102. Bölüm

KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ                   AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR

Vaktâki onları bu mevtına sevk etti, ayn-ı kurbda hâsıl oldular. Binâenaleyh bu'd zâil oldu ve onların hakkında "cehennem"le müsemmâ olan zâil oldu. Şu halde istihkak cihetinden naîm-i kurba fâiz oldular. Zîrâ onlar mücrimlerdir / (20).

Ya'nî Hak onları rîh-i debûr (batı rüzgârı) mazharıyla (görüntü yeri olmalarıyla) "cehennem" denilen mevtına (yurda, mertebeye) sevk etti (gönderdi). Onların nefısleri bu sûrette helâk (ölü, mahv) ve fânî (yok) olunca, ayn-ı kurba (aynel yakına) vâsıl oldular (eriştiler),  bu'd (uzaklık) gitti. Binâenaleyh (nitekim) onların hakkında "cehennem" denilen mevtın (yurt) dahi zâil oldu (yok olup gitti).  Zîrâ cehennem "bu'd" (uzaklık) idi; bu'd (uzaklık) gidince cehennem dahî gitti. Ve bu'dun (uzaklığın) zevâli (sona ermesi) nefislerin helâk (ölmüş) olmasındandır. Çünkü Allah'dan uzaklıkları nefıslerinin tevehhümündendir (zanlarından, vehimlerindendir). Nefis fenâ bulunca (ölünce), tevehhümleri (vehimleri) de fânî oldu (öldü). Ve bu sûrette onlar a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) istihkak (hakk olması) ve isti'dâtları ve sa'y (gayretleri) ve amelleri cihetiyle (hususuyla), naîm-i mutlaka (tam, sınırsız nimete) değil, naîm-i kurba (yakınlık nimetine) nâil oldular (eriştiler). Zîrâ onlar mücrimlerdir (günahkârlardır). Ve mücrimler (günahkârlar) ise ehl-i nârdır (cehennem ehlidir). Ve eşkıyâ cehenneme dâhil oldukları (girdikleri) vakit, a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) kemâle (tamlığa, mükemmelliğe) vâsıl olurlar (ulaşırlar). Bu kemâl ise Rabb'e ayn-ı kurbdur (aynel yakındır).  Binâenaleyh (nitekim) onların hakkında cehennemin zevâli (sona ermesi) ancak bu'dün (uzaklığın) zevâlidir (sona ermesidir). Yoksa mutlaka (herhalde) cehennemin ve azâbın zevâli (sona ermesi) değildir.

Azâbın vücûduyla (varlığıyla) berâber, naîm-i kurba (yakınlık nimetine) vusûlün (ulaşmanın) misâli: Meftûn-i cemâli (cemaline vurulmuş) olduğu bir melikenin bendesi (kraliçenin kulu, kölesi), melikenin (kraliçenin) emriyle onun cemâlini (yüzünü) müşâhede edemeyeceği (göremeyeceği) bir mecliste (toplumda) hidemât-ı şâkkada istihdâm olunmakta (güç, eziyetli hizmetlerde bulunmakta) ve "Ne olur bir lâhzacık (bir an olsun) cemâlini (yüzünü) görsem!" diyerek yanıp tutuşmakta iken, bağteten (ansızın) melikenin (kraliçenin) sarayına celb olunup (çekilip) orada ma'şûkasının (sevgilisinin) cemâlini (yüzünü) her an müşâhede etmekle (görmekle) berâber, yine aynı hidemât-ı şâkkada (ağır işlerde) istihdâm olunsa (çalıştırılsa), o bende (köle) azâb-ı bu'ddan (ayrılığın, uzaklığın verdiği azaptan) halâs olarak (kurtularak) naîm-i kurba (yakın olma nimetine) nâil olur (ulaşır) . Fakat, hidemât-ı şâkkada istihdâm olunmak (ağır, güç hizmetlerde bulunmanın) azâbı (işkencesi, üzüntüsü) bâkî (daimi, kalıcı) olduğundan, bu hal onun hakkında naîm-i mutlak (salt, kayıtsız  nimet) değildir.

Beyit:
Tercüme:

"Seninle nâr-ı cehennem bana ne ni'mettir
Sen olmayınca naîm-i cinân ne nıkmettir:"

İmdi Hak, onlara bu makam-ı zevkî-i lezîzi, imtinân cihetiyle vermedi. Belki onlar, onu ancak üzerinde bulundukları amellerinden, hakayıklarının müstehak olduğu şeyle aldılar. Ve a'mâllerinde sa'y etmekte Rabb'in sırât-ı müstakîmi üzerine idiler. Zîrâ nâsıyeleri onun için bu sıfât sâbit olanın yedinde idi. İmdi onlar nüfûslarıyla yürümediler. Belki ayn-ı kurba vâsıl oluncaya kadar cebr-i hükmî ile yüdüler ................................................. (Vâkıa, 56/85) ya'nî "Biz fânîye sizden daha yakınız; fakat siz görmezsiniz" (21).

Ya'nî Hak, nüfûslarından fânî olanlara (nefislerini verenlere, benliklerinden geçenlere) bu makâm-ı zevkî-i lezîzi (bu makamın zevk ve lezzetlerini) fazl (lûtuf) cihetinden vermedi. Belki onların bunu bulmaları gayr-i mec'ûl (yapılmamış istidatları (kendisinde potansiyel güç, kuvve olarak gizli kalmış, açılmamış istidatları) olan isti'dâdât-ı zâtiyyeleri (kendilerindeki istidadın) iktizâsından (gereğinden) idi. Ve ilm-i İlâhî’de (Allah’ın  ilminde) onların a'yânı (ilmi suretleri) o a'mâl (ameller, işler) üzere sâbit (mevcut) olmuş idi. Binâenaleyh (nitekim) bu makamı, hakayıklarının (ilmi suretlerinin, hakikâtlerinin) istihkâkı hasebiyle (hakkı olarak) aldılar. Ve onların amelleri, nâsıyelerinden (alınlarından) tutup çeken Rabb-i hâsslarının (terkiplerindeki ağırlıklı ismin) sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde yürüdükleri için sâdır olmuş (çıkmış) idi. Yoksa onlar kendi zâtlarıyla ve nüfûslarıyla (nefisleriyle) yürümediler. Ve nüfûslarından (nefislerinden) mütevellid (doğmuş, ileri gelmiş) olan vehm-i bu'd (var zannettikleri uzaklık) zâil (geçip) ve ayn-ı kurba (aynel yakına) vâsıl oluncaya (ulaşıncaya) kadar, cebrin hükmü (zorlu şartlar) altında  yürüdüler. Nitekim Hak Teâlâ sûre-i Vâkıa'da "Biz meyyite (ölüye) sizden daha akrebiz (yakınız); velâkin siz görmezsiniz." (Vâkıa, 56/85) buyurur.

İmdi cebir (zorlama), a'yâna (ilmi suretlere) ve isti'dâdât-ı a'yâna (ilmi suretlerin istidadına) râci'dir (dönüktür, aittir).  Bunun için Hz. Şeyh (r.a) ibârede (cümlede) cebri (zorlamayı), Rabb'e (terkipteki ağırlıklı isme) isnâd etmedi (atfetmedi, dayandırmadı), belki îhâm etti (vehme düşürdü).  Velâkin, nazar-ı evvele (ilk görüşe) göre cebir (zorlama), sırât-ı müstakîm (doğru yol) üzere olan Rabb'indir (esmanındır). Ve nazar-ı sânîye (ikinci görüşe) göre, Rabb-i mutlaktan (kayıtsız, mutlak Rab’dan ‘Allah’tan’) Rabb-i hâssı (öz Rabbi, ismi) ve hükm-i hâssı (asıl hükmü) taleb eden (isteyen) a'yân-ı sâbitenindir (ilmi suretlerindir).

Bu nükteye (inceliğe) dahî dikkat lâzımdır ki, Hz. Şeyh (r.a.) bu Fusûsu'l Hikem'de ba'zı âyât-ı Kur'âniyyeyi ............... gibi bir ibâre (cümle) ile ibârât-ı Fusûs'a (Fusus’taki cümlelere) rabtetmeksizin (iliştirmeksizin) metn-i (yazılanları) Fusus tarzında (biçiminde) îrâd buyururlar (anlatırlar). Bunun vechi budur ki, onlar (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretlerinin (Peygamberimizin) vâris-i ulûm ve maârifidir (ilim, bilgi ve marifetlerinin mirasçılarıdır). ................... bu gibi mezâhir-i ilâhiyye (İlahi olan görüntü yerleri, birimler) hakkında şeref vârid olmuştur (erişmiştir). Ve onlar, nefislerinden fânî (ölmüş) ve Hak'la bâkî (daimi, devamlılık üzere) oldukları için, lisanları (sözleri) Hakk'ın lisânıdır (Hakk’ın sözleridir) . Binâenaleyh (nitekim), bu i'tibârla (bakımdan) Fusûs'un kâili (söyleyeni) Hak olduğundan, Hz. Şeyh (r.a.) ba'zı ibârât-ı (cümleleri) Fusûs ile âyât-ı kerîme arasında bu gibi revâbıt (rabıtalar, bağlantılar) îrâd buyurmazlar (getirmezler).

Ve ancak meyyit görür; zîrâ o mekşûfü'l-gıtâdır. Binâenaleyh onun basarı keskindir. Ve Hak Teâlâ bir meyyiti bir meyyitten tahsîs etmedi. Ya'nî kurbda saîdi şakîden tahsîs etmedi ..................................... (Kâf, 50/16) ya'nî "Biz insana şah damarından daha yakınız" dedi. Ve bir insanı bir insandan tahsîs etmedi. İmdi abde kurb-ı İlâhî vardır. Ve ihbâr-ı İlâhî’de onda hafâ yoktur. İmdi Hakk'ın "hüviyyeti"i abdin a'zâ ve kuvâsının aynı olmaktan daha yakın bir yakınlık yoktur. Halbuki abd, bu a'zâ ve kuvânın gayrı değildir. Böyle olunca abd halk-ı mütevehhemde Hakk-ı meşhûddur. Binâenaleyh, mü'minler ve "ehl-i keşif ve vücûd" indinde, halk ma'kul ve Hak ise  mahsüs ve meşhûddur. Bu iki sınıfın gayrisi indinde ise Hak ma'kul ve halk meşhûddur. Bu sûrette onlar tuzlu su menzilesindedir. Ve tâife-i ûlâ ise içenini kandıran tatlı ve lezîz su menzilesindedir (22).

Ya'nî meyyitin basarından (ölünün gözünden) tabîatın örtüleri ve sıfât-ı beşeriyye (beşeri sıfatlar) ve nefsâniyye (nefisle alakalı) perdeleri kalkmış ve artık onun görüşü doğru ve keskin bulunmuş olduğundan, Rabb'inin kendisine olan kurbunu (yakınlığını) o görür. Maahâzâ (bununla beraber) (S.a.v) Efendimiz gibi bir Hâdî'nin Rabb-i Mutlak’a (sınırsız kayıtsız, Rab’ba ‘Allah’a’) da'vetine icâbet etmeyen (kabul etmeyen) Ebû Cehil gibi kimsenin körlüğü yine bâkîdir (daimidir, kalıcıdır). Zîrâ o Rabb-i Mutlak’tan (Hakk’ın zatından) mahcûbdur (perdelidir). O ancak nâsıyesinden (alnından) tutan Rabb-i hâssının (kendindeki ağırlıklı ismin) kurbunu (yakınlığını) müşâhede eder (görür). Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ...................................... (İsrâ, 17/72) / Ve bu kurbu (yakınlığı) müşâhedede (görmede) saîd (cennetlik yaratılmış) olsun şakî (cehennemlik yaratılmış) olsun hepsi müsâvîdir (eşittir).  Zîrâ, Hak Teâlâ âyet-i kerîmede bunu ba'zı emvâta (ölmüşlere) tahsîs etmedi (ayırmadı). Belki mutlak (şartsız, kayıtsız) olarak zikretti. (bahsetti) Ve kezâ "Biz insana şah damarından daha yakınız" (Kâf, 50/16) dedi ve bu kurbu (yakınlığı) ale'l-ıtlâk (umûmî olarak, kayıtlamadan) beyân buyurdu (bildirdi) ve insanların ba'zılarına tahsîs etmedi (özel ayırmadı). Mutî' (itaat eden) olsun mücrim (günahkâr) olsun kâffesine (bütün hepsini) teşmîl eyledi (içine aldı). Şu halde abd (kul) için Hakk'ın kurbiyyeti (yakınlığı) muhakkaktır. Ve bu bâbda (konuda) şeref vârid olan (erişen) ihbâr-ı İlâhî’de, (İlahi haberde, bildiride) ya'nî ........................... hadîs-i kudsîsinde hafâ (kapalılık, gizlilik) yoktur; belki beyyin (açık) ve vâzıhtır (meydandadır). Bu kurb (yakınlık) nasıl muhakkak olmasın ki, Hak kendi "hüviyyet"ini (nefsini) abdin (kulun) kuvâ (güçleri) ve a'zâsının (organlarının) aynı kıldı. Acaba bundan daha yakın bir yakınlık olur mu? Çünkü Hak, suver-i ilmiyyesinden (ilmindeki suretlerden) ibâret olan a'yân-ı sâbite-i eşyâya, (varlıkların ilmi suretlerine) kendi zât-ı lâtîfı, (hakikâtinin nurunu) mertebe mertebe tenezzül buyurmak (aşağı inmek, yoğunlaşmak) sûretiyle, yine kendi vücûdundan ifâza-i vücûd eyledi (vücut verdi).

Bu sûrette (şekilde) "halk" (yaratılmış) dediğimiz şey, vehmî (zannedilen) ve i'tibârî (aslında olmayıp var kabul edilen) bir şey oldu ve "abd" (kul) dediğimiz şey dahi bu mevhûm (kavram, mana) olan halkta (yaratılmışta),  meşhûd olan (görünen) Hak oldu. Binâenaleyh (nitekim) bu hakîkata muttalî' olan (hakikâti bilen) mü'minler ile ehl-i keşf (keşf sahipleri) halkı (yaratılmışları) taakkul edip (anlayıp) Hakk'ı his ve müşâhede ettiler (hissettiler ve gördüler).  Fakat bu iki sınıftan mâadası (başkası), ya'nî ehl-i hicâb (perdeli) olan hukemâ (flozoflar) ve ulemâ-i ilm-i kelâm (kelam ilmi âlimleri) ve fukahâ (fıkıh ilmi) ve erbâb-ı zevâhir (zahir ehliler) ve avâmm-ı halk (halkın umumu) Hakk'ı taakkul edip (anlayıp) halkı (yaratılmışları) müşâhede ettiler (gördüler). Onların indinde (görüşlerinde, düşüncelerinde) vücûd-ı Hak (Hakk’ın vücudu) başka ve vücûd-ı halk (yaratılmışların vücudu) başkadır. Binâenaleyh (nitekim) bu tâife (grup) hicâblarının kesâfeti (perdelerinin kalınlığı) hasebiyle ayrı ayrı iki vücûd isbât etmiş (vardır demiş) olurlar ve vücûd-ı Hakk'a (Hakk’ın vücuduna) vücûd-ı halkı (yaratılmışların vücudunu) teşrîk ederler (şirk, ortak koşmuş olurlar).

Gariptir ki, Hz. Şeyh (r.a.)ın ............................. tesbîhine ittibâan (tabi olarak, uyarak) biri çıkıp "Bu halkın (yaratılmışların) vücûdu Hakk'ın aynıdır" kavliyle (sözleriyle) tevhîd-i sırftan (sırf birlemeden, bir olmadan) bahsetse tekfir ederler (kâfir derler). İşte bu tâifenin ilmi tuzlu su gibidir. Çünkü onları dinleyen teşne-i hakâyıkı (hakikâte susamış kimseyi) kandırmaz. Fakat evvelki tâifenin ilmi tatlı ve lezîz su gibi olduğundan içenleri kandırır ve hâhiş-kerân-ı (hakikât ilmini isteyenleri) maârifi (bilgileriyle) doyurur.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-24.02.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail