ONBİRİNCİ
FASIL:
MERTEBE-İ
ŞEHÂDET
Mertebe-i
şehâdet, Zât’ın hâriçte (Zâtın
dışında) suver-i
ecsâm ile
(cisimler şeklinde) zuhûrudur
(meydana
çıkmasıdır) ki,
bu sûretler, âlem-i misâl sûretlerinin (misâl
alemi şekillerinin) hilâfına
(tersine) olarak
kabil-i teczie (parçalanabilir)
ve
inkısâm (bölünebilir)
ve hark (yırtılabilir)
ve
iltiyâmdır (bitişebilir)
.
Bu mertebeye “âlem-i şehâdet”
denilmesi emr-i müşâhedede azhar (en
aşikâr şekilde) ve
havâss-i hamse-i zâhirenin
mecmû’u
ile
mahsûs
(görülen, her şeyin beş duyu ile hissedilebilir) olmasından
nâşîdir (ötürüdür)
. Zîrâ, âlem-i misâldeki
bir sûreti el ile tutup hıfz (muhafaza)
ederek,
başkalarına da irâe etmek (göstermek)
kabil
(mümkün)
olmadığı
halde, / âlem-i şehâdetteki bir sûreti elde tutmak ve başkalarına da göstermek
mümkindir. Hükemâ (filozoflar)
,
suver-i
âlemi (âlemin
sûretlerini) “zî-rûh” (rûh
sahibi) ve
“gayr-ı zî-rûh” (rûhsuz)
olarak
ikiye taksîm ederlerse de, muhakkıkîn indinde (hakikâte
erenlerin görüşünde) zî-rûh
(rûh
sahibi) olmayan
hiçbir sûret yoktur. Zîrâ her birinin “mertebe-i vâhidiyyet” te (manâ
aleminde) sâbit
olan bir “hakîkât”i vardır. Ve bu hakîkât onun müdebbiri (idâre
edicisi)
, mutasarrıfı
(tasarruf
edeni, bedenini kullanıcısı) ve
rûhudur. Ve her bir isim cemî’-i esmâyı câmi’ (bütün
esmâları kendinde toplamış) olup
“ayn-ı vâhide”den (aynı
tekten) ibâret
bulunan Mertebe-i Ulûhiyyete delâlet (işâret)
husûsunda
şirket-i müşâ’a (bütün
hisseleri, her şeyleri) ile
müşterektirler.
Ve
her bir ismin o ayn-ı vâhideden (aynı
tekten) bir
hazzı (nasibi,
hissesi) vardır
ki, o haz (hisse)
diğer
isimde yoktur. Meselâ; Mâni’ ismindeki haz (hisse,
nasibi) Mu’tî
isminde ve Kabız ismindeki haz (hisse,
nasibi) Bâsıt
isminde yoktur. Ve kabil-i taksîm (taksim
edilmesi imkânı) olmayan
o ayn-ı vâhide (aynı
tekte) Hayy
ismiyle de müsemmâ (isimlenmiş)
olduğundan,
her bir ismin bu isimde de alâ-tarîki’l-müşâ’a (hisseleri
ayrılmaksızın)
iştirâkleri
vardır. Velâkin, eser-i hayâtın kemâliyle zuhûruna (meydana
çıkmasına) cümlesinin
taayyünü
(bütün hepsinin oluşumları) müsâid
olmadığından, kiminin hayâtı bâtın (gizli)
ve
kiminin hayâtı zâhir (aşikâr)
ve
kiminin hayâtı hayvanda olduğu gibi azhar (en
aşikâr) ve
kiminin hayâtı dahi insanda olduğu gibi azhar ve ekmeldir. (en
aşikâr ve en mükemmeldir) Zîrâ
“ayn-ı vâhide” (aynı
tek) olan
Hak, kendi esmâsından herhangi birisinde tasarruf (kullanma,
idare etme) buyurursa
bu müşâ’iyyet (hisseleri
ayrı olmama hali)
kalmaz,
mutlaka o ismin ahkâmı (hükmü)
zâhir
(aşikar)
olur.
Çünkü Hak Teâlâ âlemde tasarruf-ı mutlak sâhibidir (mutlak
idare edendir) ve
vücûdda ve tasarrufta aslâ şerîki (ortağı)
yoktur.
Âlem-i
şehâdete, “âlem-i kevn
ü fesâd” dahi derler. Zîrâ
“kevn” bir sûretin
hudûsünden (sonradan
var olmasından) ve
“fesâd” dahi bir sûretin
in’idâmından (yok
olmasından) ibârettir.
Meselâ su kaynatılınca buhar olur ve onun sûret-i mâyi’iyyeti (akıcılığı)
fenâya
(yokluğa) gider
ki, bu keyfiyyet fenâ (yok
olma) ve
fesâddan (bozulmadan,
dağılmadan) ibârettir.
Ve ba’dehû (daha
sonra),
ondan
bir sûret-i havâiyye peydâ olur (hava
ile ilgili bir sûret meydana gelir)
; buna
da “kevn” derler. Ve kezâ mum yandıkda onun şekli fânî yok
olur;
bu “fesâd”dır
(bozulmadır)
.
Fakat
ondan başka bir madde-i havâiyye husûle gelir (havaya
ait başka bir madde meydana gelir)
;
bu
da “kevn”dir.
Binâenaleyh (nitekim),
âlem-i
şehâdette bir “fesâd”
(bozulma)
için
bir “kevn” (
meydana geliş) lâzım
olur; ya’nî her bir sûret-i fâsideden (yok
olan sûretten) sonra
bir sûret-i kâine peydâ olur. (yeni
bir sûret meydana gelir)
Birinci
Vasl:
CEVHER
VE ARAZ
Ma’lûm
olsun ki, suver-i âlem-i şehâdetin kâffesi (şehadet
alemin sûretlerinin hepsi) “araz”dan
ibârettir. Ve araz “iki
zamanda / bâkî (mevcût)
ve
kendi vücûdu ile kaim (var)
olmayan
şey”e derler. Meselâ mütekellimîn
(kelâmcılar)
ve
erbâb-ı fikr (fikir
sahipleri) ve
nazardan (görüşten)
ibâret
olan mütefenninîn (fen
bilginleri) bir
şeyi ta’rîf ederken, a’râzdan ibâret olan
“hudûd”unu (sınırını)
zikrederler.
Halbuki bir şeyin hudûd-ı zâtiyyesi, (zâtının
sınırları) o
şeyin aynıdır, gayrı (başka)
değildir.
Meselâ “araz”ın mukabili (karşılığı)
olan
“cevher”i ta’rîf
ettikleri esnâda; cevher “kendi
zâtı ile kaim (var)
olan
şeydir” derler. Halbuki
“kıyâm” (var
olma, ayakta durma)
arazdır. Cevher olmasa, kıyâmı ayrıca göstermek mümkin değildir. Kıyâm
böyle araz olmakla berâber, cevherin aynı ve hakîkatidir. Zîrâ cevher
bu “had”
(sınır)
ile
sâir (diğer)
şeylerden
ayrılır. Ve bu hadd-i zâtî, (zâtının
sınırları)
mahdûd (belli)
olan
cevherin aynıdır. Ve kezâ insanı ta’rîf ettikleri sırada: “İnsan
nutuk sâhibi olan hayvandır” derler.
Bu ta’rîfte zikrolunan “nâtıkıyyet”, (konuşuculuk)
“sahâbet”
(sahiplilik)
ve
“hayvâniyyet” insanı sâir eşyâdan (diğer
şeylerden) ayıran
birer haddir (sınırdır)
.
Halbuki
“nutk” (konuşma)
arazdır. “Sâhib”in
ma’nâsı nisbet (sıfat)
olduğundan
o da arazdır. Bu ta’rîfte yalnız bir
“hayvan” kaldı.
Hayvanı da ta’rîf ettikleri vakit, “hayvan cism-i nâmî-i hâssâstir; (hayvanın
cismi gelişir ve duygu sahibidir)
ve
irâdesi ile hareket eder” derler.
Bu ta’rîfte zikrolunan cismiyyet (cisim
olma)
,
nümüvv
(gelişme)
,
hassâsiyyet
(duyguları
olma)
, irâde ve hareket, hayvanı sâir eşyâdan ayıran onun bir haddi (sınırı)
olmakla,
cümlesi arazdır. Zîrâ “cisim”
eb’âd-ı selâseyi (üç
boyutluluğu) kabul
eden bir cevher-i mütehayyizdir (yer,
mekân işgal eden bir cevherdir)
.
Halbuki
“eb’âd-ı selâse” (üç
boyut)
, ya’nî
“uzunluk”, “enlilik”
ve “derinlik”
ve “kabûl”
ve “tahayyüz”
(mekân
işgal etme)
hep arazdır. Çünkü bunların cümlesi maânî-i ma’küledir; (akıl
ile idrâk edilen manâlardır) ve
cisim olmayınca görünmezler. “Cisim”
dahi arazdır, çünki tahayyüz olmayınca
(yer kaplamayınca) görünmez.
“Nümüvv” (büyümede)
de
arazdır; çünkü asl üzerine zâiddir (ilâvedir)
.
“His”
de arazdır; çünki his, idrâktir, idrâk ise arazdır.
“Hareket” de arazdır;
zîrâ “sükûnet”
üzerine zâiddir (ilâvedir)
.
Ve
kezâ “irâde”
dahi arazdır; çünkü o da asıl üzerine zâiddir (ilâvedir)
.
İşte
görülüyor ki, cevher kendi “hudûd”unu teşkîl
eden a’râzın hey’et-i mecmûasından (tamamından)
ibârettir.
Cevherin hudûdu (sınırı)
ise
kendi zâtıdır. Binâenaleyh (nitekim),
/
cevher dahi ayn-ı a’râz olur.
“Araz”
iki zamanda bâkî (devamlı)
olmayan
şey olduğuna göre, bir kilo su alıp bir kaba vaz’ etsek (koysak)
,
ânen-fe-ânen
(git
gide) tenâkus
ettiğini (noksanlaştığını)
görürüz;
zîrâ tebahhur eder (buharlaşır)
,
su
iki zamanda bâkî (devamlı)
kalmaz.
Kezâ elimize aldığımız bir zerre hâmız-ı kibrît (asit
sülfirik) için
yazdığımız işâret-i kimyeviyye o dakîka için doğrudur; bir zaman
sonra o işâret-i kimyeviyye artık elimizdeki o zerrenin işâreti değildir.
Zîrâ o zerre, iki zamanda bâkî (devamlı)
kalmayan
arazdır.
Ve’l-hâsıl
âlem-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz alemde) görünen
sûretlerin kâffesi (hepsi)
araz
olduğu cihetle (yönüyle)
, bu
âlemin hey’et-i mecmûası (tamamı)
a’râzdan
ibâret olmuş olur. Halbuki mütekellimîn
(kelâmcılar),
“Araz
iki zamanda bâkî (devamlı,
sonsuz) kalmaz
ve cevher ise zamanlarda bâkî (devamlı)
kalır”
derler. Sonra da bâlâda (yukarıda)
îzâh
olunduğu üzere, cevheri arazlar ile ta’rîf edip onun haddini (sınırını)
bu
arazlar ile ta’yîn ederler (belirlerler)
. Bu
ise açıktan açığa tenâkuz (noksanlık)
olduğu
halde, farkına varamazlar. İşte akıl ve zekâ-yı beşerin (insanın
aklı ve zekâsı) teyakkuz
(dikkâtliliği)
ve
intibâhı (uyanıklılığı)
bu
kadardır. Aklın bir mes’elede intibâhı (uyanıklılığı)
olsa,
diğer mes’elede gaflete düşer. Onun âlem-i hakîkate doğru yürüyüşü
“düşe kalka” ta’birine mâ-sadaktır (uygundur)
.
Âlem-i
tecellîye
(oluşmuş aleme) nazaran
(bakarak,göre),
âlem-i
şehâdet (görülen
alem) dediğimiz
şey, birtakım a’râzın hey’et-i mecmûası (arazın
tamamı) olup,
ânen-fe-ânen (gittikçe) mütebeddildir
(değişmektedir)
.
Ve
âlemde hiçbir şey, kendi nefsi ile kâim (var
olan) bir
cevher değildir. Ve kendi “ayn”ında,
kendi “ayn”ı
ile kâim (var)
olan
mevcûd, ancak kendi zâtı ile kaim (var)
bulunan
vücûd-ı mutlak-ı Hak’tır. Ve eşyâ-yı sâire (diğer
şeyler) kendi
vücûdlarıyla ademiyyet (yokluk)
üzere
olup her anda o vücûd-ı mutlak ile “halk-ı
cedîd” (yeniden
oluşum) içindedir.
İkinci
Vasl:
TECEDDÜD-İ
EMSÂL
Âlem-i
şehâdet (içinde
bulunduğumuz âlem)
,
esmâ-i
ilâhiyye muktezâsında (ilâhi
isimlerin gereği) olarak
ale’d-devâm mevcûd
(devamlı sûrette var)
ve ma’dûm (yok)
olur.
Zîrâ Mûcid, Muhyî, Mübdî, Rahmân, Mün’im, Musavvir, Hâlık ve
Kayyûm ve bunun emsâli esmâ, mevcûdâtın vücûdunu ve mezâhirin
(açığa çıktığı, göründüğü yerin) zuhûrunu
iktizâ eder (meydana
gelmesi için lâzımdır)
.
Ve
Mümît, Dârr, Kahhâr, Kabız, ferd ve Vâhid ve bunun emsâli esmâ dahi
mezâhirin (tecelli
yerin, vücûdun) ademiyyetini
(yok
olma, yokluk halini) ve
hafâsını iktizâ eder (gizliliğine
lâzımdır)
.
Suver-i
âlemin kâffesi (âlemin
sûretlerinin hepsi) dâimâ
halk-ı cedîd / (devamlı
olarak yeniden oluş) içindedir.
Her lahza (an)
başka
başka halk ve yeni vücûd gelir. Ve her tarfetü’l-ayn (göz
açıp kapama anı) içinde
îcâd (yaratma)
ve
i’dâm-ı dîğer vâki’dir (diğerlerinin
ölümleri gerçekleşir)
.
Ve
lâkin bu îcâd (yaratma)
ve i’dâm (ölme)
feyz-i
rahmânînin sür’at-i inkızâ ve teceddüdü (bitiş
ve yenilenişin hızı) hasebiyle
idrâk olunmaz. (anlaşılmaz) Ve
bu sür’at sebebiyle, suver-i eşyânın (her
şeyin) istikrâr
üzere olduğu zannolunur. Sür’at-i teceddüd (yenilenme
hızı) ve
feyz-i rahmânî bir sûretle vâki’ olur ki, gitmenin ve gelmenin idrâki
(anlaşılması)
mümkin
olmaz. Ve belki gelmek gitmenin ve gitmek dahi gelmenin aynıdır. Vücûd (mevcûd)
ile
adem (yok)
arasına
zaman mütehallil (girmiş)
olmaz
ki, onun ademiyyeti (yokluğu)
melhûz
(düşünülmüş)
olabilsin.
Ve’l-hâsıl
suver-i kâinattan (kâinattaki
sûretlerden) hiçbir
sûret, iki anda bâkî (devamlı)
kalmaz.
Fakat sûret-i zâile (güçsüz,
zayıf sûretler)
,
sûret-i
hâdisenin (meydana
yeni gelmiş sûretlerin) müşâbihi
(benzeri)
olduğundan
his bu tebeddüle muttali’ olamaz (değişikliği
anlaşılmaz)
. Zîrâ,
âlemin hey’et-i mecmûası (tamamı)
bâlâda
(yukarıda)
îzâh
olunduğu üzere arazdan ibârettir ve araz ise iki zamanda bâkî (devamlı)
kalmaz.
Vücûd-ı mümkinât
(izâfi vücûtlar)
onların
sûretiyle Hakk’ın zuhûrundan (Hakk’ın
ortaya çıkmasından) ibârettir.
Ve bu zuhûr (meydana
çıkma) ise,
tecellî-i Hak’tır. (Hakk’ın
oluşumudur) Tecellî-i
Hakk’ta baka (Hakk’ın
oluşumlarında devamlılık, sebât) yoktur;
tekrâr dahi yoktur. Zîrâ “külle
yevmin hüve fî şe’n” (Rahmân,
55/29)
âyet-i kerîmesi mûcibince Hak, her anda bir şe’n-i dîğerdedir. Binâenaleyh
(nitekim),
vücûd-ı
mutlak-ı Hak, her kâinin (var
olanın) ayn-ı
sâbitesinden (ilmi
sûretinden manâsından)
her
anda zâhir (görünüp
aşikâr)
olarak
sûret-pezîr (sûret
kabul edici (sûretlenmiş)
olur.
Ve ân-ı sânîde (ikinci
anda) o
ayn-ı sâbiteden (ilmi
sûretten, manâdan)
o
vücûd bâtın (gizli)
ve
o sûret zâil (geçici)
olur.
Ve bu hal böylece müteselsilen (zincirleme)
gider.
Ve zâilât (yok
olup gidenler) ile
kâinât (var
olanlar) arasında
kadr-i müşterek (eşit
değerde, müşterek) ayn-ı
sâbitedir. (ilmi
sûrettir)
Ve ayn-ı sâbite (ilmi
sûret, manâ) hakîkat-i
şahsiyyedir.
(şahsın hakikâtidir)
Bu kevn ü fesâd (yok
ve var olmalar) içinde
hakîkat-ı şahsiye (insanın
hakikati) bâkîdir.
(devamlı
sonsuzdur) Mutî
(itaat
eden) ve
âsî (karşı
gelen) ve
müsâb (sevap
kazanmış) ve
muazzeb olan (azaba
uğrayan) bu
hakîkat-ı şahsiyyedir (şahsın
hakikatidir)
. Onun
hayâl-i zâilden (geçici
hayâlden) ibâret
olan vücûd-ı kevnî-i maddîsine (sonradan
yaratılmış madde yapısına, bedenine) aslâ
i’tibâr (önemi)
yoktur.
Zîrâ madde dediğimiz şey, sırf emr-i i’tibârîdir (gerçekte
var olmayıp var kabûl edilen husûstur)
.
Ve
a’yân-ı sâbite suver-i ilmiyyeden (ilmi
sûretlerden manâlardan) ibâret
olduğundan, aslâ kendi mertebesinden münfekk (ayrı)
değildir.
........ Ya’nî “a’yân-ı sâbite râyiha-i vücûdu (vücût
kokusu) koklamamıştır”
dediklerinin ma’nâsı budur. Vücûd-ı mutlakın mahall-i tecelliyâtı (oluştuğu
yer) a’yân-ı
sâbitedir. Zîrâ evvelâ “ilim”, sonra, “fiil” zuhûr eder. İlim
olmayınca fâil
(yapan) ve
sâni’ (yapıcı)
neyi
işleyecek ve tasnî’ edecektir
(yapacaktır)?
MİSÂL:
Kendisinde sıfat-ı ressâmiyyet (ressamlık
vasfı) bulunan
bir kimse, bir levha tersîm (çizeceği
tasvîr)
edeceği vakit, evvelâ ilminde o levhanın / hey’etini ve krokisini
istihzâr (hazır)
eder.
Ondan sonra sûret-i ilmiyyesini (ilmindeki
sûretleri) levhaya
nakşeyler (işler).
Ve her istediği vakit, bu levhanın yüz mislini tersîm eyler (çizer)
.
Bu
levha mahvedilse (bozulsa)
,
yine
onların mislini (benzerini)
vücûda
getirir. Onun ilminde olan resmin sûreti ise dâima sâbit (var)
olup
aslâ ressâmın ilminden münfekk (ayrı)
olmaz.
Ve o sûret-i ilmiyye (ilmi
sûret) aslâ
vücûd-ı hâricî kokusunu koklamaz. Ve ilm-i ressâmda (ressamın
ilminde,şuûrunda) levhanın
sûreti mürtesim (çizilmiş)
olmadıkça
ressâmdan
fiil-i tersîm (çizme
fiili) zâhir
olmaz (meydana
gelmez).
Üçüncü
Vasl:
İSTİ’DÂD-I
MEC’ÛL
İsti’dâd
iki nevî’dir: Birincisi isti’dâd-ı gayr-ı mec’ûldür (meydana
çıkmamış istidâttır) ki,
yukarıda îzâh olunduğu (açıklandığı)
üzere,
bu isti’dâd her bir ayn-ı sâbitenin (ilmi
sûretin) iktizâ-yı
zâtîsinden (zâtının
gereğinden) ibâret
olup “ Kün!” emriyle, mertebe-i ilimde tekevvün ederler (oluşurlar)
. “Ve
mâ emrunâ illâ vâhidetün kelemhi bil besar”
(Kamer, 54/50)
âyet-i kerîmesi bu mertebeye işârettir.
Dîğeri
isti’dâd-ı mec’ûldür (meydana
çıkmış istidâttır)
.
Bu
isti’dâd dahi mertebe-i şehâdette her bir ayn-ı sâbitenin (ilmi
sûretin) mir’âtı
(aynası)
ve
mazharı (göründüğü
yer) olmak
üzere tekevvün eden (oluşan)
her
bir sûret-i kesîfenin
(yoğunluk kazanmış sûretlerin) ba’de’l-istihâlât
(bir
halden bir hale geçişlerden sonra) kemâle
vusûlüdür (olgunluğa
ulaşmasıdır).Zîrâ,
tabîatta mütekevvin (meydana
gelmiş) olan
her bir sûret-i kaide-yi tekâmüle (tekâmül
etme olgunlaşma kaidesine) tâbi’dir.
........ ile bu hakîkate işâret olunmuştur.
MİSÂL:
İnsanda isti’dâd ve kabiliyyet-i tekellüm (konuşma
kabiliyeti) onun
iktizâ-yı zâtîsi (zâtının
gereği) olduğundan
gayr-ı mec’ûldür (meydana
çıkmamıştır)
.
Fakat,
bu tevellüdünü (doğumunun)
müteâkib
(hemen
arkasından) tekellüm
edemez (konuşamaz);
zîrâ
bünyesi müsâid değildir. Tevâlî-i (geçen)
zaman
ile, bünyesine isti’dâd ve kabiliyyet geldikten sonra tekellüm edebilir
(konuşabilir)
.
Bu
isti’dâd ve kabiliyyet ise ânen-fe-ânen (git
gide) vâki’
olan tekâmül (gelişmesi,
olgunlaşması) netîcesinde
hâsıl (var)
olur;
bu da mec’ûldür (meydana
gelmiştir)
. Bundan
anlaşılıyor ki, isti’dâd-ı gayr-ı mec’ûlün
(meydana gelmemiş istidâdın) zuhûru,
(meydana
çıkışı) isti’dâd-ı
mec’ûlün
(meydana gelmiş istidâdın) inkişâfına
(aşikâr
olmasına) mütevakkıftır
(bağlıdır)
.
Ta’bîr-i
dîğerle (başka
bir deyişle) denilebilir
ki, rûhun zuhûr-ı kemâlâtı (rûhun
kemâlinin açığı çıkması) cismin
kemâline vâbestedir (bağlıdır)
.
Aksi
halde rûhun kemâlâtı bâtında (gizli)
kalır.
İmdi esbâb-ı zâhiriyye (görünen
dış
sebepler) isti’dâdât-ı
zâtiyyeye mensûb (zâtın
istidâdına ait) olan
şuûnâttır (işlerdir)
.
Binâenaleyh
(nitekim),
esbâbı
(sebebi)
tevlîd
eden (doğuran)
isti’dâdât
ve kabiliyyât-ı zâtiyyedir (zâtın
kabiliyet ve istidâdıdır).
Mumun
sebeb-i işti’âli, (yanma
sebebi) onun
kabiliyyet ve isti’dâdıdır. Taş olsa işti’âl etmezdi (yanmazdı)
;
zîrâ
taşta bu isti’dâd ve kabiliyyet yoktur.
Dördüncü
Vasl:
TABÎAT
Ma’lûm
olsun ki, fezâda menfûh (üflenmiş)
olan
nefes-i Rahmânî Ulûhiyyetin zâhiri (görünümü)
olan
“tabîat” üzerine vâki olur (gerçekleşir).
Dest-gâh-ı
(dokuma
tezgâhı gibi olan) tabîat,
bu nefesi nesc edip (dokuyup)
envâ’-ı
sûrete ifrâğ eder (çeşitli
sûretlerde fertler meydana getirir)
.
Binâenaleyh
(nitekim),
fezâda
“halâ” (boşluk)
yoktur.
Belki kuvâ-yı tabîiyye (tabiat
melekleri) ile
mâlâ-mâldır (dopdoludur)
ki,
bu kuvâya (kuvvetlere,
meleklere) “melâike-i
tabîiyyûn ve âliyyîn” derler. Bunların Âdem’e secde ve ser-fürû (boyun
eğme, itiât) ile
emrolunmadıkları bâlâda (yukarıda)
zikr
olundu.
İmdi
“tabîat”ın zâtı, yekdiğerinin (birbirinin)
zıddı
olan dört esâsın hey’et-i mecmûasından (tamamından)
ibârettir
ki, onlar da “harâret” (ısı)
, “bürûdet,” (soğukluk)
“yubûset”
(kuruluk)
ve
“rutûbet”tir (nemdir)
.
Gerçi
yubûset (kuruluk)
harâretten
(ısıdan)
ve
rutûbet (nem)
dahi
bürûdetten (soğukluktan)
neş’et
ederse (meydana
gelse) de,
yubûset (kuruluk)
harâretin
(ısının)
ve
rutûbet (nem)
dahi
bürûdetin (soğukluğun)
aynı
değildir. Her birinin kendi mertebelerindeki iktizâât (gerekleri)
ve
ahkâmı (kanûnları)
başka
başkadır. Tabîat mertebe-i Ulûhiyyetin zâhiri (Ulûhiyet
mertebesinin göründüğü yer) olup,
suver-i unsuriyyenin (basit
cisimlerin sûretleri) mensûc
(dokunmuş,
örülmüş) olduğu
bir dest-gâh (dokuma
tezgâhı) olup,
onların bâtınıdır (gizlisidir,
rûhudur)
.
Erkân-ı
tabîat (hararet,
soğukluk kuruluk, rutûbet) mahsûs
(duyu
organları ile hissedilebilir) ise
de, mer’î (görülen)
değildir.
Yalnız sûret-i unsuriyyeye (unsûr
olan sûretlerle) taalluku
(alâkalı
olduğu) âsârıyla
(eserleriyle)
meşhûd
olur (görülür)
.
Suyun
incimâdını (donduğunu)
gördüğümüz
yerde bürûdetin (soğukluğun)
ve
buzun eridiğini gördüğümüz yerde
de harâretin olduğuna hükmederiz. Ve
bunları bâsarımız (gözümüz)
görmediği
halde, vücûdumuz hisseder. İmdi tabîat, Ulûhiyyetin zâhiriyyeti (Ulûhiyetin
göründüğü yer) olmakla
berâber, hakîkat-ı vâhideden (tek
hakikâtten) ibârettir.
Ve yekdîğerine (birbirine)
zıt
birtakım keyfiyetleri hâiz olan ecsâm-ı tabîiyye (tabiat
cisimleri),
o
hakîkat-ı vâhideden (tek
hakikâtten) zâhir
(aşikâr)
olup
türlü türlü eşkâlde (şekilde)
zâhir
olur (görülür)
.
Binâenaleyh
(nitekim),
tabîat
ve tabîatten zâhir olan (meydana
gelen) ecsâm-ı
tabîiyyenin (tabiat
cisimlerinin) hey’et-i
mecmûası (tamamı)
,
hakîkat
cihetinden (yönünden)
ayn-ı
vâhidedir (aynı
tektir) ve
taayyün (oluşum)
ve
eşkâl (şekli)
cihetinden
(yönünden)
de,
uyûn-ı kesîredir (çokluk
görüşüdür)
.
Ve
bu suver-i tabîiyye, (tabiat
sûretleri) ayn-ı
vâhidenin (aynı
tekin) taayyünât-ı
muhtelifesi (oluşumları
çeşitli) olduğu
için, sâha-i taayyünâtta (meydana
geliş sahasında) mevcûd
olmayan bir şey, tabîattan zuhûr ettikde (meydana
çıktığında) veyâhut
ecsâm-ı mevcûdeden (cisimlerden)
birtakımı
bozulup ma’dûm (yok)
oldukda,
o tabîat ne eksilir, ne de ziyâdeleşir (artar)
.
Belki
bu hal, letâfetten (şeffaflıktan)
kesâfete
(koyuluğa,
maddeye) ve
kesâfetten (koyuluktan,
maddeden) letâfete
(şeffaflığa)
intikaldir
(geçiştir)
.
Binâenaleyh
(nitekim),
zuhûr
eden sûretler, adem-i mahzdan (yokluktan)
gelmez.
Ve ma’dûm (yok)
olan
sûretler dahi adem-i mahza
(yokluğa)
gitmez.
Onların vücûd (varlıkları)
ve
/ ademleri (yoklukları)
izâfîdir
(bir varlığa bağlıdır).
İlm-i
hikmet ve kimyâya vâkıf olanların nazarında (görüşünde)
bu hakîkat pek bârizdir (açıktır)
. Meselâ bir mum bitinceye kadar iş’âl
edildikde (yandığında) ,
gerçi mumun şekli kaybolur; velâkin onun kesîf (katı)
olan sûreti gaza inkılâb eder (döner)
. Ve bi’l-farz
yirmi dirhem ağırlığında bir mum yandığı vakit, yine yirmi dirhem ağırlığında
başka mevâdda tahavvül etmiş (başka maddeye dönüşmüş)
olur. Mumun vücûdu tabîatta tekevvün ettiği (oluştuğu)
vakit, o tabîat ziyâdeleşmediği (fazlalaşmadığı)
gibi, kaybolduğu vakit de eksilmemiş olur. Tabîattan zâhir olan (ortaya
çıkan) şey, tabîatın gayrı (başka)
değildir. Çünkü tabîattan zâhir olan (meydana
gelen) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabiat
cisimlerinin) hey’et-i mecmûası (tamamı)
, hakîkat cihetinden (varlığı
yönünden) ayn-ı vâhidedir (aynı tektir) .Ve
tabîat kendisinde zâhir olan (meydana
gelen) şeyin de aynı değildir. Çünkü bi’l-farz (farz
edelim),tabîattan zâhir olan (meydana
gelen) bir ateş parçasını aldığımız vakit, bu sıcak ve
kurudur ve bir buz parçasını aldığımızda dahi bu soğuk ve kurudur,
diye hükmederiz. İmdi ateş, buzun aynı olmadığı halde, tabîat bu iki
muhtelif şey arasında kuruluğu cem’ etmiş, (toplamış),
fakat sıcaklık ile soğukluğu ayırmıştır. Böyle olunca
elbette tabîat onların aynı olamaz. Çünkü tabîat, yekdîğerine (birbirine)
zıd olan erkân-ı erbaayı câmi’dir.
(harâret, soğukluk, kuruluk, rutûbeti toplamıştır) Tabîat,
mertebe-i ilm-i ilâhide (Allah’ın
ilminde) sâbit (var)
olan suver-i esmâiyyenin (esmâ sûretlerinin)
intıbâına (uyanıklılığına) müsâid
bir âyîneden (aynadan) başka bir şey değildir.
Ve o âyînenin (aynanın)
vücûdu dahi, Zât-ı latîfe-i (Zâtın
şeffaflığı) Hakk’ın kesâfeti (Hakk’ın
yoğunlaşması) ile mevcûd olduğu için zâhiridir (dış
yüzü, görünüşüdür).
<Devam
Edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
http://gulizk.com
18.04.2001
|