8.Bölüm


Beşinci Vasl:

MÜESSİR   VE   MÜESSERÜN-FÎH

Ma’lûm olsun (bilinsin) ki, emr-i vücûd (Hakk’ın vücûdu) biri “müessir” (etken) ve diğeri “müesserün-fîh” (etkilenen) olmak üzere iki kısımdır. Müessir (etken olan tesir eden) mertebe-i fiiliyyeden (fiille ait) ve müesserün-fîh (etkilenen, olan,tesiri kabûl eden) mertebe-i infiâliyyeden (fiilden etkilenmekten) ibârettir. Ta’bîr-i dîğerle (başka bir deyişle) vücûdun bâtını (rûhu) ve zâhiri (bedeni) vardır; bâtını (rûhu) müessir (etken, tesir edici) ve zâhiri (bedeni) müesserün-fîhdir. (etkilenen  müteessir olandır) Vücûd-ı âlem (evren) Hakk’ın Zâhiri (Hakk’ın dış görüntüsü, bedeni) ve Hak vücûd-ı âlemin (evrenin) bâtını (rûhu) ve hüviyyetidir. (zat’ıdır) Ve her ikisi de vâhidü’l-ayn (aynı tek) olan mertebe-i Ulûhiyyetin iki i’tibârıdır (takdîridir) . İmdi tabîatın tekevvünü (oluşumu), Ulûhiyyet’in bâtıniyyetinden (rûhundan) olduğu gibi, suver-i ecsâmın (cisimlerin) tekevvünü (oluşumu) de tabîattandır. Binâenaleyh (nitekim), hakîkatte her vech (yön) ile müessir olan (etken tesir eden),  ancak Allah Teâlâdır.

MİSÂL:  Vücûd-i insânînin (insan vücûdunun) zâhiri (bedeni) ve bâtını (rûhu) vardır. İnsanı “nutuk sâhibi olan (konuşan) bir hayvandır” diye ta’rîf / ettiğimiz vakit,  onun bâtını (rûhu) ile zâhirini (bedenini) almış oluruz. “Nutuk” (konuşma) onun bâtını (rûhu, içi) ve “hayvan” onun cismi (bedeni) ve zâhiridir (dış görünüşüdür) . İnsanın nefs-i nâtıkası (konuşan rûhu) görünmediği halde, zâhiri (dış görünüşü) olan cisminde (bedeninde) müessirdir (etkendir, tesir edicidir) ve zâhiri (dış görünüşü) olan cismi (bedeni) müesserün-fîhdir (tesiri kabul eden etkilenendir) .  İnsanın bâtınında (rûhunda, içinde) bir yere gitmek için bir irâde (istek) peydâ olur. Bâtınındaki (içindeki) bu irâde (istek) ve meyl (yönelme) , onun “Kün” emrinden ibârettir. Cisim, (beden) bu irâde ve emirden müteessir olarak (etkilenerek) harekete gelip o mahalle gider. İmdi, insanın vücûdu vâhidü’l-ayn (aynı tek) olduğu halde onda biri müessir (tesir eden) ve diğeri müesserün-fîh (tesirden etkilenen) olmak üzere iki i’tibâr (takdîr) olmuş olur.

Altıncı   Vasl:

İBTİDÂ-İ HİLKAT

(İlk Yaradılış)

Seneden (senet bakımından) zayıf ve keşfen sahîh (doğru) olan “Ben gizli bir hazîne idim; bilinmeğe muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım” hadîs-i mûcibince (gereğince) , vücûd mertebe-i vâhdete, ya’nî Hakîkat-ı Muhammediyye mertebesine tenezzülünden (inmesinden) sonra, kendi zâtına ve sıfâtına şuûru hasebiyle zâtında mündemic olan (bulunan) kemâlâtı ızhâra (meydana çıkarmaya) muhabbet etti. Bu zuhûr (görünme) ve ızhâr (meydana çıkartma) , ancak kendi zâtından, yine kendi zâtınadır. Ve hafâ (gizlilik) dahi yine kendi zâtına nazarandır (göredir) . Vücûdda kendinden gayrı (başka) bir şey yoktur ki, ondan hafî (gizli) olsun. Binâenaleyh (nitekim), bu hadîs-i şerîf, kable’z-zuhûr (meydana çıkmadan önce), kendi kemâlâtının yine kendisine hafî (gizli) olduğunu beyândan (bildirmekten) ibârettir. Ya’nî “kable’z-zuhûr (ortaya çıkmazdan önce), kendimden gizli olan kemâlâtımı zevk-i şuhûdî ile bilinmem için yarattım” demektir. Bunun ne gibi bir şey olduğunu âtîdeki (aşağıdaki) misâl ile tavazzuh eder (açıklar):

MİSÂL: Kendisinde hattâtıyet, ressâmiyet ve mi’mâriyet ilh... gibi birtakım sıfâtlar bulunan bir kimse, ızhâr edeceği (meydana getireceği) levhalar ile binâların kenz-i mahfîsidir (gizli hazinesidir) .  Kendi kemâlâtını zevk-i müşâhede ile bilmek istediği vakit, kendinde olduğunu bildiği ve fakat görmediği bu levhaları tahrîr (yazma) ,  tersîm (şekillendirerek) ve bu binâları / inşâ edip ızhâr eyledikten (meydana çıkardıktan) sonra “Ben gizli bir hazîne idim, bu masnûâtı (yapılmış şeyleri) zevk-i müşâhede ile bilmek istedim ve bunları yaptım” der. Ve onları temâşa (seyir) edip san’atının kemâlâtını gördükte temeddüh (kendi kendini meth) eder. İşte eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi) olan insanı âlem-i şehâdette (şahit olunan alemde) ızhârdan (meydana çıkardıktan) sonra, Hak Teâlâ Hazretleri’nin  “fe tebârakellâhü ahsenül halikîn”  (Mü’minûn, 23/14)  buyurması bu bâbdandır (husûstandır).

İmdi, mahfî (gizli) olan şey, ma’dûm (yok) değildir; belki mevcûd olmakla berâber, meçhûldür (bilinmemektedir) .  Nitekim, bir çekirdekte nâmütenâhî (sonsuz) ağaçlar vardır, fakat mahfîdir (gizlidir) . Kable’z-zuhûr (meydana çıkmadan önce) ,  ağacın sûret-i sâkı (dalları) , endâmı ve teferruâtı ve esmârının kılleti (meyvelerinin azlığı) ve kesreti (çokluğu) meçhûldür (bilinmemektedir) ; ba’de’z-zuhûr (meydana çıktıktan sonra) ma’lûm olur (bilinir) .  Zîrâ, ilim ma’lûma (bilinene) tâbi’dir. Velâkin, çekirdekte ağaç olduğu ve onun ağsânı (dalları) ve yaprakları ve esmârı (meyveleri) bulunduğu mücmelen (hulâsa, öz olarak) ma’lûmdur. Tafsîlâtı zuhûr ettikçe (meydana çıktıkça) bi’l-müşâhede (görmekle) ma’lûm olur (bilinir) .  İşte eltâf-ı latîf (lâtifin lâtifi) olan zât-ı ulûhiyyet kemâlâtını zevk-i şuhûdî (görme zevki)  ile bilmeğe ve gayriyyet-i i’tibâriyye yüzünden bilmeğe muhabbet ettiğinden (sevdiğinden) ,  muhît (kuşatmış) olduğu fezâ-yı bî-nihâyede (sonsuz fezada) hubb-i zuhûrun (aşkından meydana gelen) harâreti ile nefes-i rahmânîsini tenfîs (üfledi) ve irsâl eyledi (gönderdi). Bu tenfîs (nefes verme) netîcesinde fezâ-yı lâ-yetenâhîde, (sonsuz fezâda) ya’nî kendi vücûd-ı latîfinde öbek öbek inbisât eden (genişleyen yayılan) nefes-i rahmânî, avâlim-i bî-nihâyenin (sonsuz alemlerin) “heyûlâ”sıdır (ilk maddesidir) . Ve nefesin şiddet-i irsâlinden (nefes vermenin şiddetinden) hareket hasıl oldu. Ehl-i hey’et indinde bu madde-i ûlâya (ilk maddeye) “sehâb-ı muzî” (parlak bulut) ta’bîr ederler (derler) . Gerçi, bunlar tarafından menşe’-i kâinât (kainâtın kaynağı özü) hakkında muhtelif nazariyyeler (görüşler) bast (uzun açıklamalar) ve beyân olunmuş (bildirilmiş) ise de, heyûlâ-yı kâinâtın (kâinâtın ilk maddesi) sehâb-ı muzî’ (parlak  bulut) hâlinde olduğunda cümlesi müttehiddir (hemfikirdirler).Onlar, ehl-ikeşfe i’timâd etmediklerinden, tekevvün (oluşumlar) ve intizâm-ı seyyârât (yıldızların düzgünlüğü) hakkında türlü türlü nazariyyelere (fikirlere, görüşlere) zâhib oldular (kapıldılar) . Burada bunların tafsîli zâiddir (fazladır) . Yalnız, şu kadar diyelim ki, vücûd-ı insânî (insanın vücûdu) zübde-i kâinât (kainâtın özü) olduğundan, her sırrın miftâhıdır (anahtarıdır) . Sehâb-ı muzî’ye (parlak bulûta) tekabül eden  (karşılık olarak)  nutfe-i bî-sûret-i beşer, (sûretsiz bir insan olan meni) tabîata tekabül eden (tabiata karşılık) rahm-ı mâderde (ana rahminde) ne keyfiyyet ile sûret kesb etmekte (şekillenip  sûret kazanmakta) ise, “insân-ı kebîr” (büyük insan) tesmiye olunan (diye adlandırılan) manzûme-i şemsiyyemizin (güneş sistemimizin) dahi sehâbeden (tek buluttan) tarz-ı tekevvünü (bu şekilde meydana gelmesi) ve iktisâb-ı sûreti (sûret kazanarak) bu kavâid (kaideler) dâiresinde olmak îcâb eder. Zîrâ insân-ı kebîrin (güneş sistemimizin) tekâmülât-ı tedrîciyyesi (tekâmül, olgunlaşma devreleri) milyonlarca seneler zarfında olduğu halde, insân-ı sağîrin (insanoğlunun) tekâmülâtı  (tekâmülü) rahm-ı mâderde (ana rahminde) dokuz ay gibi kısa bir zamana sığar. Onun için Hak Teâlâ Hazretleri  “hûlikal insânü min acel” (Enbiyâ,21/37) ya’nî “İnsân aceleden halk olundu” buyurdu.

İmdi nefes-i Rahmânî, (Rahman’ın nefesi) fezâ-yı bî-nihâyeyi muhît (sonsuz evreni kuşatmış) olan Zât-ı eltâf-ı latîfin (nûrların nûru olan Zat’ın) hâricine (dışına) irsâl olunmadı (gönderilmedi). Çünkü onun hârici (dışı) mutasavver değildir (düşünülemez). Bu tenfîs (nefes vermesi) , Zât’ın kendi Zât’ında, yine kendi Zât’ına, kendi Zât’ı ile vâki’ olan (gerçekleşen) bir tecellîsidir (meydana gelmesi, oluşumudur) . Ve bu nefes-i Rahmânî Zât’ın aynıdır. Bu, ancak, Zât-ı Ulûhiyyet’in Zât’ını ve nefesini (veyâ nefsini) teksîf buyurmasından (yoğunlaştırmasından) ibârettir. Nitekim Ebu’l-Hasen Gûrî hazretleri buyurur:

“Tenzîh ederim (Hakk’ı varlıklardan ayrı tutarım) şu Zât-ı ecell ü a’lâyı ki, nefesini ( nefsini ) latîf kılıp ona Hak tesmiye etti (Hakk olarak adlandırdı) ve nefesini (nefsini) kesîf kılıp (yoğunlaştırıp) ona da halk tesmiye etti.” (halk olarak adlandırdı) Bu nefes-i rahmânî âlî (yüksek, yüce) iken, ya’nî Zât-ı latîfin tenfîsini (nefes vermesine) müteâkib (arkasından) kemâl-i letâfetinden (kemâl bulmuş letafetinden) bî-sûret (sûretsiz) iken, teseffül ettikçe (aşağıya indikçe) teberrüd (soğuyup) ve takallus (kasılma büzülme sertleşme) edip eşkâl (şekiller) ve suver (sûretler) iktisâb eyler (elde edilir) . Nitekim, nefes-i insânî (insanın nefesi) zemherîde (soğuk havada) bir cam üzerine irsâl olundukta, (üflenecek olunursa) hîn-i hurûcunda (çıkış esnasında) harâretle latîf (sıcak ve şeffaf) ve bî-sûret (sûretsiz) iken, teseffül eyledikçe (aşağı indikçe) teberrüd (soğur) ve tasallüb edip (katılaşıp) cam üzerinde çiçekli buzlar peydâ kılar ve o buzlardaki eşkâl (şekiller) ayn-ı nefestir. Nefes-i rahmânî de hîn-i tenfîsinde (nefesini üfleme anında) böylece latîf (şeffaf) olup, tedrîcen (aşama aşama) sehâb-ı muzî’ (parlak bulût) hâline gelir ve avâlimin madde-i asliyyesi (âlemlerin asıl öz maddesi) olur. Nitekim Şeyi Ekber (r.a.) FASS-I ÎSEVÎ’ de bu hakîkate işâreten alâ-tarîkı’l-keşf (keşf yoluyla) vâki’ olan ıttılâ (bilgi) üzerine buyururlar:

Şiir:...................................

Tercüme: “Nefes-i rahmânîde olan eşyânın (hakikâtlerin) kâffesi (hepsi) , gecenin âhirindeki (arkasındaki) ziyâya (ışığa) müşâbihtir (benzer).”

Fezâda bu öbek öbek tekâsüf (koyulaşıp, yoğunlaşıp) ve teberrüd eden (soğuyan)  sehâb-ı muzîler (parlak bulutlar) , ilk devrelerinde dumandan başka bir şey değildirler. Nitekim âyet-i kerîme’de:  “sümmes tevâ iles semâi ve hiye duhanun”  (Fussılet, 4/11) buyrulur. Bu sehâbeler (bulûtlar) rakîk (ince) bulutlardır. Ve lisân-ı Arab’da (Arapça’da) böyle rakîk (ince) bulutlara  “amâ”  tesmiye olunur (denir) .   Ashâb-ı kirâmdan Ebû Rezîn el-Ukaylî (r.a.) (S.a.v.) Efendimizden: “Halk-ı mahlûkattan (mahlûkatın yaratılmasından) mukaddem (önce) Rabb’imiz nerede idi?”  diye / sordu. Onlar da cevâben:
“Fevkınde (üstünde) ve tahtında (altında) hava olmayan  “amâ”  da idi” buyurdular. Hazret-i Ebû Rezîn el-Ukaylî, bizim manzûme-i şemsiyyemize mensûb (güneş sistemimize ait) bir mahlûk-i ilâhî (ilâhi yaratık) olduğu ve merbûbiyyeti (kulluğunu), kendi emsâlini (benzerini) teşrîken (ortak ederek) , nefsine izâfe eylediği (nefsine bağladığı) halde, a’ref-i enbiyâ (s.a.v.) Efendimizin avâlim-i bî- nihâyenin (sonsuz alemlerin) bidâyet-i hilkatlerine (ilk yaratmayı) de teşmîlen (içine alarak) :  “Rabb’imiz suver-i eşyânın (varlıkların sûretlerini) ızhârından mukaddem (açığa çıkarmadan önce), bî-sûret (sûretsiz) olan “amâ” da idi ki,  (parlak bulûttu) onun fevkı (üstü) ve tahtı (altı)  “halâ”  (boşluk) olup, oralarda anâsırdan (bileşik elementlerden) terekküb eden (meydana gelen) havâ yoktur”  buyurdular. Bu cevâb-ı âlîleriyle, (yüce cevapları ile) mertebe-i amâya (parlak bulut olarak yani taayyünü sani mertebesine, Vahidiyyet mertebesine) tenezzülünden mukaddem (inmesinden önce) Vücûd-ı Mutlak’ın Rubûbiyyet’le muttasıf (vasıflanmış) olmadığına ve Rubûbiyyet, vücûdun ilk taayyünü (oluşumu) olan mertebe-i amâda (Vahidiyet mertebesinde) başladığına işâret buyrulur. Zîrâ merbûb (kulluk) olmadıkça, Rubûbiyyet (rablık) ile ittisâf (vasıflanmak) mümkin olmaz ve  “amâ”  terbiye edilmedikçe istihâlât (hal değiştirme) ve etvâr-ı muhtelifeden (çeşitli oluşumlardan) geçip, mahmûl (yüklenmiş) olduğu suver (sûretleri) ve  taayyünât-ı mütenevviayı (çeşitli oluşumları) ızhâr edemez (meydana çıkaramaz).

Yedinci  Vasl:

ETVÂR-I   HİLKAT

(Yaratılıştaki Hal ve Hareketler)

(S.A.V.) Efendimiz buyururlar ki:
Ya’nî:  “Allah Teâlâ bir büyük beyaz inci yarattı; celâl ve heybeti ile nazar etti (baktı) ;  hayâdan (utancından, Allah korkusundan) eridi. Onun yarısı su ve yarısı ateş oldu. Ondan bir duman hâsıl oldu. Semâvâtı (gökleri) dumandan ve arzı (yeryüzünü) onun köpüğünden halk eyledi (yarattı) . İmdi onun arşı (dünyası) su üzerinde vâki’ (gerçek) oldu.”   “Allah Teâlâ” dan  murâd, Vücûd-ı Mutlak’ın  “Mertebe-i Vahdet” i dir.  “Halk” ın  ma’nâsı zuhûr (meydana çıkma) ve ızhârdır (meydana çıkartmadır) .  “Büyük bir beyaz inci” den  murâd  “hakîkat-ı insâniyye”  mertebesi olan  “Akl-ı Evvel” dir  ki, buna  “Mertebe-i Vâhidiyyet” de  derler. Akl-ı Evvel’e  “celâl ve heybeti ile nazar” etmesinden (bakmasından) murâd, Akl-ı Evvel’in mebde-i gayriyyet (ilk ayrılık) olan  “Mertebe-i Rûh” a  (rûh mertebesine) tenezzülüdür (inmesidir) . Ve bu tenezzülden (inişten) hâsıl olan / gayrıyyet nikabı (ayrılık perdesi) ile Vücûd-ı Mutlak’ın tesettürüdür (örtüsüdür) . Zîrâ,  “nazar-ı cemâl”,  vech-i Hakk’ın kendi nûru ile tecellisidir ki, bunda tesettür (örtü) yoktur  “Nazar-ı celâl”,  Vech-i Hakk’ın (Hakk’ın yüzü) libâs-ı gayrıyyet (ayrılık elbisesi) ile ihticâbı (gizlenmiş) olduğundan, bi’t-tabi’ (muhakkak) bunda tesettür (örtünme) vardır.  “Gayrıyyet” ten (ayrılıktan)  murâd, mutlakıyyetten (tek başına serbest bırakılmış kayıtsız şartsızlıktan) mukayyediyyete (bağlılığa kayıtlılığa) tenezzül (inme) ve mutlakın (kayıtsız, serbest olanın) mukayyedde (kayıtlı olanda) ihtifâsıdır (gizlenmesidir) .  “Dürre-i beyzâ” nın  (bir büyük beyaz incinin) erimesi, vücûd-ı vâhidiyyetin isneyniyyet (ikilik) ile takayyüd ederek, (bağlanarak, kayıtlanarak)  akl-ı küllün kendi nefsinde mütelâşî (yok) olduğu hînde (esnada) , ona nefes-i Rahmânîsi ile vücûd-ı hârici (beden) bahş (ihsân) etmesi ve bu nefes-i Rahmânî ile ona fezâda vücûd-ı hârici (beden) bahşını müteâkib (arkasından) merkezin  “ateş” ve  muhîtin (etrafın) teberrüd (soğuması) ile  “su”  olmasına işârettir. Ve  “seb’a semâvât” (yedi gök)  ta’bîr ettiğimiz seb’a-i  seyyâremizin (yedi gezegenimizi) , bu duman hâlindeki sehâb-ı muzîden (parlak bulûtlardan) ve arzın (dünyanın) dahi onun tekâsüfünden mahlûk (katılaşmasından yaratılmış) olduğuna ve  “arş”  mülk-i dünyâ (dünya) ma’nâsına olup, avâlim-i şehâdiyye (şahit olduğumuz alemler) emlâk-i ilâhiyyeden (Allah’ın mülkleri) bulunduğuna ve sehâb-ı muzî (parlak bulûtlar) arşın (dünyanın) temeli olduğu cihetle, arş-ı ilâhî (dünyanın) su üzerinde vâki’ olduğuna remz (işaret) olunur.

Ehl-i hey’et derler ki:  “Ecrâm (madde cisimler) ,  bidâyet-i hallerinde (önceki hallerinde) bir sehâbe (bulût) hâlinde olup, tedrîcen (derece derece) küreler şeklinde tekâsüf etmişlerdir (yoğunlaşmışlar) . Bu sehâbe-i gâziyye, (gaz bulûtları) bu vâsi’ (geniş) rüzgâr küresi mebde’inde (başlangıcında) mütecânis (homojen) ve müvellidü’l-mâdan (hidrojenden) bile hafîf bir gazdan müteşekkildir. Merkeze doğru bi’l-cümle eczâ-yı ferdiyyenin (çok küçücük parçacıkların hepsi) müncezib (çekilmesi, cezb) olması ve bundan neş’et eden (meydana gelen) tekâsüf-i mütezâyid (koyuluğun, yoğunluğun artması) ve merkeze doğru olan sükutun harârete (ısıya) tebeddülü (değişmesi) ve hâsıl olan harâretin (ısının) bâdî (sebep) olduğu ilk imtizâcât-ı kimyeviyye (kimyevi karışımlar) ve elektriğin te’sîri ve nev’i (türü) yekdiğerinden (birbirinden) iştikak eden (ayrılan) kuvâ-yı tabîiyyenin (tabiat kuvvetlerinin) ef’âl (fiiller) ve te’sîrât-ı muhtelifesi (çeşitli tesirleri) ,  müvellidü’l-mâ’, (hidrojen) müvellidü’l-humûza (oksijen) , fahm (kömür) ,  azot, sodyum, kalsiyum, hadîd (demir) , magnezyum ilh... gibi anâsır-ı evveliyyenin (ilk anasırların) teşekkülünü (oluşumunu) mûcib olup (sağlayıp) envâ’-ı ma’deniyye (çeşitli madenlere) , yekdîğerinden (birbirlerinden) temeyyüz (ayrılarak) ve teferruk ederler (farklılaşırlar). Harâretin (ısının) tekevvünü, (oluşması) eczâ-yı ferdiyyenin (küçük parçacıkların) hareketindendir. Zîrâ hareket harârete tebeddül eder (dönüşür) . Ve harâret (ısı) dahi bir nevi (tür) hareketten başka bir şey değildir. İmdi necm-i sehâbînin (bir yıldız dumanının) terkîbine (bileşimine) dâhil olan bâlâdaki (yukarıdaki) anâsır (maddeler) bugün güneşte yanmakta olduğu gibi, nâr-ı şedîd (şiddetli ateş) hâlinde bulunur. Ve bu küre-i âteşîn (ateş topu) teberrüde (soğumaya) başlayınca ateş suya münkalib (dönüşmüş) olur. Bu iki seyyâl (akıcı sıvı) , bi’l-hikme (fizik ilmi bakımından) ezdâd (zıtlar) ise de, bi’l-kimyâ (kimya bakımından) ayn-ı anâsırın (aynı maddeler) / muhassalâtıdır (elde edilmektedir) .   Ve nitekim bugünkü günde, küremizin etrâfında temevvüc eden (dalgalanan) bahr-ı muhît (deniz) müvellidü’l-mâ, (hidrojen) müvellidü’l-humûza (oksijen) ve sodyumdan mürekkebdir. Harâret (ısı) tenezzül ettiği (indiği) ve buhârât-ı havâiyye (hava buharları) mütekâsif olduğu (koyulaştığı) vakit, sath-ı seyyârenin (gezegenin yüzeyi) ihtilâcât-ı bürkâniyyesi (volkanik patlamalar) içinde henüz teberrüd etmeyen (soğumayan) miyâh (sular) derûnundan (içinden) nîm mâyi’, (yarı sıvı) nîm sulb (yarı katı) ,  acînî, (hamur halinde)  leyyin-i (yumuşak) müteharrik (hareketli) ve müteğayyir (birbirinden farklı) olan mürekkebât-ı fahmiyyeden (kömürümsü karışımdan) , ya’nî tıyn-i lâzibden, (yapışkan çamurdan) nebâtât ve hayvânât-ı ibtidâiyye (ilkel hayvanlar) tahassül etmeye (neticede  çıkmaya) başlar.”

İmdi bu hadîs-i şerîf:  “evelem yerallezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ ratkân fefetakna hümâ ve cealnâ minel mâi külle şeyin hayyin efelâ yu’minun”  (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesinin îzâh (açıklaması) ve tefsîridir. Ve bundan anlaşılır ki, semâvât (gökler) ve arz (yer) bidâyet-i hilkatte (yaratılışın başlangıcında) bir madde hâlinde olarak bitişik idi. Ba’dehû (daha sonra), yekdiğerinden (birbirlerinden) ayrıldılar. Ve ecsâmın (maddenin) tekevvünü (oluşumu) de sudandır. Çünkü arş-ı ilâhî su üzerindedir.

Ma’lûm olsun (bilinsin) ki, avâlim-i şehâdiyyenin (şahit olduğumuz alemin) fezâ-yı lâ-yetenâhideki (sonu olmayan evrende) mikdârı kabil-i ta’dâd değildir (saymak hesap etmek imkânsızdır) . Bir taraftan tekevvün (oluşmakta) ve bir taraftan da tefessüd etmektedir (bozulmaktadır) . Zîrâ, vücûd-ı mümkinin (evrenin) ne evveli (öncesi) ne de âhiri (sonu) vardır, zîrâ nâmütenâhîdir (sonsuzdur) .  Ve  “halk” (yaratma, meydana getirme) ezelî ve ebedidir (sonsuza dek devamlıdır) ve bunlar vücûd-ı mutlakta tekevvün (oluşur) ve tefessüd eder (yok olur) . Bunların mekânı  (meydana geldiği, bulunduğu yer) Vücûd-ı Mutlak’tır. Nitekim, Hz. Gavs-i A’zam Abdü’l-Kadir Gîlânî (r.a.) buyururlar ki:  “Yâ Rab! Senin için mekân var mıdır? Dedim. Buyurdu ki, yâ Gavs-i A’zam! Ben mekânın mekânıyım; benim için mekân yoktur. Ve ben insanın sırrıyım”*.

<Devam Edecek>

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com

http://gulizk.com
26
.04.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail