KELİME-İ HÜDİYYE’DE
MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN
FASTIR
Vaktâki onları bu mevtına sevk etti, ayn-ı kurbda hâsıl oldular.
Binâenaleyh bu'd zâil oldu ve onların hakkında "cehennem"le
müsemmâ olan zâil oldu. Şu halde istihkak cihetinden naîm-i
kurba fâiz oldular. Zîrâ onlar mücrimlerdir / (20).
Ya'nî Hak onları rîh-i debûr (batı
rüzgârı) mazharıyla (görüntü
yeri olmalarıyla) "cehennem" denilen mevtına
(yurda, mertebeye) sevk etti
(gönderdi).
Onların nefısleri bu sûrette helâk
(ölü, mahv) ve fânî
(yok) olunca, ayn-ı kurba
(aynel yakına) vâsıl oldular
(eriştiler),
bu'd
(uzaklık) gitti. Binâenaleyh
(nitekim) onların hakkında
"cehennem" denilen mevtın (yurt)
dahi zâil oldu (yok olup
gitti). Zîrâ
cehennem "bu'd" (uzaklık)
idi; bu'd (uzaklık)
gidince cehennem dahî gitti. Ve bu'dun
(uzaklığın) zevâli
(sona ermesi) nefislerin
helâk (ölmüş)
olmasındandır. Çünkü Allah'dan uzaklıkları nefıslerinin
tevehhümündendir (zanlarından,
vehimlerindendir).
Nefis fenâ bulunca (ölünce),
tevehhümleri (vehimleri)
de fânî oldu (öldü).
Ve bu sûrette onlar a'yân-ı sâbitelerinin
(ilmi suretlerinin) istihkak
(hakk olması) ve
isti'dâtları ve sa'y (gayretleri)
ve amelleri cihetiyle (hususuyla),
naîm-i mutlaka (tam,
sınırsız nimete) değil, naîm-i kurba
(yakınlık nimetine) nâil
oldular (eriştiler).
Zîrâ onlar mücrimlerdir (günahkârlardır).
Ve mücrimler (günahkârlar)
ise ehl-i nârdır (cehennem
ehlidir). Ve
eşkıyâ cehenneme dâhil oldukları (girdikleri)
vakit, a'yân-ı sâbitelerinin
(ilmi suretlerinin) iktizâ
ettiği (gerektirdiği)
kemâle (tamlığa, mükemmelliğe)
vâsıl olurlar (ulaşırlar).
Bu kemâl ise Rabb'e ayn-ı kurbdur
(aynel yakındır).
Binâenaleyh
(nitekim) onların hakkında
cehennemin zevâli (sona ermesi) ancak bu'dün (uzaklığın)
zevâlidir (sona ermesidir).
Yoksa mutlaka (herhalde)
cehennemin ve azâbın zevâli
(sona ermesi) değildir.
Azâbın vücûduyla (varlığıyla)
berâber, naîm-i kurba (yakınlık
nimetine) vusûlün (ulaşmanın)
misâli: Meftûn-i cemâli (cemaline
vurulmuş) olduğu bir melikenin bendesi
(kraliçenin kulu, kölesi),
melikenin (kraliçenin)
emriyle onun cemâlini (yüzünü)
müşâhede edemeyeceği (göremeyeceği)
bir mecliste (toplumda)
hidemât-ı şâkkada istihdâm olunmakta
(güç, eziyetli hizmetlerde bulunmakta)
ve "Ne olur bir lâhzacık
(bir an olsun) cemâlini (yüzünü)
görsem!" diyerek yanıp tutuşmakta iken, bağteten
(ansızın) melikenin
(kraliçenin) sarayına celb
olunup (çekilip) orada
ma'şûkasının (sevgilisinin)
cemâlini (yüzünü) her
an müşâhede etmekle (görmekle)
berâber, yine aynı hidemât-ı şâkkada
(ağır işlerde) istihdâm
olunsa (çalıştırılsa),
o bende (köle)
azâb-ı bu'ddan (ayrılığın, uzaklığın
verdiği azaptan) halâs olarak
(kurtularak) naîm-i kurba
(yakın olma nimetine) nâil
olur (ulaşır) .
Fakat, hidemât-ı şâkkada istihdâm olunmak
(ağır, güç hizmetlerde bulunmanın) azâbı
(işkencesi, üzüntüsü) bâkî
(daimi, kalıcı) olduğundan,
bu hal onun hakkında naîm-i mutlak
(salt, kayıtsız nimet) değildir.
Beyit:
Tercüme:
"Seninle nâr-ı cehennem bana ne ni'mettir
Sen olmayınca naîm-i cinân ne nıkmettir:"
İmdi Hak, onlara bu makam-ı zevkî-i lezîzi, imtinân
cihetiyle vermedi. Belki onlar, onu ancak üzerinde bulundukları
amellerinden, hakayıklarının müstehak olduğu şeyle aldılar. Ve
a'mâllerinde sa'y etmekte Rabb'in sırât-ı müstakîmi üzerine
idiler. Zîrâ nâsıyeleri onun için bu sıfât sâbit olanın yedinde
idi. İmdi onlar nüfûslarıyla yürümediler. Belki ayn-ı kurba
vâsıl oluncaya kadar cebr-i hükmî ile yüdüler
................................................. (Vâkıa, 56/85)
ya'nî "Biz fânîye sizden daha yakınız; fakat siz görmezsiniz"
(21).
Ya'nî Hak, nüfûslarından fânî olanlara
(nefislerini verenlere, benliklerinden
geçenlere) bu makâm-ı zevkî-i lezîzi
(bu makamın zevk ve lezzetlerini)
fazl (lûtuf)
cihetinden vermedi. Belki onların bunu bulmaları gayr-i mec'ûl
(yapılmamış istidatları (kendisinde
potansiyel güç, kuvve olarak gizli kalmış, açılmamış istidatları)
olan isti'dâdât-ı zâtiyyeleri
(kendilerindeki istidadın)
iktizâsından (gereğinden)
idi. Ve ilm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) onların a'yânı (ilmi
suretleri) o a'mâl (ameller,
işler) üzere sâbit (mevcut)
olmuş idi. Binâenaleyh (nitekim)
bu makamı, hakayıklarının
(ilmi suretlerinin, hakikâtlerinin) istihkâkı
hasebiyle (hakkı olarak)
aldılar. Ve onların amelleri, nâsıyelerinden
(alınlarından) tutup çeken
Rabb-i hâsslarının (terkiplerindeki
ağırlıklı ismin) sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu) üzerinde
yürüdükleri için sâdır olmuş (çıkmış)
idi. Yoksa onlar kendi zâtlarıyla ve nüfûslarıyla
(nefisleriyle) yürümediler.
Ve nüfûslarından (nefislerinden)
mütevellid (doğmuş, ileri
gelmiş) olan vehm-i bu'd (var
zannettikleri uzaklık) zâil
(geçip) ve ayn-ı kurba
(aynel yakına) vâsıl oluncaya
(ulaşıncaya) kadar, cebrin
hükmü (zorlu şartlar)
altında yürüdüler. Nitekim Hak Teâlâ sûre-i Vâkıa'da "Biz
meyyite (ölüye) sizden daha akrebiz (yakınız);
velâkin siz görmezsiniz." (Vâkıa, 56/85) buyurur.
İmdi cebir (zorlama),
a'yâna (ilmi suretlere)
ve isti'dâdât-ı a'yâna (ilmi
suretlerin istidadına) râci'dir
(dönüktür, aittir).
Bunun için Hz. Şeyh (r.a)
ibârede (cümlede) cebri
(zorlamayı),
Rabb'e (terkipteki
ağırlıklı isme) isnâd etmedi
(atfetmedi, dayandırmadı),
belki îhâm etti (vehme
düşürdü). Velâkin,
nazar-ı evvele (ilk görüşe)
göre cebir (zorlama),
sırât-ı müstakîm (doğru
yol) üzere olan Rabb'indir
(esmanındır).
Ve nazar-ı sânîye (ikinci
görüşe) göre, Rabb-i mutlaktan
(kayıtsız, mutlak Rab’dan ‘Allah’tan’)
Rabb-i hâssı (öz Rabbi,
ismi) ve hükm-i hâssı (asıl
hükmü) taleb eden (isteyen)
a'yân-ı sâbitenindir (ilmi
suretlerindir).
Bu nükteye (inceliğe)
dahî dikkat lâzımdır ki, Hz. Şeyh (r.a.) bu Fusûsu'l
Hikem'de ba'zı âyât-ı Kur'âniyyeyi ............... gibi bir
ibâre (cümle) ile ibârât-ı
Fusûs'a (Fusus’taki cümlelere)
rabtetmeksizin (iliştirmeksizin)
metn-i (yazılanları)
Fusus tarzında (biçiminde)
îrâd buyururlar (anlatırlar).
Bunun vechi budur ki, onlar (Sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz hazretlerinin (Peygamberimizin)
vâris-i ulûm ve maârifidir
(ilim, bilgi ve marifetlerinin
mirasçılarıdır). ................... bu gibi
mezâhir-i ilâhiyye (İlahi olan
görüntü yerleri, birimler) hakkında şeref vârid
olmuştur (erişmiştir).
Ve onlar, nefislerinden fânî
(ölmüş) ve Hak'la bâkî
(daimi, devamlılık üzere)
oldukları için, lisanları (sözleri)
Hakk'ın lisânıdır (Hakk’ın
sözleridir) .
Binâenaleyh (nitekim),
bu i'tibârla (bakımdan)
Fusûs'un kâili (söyleyeni)
Hak olduğundan, Hz. Şeyh (r.a.) ba'zı ibârât-ı
(cümleleri) Fusûs ile âyât-ı
kerîme arasında bu gibi revâbıt (rabıtalar,
bağlantılar) îrâd buyurmazlar
(getirmezler).
Ve ancak meyyit görür; zîrâ o mekşûfü'l-gıtâdır. Binâenaleyh
onun basarı keskindir. Ve Hak Teâlâ bir meyyiti bir meyyitten
tahsîs etmedi. Ya'nî kurbda saîdi şakîden tahsîs etmedi
..................................... (Kâf, 50/16) ya'nî "Biz
insana şah damarından daha yakınız" dedi. Ve bir insanı bir
insandan tahsîs etmedi. İmdi abde kurb-ı İlâhî vardır. Ve ihbâr-ı
İlâhî’de onda hafâ yoktur. İmdi Hakk'ın "hüviyyeti"i abdin a'zâ
ve kuvâsının aynı olmaktan daha yakın bir yakınlık yoktur.
Halbuki abd, bu a'zâ ve kuvânın gayrı değildir. Böyle olunca abd
halk-ı mütevehhemde Hakk-ı meşhûddur. Binâenaleyh, mü'minler ve
"ehl-i keşif ve vücûd" indinde, halk ma'kul ve Hak ise mahsüs
ve meşhûddur. Bu iki sınıfın gayrisi indinde ise Hak ma'kul ve
halk meşhûddur. Bu sûrette onlar tuzlu su menzilesindedir. Ve
tâife-i ûlâ ise içenini kandıran tatlı ve lezîz su
menzilesindedir (22).
Ya'nî meyyitin basarından (ölünün
gözünden) tabîatın örtüleri ve sıfât-ı beşeriyye
(beşeri sıfatlar) ve
nefsâniyye (nefisle alakalı)
perdeleri kalkmış ve artık onun görüşü doğru ve keskin
bulunmuş olduğundan, Rabb'inin kendisine olan kurbunu
(yakınlığını) o görür.
Maahâzâ (bununla beraber)
(S.a.v) Efendimiz gibi bir Hâdî'nin Rabb-i Mutlak’a
(sınırsız kayıtsız, Rab’ba ‘Allah’a’)
da'vetine icâbet etmeyen (kabul
etmeyen) Ebû Cehil gibi kimsenin körlüğü yine bâkîdir
(daimidir, kalıcıdır).
Zîrâ o Rabb-i Mutlak’tan (Hakk’ın
zatından) mahcûbdur (perdelidir).
O ancak nâsıyesinden (alnından)
tutan Rabb-i hâssının (kendindeki
ağırlıklı ismin) kurbunu (yakınlığını)
müşâhede eder (görür).
Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
...................................... (İsrâ, 17/72) / Ve bu
kurbu (yakınlığı)
müşâhedede (görmede) saîd
(cennetlik yaratılmış)
olsun şakî (cehennemlik yaratılmış)
olsun hepsi müsâvîdir (eşittir).
Zîrâ, Hak Teâlâ âyet-i
kerîmede bunu ba'zı emvâta (ölmüşlere)
tahsîs etmedi (ayırmadı).
Belki mutlak (şartsız,
kayıtsız) olarak zikretti.
(bahsetti) Ve kezâ "Biz
insana şah damarından daha yakınız" (Kâf, 50/16) dedi ve bu
kurbu (yakınlığı)
ale'l-ıtlâk (umûmî olarak,
kayıtlamadan) beyân buyurdu
(bildirdi) ve insanların
ba'zılarına tahsîs etmedi (özel
ayırmadı). Mutî'
(itaat eden) olsun mücrim
(günahkâr) olsun kâffesine
(bütün hepsini) teşmîl
eyledi (içine aldı).
Şu halde abd (kul)
için Hakk'ın kurbiyyeti (yakınlığı)
muhakkaktır. Ve bu bâbda (konuda)
şeref vârid olan (erişen)
ihbâr-ı İlâhî’de, (İlahi
haberde, bildiride) ya'nî ...........................
hadîs-i kudsîsinde hafâ (kapalılık,
gizlilik) yoktur; belki beyyin
(açık) ve vâzıhtır
(meydandadır).
Bu kurb (yakınlık)
nasıl muhakkak olmasın ki, Hak kendi "hüviyyet"ini
(nefsini) abdin
(kulun) kuvâ
(güçleri) ve a'zâsının
(organlarının) aynı kıldı.
Acaba bundan daha yakın bir yakınlık olur mu? Çünkü Hak, suver-i
ilmiyyesinden (ilmindeki suretlerden)
ibâret olan a'yân-ı sâbite-i eşyâya,
(varlıkların ilmi suretlerine)
kendi zât-ı lâtîfı, (hakikâtinin
nurunu) mertebe mertebe tenezzül buyurmak
(aşağı inmek, yoğunlaşmak)
sûretiyle, yine kendi vücûdundan ifâza-i vücûd eyledi
(vücut verdi).
Bu sûrette (şekilde) "halk"
(yaratılmış) dediğimiz şey,
vehmî (zannedilen) ve
i'tibârî (aslında olmayıp var kabul
edilen) bir şey oldu ve "abd"
(kul) dediğimiz şey dahi bu
mevhûm (kavram, mana) olan
halkta (yaratılmışta),
meşhûd olan
(görünen) Hak oldu.
Binâenaleyh (nitekim) bu hakîkata muttalî' olan (hakikâti
bilen) mü'minler ile ehl-i keşf
(keşf sahipleri) halkı
(yaratılmışları) taakkul edip
(anlayıp) Hakk'ı his ve
müşâhede ettiler (hissettiler ve
gördüler). Fakat
bu iki sınıftan mâadası (başkası),
ya'nî ehl-i hicâb (perdeli)
olan hukemâ (flozoflar)
ve ulemâ-i ilm-i kelâm (kelam
ilmi âlimleri) ve fukahâ (fıkıh
ilmi) ve erbâb-ı zevâhir (zahir
ehliler) ve avâmm-ı halk (halkın
umumu) Hakk'ı taakkul edip
(anlayıp) halkı
(yaratılmışları) müşâhede
ettiler (gördüler).
Onların indinde (görüşlerinde,
düşüncelerinde) vücûd-ı Hak
(Hakk’ın vücudu) başka ve
vücûd-ı halk (yaratılmışların vücudu)
başkadır. Binâenaleyh (nitekim)
bu tâife (grup)
hicâblarının kesâfeti (perdelerinin
kalınlığı) hasebiyle ayrı ayrı iki vücûd isbât etmiş
(vardır demiş) olurlar ve
vücûd-ı Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) vücûd-ı halkı (yaratılmışların
vücudunu) teşrîk ederler (şirk,
ortak koşmuş olurlar).
Gariptir ki, Hz. Şeyh (r.a.)ın
............................. tesbîhine ittibâan
(tabi olarak, uyarak) biri
çıkıp "Bu halkın (yaratılmışların)
vücûdu Hakk'ın aynıdır" kavliyle
(sözleriyle) tevhîd-i sırftan
(sırf birlemeden, bir olmadan)
bahsetse tekfir ederler (kâfir
derler). İşte
bu tâifenin ilmi tuzlu su gibidir. Çünkü onları dinleyen teşne-i
hakâyıkı (hakikâte susamış kimseyi)
kandırmaz. Fakat evvelki tâifenin ilmi tatlı ve lezîz
su gibi olduğundan içenleri kandırır ve hâhiş-kerân-ı
(hakikât ilmini isteyenleri)
maârifi (bilgileriyle)
doyurur.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-24.02.2004
http://gulizk.com
|