100. Bölüm

Gözün gördüğü bir mahlûk yoktur, illâ onun "ayn"ı ve "zât"ı Hak'tır  (12).

Ya'ni gözün gördüğü her bir mahlûkun "ayn"ı (hakikâti) ve "zât"ı Hak'tır. Zîrâ Hak, o mahlûk sûretinde zâhir olmuştur (meydana çıkmıştır).  Ancak mahcûbun (perdelenmiş kişilerin) vehm-ü hayâli (hayali zanlarından dolayı) onu mahlûk tesmiye etti (olarak isimlendirdi) ve görünen suver-i halkıyyede (yaratılmışların suretlerinde) Hak müstetir oldu (kendini örttü). Fakat, âriflere Hak, o sûretlerde mütecellîdir (görünmektedir). Ve ârif Hakk'ı o sûretlerde  müşâhede eder (görür, seyreder).  Nitekim, Abdullah Bayânî (k.s.) buyurur:

Tercüme:

Dü çeşm-i serle Hakk'ı görmedikçe
Onu bir lâhza vaz geçmem talebden
Bu gözle Hak görülmez derler ammâ
Diyenler öyle olsun, böyleyim ben

Velâkin mahlûkta mûda'dır; bunun için sûretler hokkalar­dır (13).

Ya'nî Hak, mahlûkât dediğimiz eşyâda (varlıklarda) mûda' (emanettir) ve muhtefidir (gizlenmiştir).  Bunun için suver-i eşyâ (varlık suretleri), birtakım hokkalar ve zurûf (zarflar) mesâbesindedir (derecesindedir).

Ma'lûm olsun ki, tahkîkan ehlullah için hâsıl olan ulûm-ı İlâhiyye-i zevkıyye, kuvânın ihtilâfı sebebiyle muhteliftir. Ulûm-ı İlâhiyye, ayn-ı vâhideye rücû etmekle berâber, kuvâdan hâsıl olur (14).

Ya'nî ehlullâhın (velilerden) her birisindeki ulûm-i İlâhiyye (İlahi ilimler, bilgiler) muhteliftir (çesitlidir). Çünkü o ulûm (ilimler, bilgiler) her ne kadar ayn-ı vâhideye (tek bir hakikâte), ya'nî abdin (kulun) hüviyyetine (hakikâtine) ve abdin (kulun) "hüviyyet"i (hakikâti) Hak olduğundan, Hakk'a rücû' edip (geri dönüp, ona ait olup) bir noktada müctemi' (toplanır, cem) olur ise de, kuvâ-yı muhtelifeden (çeşitli meleki güçlerden) inbi'âs eder (meydana çıkar).  Binâenaleyh (nitekim), ihtilâf-ı kuvâya (aykırı, farklı güçlere) tebean (uyarak) muhtelif olur (çeşitlenir).

Şöyle ki insanın rûhânî ve cismânî kuvvetleri vardır. Ve bu kuvvetlerden her birisinin hükmü diğerine uymaz. Ve biri vâsıtasıyla hâsıl olan ilim de diğerine muhâliftir (zıttır, uyuşmaz) . Meselâ, işitmekten hâsıl olan ilim, görmekten hâsıl olan ilme benzemez. Ve kezâ göz ile hâsıl olan kulakla ve el ile hâsıl olan ayak ile husûle gelmez. Vesâir kuvâ-yı hissiyye de (bunun gibi diğer duyular da) bunlara makıystir. (benzetilebilir, kıyaslanabilir) Ve kezâ kuvâ-yı rûhâniyye-i insâniyyeden (insandaki ruhani güçlerden) akıl ile hâsıl olan, vehim ile hâsıl olmaz; işte hepsi bunlar gibidir. Maahâzâ (bununla beraber) her bir kuvvetten (meleki güçlerden) ayrı ayrı hâsıl olan ulûmun (ilimlerin, bilgilerin) mecmû'u /(toplamı)  hakikât-i insâniyyeye (insanın hakikâtine, ilmi suretine) rücû' edip (geri dönüp, ait olup) orada toplanır. O hakîkat ise birdir ve ilmin sâhibi olan şahsın ayn-ı sâbitesidir (ilmi suretidir).  Ve ayn-ı sâbitede  (ilmi surette) zâhir olan (açığa çıkan) dahî hüviyyet-i İlâhiyyedir (Hakk’ın hakikâtidir) veyâ hüviyyet-i mutlakadır (mutlak olan Zat’tır) : Binâenaleyh (nitekim) kâffe-i ulûm-i muhtelifenin (bütün çeşitli, farklı ilimlerin hepsinin) mercii (kaynağı) Hak'tır.

Ve ehlullahdan (velilerden) her bir ferdin (kişinin) vücûdunda hâsıl olan ulûm-ı İlâhiyye (İlahi bilgiler) onların kuvâlarının (onlarda bulunan meleki güçlerin) ihtilâfı (farklı oluşu) hasebiyle muhtelif (çeşitli) olduğu gibi, ehlullahdan (velilerden) her bir ferdin (kişinin) vücûdu dahî, şahs-ı vâhid (tek şahıs) gibi olan hakîkat-ı vâhidenin (tek hakikâtin) kuvâsı menzilesinde (meleki güçleri derecesinde) bulunduğundan, onların her birisine hâsıl olan ulûm-ı zevkiyye-i İlâhiyye (İlahi ilimlerden duyulan manevi zevkler) dahî, isti'dâdât-ı husûsiyyelerine (kendi istidatlarının özelliklerine) ve ayn-ı sâbitelerinin (kendi ilmi suretlerinin) vüs'atine (genişliğine) göre muhtelif (çeşitli, farklı) olur. Fakat o ulûm (bilgiler) ve ezvâk-ı muhtelife (duyulan farklı zevkler), ayn-ı vâhide (tek zat) olan hüviyyet-i Hakk'a (Hakk’ın Zât’ına) ve Zât-ı İlâhiyye-i Ahadiyyeye (Ahad olan Zat’a) râci'dir (aittir).  Zîrâ  kâffe-i ulûm (bütün ilimlerin, bilgilerin hepsi) ve ezvâk (lezzetler) ondan münbaisdir (doğar). Ve cümlesi, Hüviyyet-i Hak'ta (bütün hepsi Hakk’ın Zât’ında) hakîkat-i vâhidedir (tek hakikâttir). Velâkin mazharların (görüntü yerlerinin, birimlerin) ve mahallerin (yerlerin) ihtilâfı hasebiyle (faklılıklarından dolayı) muhtelif (çeşitli) olarak zâhir olur (görülür).

İmdi bu zikrolunan (anlatılan) iki vecihden (husustan) birisinde şahsın kuvâ-yı zâhire (görünen  güçleri, dış kuvveleri) ve bâtınesinden (ruhundan)  hâsıl olan ulûm (ilimlerin) ve ezvâkın (lezzetlerin), o şahsın ayn-ı vâhidesine (tek hakikâtine, ismi hassına) rücû ettiği (ait olduğu) ve diğerinde ise ehlullahdan (velilerden) her birisinin vücûdu, hakîkat-ı vâhidenin (tek hakikâtin) kuvâsı (meleki güçleri) mesâbesinde (derecesinde) olup, her birindeki ulûm (ilimler, bilgiler) ve ezvâkın (manevi zevkin) maa-ihtilâf (farklı olması ile beraber), hüyiyyet-i Hakk'a (Hakk’ın Zâtı’na) rücû' eylediği (geri döndüğünü, ait olduğunu) beyân (bildirir) ve bir vecih (husus) diğerine kıyâs olunur (karşılaştırılır, kıyaslanır).

Zîrâ, Allah Teâlâ der ki: "Ben abdin onunla işittiği sem'i, onunla gördüğü basarı ve onunla tuttuğu eli ve onunla yürüdüğü ayağı olurum." İmdi, onun hüviyyeti, abdin aynı olan cevârihin aynı olduğunu zikretti. "Hüviyyet" vâhid ve cevârih muhteliftir. Ve her bir câriha için ulûm-i ezvâktan, o uzva mahsûs, ihtilâf-ı cevârih ile muhtelif olan bir ayndan bir ilim vardır. Hakîkat-ı vâhide olan su gibidir ki; ihtilâf-ı bıka' hasebiyle ta'mda muhteliftir. Ondan ba'zısı tatlı, lezîzdir ve ba'zısı acıdır. Halbuki o cemî'-i ahvâlde sudur. Her ne kadar lezzet muhtelif ise de, onun hakîkati lâyetağayyerdir (15).

Ya'nî Hak, bir hüviyyetini (hakikâtini) abdin (kulun) a'zâ-yı  muhtelifesinin (çeşitli uzuvlarının, organlarının) aynı kıldı da, abdin (kulun) sem'i (işitme duyusu) ve basarı (görme duyusu) ve eli ayağı vesâir kuvâ (diğer güçleri) ve a'zâsı (organları) oldu ve her bir kuvvet ve uzuvda, (organda) O'nun bir hüviyyeti (hakikâti) birer sıfatla zuhûr etti (meydana çıktı). Ve bu zuhûr (açığa çıkış) sebebiyle, her bir kuvvette abd (kul) için bir ilim ve bir kemâl hâsıl oldu. Ve biriyle hâsıl olan ilim ve kemâl, diğeri ile hâsıl olana benzemedi. Şu halde bir Hüviyyetten (hakikâtten) fâiz olan (taşan) ilim, bir hakîkatten ibârettir. Velâkin kuvâ (güçler, hasseler) ve cevârihin (cevherlerin) ihtilâfına binâen (farklı olmasından dolayı), muhtelif sûrette (çeşitli şekillerde) zâhir (göründü) ve müteayyin (belli) oldu. O hakîkat-ı vâhide (tek hakikât) tıpkı suya benzer. Nitekim su, çıktığı mahallin (yerin) muktezâsına (gereklerine, şartlarına) göre, ba'zan tatlı ve lezzetli, ve ba'zan dahî tuzlu ve acı olur. Fakat lezzeti nasıl olursa olsun, ona yine su denir. Lezzetindeki ihtilâf (farklılık), menba' (çıktığı kaynak) ve mahallindeki (yerindeki) ihtilâfa mebnî (farlılığından dolayı) olup, onun hakîkat-ı vâhidesini (hakikâtinin tekliğini) tağyîr etmez. (bozmaz) Ancak ba'zısı nâfi' (faydalı) ve ba'zısı gayr-i nâfi'dir (faydalı değildir).

İşte ilim dahî böyledir. Yenâbî'-i kuvâ (güç kaynakları) ve cevârihin (cevherlerin) ihtilâfı (aykırı, farklı oluşu) ile muhtelif (çeşitli) olsa bile yine ona ilim denir. Ancak ba'zısı nâfı' (faydalı) ve ba'zısı gayr-i nâfi'dir (faydalı değildir). Kimi kuvâ-yı rûhâniyye-i nûrâniyyeden (ruhun nurani güçlerinden) hâsıl olduğundan (peyda olduğundan, çıktığından) dolayı tatlı ve lezîz ve nâfi' (faydalı) olur. Ve kimi kuvâ-yı hissiyyenin (duyuların, hissi güçlerin) ba'zılarından hâsıl olduğu (peyda olduğu, çıktığı) için tuzlu ve acı ve gayr-i nâfi'dir (faydasızdır).  Binâenaleyh (nitekim), muvahhid (tevhideden) ve ârif-i billâh (Allah’a arif olanlar) için keşf ile hâsıl olan ilm-i tevhîd (tevhid bilgisi),  tatlı ve lezîz su gibidir ki, sâhibine ıztıraptan ve telvînden (renklenmekten) sükûnet (rahatlık, sakinlik) verir; ve susuzluğunu izâle eder (giderir) .  Zîrâ bu ilim, ilm-i İlâhîdir. (Hakk’ın ilmidir) Ve âriflerin bir menba'-ı latîf (çıktığı yer latif) ve tâhir (temiz) olan vücûdları onun ta'mını (tadını) bozmadığı için letâfet-i asliyye (hakiki latifliği) ve tahâret-i fıtriyyesi (yaratılışındaki temizlik) üzere zâhirdir (açığa çıkmıştır). Ve fakat mâsivâ-yı Hak (Hakk’tan başkası, yaratılmış birimler) ile mahcûb (perdeli) olan ve perde-i tabâyi'in (tabiat perdelerinin) arkasında kalan cühelânın (cahillerin) ilmi, ilm-i aklî (kendi aklının ilmi kadar) olup onların emlâh-ı tabîatla (temiz, güzel tabiatla) memzûc (karışmış) olan menba'-ı vücudlarından (vücutlarının kaynağından) çıktığı için, tuzlu ve âcı su gibi olur. Ne kendilerini ve ne de içirdikleri kimseleri kandırır ve aslâ fıkirlerine sükûnet (rahatlık) vermez ve şüphelerini izâle etmez (gidermez). Belki bu ilmin sâhibi i'mâl-i fikr ettikçe (fikir ürettikçe) hakâyık-ı eşyâda (varlıkların hakikâtlerinde) şüphesi ve hayreti artar.

Mesnevî:

Tercüme: "Her kimin gönlünde şekk (şüphe) ve dolaşıklık varsa, o kimse cihanda (dünyada) gizli bir feylesoftur (filozoftur). Vakit vakit i'tikâd (inanç) gösterir; fakat felsefe damarı yüzünü karartır."

Maahâzâ (bununla beraber) bunların cümlesine (bütün hepsine) "ilim" ıtlâk olunur (denir). Zîrâ hakîkat-i ilim (gerçek, doğru ilim), idrâkâtın (idraklerin) ihtilâfıyla (farklı olmasıyla) değişmez.  Ve kâffe-i ulûmun (ilimlerin hepsinin) aslı (özü), ayn-ı vâhidedir (tek hakikâttir). Ve o dahî ilm-i İlâhîdir (Hakk’ın ilmidir) ve hüviyyet-i Hak'tır (Hakk’ın hakikâtidir). Rubâî-i Ömer Hayyâm (k.s.):

Tercüme: "Hak cihânın (âlemin, evrenin) cânıdır; cihân (kainat) dahî cümle (bütün hep) bedendir. Melâike (melekler) sınıfları bu tenin havâssidir (hasseleri, duyularıdır). Eflâk (yıldızlar) ve anâsır-ı basîta (basit unsurlar) ve mürekkebe (bileşikler, terkip olunmuşlar) ve mevâlîd-i selâse, (maden, nebat ve hayvan) a'zâdır (uzuvlar, organlardır).  İşte tevhîd (birleme) budur, diğerleri hep nevi' (çeşit) ve kesrettir (çokluktur)."

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-10.02.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail