[KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ
AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ye bu hikmet-i
ahadiyye "ilm-i ercül"dendir. Ve o ilm-i ercül dahî, ekl
hakkında, onun kitaplarını ikame eden
kavme, Allah Teâlâ'nın:
.........................
(Mâide,
5/66) kavlinden
müstefâddır (16).
Ya'nî "ilm-i ercül" (ayakların
ilmi), zâhirde
(görünüşte),
Hak yolunda yürümekle hâsıl
olan ilimdir. Buna Türkçemizde "ayakların ilmi" demek münâsib
(uygun) olur. Hz: Şeyh (r.a.)
bu ilm-i ercülü:
................................................... (Mâide,
5/66) âyet-i kerîmesinden iktibâs buyurmuştur
(almışlar, aktarmışlardır).
Ma'nâ-yı münîfı (yüce
manası) : "Eğer
onlar Tevrât ve İncîl'i ve Rab'lerinden onlara nâzil olan
(inen) şeyi ikâme ede idiler,
hem fevklerinden (üstlerinden)
ve hem de ayaklarının altından ekl ederlerdi
(yerlerdi). "
Ya'nî ehl-i Tevrât (Tevrat
sahipleri) ve İncîl taraf-ı Rabbânîden
(Rableri tarafından) nâzil
olan (inen) ahkâmın
(hükümlerin, emirlerin) zâhir
(görünen, açık) ve bâtın
(gizli) ma'nâlarını
lâyıkıyla (yaraşır bir şekilde)
teemmül edip (iyice
düşünüp) anlamış ve onların hakâyıkına
(hakikâtlerini) kemâliyle
(tam olarak) muttali'
(bilip, vakıf) olup amel
etmiş olsa idiler, hem âsmân-ı esmâdan
(esmanın semadan) rûhlarına
nâzil olan (inen) ulûm-ı
İlâhiyye-i zevkıyyeden (İlahi
ilimlerin verdiği zevklerden) merzûk olup
(rızıklanıp) fevklerinden
(üstlerinden) ekl etmiş
(yemiş) olurlar ve hem de
esfel-i sâfılîn (aşağıların en
aşağısı) olan âlem-i tabîatın
(tabiat âleminin)
mertebelerinde yürüyerek, sıfât-ı beşeriyyeden
(beşeri, yaratılmışlık sıfatlarından)
ve küdûrât-ı nefsâniyyeden
(nefsin tasalarından, arzularından)
bâtınlarını (içlerini,
ruhlarını) tasfıye etmek (temizlemek)
sûretiyle ayaklarının altından yemiş bulunurlar idi.
Zîrâ, şol
bir tarîk ki o sırâttır ve üzerinde sülûk ve meşy olunur, sa'y
ancak ayaklar ile olur (17).
Ya'nî üzerinde yürümek için vaz' olunan
(konulan) "köprü" dediğimiz
yolda, ancak ayaklar ile yürünür. Cenâb-ı Şeyh (r.a.), sülûk-ı
ma'nevîyi (manevi yolda ilerlemeyi)
sülûk-i sûriyyeye (bedenin
yürümesine) teşbîh edip (benzetip),
yolda ayaklar ile
yürüneceğinden nâşî (dolayı)
tarîk-ı Hak'ta (Hakk yolunda)
hâsıl olan (elde edilen)
ilmi dahî, ercüle (ayaklara)
isnâd buyurmuştur (dayandırmıştır).
Sırât-ı
müstakîm üzere olan Rabb'in yediyle nevâsî ahzindeki bu şuhûdu,
ancak ulûm-i ezvâktan bu fenn-i hâs intâc eder (18).
Ya'nî sırât-ı müstakîm
(doğru yol) üzerine olan her
bir Rabb'in (İlahi ismin)
eliyle, her bir dâbbenin (hayvanın)
nâsıyelerinin (alınlarının)
tutulması, ahadiyyet-i rubûbiyyeti
(rububiyetin ahadlığını)
mutazammındır (içine alır).
Ve bu ahadiyyet-i rubûbiyyete
(esmanın ahadiyetine)
ma'rifet husûliyle onu müşâhede etmek
(görmek),
ancak ulûm-i zevkiyyeden (ilmi
zevklerden) olan bu fenn-i hâs
(özel ilim, özel teknik)
ile, ya'nî ilm-i ercül (ayakların
ilmi) ile hâsıl olur. Zîrâ bu ilm-i ercülü
(ayakların ilmini) bilen
kimse vâkıftır (bilir) ki,
kendisinin bu ilmi, esfel-i sâfilîn (aşağıların
aşağısı, en alt mertebe) olan kevn ve tâbîat yolundan
gelir. Ve zevk ve şühûd ile (görerek,
şahit olarak) bilir, ki, tarîk-i Hak'ta sülûk ettiği
(Hakk yolunda ilerlediği)
vakit, kendi nefsinde, sülûk (ilerlemeye)
ve harekete kudret yoktur; çünkü kendisinin vücûdu,
müstakil (bağımsız)
olmayıp gayrden (başkasından)
müfâzdır (feyzlenmiştir).
Ve kendisinin mazhar (görüntü yeri) olduğu Râbb-i hâssı (terkibindeki
ağırlıklı isim),
nâsıyesinden (alnından)
tutup, kendine mahsûs (özel, ait)
olan doğru yol üzerinde yürür ve o da cebren
(zorla) ona tâbi' olup
(uyup) o doğru yol üzerinde
gider. Ve onun sülûkten maksûdu (yola
girmekten, ilerlemekten niyeti) Rabbü'l-a'lâdır
(Rablerin en yücesi olan âlemlerin
Rabbinedir). Ve
halbuki kendisini sevk eden (önüne
katıp süren) Rabb-i hâss (terkibindeki
güçlü esma), kendinin
mazhariyyeti (göründüğü mahal (birim)
ile zâhir (açık, meydanda)
ve kendisinde mütecellî (görünendir)
ve hâzırdır (bizzat
bulunandır).
Binâenaleyh (nitekim)
kendinde zâhir (görünen)
olup sülûk eden
(yolda ilerleyen, yolcu) Hak
olduğu gibi, mesleki (gidileni),
sâikı (götüreni)
ve hattâ tarîk (yol)
hep Hak'tır.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur.
.............................. (Bakara; 2/115) ve
........................... (Hadid, 57/4) Ya'nî: "Nereye döner
iseniz hep Allâh'ın vechidir"; "ve nerede olursanız, Allah
sizinle berâberdir." Ve kezâ Resûlullah (s.a.v.) buyurur:
......................................... ya'nî: "Eğer ipinizi
bıraksanız Allâh'ın üzerine düşer idi" ve "Arza defnolunduğunuz
(yere gömüldüğünüz) vakitte de Allah sizinle
berâberdir." Ve kezâ kendisinin merci'
(geri döneceği, ait olduğu yer)
ve masîri (karargâhı)
dahî Hakk-ı mutlaktır (kayıtsız,
sınırsız Hakk’ın Zâtıdır).
Ve Hak'tan kaçacak bir yer arasa, bulamaz.
Binâenaleyh (nitekim),
ahadiyyet-i rubûbiyyeti müşâhede
(görmek) ve hikmet-i
ahadiyyede (ahadiyyet ile ilgili
hikmetlere) zevk ve ma'rifet
(ilim) husûlü
(oluşması),
"ilm-i ercül"
(ayaklar ilmi) ile olduğu
için, Şeyh (r.a) bu "hikmet-i ahadiyye"de ilm-i ercülü
(ayaklar ilmini),
tarîk (yol) ve
sülûkü (gidişi) ve
mevcûdâttan her bir mevcûdun nâsıyelerinden
(alınlarından) tutup çeken
erbâb-ı esmânın (sahip olduğu esmanın)
sırât-ı müstakîm (doğru
yol) üzere olduğunu beyân buyurdu
(bildirdi).
İmdi
Allah Teâlâ, mücrimleri sevk eder. Ve onlar Allah Teâlâ'nın rîh-ı
debûr ile sevk eylediği bir makama müstehak olan kavimdir. Öyle
rîh-ı debûr ki, Hak onunla onları nüfuslarından ihlâk etti. Şu
halde Rab, onların nâsıyelerini tutar ve rîh-i debûr cehenneme
sevk eder. Ve rîh-i debûr, onların üzerinde sâbit oldukları
hevâlarının aynıdır. Ve cehennem dahî onların tevehhüm
eyledikleri bu'ddür (19).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) kâffe-i devâbbın nâsıyelerini
(bütün hayvanların hepsinin alınlarını),
onlardan her birinin mazhar
(görüntü yeri) olduğu bir
Rabb-i hâssı (terkibinde tasarruf
eden has ismin) tuttuğunu ve cümlesinin
(bütün hepsinin) sırât-ı
müstakîm (doğru yol) üzere
olduğunu beyân buyurmuş (açıklamış)
ve buna delîl olarak
...................................... (Hûd, 11/56) âyet-i
kerîmesini zikretmiş (anmış)
idi. Şimdi de o erbâbın (Rablerin,
esmanın) hey'et-i mecmûası
(bütün hepsi) ki,
Rubûbiyyet-i Ahadiyyedir, kâffe-i zî-rûhu
(bütün ruh sahiplerini) sırât-ı
müstakîm (doğru yol) üzere
sevkettiğini beyânen (açıklayarak)
.......................................... (Meryem,
19/86 âyet-i kerîmesinin mefhûmunu îrâd eyler
(anlattığı manayı söyler).
Ma'lûmdur ki, Hûd (a.s.)’ın kavmi Âd
(Hud Peygambere isyan ettikleri için
gazaba uğrayan helak olan bir kavim) idi. Hak Teâlâ,
adem-i itâatlarından (itaatsizliklerinden)
dolayı, onları rîh-ı debûr
(batıdan esen rüzgâr) ile
helâk etti. Ve onların adem-i itâatları
(itaatsizlikleri) hevâ-yı
nefsânîlerinden (nefislerinde olan
arzulardan) idi. Ve nefis ise Cenâb-ı Lâhût'tan
(Uluhiyyet’ten (Allah’tan)
i'râz (yüz çevirme) ve
idbâr (arkasını dönme)
üzeredir. Binâenaleyh (nitekim),
Hak onları nefislerinin idbârından
(arkalarını dönmelerinden)
neş'et eden (ileri gelen)
hevâ (istek ve arzular)
ile, ya'nî rîh-i debûr (batıdan esen
rüzgâr) ile sevk etti (sürükledi)
ve o rîh (rüzgâr)
ile nefislerinden ifnâ (yok, fani)
eyledi. Ve ehviye-i nefsâniyyeye
(nefsin arzularına) "rîh-i
debûr” (batıdan esen rüzgâr, batı
rüzgârı) denilmesi cihet-i halkıyyeden
(yaratılmış olması hususundan)
ve âlem-i zulmânîden (karanlık
âlemden, maddî âlemden) hâsıl olmasındandır.
Binâenaleyh (nitekim),
Hak onları cehennem-i bu'da
(uzaklık cehennemine, Hakk’tan uzak olma
durumuna) düşüren nefslerinden ifnâ
ile (yok ederek) soydu.
Ve rîh-i debûr (batı rüzgârı)
onların hevâlarının (isteklerinin,
arzularının) aynıdır ki, onlar o hevâlarının
(arzularının) üzerinde
sâbit-kadem (değişmez, kalıcı)
olmuş idiler. Zîrâ nâsıyelerinden
(alınlarından) ahz eden
(çekip alan) Rabb-i
hâsslarının (terkiplerindeki
ağırlıklı ismin) iktizâsı
(gereği) bu idi. Onları isti'dâtları ve sa'yleri
mûcibince (gayretlerinden dolayı)
tarîkın nihâyetine (yolun
sonuna) götürdü. Ve hevâlarının
(arzu ve isteklerinin) aynı
olan rîh-i debûr (batı rüzgârı)
dahî arkalarından cehenneme sevk etti
(sürükledi, götürdü).
Ve cehennem, Hakk'ın vücûdundan başka olarak tevehhüm
ettikleri (var zannettikleri)
bir vücûttur ki, o da Hak'tan uzaklıktır.
Hz. Şeyh (r.s.)’ın cehennemi, "bu'd"
(uzaklık) ile tefsîrinde,
(yorumlamasında) umûr-ı
tabîiyyeye (tabiat huy, ile alakalı
hususlar) ve sıfât-ı nefsâniyyeye
(nefis ile ilgili sıfatlarla)
meşgûliyeti (uğraşması)
hasebiyle, Hak'tan ba'îd (uzak)
olan kimsenin cehennem içinde olduğuna ve hevâ-yı
nefsânîsinin (kişinin nefsinden gelen
arzular) o kimseyi bu'da (Hakk’tan
uzak kalmaya) sevk ettiğine
(sürüklediğine) işâret vardır.
Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: ................................. (Tevbe,
9/49), ya'nî "Muhakkak cehennem el'ân
(şimdi, şu anda dahi)
kâfirleri ihâta etmiştir. (kuşatmıştır)
" Fakat nefsü'l-emrde (esasında,
gerçekte) hiç kimse Hak'tan uzak değildir. Zîra
mevâtın (menziller, mertebeler)
ve makâmâtın (makamların)
kâffesi (hepsi)
merâtib-i Hakk'ın (Hakk’ın
mertebelerinin) sûretleridir. Bu'd
(uzaklık) vasfı, onların
tevehhümlerinden (var
zannetmelerinden) neş'et etme
(kaynaklanma) bir emr-i
mütevehhemdir (vehmi bir husustur)
. Onlar zannederler ki,
Hakk'ın vücûdundan başka vücûd vardır. Vaktaki
(ne zaman ki) Hak onları bu
mevtına (makama),
ya'nî cehenneme sevk eder
(sürükler, gönderir) ve ihlâk
(helak etmek, mahv etmek) ve
ifnâ (fani kılmak, yok etmek)
ile nefislerinin elinden kurtarır; bu halde onlar için ayn-ı
kurb (aynel yakın)
hâsıl olur (gerçekleşir)
ve Allah'dan uzaklığın mahzâ
(yalnız) tevehhümden
(vehmetmekten) başka bir şey
olmadığı münkeşif (açılmış, görülmüş) olur. Ve cehennem onlar hakkında naîme
(cennete) münkalib
(dönüşmüş) bulunur. Çünkü
Fass-ı Uzeyrî'de (Üzeyr bölümünde)
îzâh olunduğu (anlatıldığı)
vech (tarafı)
ile, onların cehennem denilen mevtına
(mertebeye, yurda) duhûlleri
(girmeleri) huccet-i
bâliğa-i İlâhiyye’nin (kesin, apaçık
İlahi delilin) sübûtundan
(çıkmasından) sonra olacağından, bu mevtına
duhûllerinin (bu yurda, makama
girmeleri) isti'dâtları iktizâsından
(gereklerinden) olduğunu ve
binâenaleyh (nitekim),
Hakk'ı ve merâtib-i Hakk'ı (Hakk’ın
mertebelerini) bilirler. Ve Müntakım
(intikam alan, cezaya çarptırmaya gücü
yeten) isminin nâsıyelerinden
(alınlarından) tutup tarîk-i
müstakîmin (doğru yolun)
nihâyetine (sonuna)
götürdüğünü anlarlar.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-17.02.2004
http://gulizk.com
|