Sekizinci
Vasl:
HİLKAT-İ
SEMÂVÂT VE ARZ
(Yerin ve Göklerin Yaratılması)
Ma’lûm
olsun ki, fezâda nefes-i Rahmânînin imtidâdından
(yayılmasından, genişlemesinden) hâsıl
olan sehâb-ı müzîlerde (parlak bulutlarda) bi’t-tabi’/(tabii
olarak) hareket zâhir olur (meydana çıkar) ;
ve tenfîs (nefes vermek) hubb-i
zuhûra (aşkın, sevginin ortaya çıkması)
müstenid olduğundan (dayandığından),
harâreti münticdir
(ısının sebebidir) .
Şiddet-i harâret
devâm ettiği hînde (müddetçe) , nefes-i
Rahmânî mertebe-i letâfet ve ulüvdedir (yüksek
yüce mertebededir) . Mümtedd
(uzama yayılma) oldukça ehl-i fennin (fen
ilimleri ile uğraşanların) “sehâbe” (bulut)
ve ehl-i hakîkatin (hakikat ilmi ile uğraşanların)
“amâ” ta’bîr ettikleri asl-ı avâlim (alemlerin
aslı) hâlini bi’l-iktisâb (kazanarak) teberrüd
(soğuma) ve tarattub ederek (rutubetlenerek)
mertebe-i kesâfete (koyu mertebeye) tenezzül
etmekle (inmekle) sâfil
(aşağıda) olur. Zerrâtının (zerrelerin)
ihtizâzât-ı umûmiyyesinden (hepsi titreştikleri
için) bunlar kendi mihverleri (merkezleri) etrâfında
devre (dönmeye)
başlarlar. Bu devirlerden (dönmelerden)
mütehassıl (elde edilen) kuvve-i
ani’l-merkeziyye (merkezkaç kuvveti) hasebiyle,
bunlardan küreviyyü’ş-şekl (küremsi şekillerde)
parçalar iftitâk edip (kopup ayrılması) milyonlarca
merhale mesâfeye fırlayarak bu sehâbenin
(bulutların) merkezi etrâfındaki
mahrekleri (yörüngeleri) üzerinde devre (dönmeye) başlarlar. Her bir sehâbe
(bulut) kendi kabiliyyet ve isti’dâdı
kadar seyyâre (gezegeni) tevlîd eder (doğurur,
meydana getirir) . Ve bu istihâlât (hal
değiştirmek) için bizim senelerimizin milyarlarca mikdârı mürûr
etmek (geçmesi) lâzımdır. Zîrâ, tekâmül (kemâl
bulma) tedrîcîdir (derece derece yavaş
yavaştır) , def’î (bir
defada) değildir. Ve çünkü avâlimin hey’et-i mecmûası (alemlerin
tamamı) mazhâr-ı Rahmândır. (rahman
isminin görüldüğü yerdir)......... mûcibince (gereğince)
tecelliyât-ı Rahmâniyye’de (Rahman’ın
oluşumlarında) acele yoktur. Ve Rahmân
“errahmânü
alel arşistevâ” (Tâhâ,20/5)
mûcibince, (gereğince) vücûdâd-ı izâfiyye (izafi
varlıklar, evren) arşına (göğü) müstevî
(örten kuşatan) olduğundan, eşyâda (varlıklarda)
kurb (yakınlık) ve maiyyet-i dâimî
(devamlı beraberlik) ile muttasıftır (sıfatlanmıştır)
. Rahmân’ın kurb (yakınlılığı)
ve maiyyetti (beraberliği) ba’zı eşyâya
(varlıklara) daha az ve ba’zı eşyâya
(varlıklara) daha
çok değildir. Bu kurb (yakınlık) ve
maiyyette (beraberlik) aslâ tefâvüt (ayrıcalık)
yoktur. “Min terafî
hallekırrahimin min tefâvüt” (Mülk,
67/3)
Acele
ise nisbet-i bu’d (uzaklık sıfatı) mevcûd
oldukça vâki’ olur (gerçekleşir)
. Onun
için .................... buyrulmuştur. Zîrâ şeytan “şatane” ve
“şutûnen” den müştakk (türemiş) olup
“bu’d “ (uzaklık)
ma’nâsınadır. Görülmez mi ki insan, kendisine baîd (uzak)
gördüğü maddî ve ma’nevî makasıda vusûl (arzusuna
kavuşmak) için isti’câl (acele) eder.
Vaktâ ki (ne
zaman ki) istediği şeyi elde eder, artık istimtâ’ (faydalanmak)
için acele etmez. Çünkü nisbet-i bu’d (uzaklık
sıfatı) zâil (son bularak) ve
nisbet-i kurb (yakınlaşma, kavuşma sıfatı) hâsıl
oldu.
İmdi
“semâvât-ı seb’a”dan (yedi göklerden) maksad
şemsten (güneşten) iftitâk eden
(kopup ayrılan) Neptün, Uranüs, Zühal (satürn)
, Müşterî
(jüpiter)
, Merih
(mars)
, Zühre
(venüs) ve
Utarid’dir (merkür) . Arz (dünya)
, Merih (mars)
ile Zühre (venüs)
arasındadır. Arzdan (dünyadan)
evvel tekevvün (oluşup) ve iftitâk
edenlere (ayrılanlara) “seyyârât-ı
ulviyye” (ulvî, yüksek gezegenler) ve
ondan sonra tekevvün (oluşup) ve iftitâk
edenlere (ayrılanlara) “seyyârât-ı süfliyye”
(süfli, alçak gezegenler) ta’bîr ederler
(derler)
. Bu
babdaki (bölümdeki) tafsîlât (açıklamalar)
ilm-i hey’et (astronomi) kitablarında
münderic (içinde yer almış) bulunduğundan
burada ma’lûmât (bilgi)
/ i’tâsıyla (vermekle) iktifâ
olunur (yetinilir) . Şöyle
ki: Şems (güneş) ,
kendi manzûmesinin (sisteminin) kalbi
ve ism-i Muhyî’nin mazharı (Muhyi isminin görüldüğü,
açığa çıktığı yer) olduğundan kendi a’zâsı (uzuvları
organları) mesâbesinde (derecesinde) olan
tevâbi’ine (tabi olanlarına) harâreti
ile hayat-bahş olur (hayat verir) . Ve
etrâfında devreden (dönen) seyyârâtın kâffesini
(gezegenlerin hepsini) idâre eder. Şems
onları memerlerinde (yoldan geçerken) tesâdüfen
bulup zapt etmemiştir. Belki kendisi ile berâber aynı menşee (köke) mâlik (sahip)
olup, ona tâbi’ (emrinde) ve münkad
(boyun eğen) olurlar. Bir masa üzerinde
merkezde bulunan bir güllenin etrâfında devreden (dönen) küreler gibi, seyyârât (gezegenler)
şems (güneş) ile berâber aynı satıhta
(yüzeyde) devrederler (dönerler)
. Ve
bunların cümlesi bir maddeden mütekevvin (meydana
gelmiş) olduğuna, bâlâda (yukarıda) zikrolunan
“evelem
yerallezîne keferû ennes semâvâti vel arda kâne tarakkân fefetekna hümâ”
(Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi delildir. Şemse (güneşe) en
yakın bir seyyâre (gezegen) olan Utarid (merkür),
güneşten 15 milyon, Zühre (venüs) 26
milyon, Arz (dünya)
37 milyon, Merih (mars) 56 milyon,
Müşterî (jüpiter) 192 milyon, Zühal (satürn)
335 milyon, Uranüs 710 milyon ve seyyârâttan (gezegenlerden)
en baîd (uzak) bulunan Neptün ise
1150 milyon merhale uzakta devrederler. Arzın (dünyanın)
kutru (çapı) (12.742 km.) olduğu
halde, şemsin (güneşin)
kutru (çapı) (1.382.000 km.)’dir. Müşterî
(jüpiter)
, Zühal
(satürn)
, Uranüs,
Neptün, seyyârât-ı cesîmeden (en kocaman
gezegenlerden) olup, Arz (dünya)
ve Zühre (venüs)
ve Merih (mars) bunlardan küçüktür. En küçük
seyyâre ise Utarid’dir (merkürdür) . En
nihâyetteki Neptün seyyâresinin (gezegeninin)
şemsten (güneşten) iktibâs eylediği
(kazandığı) ziyâ, (ışık) küre-i
arzdaki (dünya yüzeyindeki) ziyânın (ışığın)
binde biri kadardır. Ve sath-ı Zühre’ deki
(venüsün yüzeyindeki) havâ-yı nesîmînin (atmosferin)
kesâfeti (yoğunluğu) ,
havâ-yı nesîmî-i arzın (dünyadaki hava
yoğunluğunun) dörtte birine müsâvî (eşit)
olduğu hesâb edilmiştir. Merih (mars)
ile müşteri (jüpiter)
arasında, yine şems (güneş) etrâfında
seyyârât-ı sağîrenin (küçük gezegenlerin) devreylediği
(döndüğü) bir
sahâda, bu seyyârâtın (gezegenlerin)
200 adedi mütecâviz (aşan) mikdârı
keşf olunmuş ise de, ehl-i hey’et (astronomi
bilginleri) indinde tamâmiyyet ile ma’lûm değildir (bilinmemektedir)
. En büyüğünün kutru (çapı)
228 mil kadar tahmin olunmaktadır. Bunların güneşe olan mesâfeleri
100 milyon merhaledir (bir merhale bir günlük yol
uzunluğu) . Seyyârât-ı
sâire (diğer
gezegenlerin) misillu cesâmet (eş
büyüklüğü) i’tibâriyle
(bakımından) ehemmiyyetleri
yoktur./
Dokuzuncu
Vasl:
SEMÂVÂT
VE ARZIN
ETVÂR-I HİLKATLER
(Yer
ve Göklerin Yaratılması)
“kul einneküm letekfürûne
billezî halekal erda fî yevmeyni ve tecalûne”
(Fussılet,41/9);
ve ceale fîhâ revasiye min fevkıhâ ve baraka fihâ ve kaddera fihâ ekvâtehâ
fî erbeati eyyâmin sevâen lisâilîn” (Fussılet, 41/10)
“fe kadâhünne seb’a semâvâtin fî yemeyni”
(Fussılet, 41/12),
“Allahüllezî halekassemâvâti vel arda ve mâ beynehümâ fi sitteti
eyyâmin sümmestevâ alel arş” (Secde,
32/4)
âyât-ı
kerîmelerinde gerek arzın (dünyanın)
ve gerek semâvât-ı seb’anın (yedi
gezegenin) altı günde halk olunduğu (yaratıldığı)
beyân buyrulur (açıklanır)
. “Yevm”
(gün) kelimesine
“devre-i külliyye” (bütünün dönüşü)
ma’nâsı verilmek münâsib (uygun) olur.
Zîrâ “devr-i cüz’iyye”
ler (kısımların dönüşü) bir günün
aksâmı (kısımları) kabîlinden olduğundan,
bunlar kâle alınmamıştır. Şu halde, arz (dünya)
ve semâvât (gökler) iki devre-i külliyyede
(bütünün iki dönüşünde) halk olunmuştur
(yaratılmıştır).
Birinci
devre-i külliyye: “evelem
yerallezîne keferû innes semâvâti vel arda kânetaratka fefekadna hümâ”
(Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere “devre-i ratkıyye” (bitişik
devre) dir ki, bu devir âlem-i amâ’,
ya’nî manzûme-i şemsiyyenin (güneş
sistemimizin) madde-i ûlâsı (öz maddesi) olan
nefes-i Rahmânî’nin (Rahman’ın nefsinin,
nefesinin) sehâb-ı muzî (bir parlak bulut)
hâlinde tekâsüfüdür (kesifleşmesi,
koyulaşmasıdır) . Bu devrede semâvât
(gökler) ve arz (dünya)
bitişiktir.
İkinci
devre-i külliyye, “devre-i
fetkıyye” (ayrılma devresi) dir
ki, bu devrede semâvât (gökler) ve arz (yer) birer birer yekdiğerinden (birbirinden)
ayrılıp, temeyyüz ettiler (farklılaştılar)
. Nitekim, bâlâda (yukarıda)
îzah olundu (açıklandı) . “Ve
ceale fîhâ ravasiye min fevkıhâ ve baraka fihâ ve kaddera fihâ ekvâtehâ
fî erbeati eyyâmin sevâen lissâilîn”
(Fussılet, 41/10) âyet-i kerîmesi
mûcibince (gereğince)
de, bizim arzımızın (dünyamızın) dört
devrede tekemmül ettiği (kemâlâtının tamamlandığı)
anlaşılıyor. Bunlar da şunlardır:
1.
Devre-i nâriyye,
2. Devre-i mâiyye,
3. Devre-i türâbiyye,
4. Devre-i nebâtiyye
ve hayvâniyye.
Birinci Devre
Devre-i
nâriyye (ateş
devresi): Şemsin (güneşin) altıncı
“veled” (çocuğu) olarak tevlîd
eylediği (doğurduğu) arz (dünya)
, “mâder”inden (annesinden) ayrıldığı
vakit bir küre-i âteşîn (ateş topu) idi.
Birçok zaman bu halde mahrekinde (yörüngesinde) devr
eyledi. (döndü)
Hak Teâlâ Hazretleri bu merkûbe, (bineğe)
merkûbun (bineğin) cinsinden bir
nevi’ (tür) mahlûk irkâb eyledi (bindirdi)
ki bunlar kavm-i cânn (cin toplulukları) idi.
Nitekim / buyurur: “vel
cânne haleknahü min kablu min narissemum”
(Hicr,15/27), “ve
halekal cânne min mâricin min nâr”
(Rahmân, 55/15)
İkinci Devre
Devre-i
mâiyye (su
devresi): Arzın (dünyanın) birçok
zaman şems (güneşin) etrâfında, küre-i
nârî (ateş topu) hâlinde devreyledikten (döndükten)
sonra, onun ateşi, sathından (yüzeyinden) suya
munkalib olmuş (dönüşmüş) ve anâsır-ı
kesîfesi (yoğunlaşmış unsurları) mâyi’-i
nârî (kızgın lavlar) hâlinde alt
tabakalarını teşkîl eylemiştir. Zîrâ hikmet-i tabîiyye (fizik
ilmi) nokta-i nazarından (bakış açısından)
bu iki seyyâl (sıvı) ezdâd (zıtlar)
ise de bi’l- kimyâ (kimya ilmi ile) ayn-ı
anâsırın (aynı unsurlardan) muhassalâtıdır
(elde edilen şeylerdir) .
Nitekim, bugünkü günde, küremizin etrâfındaki bahr-ı muhît (denizler)
müvellidü’l-mâ’, (hidrojen) müvellidü’l-humûza
(oksijen) ve sodyumdan mürekkebdir (karışımındandır)
. Bu devreye:
“Ve kâne
arşühü alel mai” (Hûd,
11/7) âyet-i kerîmesi ile işâret
buyurulur.
Üçüncü Devre
Devre-i
türâbiyye (toprak
devresi): Sath-ı arzın (yer yüzünün)
tedrîcen (aşama aşama) tasallüb (sertleşme)
ve teberrüd (soğuma) devresidir ki,
ilk kışrı (kabuk) nîm sulb (yarı
katı) , acînî (hamur halinde) ,
yumuşak, müteharrik (hareketli, kıpırdayan)
ve kokmuş mürekkebât-ı
fahmiyyeden (kömürümsü bileşikten) ibârettir
ki, buna “tıyn-i lâzib”
(yapışkan çamur) ve
“salsâl” (yapışkan özlü çamur)
dahi denir. Ehl-i fennin (fen bilginlerinin)
“protoplazma”, ya’nî
madde-i cünye ta’bîr ettikleri şey, bu kokmuş çamurdan tekevvün eder
(oluşur) ki, bu madde ecsâm-ı uzviyyenin (canlı
organik cisimlerin) menşe’idir (kökü
kaynağıdır) . Nev’-i
beşerin (insan türünün) bu çamurdan yaratıldığı Kur’ân-ı Kerîm’de
ihbâr buyrulur: “innâ
haleknâhüm min tînın lâzibin” (Saffât,
37/11), “ve iz kâle rabbüke lilmelâiketi innî hâlikun beşeran min
salsâlin min hamein mesnun” (Hicr,
15/28).
Dördüncü Devre
Devre-i
nebâtiyye ve hayvâniyye: Erbâb-ı fennin (fen
bilginlerinin) beyânına göre bu kokmuş çamurdan, ba’dehû (daha
sonra) nebâtât-ı ibtidâiyye (ilkel, olan
ilk bitkiler) tekevvün etmiş (oluşmuş) ve
nebâtât tekemmül ede ede, cesîm (büyük) ormanlar
vücûda gelmiştîr. İşbu ecsâm-ı uzviyye-i ibtidâiyye (ilk
canlı organik cisimler) , ya
basît hücerâttan (hücrelerden) ve hücerât
cümlelerinden (hücre topluluklarından) mürekkeb
olup “üşniyye”
fasîlesinden (su yosunları familyasından) mevâdd-ı
jelâtiniyye (proteinli şeffaf renksiz ve kokusuz
maddeler) imiş.
Muhakkikîn-i
kirâm tarafından dahi tasdîk buyurulduğu üzere, sath-ı arzda (yeryüzünde)
insan, hayvânât ve nebâtâttan sonra zuhûr etmiştir (meydana çıkmıştır) . Tabakatü’l-arz
ulemâsı (jeoloji uzmanları) ilk hayvânât-ı
berriyyenin (hayvan otlaklarının) cüzûrsuz
nebâtât (kök bitkileri) tarzında mütekevvin
olduğu (oluştuğu) ve hayvânât-ı nâ’imenin
(yumuşak kemiksiz hayvanların) dahi
ma’den, nebât ve hayvan evsâfını câmi’ (vasıflarını
toplamış) olan züûfiyetler, mercanlar, süngerler, madrepular (sürüngenler)
ile, hayvânât-ı kışriyyeden (kabuklu
hayvanlardan) ibâret bulunduğu ve ba’dehû (daha)
sonra) bunların istihâlât-ı mutelife (muhtelif
istihâleler) geçirmek sûretiyle bi’t-tekemmül (kemâle
ermek sûretiyle) envâ’ı zuhûra (çeşitlilikler
meydana) gelip zükûret (erkeklik) ve
ünûset (dişilik) peydâ olduğunu beyân
ederler (açıklarlar)
. Hiç
şek (zan) ve
şüphe yoktur ki, gerek nebâtât ve gerek hayvânât, arzın (dünyanın) kışrından (kabuğundan)
yaratılmış / ve el-ân (hâlâ
daha) da yaratılmakta bulunmuştur. İmdi bu ta’dâd olunan
(sayılan) arzın (dünyanın)
edvâr-ı erbaası (yaratılıştaki dört
hali) “ve
hüvellezî halekas semâvâti vel ardı fî sitteti eyyâmin ve kâne arşühü
alelmâi” (Hûd,
11/7) âyet-i kerîmesine nazaran semâvâta
da şâmildir (gökleri de içine alıyor,)
şöyle ki:
Evvelen;
(ilk olarak) her
bir seyyârenin (gezegenin) şemsten (güneşten)
, bidâyet-i iftitâkında
(başlangıcında güneşten koparak ayrıldığında)
bir küre-i nârî (ateş topu) olduğunda
şüphe yoktur.
Sâniyyen
(ikinci olarak); semâvât (göklerin)
ve arzın (yerin) hey’et-i mecmûası
(tamamını), emlâk-i ilâhiyyeden (Allah’ın
mülklerinden) birer mülk oldukları
“ve hüvellezî
halekas semâvâti vel ardı fî sitteti eyyâmin ve kâne arşühü alelmâi”
(Hûd, 11/7) beyân-ı âlîsi cümlesine şâmil bulunduğu (içine
aldığı) cihetle (yönüyle)
her bir semânın (göğün) devre-i
mâiyyeye (su devresine) de tâbi’ olduğu
anlaşılıyor.
Sâlisen
(üçüncü olarak); her bir semâ (gök)
dahi arz (dünya) cinsinden ve unsurî
(elementlerden) olduklarından, bu halden
sonra kışır (kabuk) bağlayacakları tabîîdir.
Bu da onların devre-i türâbiyyeleridir (toprak
devreleridir).
Râbian
(dördüncü olarak)
“ellâ yescüdü lillâhıllezi yuhricül habe fissemâvâti vel
ardı” (Neml, 27/25)
buyurulduğuna göre, devr-i nebâtîleri
(bitki devreleri)
“ve min âyâtihî halkussemâvâti vel ardı ve mâ
bessefîhimâ min dâbbeh ve hüve alâ cemihim izâşâu kadir”
(Şûrâ, 42/29) buyurulduğuna göre de devr-i hayvânîleri (hayvan
devreleri) olunca, devre-i türâbiyyeleri (toprak
devreleri) de olduğu zâhirdir (aşikârdır).
<Devam
Edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
http://gulizk.com
02.05.2001
|