sûret-i mâyi’iyyeti (akıcılığı) fenâya (yokluğa) gider ki, bu keyfiyyet fenâ (yok olma) ve fesâddan (bozulmadan, dağılmadan) ibârettir. Ve ba’dehû (daha sonra), ondan bir sûret-i havâiyye peydâ olur (hava ile ilgili bir sûret meydana gelir) ;  buna da  “kevn”  derler. Ve kezâ mum yandıkda onun şekli fânî yok olur; bu  “fesâd”dır  (bozulmadır) . Fakat ondan başka bir madde-i havâiyye husûle gelir (havaya ait başka bir madde meydana gelir) ; bu da  “kevn”dir.  Binâenaleyh (nitekim), âlem-i şehâdette bir  “fesâd”  (bozulma) için bir  “kevn”  ( meydana geliş) lâzım olur; ya’nî her bir sûret-i fâsideden (yok olan sûretten) sonra bir sûret-i kâine peydâ olur. (yeni bir sûret meydana gelir)

Birinci Vasl:

CEVHER   VE   ARAZ

Ma’lûm olsun ki, suver-i âlem-i şehâdetin kâffesi (şehadet alemin sûretlerinin hepsi)  “araz”dan  ibârettir. Ve araz  “iki zamanda / bâkî (mevcût) ve kendi vücûdu ile kaim (var) olmayan şey”e  derler. Meselâ mütekellimîn (kelâmcılar) ve erbâb-ı fikr (fikir sahipleri) ve nazardan (görüşten) ibâret olan mütefenninîn (fen bilginleri) bir şeyi ta’rîf ederken, a’râzdan ibâret olan  “hudûd”unu  (sınırını) zikrederler. Halbuki bir şeyin hudûd-ı zâtiyyesi, (zâtının sınırları) o şeyin aynıdır, gayrı (başka) değildir. Meselâ “araz”ın mukabili (karşılığı) olan  “cevher”i  ta’rîf ettikleri esnâda; cevher  “kendi zâtı ile kaim (var) olan şeydir”  derler. Halbuki  “kıyâm” (var olma, ayakta durma) arazdır. Cevher olmasa, kıyâmı ayrıca göstermek mümkin değildir. Kıyâm böyle araz olmakla berâber, cevherin aynı ve hakîkatidir. Zîrâ cevher bu  “had”  (sınır) ile sâir (diğer) şeylerden ayrılır. Ve bu hadd-i zâtî, (zâtının sınırları) mahdûd (belli) olan cevherin aynıdır. Ve kezâ insanı ta’rîf ettikleri sırada: “İnsan nutuk sâhibi olan hayvandır”  derler. Bu ta’rîfte zikrolunan   “nâtıkıyyet”,  (konuşuculuk)  “sahâbet”  (sahiplilik) ve  “hayvâniyyet”  insanı sâir eşyâdan (diğer şeylerden) ayıran birer haddir (sınırdır) . Halbuki  “nutk” (konuşma) arazdır.  “Sâhib”in  ma’nâsı nisbet (sıfat) olduğundan o da arazdır. Bu ta’rîfte yalnız bir  “hayvan”  kaldı. Hayvanı da ta’rîf ettikleri vakit,  “hayvan cism-i nâmî-i hâssâstir; (hayvanın cismi gelişir ve duygu sahibidir) ve irâdesi ile hareket eder”  derler. Bu ta’rîfte zikrolunan cismiyyet (cisim olma) , nümüvv (gelişme) , hassâsiyyet (duyguları olma) , irâde ve hareket, hayvanı sâir eşyâdan ayıran onun bir haddi (sınırı) olmakla, cümlesi arazdır. Zîrâ  “cisim”  eb’âd-ı selâseyi (üç boyutluluğu) kabul eden bir cevher-i mütehayyizdir (yer, mekân işgal eden bir cevherdir) . Halbuki  “eb’âd-ı selâse” (üç boyut) ,  ya’nî  “uzunluk”,  “enlilik”  ve  “derinlik”  ve  “kabûl”  ve  “tahayyüz”  (mekân işgal etme) hep arazdır. Çünkü bunların cümlesi maânî-i ma’küledir; (akıl ile idrâk edilen manâlardır) ve cisim olmayınca görünmezler.  “Cisim”  dahi arazdır, çünki tahayyüz olmayınca (yer kaplamayınca) görünmez.  “Nümüvv”  (büyümede) de arazdır; çünkü asl üzerine zâiddir (ilâvedir) .  “His”  de arazdır; çünki his, idrâktir, idrâk ise arazdır.  “Hareket”  de arazdır; zîrâ  “sükûnet”  üzerine zâiddir (ilâvedir) .  Ve kezâ  “irâde”  dahi arazdır; çünkü o da asıl üzerine zâiddir (ilâvedir) . İşte görülüyor ki, cevher kendi  “hudûd”unu  teşkîl eden a’râzın hey’et-i mecmûasından (tamamından) ibârettir. Cevherin hudûdu (sınırı) ise kendi zâtıdır. Binâenaleyh (nitekim), / cevher dahi ayn-ı a’râz olur.

“Araz”  iki zamanda bâkî (devamlı) olmayan şey olduğuna göre, bir kilo su alıp bir kaba vaz’ etsek (koysak) , ânen-fe-ânen (git gide) tenâkus ettiğini (noksanlaştığını) görürüz; zîrâ tebahhur eder (buharlaşır) , su iki zamanda bâkî (devamlı) kalmaz. Kezâ elimize aldığımız bir zerre hâmız-ı kibrît (asit sülfirik) için yazdığımız işâret-i kimyeviyye o dakîka için doğrudur; bir zaman sonra o işâret-i kimyeviyye artık elimizdeki o zerrenin işâreti değildir. Zîrâ o zerre, iki zamanda bâkî (devamlı) kalmayan arazdır.

Ve’l-hâsıl âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) görünen sûretlerin kâffesi (hepsi) araz olduğu  cihetle (yönüyle) ,  bu âlemin hey’et-i mecmûası (tamamı) a’râzdan ibâret olmuş olur. Halbuki mütekellimîn  (kelâmcılar),  “Araz iki zamanda bâkî (devamlı, sonsuz) kalmaz ve cevher ise zamanlarda bâkî (devamlı) kalır”  derler. Sonra da bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu üzere, cevheri arazlar ile ta’rîf edip onun haddini (sınırını) bu arazlar ile ta’yîn ederler (belirlerler) .  Bu ise açıktan açığa tenâkuz (noksanlık) olduğu halde, farkına varamazlar. İşte akıl ve zekâ-yı beşerin (insanın aklı ve zekâsı) teyakkuz (dikkâtliliği) ve intibâhı (uyanıklılığı) bu kadardır. Aklın bir mes’elede intibâhı (uyanıklılığı) olsa, diğer mes’elede gaflete düşer. Onun âlem-i hakîkate doğru yürüyüşü  “düşe kalka”  ta’birine mâ-sadaktır (uygundur) . Âlem-i tecellîye (oluşmuş aleme) nazaran (bakarak,göre), âlem-i şehâdet (görülen alem) dediğimiz şey, birtakım a’râzın hey’et-i mecmûası (arazın tamamı) olup, ânen-fe-ânen (gittikçe)  mütebeddildir (değişmektedir) . Ve âlemde hiçbir şey, kendi nefsi ile kâim (var olan) bir cevher değildir. Ve kendi  “ayn”ında,  kendi  “ayn”ı  ile kâim (var) olan mevcûd, ancak kendi zâtı ile kaim (var) bulunan vücûd-ı mutlak-ı Hak’tır. Ve eşyâ-yı sâire (diğer şeyler) kendi vücûdlarıyla ademiyyet (yokluk) üzere olup her anda o vücûd-ı mutlak ile  “halk-ı cedîd”  (yeniden oluşum) içindedir.

İkinci  Vasl:

TECEDDÜD-İ   EMSÂL

Âlem-i şehâdet (içinde bulunduğumuz âlem) , esmâ-i ilâhiyye muktezâsında (ilâhi isimlerin gereği) olarak ale’d-devâm mevcûd (devamlı sûrette var) ve ma’dûm (yok) olur. Zîrâ Mûcid, Muhyî, Mübdî, Rahmân, Mün’im, Musavvir, Hâlık ve Kayyûm ve bunun emsâli esmâ, mevcûdâtın vücûdunu ve mezâhirin (açığa çıktığı, göründüğü yerin) zuhûrunu iktizâ eder (meydana gelmesi için lâzımdır) . Ve Mümît, Dârr, Kahhâr, Kabız, ferd ve Vâhid ve bunun emsâli esmâ dahi mezâhirin (tecelli yerin, vücûdun) ademiyyetini (yok olma, yokluk halini) ve hafâsını iktizâ eder (gizliliğine lâzımdır) . Suver-i âlemin kâffesi (âlemin sûretlerinin hepsi) dâimâ halk-ı cedîd / (devamlı olarak yeniden oluş) içindedir. Her lahza (an) başka başka halk ve yeni vücûd gelir. Ve her tarfetü’l-ayn (göz açıp kapama anı) içinde îcâd (yaratma) ve i’dâm-ı dîğer vâki’dir (diğerlerinin ölümleri gerçekleşir) . Ve lâkin bu îcâd (yaratma) ve i’dâm (ölme) feyz-i rahmânînin sür’at-i inkızâ ve teceddüdü (bitiş ve yenilenişin hızı) hasebiyle idrâk olunmaz. (anlaşılmaz)  Ve bu sür’at sebebiyle, suver-i eşyânın (her şeyin) istikrâr üzere olduğu zannolunur. Sür’at-i teceddüd (yenilenme hızı) ve feyz-i rahmânî bir sûretle vâki’ olur ki, gitmenin ve gelmenin idrâki (anlaşılması) mümkin olmaz. Ve belki gelmek gitmenin ve gitmek dahi gelmenin aynıdır. Vücûd (mevcûd) ile adem (yok) arasına zaman mütehallil (girmiş) olmaz ki, onun ademiyyeti (yokluğu) melhûz (düşünülmüş) olabilsin.

Ve’l-hâsıl suver-i kâinattan (kâinattaki sûretlerden) hiçbir sûret, iki anda bâkî (devamlı) kalmaz. Fakat sûret-i zâile (güçsüz, zayıf sûretler) , sûret-i hâdisenin (meydana yeni gelmiş sûretlerin) müşâbihi (benzeri) olduğundan his bu tebeddüle muttali’ olamaz (değişikliği anlaşılmaz) .  Zîrâ, âlemin hey’et-i mecmûası (tamamı) bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu üzere arazdan ibârettir ve araz ise iki zamanda bâkî (devamlı) kalmaz. Vücûd-ı mümkinât (izâfi vücûtlar) onların sûretiyle Hakk’ın zuhûrundan (Hakk’ın ortaya çıkmasından) ibârettir. Ve bu zuhûr (meydana çıkma) ise, tecellî-i Hak’tır. (Hakk’ın oluşumudur) Tecellî-i Hakk’ta baka (Hakk’ın oluşumlarında devamlılık, sebât) yoktur; tekrâr dahi yoktur. Zîrâ  külle yevmin hüve fî şe’n”  (Rahmân, 55/29) âyet-i kerîmesi mûcibince Hak, her anda bir şe’n-i dîğerdedir. Binâenaleyh (nitekim), vücûd-ı mutlak-ı Hak, her kâinin (var olanın) ayn-ı sâbitesinden (ilmi sûretinden manâsından) her anda zâhir (görünüp aşikâr) olarak sûret-pezîr (sûret kabul edici (sûretlenmiş) olur. Ve ân-ı sânîde (ikinci anda) o ayn-ı sâbiteden (ilmi sûretten, manâdan) o vücûd bâtın (gizli) ve o sûret zâil (geçici) olur. Ve bu hal böylece müteselsilen (zincirleme) gider. Ve zâilât (yok olup gidenler) ile kâinât (var olanlar) arasında kadr-i müşterek (eşit değerde, müşterek) ayn-ı sâbitedir. (ilmi sûrettir) Ve ayn-ı sâbite (ilmi sûret, manâ) hakîkat-i şahsiyyedir. (şahsın hakikâtidir) Bu kevn ü fesâd (yok ve var olmalar) içinde hakîkat-ı şahsiye (insanın hakikati) bâkîdir. (devamlı sonsuzdur) Mutî (itaat eden) ve âsî (karşı gelen) ve müsâb (sevap kazanmış) ve muazzeb olan (azaba uğrayan) bu hakîkat-ı şahsiyyedir (şahsın hakikatidir) .  Onun hayâl-i zâilden (geçici hayâlden) ibâret olan vücûd-ı kevnî-i maddîsine (sonradan yaratılmış madde yapısına, bedenine) aslâ i’tibâr (önemi) yoktur. Zîrâ madde dediğimiz şey, sırf emr-i i’tibârîdir (gerçekte var olmayıp var kabûl edilen husûstur) . Ve a’yân-ı sâbite suver-i ilmiyyeden (ilmi sûretlerden manâlardan) ibâret olduğundan, aslâ kendi mertebesinden münfekk (ayrı) değildir. ........ Ya’nî “a’yân-ı sâbite râyiha-i vücûdu (vücût kokusu) koklamamıştır” dediklerinin ma’nâsı budur. Vücûd-ı mutlakın mahall-i tecelliyâtı (oluştuğu yer) a’yân-ı sâbitedir. Zîrâ evvelâ “ilim”, sonra, “fiil” zuhûr eder. İlim olmayınca fâil (yapan) ve sâni’ (yapıcı) neyi işleyecek ve tasnî’ edecektir (yapacaktır)?

MİSÂL: Kendisinde sıfat-ı ressâmiyyet (ressamlık vasfı) bulunan bir kimse, bir levha tersîm (çizeceği tasvîr) edeceği vakit, evvelâ ilminde o levhanın / hey’etini ve krokisini istihzâr (hazır) eder. Ondan sonra sûret-i ilmiyyesini (ilmindeki sûretleri) levhaya nakşeyler (işler). Ve her istediği vakit, bu levhanın yüz mislini tersîm eyler (çizer) . Bu levha mahvedilse (bozulsa) , yine onların mislini (benzerini) vücûda getirir. Onun ilminde olan resmin sûreti ise dâima sâbit (var) olup aslâ ressâmın ilminden münfekk (ayrı) olmaz. Ve o sûret-i ilmiyye (ilmi sûret) aslâ vücûd-ı hâricî kokusunu koklamaz. Ve ilm-i ressâmda (ressamın ilminde,şuûrunda) levhanın sûreti mürtesim (çizilmiş) olmadıkça  ressâmdan fiil-i tersîm (çizme fiili) zâhir olmaz (meydana gelmez).

Üçüncü Vasl:

İSTİ’DÂD-I   MEC’ÛL

İsti’dâd iki nevî’dir: Birincisi isti’dâd-ı gayr-ı mec’ûldür (meydana çıkmamış istidâttır) ki, yukarıda îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, bu isti’dâd her bir ayn-ı sâbitenin (ilmi sûretin) iktizâ-yı zâtîsinden (zâtının gereğinden) ibâret olup “ Kün!” emriyle, mertebe-i ilimde tekevvün ederler (oluşurlar) .  “Ve mâ emrunâ illâ vâhidetün kelemhi bil besar”  (Kamer, 54/50) âyet-i kerîmesi bu mertebeye işârettir.

Dîğeri isti’dâd-ı mec’ûldür (meydana çıkmış istidâttır) . Bu isti’dâd dahi mertebe-i şehâdette her bir ayn-ı sâbitenin (ilmi sûretin) mir’âtı (aynası) ve mazharı (göründüğü yer) olmak üzere tekevvün eden (oluşan) her bir sûret-i kesîfenin (yoğunluk kazanmış sûretlerin) ba’de’l-istihâlât (bir halden bir hale geçişlerden sonra) kemâle vusûlüdür (olgunluğa ulaşmasıdır).Zîrâ, tabîatta mütekevvin (meydana gelmiş) olan her bir sûret-i kaide-yi tekâmüle (tekâmül etme olgunlaşma kaidesine) tâbi’dir. ........ ile bu hakîkate işâret olunmuştur.

MİSÂL: İnsanda isti’dâd ve kabiliyyet-i tekellüm (konuşma kabiliyeti) onun iktizâ-yı zâtîsi (zâtının gereği) olduğundan gayr-ı mec’ûldür (meydana çıkmamıştır) . Fakat, bu tevellüdünü (doğumunun) müteâkib (hemen arkasından) tekellüm edemez (konuşamaz); zîrâ bünyesi müsâid değildir. Tevâlî-i (geçen) zaman ile, bünyesine isti’dâd ve kabiliyyet geldikten sonra tekellüm edebilir (konuşabilir) . Bu isti’dâd ve kabiliyyet ise ânen-fe-ânen (git gide) vâki’ olan tekâmül (gelişmesi, olgunlaşması) netîcesinde hâsıl (var) olur; bu da mec’ûldür (meydana gelmiştir) .  Bundan anlaşılıyor ki, isti’dâd-ı gayr-ı mec’ûlün (meydana gelmemiş istidâdın) zuhûru, (meydana çıkışı) isti’dâd-ı mec’ûlün (meydana gelmiş istidâdın) inkişâfına (aşikâr olmasına) mütevakkıftır (bağlıdır) . Ta’bîr-i dîğerle (başka bir deyişle) denilebilir ki, rûhun zuhûr-ı kemâlâtı (rûhun kemâlinin açığı çıkması) cismin kemâline vâbestedir (bağlıdır) . Aksi halde rûhun kemâlâtı bâtında (gizli) kalır. İmdi esbâb-ı zâhiriyye (görünen dış sebepler) isti’dâdât-ı zâtiyyeye mensûb (zâtın istidâdına ait) olan şuûnâttır (işlerdir) . Binâenaleyh (nitekim), esbâbı (sebebi) tevlîd eden (doğuran) isti’dâdât ve kabiliyyât-ı zâtiyyedir (zâtın kabiliyet ve istidâdıdır). Mumun sebeb-i işti’âli, (yanma sebebi) onun kabiliyyet ve isti’dâdıdır. Taş olsa işti’âl etmezdi (yanmazdı) ; zîrâ taşta bu isti’dâd ve kabiliyyet yoktur.

Dördüncü Vasl:

TABÎAT

Ma’lûm olsun ki, fezâda menfûh (üflenmiş) olan nefes-i Rahmânî Ulûhiyyetin zâhiri (görünümü) olan “tabîat” üzerine vâki olur (gerçekleşir). Dest-gâh-ı (dokuma tezgâhı gibi olan) tabîat, bu nefesi nesc edip (dokuyup) envâ’-ı sûrete ifrâğ eder (çeşitli sûretlerde fertler meydana getirir) . Binâenaleyh (nitekim), fezâda “halâ”  (boşluk) yoktur. Belki kuvâ-yı tabîiyye (tabiat melekleri) ile mâlâ-mâldır (dopdoludur) ki, bu kuvâya (kuvvetlere, meleklere)  “melâike-i tabîiyyûn ve âliyyîn” derler. Bunların Âdem’e secde ve ser-fürû (boyun eğme, itiât) ile emrolunmadıkları bâlâda (yukarıda) zikr olundu.

İmdi “tabîat”ın zâtı, yekdiğerinin (birbirinin) zıddı olan dört esâsın hey’et-i mecmûasından (tamamından) ibârettir ki, onlar da   “harâret” (ısı) ,  “bürûdet,”  (soğukluk)  “yubûset” (kuruluk) ve “rutûbet”tir (nemdir) . Gerçi yubûset (kuruluk) harâretten (ısıdan) ve rutûbet (nem) dahi bürûdetten (soğukluktan) neş’et ederse (meydana gelse) de, yubûset (kuruluk) harâretin (ısının) ve rutûbet (nem) dahi bürûdetin (soğukluğun) aynı değildir. Her birinin kendi mertebelerindeki iktizâât (gerekleri) ve ahkâmı (kanûnları) başka başkadır. Tabîat mertebe-i Ulûhiyyetin zâhiri (Ulûhiyet mertebesinin göründüğü yer) olup, suver-i unsuriyyenin (basit cisimlerin sûretleri) mensûc (dokunmuş, örülmüş) olduğu bir dest-gâh (dokuma tezgâhı) olup, onların bâtınıdır (gizlisidir, rûhudur) . Erkân-ı tabîat (hararet, soğukluk kuruluk, rutûbet) mahsûs (duyu organları ile hissedilebilir) ise de, mer’î (görülen) değildir. Yalnız sûret-i unsuriyyeye (unsûr olan sûretlerle) taalluku  (alâkalı olduğu) âsârıyla (eserleriyle) meşhûd olur (görülür) . Suyun incimâdını (donduğunu) gördüğümüz yerde bürûdetin (soğukluğun) ve buzun eridiğini gördüğümüz  yerde de harâretin olduğuna hükmederiz.  Ve bunları bâsarımız (gözümüz) görmediği halde, vücûdumuz hisseder. İmdi tabîat, Ulûhiyyetin zâhiriyyeti (Ulûhiyetin göründüğü yer) olmakla berâber, hakîkat-ı vâhideden (tek hakikâtten)  ibârettir. Ve yekdîğerine (birbirine) zıt birtakım keyfiyetleri hâiz olan ecsâm-ı tabîiyye (tabiat cisimleri), o hakîkat-ı vâhideden (tek hakikâtten) zâhir (aşikâr) olup türlü türlü eşkâlde (şekilde) zâhir olur (görülür) . Binâenaleyh (nitekim), tabîat ve tabîatten zâhir olan (meydana gelen) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabiat cisimlerinin) hey’et-i mecmûası (tamamı) , hakîkat cihetinden (yönünden) ayn-ı vâhidedir (aynı tektir) ve taayyün (oluşum) ve eşkâl (şekli) cihetinden (yönünden) de, uyûn-ı kesîredir (çokluk görüşüdür) . Ve bu suver-i tabîiyye, (tabiat sûretleri) ayn-ı vâhidenin (aynı tekin) taayyünât-ı muhtelifesi (oluşumları çeşitli) olduğu için, sâha-i taayyünâtta (meydana geliş sahasında) mevcûd olmayan bir şey, tabîattan zuhûr ettikde (meydana çıktığında) veyâhut ecsâm-ı mevcûdeden (cisimlerden) birtakımı bozulup ma’dûm (yok) oldukda, o tabîat ne eksilir, ne de ziyâdeleşir (artar) . Belki bu hal, letâfetten (şeffaflıktan) kesâfete (koyuluğa, maddeye) ve kesâfetten (koyuluktan, maddeden) letâfete (şeffaflığa) intikaldir (geçiştir) . Binâenaleyh (nitekim), zuhûr eden sûretler, adem-i mahzdan  (yokluktan) gelmez. Ve ma’dûm (yok) olan sûretler dahi  adem-i mahza (yokluğa) gitmez. Onların vücûd (varlıkları) ve / ademleri (yoklukları) izâfîdir (bir varlığa bağlıdır).

İlm-i hikmet ve kimyâya vâkıf olanların nazarında (görüşünde) bu hakîkat pek bârizdir (açıktır) . Meselâ bir mum bitinceye kadar iş’âl edildikde (yandığında) , gerçi mumun şekli kaybolur; velâkin onun kesîf (katı) olan sûreti gaza inkılâb eder (döner) .  Ve bi’l-farz yirmi dirhem ağırlığında bir mum yandığı vakit, yine yirmi dirhem ağırlığında başka mevâdda tahavvül etmiş (başka maddeye dönüşmüş) olur. Mumun vücûdu tabîatta tekevvün ettiği (oluştuğu) vakit, o tabîat ziyâdeleşmediği (fazlalaşmadığı) gibi, kaybolduğu vakit de eksilmemiş olur. Tabîattan zâhir olan (ortaya çıkan) şey, tabîatın gayrı (başka) değildir. Çünkü tabîattan zâhir olan (meydana gelen) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabiat cisimlerinin) hey’et-i mecmûası (tamamı) , hakîkat cihetinden (varlığı yönünden) ayn-ı vâhidedir (aynı tektir) .Ve tabîat kendisinde zâhir olan (meydana gelen) şeyin de aynı değildir. Çünkü bi’l-farz (farz edelim),tabîattan zâhir olan (meydana gelen) bir ateş parçasını aldığımız vakit, bu sıcak ve kurudur ve bir buz parçasını aldığımızda dahi bu soğuk ve kurudur, diye hükmederiz. İmdi ateş, buzun aynı olmadığı halde, tabîat bu iki muhtelif şey arasında kuruluğu cem’ etmiş, (toplamış), fakat sıcaklık ile soğukluğu ayırmıştır. Böyle olunca elbette tabîat onların aynı olamaz. Çünkü tabîat, yekdîğerine (birbirine) zıd olan erkân-ı erbaayı câmi’dir. (harâret, soğukluk, kuruluk, rutûbeti toplamıştır) Tabîat, mertebe-i ilm-i ilâhide (Allah’ın ilminde) sâbit (var) olan suver-i esmâiyyenin (esmâ sûretlerinin) intıbâına (uyanıklılığına) müsâid bir âyîneden (aynadan) başka bir şey değildir. Ve o âyînenin (aynanın) vücûdu dahi, Zât-ı latîfe-i (Zâtın şeffaflığı) Hakk’ın kesâfeti (Hakk’ın yoğunlaşması) ile mevcûd olduğu için zâhiridir (dış yüzü, görünüşüdür).

<Devam Edecek>

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com

http://gulizk.com
18.04.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail